Ege’nin Serin Suları

82

Konuya girmeden önce, bazı ön
yargılardan arınmak gerekir. Onlardan
birisi şudur; “uluslararası hukuk” diye bir hukuk sistemi yoktur. Varmış gibi
görünse de uygulamada hiç olmamıştır. Eğer böyle bir global hukuk olsaydı, dünyanın gözünün içine bakarak milyonlarca
insan öz yurdunda helak olur muydu?  Olmayan
bir kavram için evrensel hukuk taklidi yapmaya gerek yok. Hukukçular da bilir ki, güçlü ve
yayılmacı güçlerin yazdığı, tarihin de onayladığı bir başka hukuk var.

Ege’de uzunca zamandır devam
eden malûm bir “Ege adaları sorunu” var. Bugünden yarına halledilecek
bir konu olmasa da, çözülmesi yolunda adım atılmalı. Aksi halde gelecek
kuşaklar, kucağında pimi çekilmiş bir sorunlar yumağı bulacaklar.
Bu günkü durum ise, belirsizliğin dibe vurmuş hali. Öyle ki, rutin bir ihlalden çıkıp, adeta bir işgal
niteliğine bürünmüştür. Daha doğrusu Yunanlılar bir nostalji yaşatmak istiyor, o
sadist duygularını tatmin etme adına. 
Olayın geçmişteki hikâyesine bakmadan bugünü yorumlamak oldukça zordur.
Ege adaları üzerine kara talihini ören bu sebeplerin nasıl geliştiği önemlidir.
Egenin yakın tarihine bakılacak olursa; ekonomik borçlanmalar, yönetimdeki
zaaflar, ihmal, öngörüsüzlük, isyan ve emperyal ittifakların bu adalara
musallat olduğu görülecektir. Daha da önemlisi, savunmada donanma stratejisinin
olmayışı ya da olan donanmanın Haliç’e kapatılıp pasifize edilmesi söylenebilir.

Kapsamlı analizleri tarihçilerimize
havale ederek, adaları bu günkü konumuna getiren hikâyesinden kısaca bahsetmek
yerinde olur. Öncelikle Mora isyanı, bu kuşatma olayı için belirleyici
ve bir kritik başlangıç görülebilir. İsyanın bastırılması mümkün olamamış ve Mısır’dan gelen donanma emperyal
ittifaklarca yakılmıştır. Birkaç yıl sonra da bir anlaşma ile (Edirne Anlş.) Yunan devleti
kurulmuştur. Hadiselerin devamıyla birlikte, Trablusgarp cephesiyle Osmanlı
savunma gücünün zayıflığından yararlanan İtalya Güneydoğu Ege adalarını işgal
eder. I. Balkan savaşında ise ne yazık ki tek bir yunan zırhlısı, kuzey
ege adalarını zapt etmiştir (1912). Sonrasında ise işgalci cephe Londra ve Atina anlaşmasıyla adaların kullanma
hakkı Yunanlılara verilmiştir. Bu
kullanım hakkı silahsız olarak
tanımlanmıştır. Böyle bir kullanım hakkının mülkiyet hakkı anlamına
gelmesi bir paranoyadan ibarettir ve haksız, illegal bir gasptır.

 

Gelelim Lozan’a. O
tarihi anlaşmaya göre, iki kıyı devletin karasuları için 3 millik sınırlamaya
uyulmuştur.  Nitekim bu durum, “karasuları
içinde yer alan denizler o ülkenin vazgeçilmez bir parçasıdır” ilkesine
uygundur.  Bunda sorun yoktu. Daha sonra antik felsefe etkisiyle mi bilinmez hiç bir mutabakata uymadan Yunanistan
karasularını 6 mile çıkarmıştır. Amacı
boğazlardan gelen deniz trafiğine hâkim olmaktır. Bir sonraki hedefinde ise 12 mile çıkarmak rüyası var (yani 19.2
km). Bu ne anlama gelir? Amaç Türkiye’nin ege kıyılarına barikat kurmaktır. Oldu olacak, Egeliler ayağını artık denize de
sokmasın demektir. Öyle mi? Bunda ciddi iseler Egeli efeleri kimse zapt edemez.
Asıl sirtaki nasıl oynatılır o zaman
belli olur.  Bu emellerini örtülü de olsa
dile getiriyorlar zaman zaman. Mızıltılarından belli, anlaşılıyor. Hani Bektaşi’ye
sormuşlar, “… nasıl anladın?” diye.  O da
der ki; ” Ömer diyeceği ağzını büzmesinden belliydi” diye. 

Uluslararası deniz
hukukuna göre böyle bir karar yasal olur mu, diye sorgulamak abes olsa gerek.
Çünkü kurumun çok esnek bir bakışı var. Der ki; “Her devlet karasularının genişliğini
tespit etmeye yetkilidir. Ancak bu hakkın kullanılmasında, iyi niyet ve hakkın
kötüye kullanılmaması ilkeleri uyarınca diğer devletlerin haklarını göz önünde
bulundurmak zorunluluğu var (madde.3.)”. Belli değil mi kaç kuşaktır bu müzmin yara bir türlü kapanmıyor. Kımıldasanız, Nato bariyeri set çekiyor.
Hani onlar da sözde aynı pakt içindeler. Son perdede Doğu Akdeniz’deki üç trilyon
dolarlık rezerv için kurulan kumpas işte bu tarihsel nefretin
eseriydi. Yanlarına da kişiliksiz-kimliksiz bir-iki kabile devleti de alarak.

Bazen bu ulusal
haklarımız söz konusu olduğunda bunu küçümseyenler görürsünüz. Umursamaz
tavırlar, müstehzi bakışlarla “ üç beş
kayalıklar” diyenlerin vicdanı kurur mu bilinmez. Onlar hangi muhipler
cemiyetindendir bilmiyoruz. Ancak biz bu ülkenin bir çakıl taşının bile mübarek olduğunu bilenlerdeniz. Sormak lazım; ne olması gerekirdi a
efendiler önemli olması için?  Ulusal
haklarımızın korunması adına bunu bir dava edinmek lazım (Ümit Yalım gibi,
diğer değerli siyasetçiler gibi ). Halının altına süpürmekle de olmuyor. Artık
gerçeği söylemenin vaktidir. “Şımarık Yunan ülküsü’nün bir ütopya olduğunu
da söylemeli. “Megalo idea” diye bir rüya yok artık.
Fatih o defteri çoktan kapatmıştır.

Ortadoğuda
“haşmetli” bir duruş gösteren dış politikamız, nedense egede daha
“mütevazi ve müstağni (gönlü tok)” bir ilişkiyi tercih etmiştir. Hani
“devlet aklı” deriz ya, acaba bu bir diplomatik taktik midir, ya da
sonradan “diplomatik tepelemek” için bir avans vermek
mi, Bilmiyoruz.  Diplomasi bir ince
sanattır. Ani heyecanların-tepkilerin yerinde ve kararında olmasını en iyi
bilenler hariciyecilerdir. Ancak emekli olan bir kısım diplomatlar sanki
görevdeymiş gibi davranış içindeler. Kendisini daha o eski havadan kurtaramamış
gibiler. Lugatlarinda, “olmaz!” yoktur “yanlış anlamamak
lazım” var. “İşgal etmişsiniz, çekilin!” yoktur, “bunu
görüşmek lazım” vardır. “Açıkça bu bir yalandan ibarettir!” yoktur,
“bunun doğru olması konusunda uluslararası endişeler var” denilir.
Yani bir nevi meslek hastalığı ya da “bilinmeyen ilişkiler”. Bir
sivil yaşantı ve özgür bir ülke insanı için bu kadar kasmaya gerek yok. Egenin
suları hâlâ serindir. Batımetrisi de derin.