Oğuz Çetinoğlu: (Sözde) Türklerin nasıl Müslüman olduğunu anlatan bir kitapta bâzı sözlerin, kaynak da belirtilerek hadis olduğu iddia edilmektedir. Konu ile ilgili görüşlerinizi lütfeder misiniz?
01.1- ‘Kıyamet kopmadan (az) önce siz kıldan çarıklar giymiş bir milletle muharebe edeceksiniz.
Onların yüzleri sanki (çekiçle dövülmüş) derilerle kılıflı kalkan gibidir. Çehreleri kırmızı, gözleri çekiktir.’ (Aktaran: Zekeriya Kitapçı. Hz. Peygamberin Hadislerinde Türk Varlığı, S: 88)
01.2- ‘Kuvvetli bir kavim olan Türklerle çarpışmadıkça kıyamet kopmayacaktır.’ (Müslim)
01.3- ‘Kıyamet kopmasının şartlarından biri de sizlerin kıldan çarıklar giyen bir kavimle
(Türklerle) harbetmenizdir.’ (Buhari)
01.4- ‘Türkler size dokunmadıkları sürece siz de onlara dokunmayınız. Zira Kanturaoğulları
(soyundan gelen (bu Türk)ler ilk defa Allah’ın ümmetime verdiği mülk ve saltanatı onların ellerinden çekip alacaklardır.’ (Abdullah b. Mesud’dan aktaran Zekeriya Kitapçı. Hz.
Peygamberin Hadislerinde Türk Varlığı, S: 110)
01.5- ‘Ümmetimden bir kısmı Dicle (…) kıyısında Basra adı verilen ovada konaklayacaklardır.
Sonra bu halk çoğalacak ve burası da Müslüman şehirlerinden biri olacaktır. Ahir zaman
olduğunda, geniş yüzlü, küçük gözlü Kantura Oğulları gelip nehrin diğer bir yerine
konaklayacaklardır. Bunun üzerine şehir halkı üç kısma ayrılacak, bir kısmı öküzlerinin peşine takılıp kırlara kaçacak, fakat mahvolacaklar, bir kısmı da kendi canlarının derdine düşüp dinlerinden döneceklerdir.
Üçüncü kısma gelince, ehl ve evladını arkalarına alıp onlara karşı harbedecekler, işte bunlar şehitlik mertebesine ulaşacaklardır.’ (Aktaran: Zekeriya Kitapçı. Hz. Peygamberin Hadislerinde Türk Varlığı, S: 156)
01.6- ‘Şüphesiz ümmetimi üç defa, yüzleri geniş, çehreleri sanki derilerle kaplanmış kalkanlar gibi olan bir kavim kovalayacak ve sonunda Arap Yarımadası’nda yerleşeceklerdir. İşte onlar Türklerdir. Nefsim yedi kudretinde olan Allah’a yemin ediyorum ki onlar mutlaka atlarını Müslümanların mescitlerinin direklerine bağlayacaklardır.’
(Aktaran: Zekeriya Kitapçı. Hz. Peygamberin Hadislerinde Türk Varlığı, S: 185)
Prof. Dr. Faruk Beşer: Belirttiğiniz hadis meallerinin az farkla da olsa asılları var. Bir başka ifade ile yukarıdaki sözlerin hadis olduğu doğrudur. Buradaki problem, bunları anlama problemidir.
Bunların hiçbirisi bir kavmi küçültmüyor. Bir kavmin diğerinden üstün olduğunu söylemiyor. Sâdece bir vakıadan söz ediyor. ‘Fiten hadisleri’ dediğimiz, kıyamet alametlerinden söz eden hadisler hep böyledir. Mesela onlardan biri, ‘Zaman yaklaşmadıkça kıyamet kopmaz’ der. Bu muhtemelen çeşitli iletişim araçlarıyla uzak mesâfelerin ortadan kalkmasıdır. Ama bu haber bunun kötü bir şey olduğunu değil, kıyametin yaklaştığını anlatır. Türklerle ilgili haberler de böyledir. Hatta tersinden bakarsanız bu haberlerde Türklerin övüldüğünü dahi söyleyebilirsiniz. Açıkça ifâde etmek gerekirse; belirttiğiniz hadislerden, Türklerin kötülendiği anlamı çıkartılamaz.
‘Onlar size dokunmadıkça siz Türklere ve Habeşlilere dokunmayın.’ sözü için Aliyyül Kâri ve başkaları uydurma bir söz olduğunu söylerler. (Bkz. El-Mevzuatü’l kübra). Ama bir kaynakta Habeşlilere dokunmayın denmesini, Habeşistan’a hicret günlerinde onların Müslümanlara yaptıkları yardımlardan ötürü, üzerlerine gitmeyin anlamında olumlu olarak söylendiğine dair bir açıklama gördüm. Şâyet var olsaydı Türklerle ilgili hadisi de böyle anlayabilirdik.
Çetinoğlu: Erdoğan Aydın bu hadisleri; ‘Söz konusu hadislerde hiçbir başka yoruma imkân vermeyecek bir açıklıkla görüyoruz ki Peygamber, Allah’ın Arap/Müslümanlara (ümmetime) verdiği farz edilen mülk ve iktidarı Türklerin çekip alacağını söyleyerek Türklüğü, Araplık/Müslümanlık’ın dosdoğru düşmanı olarak göstermektedir. Kaldı ki, önceden işaret ettiğimiz gibi İslamiyet’in Araplara özgü bir din olduğu yargısı bizzat Kur’an’a aittir.’ Şeklinde vardığı hükmün gerekçesi olarak gösteriyor. (Erdoğan Aydın. Nasıl Müslüman Olduk? Sayfa: 79)
Bu hükümler hakkındaki yorumunuzu lütfeder misiniz?
Prof. Beşer: Burada 2 hüküm var. Birinci hüküm; ‘İslamiyet, Araplara özgü bir dindir.’
İkinci hüküm; Hz. Peygamber’in, ‘Türklüğü; Araplığın / Müslümanlığın karşıtı’ olarak gösterdiği.
Birinci hüküm, kökten yanlıştır. Cnâb-ı Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de İslâmiyet’in bütün insanlığa gönderildiğini açıkça beyan buyurmuştur. Elçisi ve kulu Hz. Muhammed (sav) ise hiçbir beyanında ‘Ey Araplar’, ‘Ey filanca kavim’ diye hitapta bulunmamıştır. Dâima ‘Ey insanlar’ diyerek söze başlamıştır. Belirttiğiniz iddia, temelsizdir.
Türklerin Araplara ait toprakları fethedeceği haberi ile Türkler dışlanmıyor, düşman ilân edilmiyor, aşağılanmıyor, istiskal edilmiyor. Aksine Türklerin fetihlerde bulundukları belirtilmek suretiyle takdir ediliyor.
Çetinoğlu: ‘Savaş hiledir.’ bu sözün hadis olduğu doğru mu? (Erdoğan Aydın, s: 90)
Beşer: ‘Savaş hiledir.’ sözü hadisi şeriftir, Buharî’de vardır ve aynıyla doğrudur.
Çetinoğlu: Kaşgarlı Mahmud’un Divanü Lügati’t-Türk isimli eserinde yer alan şu sözlerin Hadis-i Kutsî olduğu iddiasını nasıl yorumluyorsunuz? ‘Benim bir ordum vardır, adını Türk koydum. Doğu ülkelerine yerleştirdim. Herhangi bir kavme öfkelendiğim zaman Türkleri onların başına musallat ederim.’
Beşer: Kaşgarlı Mahmud’un Divân’ında zikredilen söz hiçbir kaynakta yok. Benzer sözlerin de uydurma olduğu söyleniyor.
Çetinoğlu: Bir sözün hadis olduğuna kanaat getirmek için Kütüb-i Sitte’de yer almış olması yeterli midir?
Beşer: Bir sözün hadis olduğuna karar vermek için Kütüb-i Sitte’de bulunması yeterli değildir. Onlarda özellikle Buhari ve Müslim dışında olan hadislerden pek çoğunun sahih olmadığı ortaya konmuştur. Zaten bu ikisi dışındakiler kitaplarına Sahih adını vermemişler, öyle ya da böyle…, araştırmaya değer hadisleri toplamışlardır.
Çetinoğlu: Teşekkür ederim.
Prof. Dr. FARUK BEŞER 22 Nisan 1952 târihinde Trabzon’da doğdu. İlkokulu Trabzon´da, Ortaokulu İzmit İmam Hatip Okulunda, Liseyi de Yozgat İmam Hatip Lisesinde okudu. Buradan 1972 yılında mezun oldu. . Atatürk Üniversitesi İslamî İlimler Fakültesi’ni 1978 yılında bitirdi. Mezun olduğu Fakültede İslam Hukuku dalında ‘İslam’da Sosyal Güvenlik’ başlıklı teziyle 1985 yılında ‘doktor’ unvanı aldı. Bu arada Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı olarak 8 yıl muhtelif görevler yaptı. Ardından İSAV İlmî sekreterliğinde bulundu. 1986-1993 yılları arasında özel bir ilmî araştırmalar merkezinde 6 yıl kurucu müdür olarak çalıştı. Malezya International Islamic Universityye öğretim üyesi olarak gitti ve orada 1993-1994 yıllarında iki sömestr Mukayeseli İslam Hukuku ve İslam Milletler Hukuku dersleri okuttu. Döndükten sonra Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne öğretim üyesi olarak intisap etti. 12.10.1994 târihinde İslam Hukuku Anabilim Dalından doçent, 2000 Yılında da Profesör oldu. Aynı fakültede iki yıl dekan yardımcılığı yaptı. University of Pittsburgh´un dâveti ile Visiting Professor olarak 1999 yılında ABD´ne gitti ve adı geçen üniversitede altı ay araştırmalarda bulundu. Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde İslam Hukuku Anabilim Dalı Başkanı ve öğretim üyesi olarak çalışmakta iken, 2012 yılında Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne geçti. Burada öğretim üyesi olarak görev yapmakta iken 2018 yılında yaş haddinden emekli oldu. Eser yazmaya devam etmektedir. Prof. Dr. Faruk Beşer, evli ve dört çocuk babasıdır. Yayınlanmış Eserleri: İslâmd’a Kadının Çalışması ve Sosyal Güvenliği (2016), Hanımlara Özel Fetvalar (2016), Evlen Mutlu Ol (2016), Düşünerek İnanmak (2016), Bilgi Fıkıh ve İçtihat (2016), İslâm’da Zenginlik ve Fakirlik (2016), Oruç ve Kadir Gecesi (2016), Gerekçeli Fıkıh 2 ve 2. Cilt (2015, 2016), Başarının Manevi Sebepleri (2019), Güncel Meseleler, Dînî Çözümler (2016), Namazı Dosdoğru Kılmak (2018), Kader Meselesi (2015), Sosyal İslâm (2016), Selefî Tasavvuf (Bid’at İçermeyen İrşat İsteyenler Risâlesi (2017), Genç Kızlara Özel İlmihal (2017), Herkes İçin Kolay Usulü Fıkıh (2018), Fetvalarla Çağdaş Hayat (2014), Kadın ve Evlilik (2013).
DERKENAR:
HADİS EDEBİYATINDA TÜRK KAVRAMININ MENŞEİ PROBLEMİ
VE TÜRKLERİN İLK ATASI İSMAİL KANBAZ*
KANTURAOĞULLARI
Hz. Peygamber’den nakledilen muhtelif hadislerde Kantura oğullarından bahsedilmiş, bu toplumun Müslümanları Irak topraklarından sürüp çıkaracakları haber verilmiş, mülk ve saltanatı Arap ümmetinin elinden çekip alacakları olanlar olarak belirtilmiştir. Hatta Dicle denilen yere konaklayacakları dile getirilmiş, bazılarına göre Basra’ya, bir başka kaynakta Horasan ve Sicistan halkını önlerine katıp süreceklerinden bahsedilmiştir. Bazı hadislerde de Kanturaoğullarının bu ümmetin idâresini uzun süre ellerinde tutacağından söz edilmiştir.
Hadis-i Şerif otoriteleri, bundan kastın Türkler olduğunda hemfikirdirler. Kaynaklar tarandığında Kantura’nın, Hazreti İbrahim’in hanımlarından birinin adı olduğu görülür. İbrahim aleyhisselamın bilinen üç Hanımı vardır. Sare, Hacer ve Kantura… Bunlardan Sare; Hz. İshak’ın, Hacer; Hz. İsmail’in, Kantura da altı erkek evladın annesidir.
İslam’ın ilk dönemlerinde Müslüman olan Türkler, ‘İbrahim atamız, İsmail amcamız’ derler, Böylece Kantura’nın oğullarından geldiklerini belirtmek isterlerdi.
Orkun kitabelerinde güç zamanlarda Yaratıcı’nın, Semavi kaynaklı bir kahraman göndererek Türklerin imdadına yetiştiği kayıtlıdır. Kitabelerde; ‘Ben Tanrı’dan olma’ gibi ifâdeler geçmektedir. Bu, Hakan’ın ancak Allah’ın tasvib ve desteği ile hakan olabileceğini gösterir. Yine eski kaynaklarda, ancak Tanrı tarafındın ‘kut verilmiş kişilerin hakan olabileceği’ de kayıtlıdır. Nitekim Hun Hakan’ı Mete’nin Tanrı’dan kut alarak Hakan olduğu kayıtlıdır.
Hazreti İbrahim’in bu çocukları Horasan’a göndermesinin sebebini annelerinin Orta Asya kökenli olmasında aramak lazımdır. Hazreti İbrahim’in ve Sevgili Peygamberimizin hayatları incelendiğinde, birisini bir bölge veya topluluğa gönderdiklerinde o kişinin o bölgeden veya topluluktan olmasını dikkate alırlardı. Zira gidilen yerde hazır bir ortam bulmuş olacaklardır.
Hazreti İbrahim’in yaşadığı târih olarak M.Ö. 2000’li yıllar gösterilmektedir. Eğer bu doğru ise bunun hemen akabinde Türklerin millet olarak belirgin bir şekilde ortaya çıktıkları ve devlet kurdukları görülür ki; bu da M.Ö. 1500-1000 yılları arasıdır. Bu târihler dünya târihinin kavşak noktalarından birisidir. Bu yıllardan itibâren eski milletler sahneden çekilip birer birer erirken üç ana koldan gelişen üç ayrı millet dünya siyâsetine yön verir olurlar. Birincisi İsrailoğullarıdır. Üçüncü kol bunlardan çok uzakta Türkistan’da ağırlıklarını koymaya başlamıştır. Bunlardan İsmailoğulları ve Türklerin hayat şartları birbirlerine benziyordu. Kuraklıkların şiddetli geçmesi, birinde çöl, diğerinde bozkırlara, halklara millî karakterlerini dış tehlikelerden koruması hep birbirine benzemektedir.
İbn Hacer Türklerle ilgili hadisin şerhi sadedinde Türkler hakkında şu açıklamayı yapar: ‘Sahabe zamanında şu hadis meşhur idi: ‘Türkler size saldırmadıkça, siz de onlarla savaşmayın’ Taberâni bunu Muaviye rivâyeti olarak kaydeder. Muâviye: ‘Ben Resulullah’ın böyle söylediğini işittim!’ demiştir. Ebu Ya’la aynı hadisi bir başka şekilde olmak üzere Muâviye İbnu Hudeyc’ten rivâyet eder. İbnu Hudeyc der ki: ‘Ben Hz. Muâviye’nin yanında idim. O’na valisinden Türklerle karşılaştıklarına ve onları hezimete uğrattıklarına dâir bir mektup gelmişti. Muâviye bu habere öfkelendi. Sonra amiline: “Benden emir gelmedikçe onlarla savaşmayın, çünkü ben Resulullah’ın ‘Türkler, Arapları sürecek ve yavşan otunun bittiği yerlerde onlara yetişecek’ dediğini işittim. Bu sebeple onlarla savaşmaktan hoşlanmıyorum.”
Müslümanlar, Emevîler zamanında Türklerle savaştılar. Müslümanlarla onlar arasında büyük mesâfe vardı. Yavaş yavaş ülkeler fethedilerek açıklık kapandı. Türklerden çok sayıda esir alındı. Türklerde büyük bir güç ve şiddet bulunduğu için melikler onlara sâhip olma hususunda aralarında adeta yarış ettiler. Öyle ki, Mu’tasım zamanına gelindiğinde askerlerin çoğunluğunu Türkler teşkil etti. Zamanla Türkler Melik’e. galebe çaldılar, oğlu Mütevekkil’i öldürdüler, sonra birer birer onun çocuklarını öldürdüler. Keza Samanîlerin melikleri Irak, Şam ve Rum diyarlarına kadar uzandı. Bunların tâkipçileri Zengîler, onların tâkipçileri Eyyübîler olarak devam ettiler. Türk soyundan olan bu insanlar çoğalarak Mısır, Şam ve Hicaz diyarlarına hâkim oldular. Bunlar hicrî beşinci yüzyılda (Oğuz) Selçuklulara karşı hücum edip memleketi harap, insanları perişan ettiler. Derken Büyük Musibet Tatarlardan geldi. Hicrî altıncı yüzyıldan sonra Cengiz Han çıktı ve dünyayı ateşe verdi. Bilhassa Meşrık tarafları ekseriyeti ile bu felakete mâruz kaldı. Onların şerrinden nasibini almayan belde hemen hemen yolcu. Bağdat’ın harap edilip son Abbasî halifesi Mu’tasım’ın onların eliyle öldürülmesi vukua geldi.
Bunların geri kalanları, ‘topal’ mânâsına gelen ‘Leng’ lakabıyla meşhur Timur adındaki kişi gelinceye kadar tahribata devam ettiler. Timur, Şam diyarına geçti, oraları talan etti. Şam nehrini yakıp harabeye çevirdi. Batı’da Rum, doğuda Hind diyarlarıyla bunlar arasındaki yerlere hâkim oldu. Allah onu alıp, çocukları arasına tefrika sokuncaya kadar hâkimiyeti devam etti. Resulullah’ın şu sözünde haber verdiği hususların hepsi böyle zuhur etti. ‘Ümmetimin hâkimiyetini ilk defa ortadan kaldıracak olan Benû Kantûra’dır.’ Bu hadisi Taberâni, Muâviye rivâyeti olarak kaydetmiştir. Benî Kantûra’dan murad Türklerdir. Aynca dendiğine göre, Kantûra, Hz. İbrahim aleyhisselam’ın bir câriyesinin adıdır. Bundan bir kısım çocukları oldu. Bunlardan Türkler çoğaldı. Bu rivâyeti kaydeden İbnu’l-Esir, makul bulmaz ve reddeder. Ancak, el-Kamus yazarı, bunun doğruluğuna kesin kanaat olduğunu beyan eder. Bir başka kaynakta, Kanturaoğullarının, Sudanlılar olduğu belirtilmektedir.
Nakledilen bu rivâyetler, âdeta Türklerin Müslüman Araplarla târihini özetlemektedir. Dönem Müslüman Arapların Türkler hakkındaki düşüncelerini ‘Hadis’ olarak biçimlendirilmiş şeklini yansıttığı intibaı uyandırmaktadır.
Türlerle Müslüman Arapların askerî ve siyasî mücâdelelerini Hadis biçiminde anlatan bu rivâyetlerin hâricindeki diğer rivâyetlerde de iki temel tema olduğu görülmektedir. Birinci gurup Türkleri kötüleyip onların Allah’ın gazabına uğramış millet olarak tavsif etmektedir. Diğeri de bu fikre karşı çıkmak maksadıyla aynı metotla uydurulmuş olanlar. Bir nevi sizin dediğiniz gibi değil; Türkler azgın, yoldan çıkmış, zâlim milletleri cezalandırmak için Allah tarafından gönderilmiş mukaddes bir ‘İlahî Ordu’ demek istemişlerdir. Görünen o ki, uzun asırlar devam etmiş olan savaş meydanlarındaki çetin ve amansız mücâdele, psikolojik ve soğuk savaş alanında da devam etmiş; her bir taraf hasmını ilzam etmek ve yıldırmak için hadis uydurma yolunu ihmal etmemişlerdir.
Bizim teklifimiz, bu tarihî malzemenin doğrusu ile yanlışım ayırarak, hiçbir kelimesini atmadan, her bir cümlesini, hatta kelimesini, siyasî, dînî ve kültür târihi açısından dikkatle tetkik etmek ve bu ipuçlarından târihin karanlık noktalarına ışık tutmaya çalışmaktır.
*İsmail Kanbaz: Yüksek Lisans Tezi, Harran Üniversitesi, Şanlıurfa, 2006