Yine de Sevgiden Yana

99

Hırçınlaşan
bir dünyanın eşiğindeyiz, malûm. Âdeta vahşet kol geziyor. Acıların her cinsine
tanık olduk. Tanış olduk. Azgınlıktan, sapkınlığa, belânın her türlüsü arzendam içinde. Aile facialarından, kadın ve çocuk mağdurlarına,
cinnet geçirenden, ihanete kadar. “Bu kadar da olmaz” demekten usandık.  Bu hale nasıl geldik? Bunun cevabı kolay
değil. Geri dönüp bakıldığında yılların birikimiydi. Öyleyse yüzleşmek lazım.  Hiç kimse masum
değil. Buraya nasıl gelindi? Determinizmin
temel ilkesi der ki;” benzer sebepler benzer sonuçlar verir”.  Atalarımızın daha manidar görüşü de var, ”ne
ekersen onu biçersin” der. “Ne doğrarsan aşına…”der. Ya da Arap lisanıyla “men dakka-dukka
(eden bulur)”. Bu vecîz ata sözleri yetmezmiş gibi, bir dipnot da Şener Şen’den
gelsin, “evet yaptım, ama bir sor ki niye yaptım”der. Tipik sebep-sonuç
ilişkisi.

Kavramlar sonuçta
icra makamı değil. Yazılı kurallar ihlâl
edilmeseydi,  hukukî problemler zaten yaşanmazdı.
İbni Rüşt, kötü fiiliyatın
bir tercih olduğunu söyler. O’na göre kişi yaptığından sorumludur. Elbette öyle
olmalıdır. Rampa aşağı aracı boşa alarak uçuruma yuvarlanıp, ölüme sebebiyetten
tutuklanan yaralı-bereli adam gibi; “ben kaderin mahkûmuyum!”, ne alâka? Yükleyin
kadere, nasıl olsa ortam da müsait. Bütün kabahatleri kirli-paslı ne varsa
yutan bir esrarlı mefhum
Karacaahmet gibi, gömdükçe çıt yok.

Yine bir
felsefî görüşe göre de, “mutlak kötü” insan yoktur denir. Bilvasıta kötü olunduğu iddia edilir. Yani ait olduğu çevrenin insanı kötülüğe
vasıta ettiği söylenir. Kısmen de olsa ikna edici bir görüş denilebilir. Yani
canilerin-tufeylilerin arasında iseniz, -savunma adına da olsa- onlara benzeyen
donanımda silah ve teçhizatta olmalısınız. Kural budur. Giydirmek gerekirse, Saddam Hüseyn buna bir örnek. Çevresinde hatırı sayılan biri, köklü aileye
mensup,  iyi bir insan olarak bilinirdi. Ne
zaman ki yeşil sosyalist Baas rejimi onun liderlik yeteneği ile
birleşince, son zamanların sayılı kitle katliamcısı olarak ün salmıştır. Yine George Walker Bush. O da
hatırlı, sakin ve saygın bir eyalet valisiydi. Ne olduysa oldu, başkan seçildi.
Etrafı ölüm kusan füze başına/kişi hesabı yapan silah tüccarlarıyla donatıldı. İşte
daha sonrası malum; büyük facia. Irak’ta milyonu aşan katliam,
binlerce sakat ve yıkık bir ülke.  Ne var
ki, o kendi halindeki eyalet valisi de daha sonra bir canavar ruhlu olacaktı.
Nitekim öyle oldu. Yakın tarihe, süper dünyanın modern giyimli, ancak ayıplı, canî ruhlu eli kanlı biri olarak geçti. Ne yazık ki, insanlık suçu
işleyenleri hesaba çekecek beşeri bir mahkeme henüz yok. Öyleyse;
Mahkeme-i kübrâ onları bekliyor. Öyleyse,” zalimler için yaşasın
cehennem!”.    

Kötülük dünyasına
isyan eden Müslümvari duruşu da anlamak lazım. Zaman zaman “yıkılasın
ey dünya” dediğimiz nice garabet
hadiseler yok mudur? Elbette vardır. Aynı coğrafyada yetiştik. Aynı bereketli
toprağın ekmeğini yedik, suyunu içtik. Gün oldu sevincimiz bayram oldu. Gün
oldu, dertleri içimize gömdük. Ekmeğimizi acılara
banarak yedik. Soru aynı; bu hale
nasıl geldik? Toplumsal yüzleşme”den
önce kendimizle yüzleşmek daha iyi olmaz mı?. Bu toprağın büyüklerinden;
sevgiyi, paylaşmayı, dostluğu, vefayı öğrenmedik mi?.  Kibirden, yalandan, iftiradan, riyadan uzak
durmayı da. Bir karınca yuvasını bozmanın vebalini, inleyen mazlumun ahının arşâlâya çıktığını duymayan mı var.

Hadi sevgide
buluşalım. Hakimiyetimize sınır çizelim. Tabii ki Ehl-i beyt mensubu
arkadaşların ”sevgide buluşalım” sözü çok güzel. Ancak bu
davet, zülfikârı göstererek olmuyor. Yani mefhum-u
muhalifle; “buluşmazsanız artık siz bilirsiniz” der gibi (biraz da abartmış
olalım). Tedirginlik anlamında.
Aslında Neden o sanat harikası çift başlı mübarek aparat, Hz.Ali ile
anılıyor ki. Bu çağrışım nedendir bilinmez. Din sosyologlarına sormak lazım.
Bana sorarsanız Hz peygambere yakınlığı ayrı tutarak Ali, büyük bir filozoftur.
İlim adamıdır. “Devletin dini adâlettir” evrensel tanımlamasıyla devlet
felsefesine sahip bir değerli devlet başkanı-halifedir. Ayrıca çok özel bir
yeri olan sahabedir. İlmini kaynağından almıştır, Hz peygamberin
talebesidir.        

Evet iddia ediyoruz, dünyayı
sevgi ve barış kurtaracak. Bütün kötülükler, sevgi ve muhabbetle arınacak.
İlahi hitabında Cenab-ı Hak, “şahit olsun, tanık olsun” diye kasem ediyor. Kainatın
her bir unsurunun bir ayet olduğu bu
ilahi deveranında, muhabbet sarmalı nasıl görül(e)mez ki:

 

Dinle bak,
nağamatın raksıyla, cezbe-i ilâhîye gidenleri gör!

Mevcudatın
vird_i lisanatıyla, o sırrı terennüm edenleri gör!

 

Bu kadar sevgi kuşağı
atmosferinde abûs suratlı olmak için kasmaya ne gerek var. Yunus
tek başına zaten bir muhabbet adamı. Sevgi yüklü. Aşk adamı. Cennet diye izdiham edenlerin de önünü açan bir kocaman
yürek. Selam ve minnetle! Hoca Ahmed Yesevî, Hacı Bektaş Veli, Ahi Evran, Celaleddin
Rumî ve daha nice gönül adamları da öyle. Yetmez mi?  Böyle bir atmosferde nefretin adı mı olur?  Kimse inkâr etmesin, genetik yapımız sevgiyle
kodlanmıştır. Yürekten gelen nağmelerle büyüdük.  Yüzümüzü batıya dönmüş olsak da Asyalıyız. Asya
milletlerinde sevginin ve sadakatin manası çok yücedir. Dünya sarsılır ama
onlar asla. Bir Kafkas’lının o saf duygusuyla:

 

“Ömrümü
nurlandıran, sedagetindir senin.

Meni hoşbaht
eyleyen, mehebbetindir senin”.

 

İyi insan olmak, sevgiyle
donanmak dileği ile.