Misafir, Ev Sahibi, Hakkaniyet, Dar-ül Fena

104

Karayolları, dedemizden kalan tarlayı istimlâk etmiş, yol yapacakmış. Mahkeme aracılığı ile gönderilen,  çok sayıda evrakın yer aldığı zarfın içinden çıkan üst yazıda mahkeme günü belirtilmiş ve uzlaşmaya davet edilmişiz. Listede belirtilen mirasçıların yarısını tanımıyorum; sanırım her biri, birkaç nesil öncesinden akrabamız. Tanıdıklarımdan ikisi, uzlaşmaya gidip gitmeyeceğimi ve mahkemede nasıl bir tavır alacağımı sordu. Kendilerine; “Bakın, bu yerlerin hiçbirinde bizim emeğimiz yok. Bu toprakları gidip işletecek de değiliz. İstimlâk edilmesiydi belki buralardan haberimiz de olmayacaktı. Devlet de burada insanlar faydalansın diye yol yapıyor. Bu yoldan herkesle birlikte ben de yararlanacağım. Devletin belirlediği istimlâk bedeline itiraz etmenin, aç gözlük yaparak daha fazla bedel talep etmenin doğru ve bunun bir hak edilmişlik olmadığını düşünüyorum. Emek vererek kazandığımız bir mülk ve değer de düşük olsaydı, birileri buradan gelir elde etseydi itiraz edebilirdik. Yapılacak şey, devletin belirlediği kıymeti almak ve ölmüşlerimize ihlasla dua etmektir.”

“Ölüm hak, miras helaldir.” sözü, miras üzerinde kavganın gereğini değil, mirasın meşruluğunu anlatır. Anne babamızı biz seçmedik, doğduğumuz topraklar da bizim tercihimiz değildi. Doğmadan önce ebeveynimizin servetini, vatan coğrafyasının güzelliğini bilmiyorduk. Doğduk, öğrendik; yapılması gereken, hukukun miras diye tanımladığı ikramları için ölenlerimize teşekkür ve dua etmektir.

Hediyelerini aldık, kullandık; biz de bizden sonraki nesle devredeceğiz. Bu serüven böyle devam edecek.

Her ikram fanidir, geçicidir, dünya da böyle. Hava, su, toprak, güneş; yer altı ve üstü bütün zenginlikler, bir ikramdır, bir lütuftur. Bunlardan faydalanıp dar-ül fenadan dar-ül bekaya göç edeceğiz. Hiçbirinin teşekkülüne emek vermedik; o halde bunlar için kavga edilir mi? Kendisi de insanoğlu gibi sınırlı ömre sahip dünyanın altındaki ve üstündeki bütün değerler, zenginlikler, ikramlar; bu mekâna ayak basan herkesin hakkıdır. Herkes, dünya arsasının hissedarıdır. Dünya mekânı, tarih ve uygarlık gibi insanlığın ortak mirasıdır. Dünyaya gelen her birey, diğer bireylerin de hak sahibi olduğunu inkâr etmeden, imkânları ölçüsünde bu mirastan faydalanır.

Yaşama hakkı kutsaldır, yok edilemez. Birilerinin çıkıp “Bu topraklar yalnız benimdir, buraya kimse gelemez, ayak basamaz.” demesi insanlık fıtratına da onuruna da doğal hukuka da aykırıdır. Bu manada dünyada bir trajediye dönüşen mültecilik hakkı, bir mukimlik hakkından daha az; hukuku, daha zayıf olamaz. Yaşama hakkı, bize aynı zamanda dünya coğrafyasında yaşamak istediğimiz yeri tercih hakkı da verir.

Bu hak, “Dağdan gelenin bağdakini kovması”nı gerektirmez. Bağda yaşayanın, dağdan gelene göre mutlaka rüçhaniyeti vardır. Misafir, ev sahibinin kurallarına uyar. Yaşadığı yere emek vermiş ve orayı miras almış olmak, kişilere veya toplumlara kural koyma, mekânı kullanma önceliği ve yönetme hakkı verir. Bu hak, bir zulüm değil, düzenin ve huzurun sağlanması adına olması gereken statüdür.

Anne, çocuğuna bir elma verir, çocuk sevinir; ikinci elmayı verir, çocuğun sevinci artar. Beşinci elmadan sonra anne, çocuğundan bir elma ister, çocuk nazlanmadan verir. Dördüncü elmayı annesine nazlanarak verir. Üçüncü elmadan sonra çocuk, annesinin isteğine itiraz eder, ona karşı hırçınlaşır. Daha önce hiç elması olmayan çocuk, elindeki iki elmayı korumak için saldırgan kaplana dönüşür.

Dünya egemenlerinin, mültecilere karşı takındığı canavarlık pozisyonunu kabullenemiyorum, insan ahlakına yakıştıramıyorum. Atalarının veya kendilerinin gasp ettiği zenginlikleri koruma adına, doğal yaşama hakkına sahip insanlara karşı gösterdikleri zalimce tavır, bir insanlık utancıdır, insanlık onurunun ayaklar altına alınmasıdır. Batı medeniyetinin müntesipleri tarihin her döneminde bu utancın örnekleri vermiştir. Suriye mültecileri konusunda Batı’nın gösterdiği samimiyetsiz, yüzsüz, zalimce tavır; var olduğu söylenen yüksek medeniyetin(!) iflasıdır. Beyaz Adam; Kızılderilileri yok etti, siyahları köleleştirdi, sarı ırkı sömürdü; insanlığın yüzkarası olmayı sürdürüyor.

Ülkemizde son zamanlarda Suriyeli mültecilerle ilgili estirilen rüzgâr, bir medeniyetin inşasına şahitlik etmiş bu coğrafyaya uygun değil. Bu coğrafya, bir ihya, inşa coğrafyasıdır. “Def ol, evine git, orada öl.” gibi itici, ötekileştirici sözler, bize hiç yakışmaz, tarihe kaydedilecek bir utanç vesikası olur. Bir zamanlar aynı vatanın saygın paydaşları olarak sulh içinde yaşadığımız bu insanlara ev sahipliği yapmak, onlara misafir hak ve huzuru sağlamak; dedelerimizin bize bıraktığı hem ikramdır hem görevdir.

Algılarla yönetilen, düşündürülen bir zamanda yaşıyoruz. Algı yöneticileri, art niyetli. Düşünme tembelliğimiz, kritik yapma eksikliğimiz, bizi algı yöneticilerinin piyonu yapıyor. Ülkemizde her zaman kötü olaylar yaşandı, ekonomik krizler oldu. Suriyeli mültecilerin karıştığı birkaç hadiseden hareketle son zamanlarda yaşanan kötü olayların, ekonomik krizlerin faturası; mağdur ve muzlum bu insanlara çıkarılmaya başlandı. Benim gözlemlerim, bu söylentilerle hiç de uyuşmuyor. Algı mühendislerinin çıkardıkları fitnelere inanmak, yaygaracıların piyonu olmak; bu insanlara haksızlık, biz torunlarına insan onuruna uygun tarih bırakan dedelerimize saygısızlıktır.

Her farklılık; bir harekettir, zenginliktir. Hareket, berekettir. Kendinden emin olmayan insanlar ve toplumlar, farklılıklardan korkarlar. Kuruculuk vasfıyla tarihte yerini almış milletimiz; kucaklayıcı, kollayıcı, kuşatıcı olmak zorundadır. Veren el, alan elden üstündür, itibarlıdır. Biz hep “baba millet” olduk, birkaç şaklabanın, ırkçının tahrikiyle bundan vazgeçecek değiliz.

Doğal hukuk, ölçümüz; tarih, öğretmenimiz; iman, gücümüz; algı üretenler, yalancımız olursa sıkıntı kalmaz; taraflar birbirine karşı yük olmak yerine yük alan olur.

Ayrılıkta zahmet, paylaşmada rahmet vardır. Bu dünya kimseye kalmaz!