Mustafa Kafalı anısına: Doçentler Cuntası

94

Mustafa Kafalı Hocamız’ı, ağabeyimizi her birimiz başka bir dönemde, başka bir zamanda tanımış olabiliriz. Ben, doktoramı bitirip Türkiye’ye döndükten sonra tanıdım. 1968’de. O yıllarda Türkçü olup da Mustafa Kafalı’yı tanımamak mümkün değildi.

Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği, Türkiye’de iktidara kendilerine “Dost bir hükümet” getirebilmek için depara kalkmıştı. Bu da, Türkiye’de sık sık vukua gelen ihtilaller yoluyla yapılacaktı. Ama ihtilal politik bir kelime değildi, “devrim” denilecekti ki aptallar ihtilalcilerin şapka, kıyafet ve benzeri şeylerle uğraştığını sansın, muhalifleri de gerici bellesin.

Bir önceki ihtilal üniversitelerde başlamıştı. Bu sefer de öyle olacaktı. Üniversite genç deposuydu, o depoyu sokaklara boşaltmak, hocalar tutsak alınınca “ilim konuşuyor” diye onlardan maksada uygun beyanlar almak mümkündü. Üstelik devlet üniversiteye giremezdi. Velhasıl ideal ihtilal karargâhlarıydı oralar.

Basın uygundu. İstenildiği gibi yayın yapıyordu. TRT uygundu. İstenildiği gibi yayındaydı. Üniversite de düşürülünce dost hükümete kısa bir yol kalıyordu.  Artık belden ateş ederek son taarruza kalkılabilirdi. Fakat o ne! Kendilerine Türkçü diyen, ta Milliyetçiler Derneği’nin, Atsızların, 1944’lerin, Gökalp ve Akçuralar’ın devamı bir avuç insan önlerini kesmişti. Onlar mutlaka imha edilmeliydi…

İnternet’te kolayca bulabileceğiniz bir belge, Meral Hacıeminoğlu, Sevgi ve Mustafa Kafalı, Oytun Hacıeminoğlu Şahin’le yapılan bir röportaj o günlerden bir kesit sunuyor[i]:

  • Yusuf İmamoğlu’nun şehit edilmesi de o senelerde miydi?

S. Kafalı: …Çocukları aşağıdan kovalamışlar; bir öğrenci geldi, aşağıda Yusuf İmamoğlu’nu dövüyorlar dedi. Bunun üzerine benim odamdakiler kalkıp aşağıya indiler. Okullar tatil olmuştu, Ertuğrul’u da alıp gelmişiz. Haziran başı. Ortalık karışacak, Ertuğrul babasının yanında. Ben hemen Kafalı’nın odasına gittim, dedim ki, “Kafalı, aşağıda olaylar karışık, çocuk da yanımızda, ben çocuğu alıp gideyim”. Biz Tarih koridorundan çıktık, solcular karşı merdivenlerden grup hâlinde koşarak çıkıyorlar. Önlerinde de İmamoğlu. İmamoğlu “Hocam, beni öldürecekler!” deyince, Kafalı “Sen dur bakayım oğlum”, dedi. Bana döndü, “Siz çabuk gidin” dedi. Orada bir tabure varmış, tabureyi aldı, çevirerek fırlattı. Merdivenlerden koşarak gelenler tabureyi yiyince, iki kişi devrildi. Biz Ertuğrul’la koşar adım Türkoloji’ye girdik, İmamoğlu da girdi. Arkamızdan Kafalı da Türkoloji’ye geldi. Onlar Necmettin Ağabeylerin odasına girdiler. Biz Ertuğrul ile genel kitaplığa girdik ve silâhlar başladı. O zaman polis rektörlük çağırmazsa üniversiteye giremiyordu. Öğrencilerden iki tanesi Faruk Kadri Timurtaş’ın odasında, ikisi de Necmettin Ağabey’in kapısının yanındalar. Bir müddet sonra silâh sesleri kesildi. Rahmetli Âmil Çelebioğlu da o odadaydı. O pencereyi açtı, bizim Edebiyat Fakültesi’nin iç avlusuna bağırıyor, “Koridora kimse çıkamıyor, yaralı var, ambulans çağırın” diye.

M. Kafalı: Orayı ben anlatayım, çünkü ben Yusuf’un yanındaydım. Silâh sesleri kesilince, “Hocam ben bir bakayım” dedi. “Dur oğlum” demeye kalmadı. Kafayı uzattı, mermi kafasından girdi.

S. Kafalı: Üç defa ambulans geldi, içeriye almadılar. Biz de Edebiyat Fakültesinin Genel Kitaplığının balkonuna çıktık. Ben, “Yaralı kim?” diye bağırıyorum, fakat sesimi Âmil’e duyuramıyorum. Hatta bir ara “Yaralı da var, ölü de var” diye anladım. Dekanlıktan “Bir şey yapamıyoruz, ambulans geliyor, Dev-Gençli öğrenciler fakültenin kapısını kapattı, içeriye sokmuyorlar” diyorlar. İmamoğlu böylece şehit edildi.

*  *  *

Röportajın başka bir yerinde eve vardıklarında bir birlerini arayıp sağ salim vardıklarını bildirdiklerini, diğerlerinin de varıp varmadığını kontrol ettiklerini söylüyorlar.

Bizim de Işınsu ile birlikte, ruhsatlı Kırıkkalelerimizin namlularına mermi sürülmüş halde, buzdolabını evin kapısının arkasına dayayıp zorlayacakları beklediğimiz birden fazla gece olmuştur.

Bir avuç dedim, o tarihlerde üniversitelerde, tıpkı basın gibi Türkçü hoca bulmak kolay değildi. İstanbul’da sağdan saydığınızda da, soldan saydığınızda da dört rakamını bulurdunuz. Dört doçent. Biz onlara doçentler cuntası diyorduk:

Mehmet Eröz

Necmettin Hacıeminoğlu

Mustafa Kafalı

Erol Güngör

İstanbul’da muhakkak başka hocalarımız da vardı ama bir Yusuf İmamoğlu’nun “Beni öldürecekler hocam!” diyerek sığınabileceği bunlardan ibaretti.

Tabure fırlatarak birkaç “devrimci” eşkıyayı devirebilecek de belki bir tek Mustafa Kafalı vardı.

* * *

Işınsu Töre Dergisi’ni İstanbul’da çıkarmaya başlamıştı. Töre Dergisi, 1970-1980 arasının fikir-sanat destanıdır. Bunun ayrıntısına girmeyeyim. Ancak şurası açıktır ki Töre’yi Töre yapan unsurlar arasında en önemlisi İstanbul’daki o Doçentler Cuntasıdır. Eröz’süz, Hacıeminoğlu’suz, Kafalı ve Güngör’süz Töre düşünülemez. Kafalı Hocamız’dan yazı almak zordu ama konuyu yazdı mı bitirirdi… Adım adım çevre Türklüğü’nü bize anlatan, öğreten odur. Irak, Suriye… Keşke iktidarlar da onun kadar bilseler, bilemeseler de onu okusalar…dı.

* * *

Atsız Bey’in ona Yamtar lakabını taktığını biliyoruz. Eşi Sevgi Kafalı Hoca da Almıla olmuştu tabiatıyla… O da Atsız gibi berrak ve saftır; söyleyeceğini dos-doğru söyler. Kendisi ile hedefi arasındaki en kısa yolun bir doğru olduğuna inanır Kafalı Hoca.

Rahmetli Celal Bayar’dan hesap soruşu bu özelliğini ve bu özelliğin üstünlüğünü ortaya koyar.

CHP, Türk Ocakları’nı kapatarak Halkevi’ne çevirmişti. 1950’de iktidar değişti ve Demokrat Parti geldi. Türk Milliyetçileri bu dönemde Milliyetçiler Derneği’ni kurdu. Dernek olağanüstü bir hızla Türkiye sathına yayıldı ve adı demokrat olduğu halde demokratlıkla ilişkisi CHP’den pek de farklı olmayan DP, bu derneği de kapattı. Kendilerine rakip olmasından endişelenmişler. Türk Milliyetçisi DP milletvekillerinin de içinde bulunduğu bir grup Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a gider ve bu davranışın, 1944 Irkçılık-Turancılık davasının “savcısı” İsmet İnönü’den beklenebileceğini, DP’nin böyle yapmaması gerektiğini söylerler. Celal Bayar’ın cevabı kesindir, “Bu hususta ben de İsmet Paşa gibi düşünüyorum.”

Yıllar geçer. DP darbe ile devrilir. Bayar hapsolunur. Serbest kaldıktan sonra konferanslar vermektedir. Bir konferansta sorusu olan var mı diye sorar. Salondaki genç öğretim üyesi var der ve sorar:

– Milliyetçiler Derneği’ni niçin kapattınız?

Kısa, net, dosdoğru bu soruya bu sefer aynı kısa ve netlikte cevap alır; Bayar, yanına gelir, Kafalı Hoca’nın elini tutar ve eli elinde salona seslenir,

-Bir hata ettik. Affoluna.

Bir değil de beş-on Mustafa Kafalı, dört değil de kırk-elli doçentler cuntası çıkarabilseydik, daha açık, daha ahlâklı günlerimiz olurdu muhakkak…