Aralık ayının aralık kapısından başını uzatan ocak ayı… Kara kışın gece ayazında saçlarını döküyor yollara… Sabaha koşan saatin telaşına soba üstü çaydanlık homurtusu ekleniyor. Söylenerek yaşamak bir çaydanlığa bir bana mahsus… Çay bardağa, ben kaleme döküldükçe diniyor öfkemiz. ”Ey dünya adaletin yarı yarıya bile değil. Kiminin ekmeği yok, kiminin ekmeğine katık.” Şu bazılarına romantik yağan kar, neden bize otantik yağar ki! Bir Mart çocuğu olarak doğuma sevincim kadar, ölüme hüznüm var… Değil mi ki Mart yarı kış yarı bahar.
Kaç kırık merdiveni sürünerek çıktım da en üst basamaktan geri düştüm saymadım. Bu karlı, fırtınalı hava yerini güneşe bırakır mı bilmiyorum. Toprağın yumuşak başı bahara ne saklar onu da… Sırtı nakışlı heybemin gözü umut yüklü. O da olmazsa bir türkü… Yolu, en çok sırtında kendini taşıyan bilir. “Tel sarar kızım tel sarar/Tel bulamazsa ne sarar.” Eh işte, tel bulamazsa benim gibi geri geri sarar. “İnsan kendinden çalmamalı” diyor bilge. Durmadan kendimden çalıyorum, kendine hırsız en çok neyini çalar ki kendi ömründen başka.
İçeride yosun tutmayı istemeyen su, çatlağa doğru akar. Bu suyun söz halidir… Suyun söz hali. Bazen kar, bazen yağmur. Mevsime göre şekil alan bulutların yer çekimine yenilmesi. Zemheri ayazı kimi nasıl üşütür bilmiyorum. Bilenler bilir insanın eli şıp düşene yapışır kalır. Bıçak gibi kesen bir ayaz yapışır yüzüne. Her ne kadar mevsimler değiştiği için artık eski kışlar yok desek de.
Annemin deyimi ile ”KARLAR YAĞDI KÜREK İSTER, DAYANMAYA YÜREK İSTER.” Zor geçecek bu kış, ayvalar çok oldu bu sene diyordu. Ah be annem hangi kış kolay geçti ki. Ah o eski kışlar nerdeeeeeeee dedi annem. Nerede olacak, hâlâ aklımda. Gece başlayan kar sabaha kadar yağmıştı. Annem eve ve dedeme bakmamı tembihleyerek, kız kardeşimin doğumu için İlçe dışına gitmişti. Eşimin dedesine de ben bakıyordum. İki dede arasında mekik dokurken; sabaha kadar yağan karı kürümek de bana kalmıştı. Sabahleyin erkenden toprak damın karını kürümeye gittim. Çocuklar uyanmadan kürüyüp gelecektim. Tahta dam küreğini elime alıp çıktım dama.
İkiye böldüm damı. Bir tarafının karını yoldan tarafa. Bir tarafını da bahçeden tarafa kürümeye başladım. Kar hâlâ savura savura yağmaya devam ediyordu. Gıcıl gıcıl ayaz esiyordu. Alnımdan akan terler, anında buz kesiyordu. İki tarafı da kürüdüm tam evin ortasında geldim. Az kaldı hadi bir gayret diye kendime telkinlerde bulunurken, evin tam ortası göçtü. Gözlerimi sıkı sıkı yumdum. Bu olamaz dedim. Sanki gözlerimi açsam göçen damı göreceğim. Direndim gözlerimi açmamak için. Yapacak hiç bir şey yoktu. Kışın ortasında evin toprak damı bir minder büyüklüğünde göçmüştü. Bir adım attım. Başımı içeriye doğru uzattığımda, annemin emektar dikiş makinesinin üstündeki karları ve damdan düşen toprakları gördüm. İçim cız etti. Annem üzülecek şimdi dedim. Geriye kalan karları kürüdüm.
Aşağıya indim kilimleri topladım. Dikiş makinesinin üstündeki karları ve toprakları temizledim. Tandır evine gittim naylon buldum. Saç bir soba altı elime alıp tekrar dama çıktım. Önce naylon, sonra sacı üzerine kapayıp, kenarlarına taş koydum. Dam akmaya akacaktı da, hiç olmazsa içeriye kar yağmasın bari dedim. Dedemin kömürlerini tenekelere doldurup, yemeğini yaptım. Düştüm evime doğru yola. Kalbimdeki acı, damdaki açılan delikten daha büyüktü. Annem duymamalı dedim. Kış bir taraftan, kar bir taraftan, göçük bir taraftan. Ayağımın altında gıcırdayan karların sesine sesim ekleniyordu.
Söylene söylene yürüdüm. Dedim ya söylenerek yaşayan bir ben varım. Bir de soba üstündeki çaydanlık. Ah bilge ah. Sen de diyorsun ki ”insan kendinden çalmamalı.” Bu durumda insan ömründen çalmaz da ne çalar ki. Yıllar zaten potansiyel sabıkalı hırsız. Bir de üzerine insanın kendi dâhil olmadığı kader ve keder eklenince. Hayat şartları neyi gerektiriyorsa onu yaşayıp gidiyorsun. Yokluk, yoksulluk. Ucunda ölüm olmayan her göçükten sağ çıkmak boynumun borcuydu. İçimde yıkılıp duran dağların bir kenarının da yol olduğunu biliyordum.
Yürüdüm hep yürüdüm. Nazım‘ın dediği gibi ”tüm yürümeyenleri arkamda, arka sokaklar gibi bırakarak yürüdüm” Çaldıysam da kendi ömrümden çaldım. Bütün çaldıklarım heybemin gözünde. Arada uzatıyorum elimi heybeme. Hani içinden bir yumurta, bir yumrukluk soğan, bir yufka ekmekli azık çıkını çıkacak değil ya. Bazen de böyle kar, kor anılar çıkıp geliyor nakışlı heybemin gözünden.