Müslüman Kardeşler- Seyyid Kutb

107

Müslüman Kardeşler kimdir?

Erbakan’ın yükselişiyle birlikte Türkiye’de birkaç kitabın bol bol basıldığını, ucuz veya bedava dağıtıldığını görüyoruz. 70’li yıllarda başlayan bu “dağıtım”, 12 Eylül darbesinden sonra da devam eder, Siyasî Ümmetçiler kadar ülkücüleri de hedef alır. Dağıtılan kitaplar Seyyid Kutb’un ve onun Pakistan’daki yansıması Mevdudî’nindir.

Müslümanlık bu değil” sözüne alıştık. Anlamsız hâle geldi. Fakat Kutb, Mevdudî ve Türkiye’deki devamı “Adil Düzen” bir başka mesaj verdi. Kutb ve İhvan, “Müslümanlık bu!” diye takdim edildi.

Aslolan karşı çıkmaktır

Kutb, Müslüman Kardeşler’in kurucusu Hasan El-Benna ile aynı yıl ve aynı çevrede doğdu. İkisi de köy kökenlidir fakat okuyup “Efendi” olmuşlardır. El-Benna’ın Müslüman Kardeşler teşkilatını kurduğu yıllarda Kutb henüz ihvan değildir. Fakat ikisinin de müştereği, İngiliz emperyalizmine tepkidir.

Bu tepki, Mısır’dan Arap Yarımadası’na, İran’dan Hindistan’a kadar bütün Müslüman dünyada yükselmektedir. Tek istisna Türkiye’dir, çünkü Türkiye emperyalist boyunduruğu Atatürk’le ve Millî Mücadele ile kırmıştır.

Tepki genellikle “milliyetçilik” veya “İslamcılık”  şeklindedir fakat bu doğal olarak “karşı çıkma” milliyetçiliği veya İslamcılığıdır. Bir fikre iki türlü bağlanabilirsiniz: Sevginizden veya nefretinizden. İşte emperyalizmin doğrudan veya dolaylı hâkimiyetini hisseden ülkeler bu ikincisinden, nefretten ötürü milliyetçidir veya İslamcıdır. Öyle görülüyor ki, bir ülkenin ve bir halkın emperyalist boyunduruğu altında yaşaması fikir sağlığı için nasıl yıkıcı ise, bütün fikir hayatının “emperyalizme karşı” şekillenmesi de o derece yıkıcı… Millet sevgisine dayanan bir milliyetçilik, Allah ve ahlâk sevgisine dayanan bir din yerine emperyaliste karşı nefrete dayanan bir fikir ve duygu yapısı hâkim oluyor.

Mısır’da Vafd da, Müslüman Kardeşler de bu çizgidedir. Müslüman Kardeşlerin en büyük hasmı Nasır da başlangıçta onlara yakındır. Hatta Mısır’ın Komünist Partisi de. Müslüman Kardeşler bir ara Komünist Partisi’yle birlikte propaganda broşürü dağıtır… Bu grupların tamamı ve dünyada da, emperyalizm etkisindeki bütün ülkeler, daha sonra Üçüncü Dünya hareketinde yer alacaktır.

Önce edebiyat

Kutb edebiyata meraklıdır. Dar El-Ulm‘da, yani modern mektepte okumuştur. Entelektüel olma yolundadır. Fakat köylülüğü de bırakmamıştır. Küçükken rüyalarına giren cinleri ve ifritleri yazar. 1948 yılında Amerika’ya doğru yola çıkar. Amerika’da onu tanıyanlar pek de radikal bir Müslüman’a benzemediğini anlatır. Klasik Batı Müziği dinlemektedir. Namaz kıldığını gören yoktur. Fakat o siyasî ümmetçiliğe ilk adımlarını atmaktadır.

Amerika’da bir sinemaya gider ve onu ve arkadaşlarını, “Siz zencisiniz” diye içeri almazlar. Mısırlı oldukları anlaşılınca özür dilerler fakat o protesto eder ve sinemaya girmez. Bu olaylar onun tavrını perçinlemektedir. “Türkleri tercih ediyorlar, çünkü onlar daha beyaz!” diye yazar.

Sonra kahrolsun kapitalizm

İki harp arasında emperyalist denildiğinde İngiltere anlaşılır. Benna’da ve genel olarak Mısırlılardaki duygu da “İngilizî” karşıtlığıdır. Fakat İkinci Dünya Harbi’nden sonra İngiliz’e ABD eklenmiştir. Eklenmek ne kelime, şimdi gözlediklerinden anlaşılmaktadır ki onun da önüne geçmiştir.

Artık siyasî düşüncelerini yazmalıdır. Kim olarak ve neyi yazmalıdır? Mısırlı’dır, Müslüman’dır. Tepki duyduğu dünya ise İngiltere, ABD, hatta bütün Batı’dır. Bunların tümünü kapsayan bir isim gerekirse, bu “kapitalist dünya”dır. Ve Seyyid Kutb’u Seyyid Kutb yapan, Türkiye’de de ünlendiren ilk kitapları çıkar: İslam’da Sosyal Adalet ve İslam’la Kapitalizm’in Savaşı[1]

1960’lardan sonra Türkiye’deki fikir ortamında yaşayanlar için, hatta bugünün orta yaşlıları ve gençleri için bu başlıklarda bir gariplik yoktur. Fakat daha önceye gidersek, İslam’la kapitalizm’i karşılaştırmak,  elma ile armutu karşılaştırmak gibidir. Makul olan dinlerin dünyaya bakışının karşılaştırmasıdır. Fakat ideolojilerin saldırısı altında kimliğini “Müslüman” diye belirlemek isteyenler, din ile ideolojileri kapıştırmak zorunda kaldılar. O tarihlerde ve tarihlerden daha yıllar sonranın modası buydu. Daha sonra İslam düşüncesi içinde felsefe yapıyorlar, geleneği bozuyorlar diye Muhammed İkbal‘i, Cemaleddin Afgani‘yi tenkid edecek olan Kutb, kariyerine İslam düşüncesi içinde iktisat felsefesi ve ideoloji yaparak başlıyordu.

İdeolojiler savaşı

Yirminci asrın ikinci yarısı ideolojiler savaşıdır. Nükleer silahlar sıcak harbi garantili felaket kılınca milletler mücadelesi ideolojiler savaşına dönüştü. Daha birkaç on yıl önce Mısır‘ı, Süveyş‘i, Arap Yarımadası‘nı, velhasıl sömürülecek bütün ülkeleri ve bilhassa petrolü donanmayla, topla, askerle kontrol altına alanlar artık aynı işi ideolojiler marifetiyle gerçekleştirmeye çalışıyordu. Vekâlet savaşları da bu metodun uzantısıdır.

Meydanda iki süper güç vardı ve onlar iki zıt ideolojiyi kullanıyordu: Bilimsel Sosyalizm ve Kapitalizm. Daha doğrusu birincisi Batı dünyasına kapitalist etiketini yapıştırdı; fakat Batı da buna pek itiraz etmedi. İdeolojilerin temel vasfı, her derde deva olmaları, hayatın her cephesini kapsayan bir dünya görüşü özelliği taşımalarıdır. Sosyalist ekonomi gibi sosyalist tarih, sosyalist arkeoloji, hatta sosyalist biyoloji bile vardı. Kapitalizm bu kadar kapsayıcı olma iddiasında değildi gerçi ama o da sosyalizmin iddialarına her cephede karşılamak zorundaydı.

İdeolojiyse alın size ideoloji

Peygamberinin “güzel ahlâkı tamamlamak için” geldiğini söylediği dininizi de bu ortamda ekonomi teorisi üretmek, kapitalizme ve sosyalizme cevap yetiştirmek, velhasıl ideoloji hâline getirmek zorundaydınız. Eyy kapitalizm, eyy sosyalizm!  İdeolojisiniz, her konuda söyleyecek sözünüz var, öyle mi? O halde İslam da ideolojidir; onun da her konuda söyleyecek sözü vardır! Müslümanlar Hazreti Peygamber’den beri akıllarına getirmedikleri bir düşünceye kucak açtı; din değil de ideoloji olduklarına karar verdiler; çünkü etraf ideoloji doluydu, asrın modası buydu; talep bunaydı.

Seyyid KutbBenna‘nın Müslüman Kardeşleri‘ne, onlar da Kutb’a yaklaştılar. Kutb, Kardeşler’in evanjelik davetine daha bir zenginlik kattı. İdeoloji, etiyle, kemiğiyle ortaya çıkıyordu ve ilkeleri şöyleydi:

Şâmil: Kapsayıcı idi. Her konuda bir söyleyeceği vardı. Tıpkı Bilimsel Sosyalizm gibi.

Nizam: Bir toplum, bir devlet nizamı öneriyordu.

Hâkimiyya: Devleti kurarken bir egemenlik anlayışına ihtiyaç vardır: Hâkimiyet Allah’ındır!

Cahiliye: Bu kavram ve ideolojideki yerini yukarıdaki üç ilkeyi açıkladıktan sonra ele almak üzere erteleyelim.

“İslam’a göre!”

Şâmil: Müslümanlığın her konuda bir hüküm getirdiği doğru olmadığı gibi dine de bühtandır. Kuran’la yetinmeyip hadisi Kuran seviyesine çıkaran Selefi akımlar, bununla da yetinmezler ve o sahabe şöyle yapardı, tabiin, tabeut tabiin böyle yapardı ve benzeri mantıkla yeni kaynaklar bulmaya ve her konuda hüküm çıkarmağa çalışırlar. Altı yılımı Suudî Arabistan’da geçirdim. O söylem o derecedeydi ki Pakistan’lı genç bir arkadaşım, her şeye, mesela çay içmeğe veya meyve yemeğe dair bir laf ederken bile “according to Islam ~Islam’a göre” diye o garip anlayış işaret ederdi.

Nizam: Nizam kelimesi Kur’an’da geçmez. Hâlbuki İhvan ve İhvan’dan feyz alan akımlar, bu arada Türkiye’dekiler de “nizam“ı dinin merkezine yerleştirirler. Öyle gerektir… Şâmil olacaksa mutlaka bir nizamı vardır. İdeolojiyiz ya! Yapacağımız yeni bir nizam, yeni bir medeniyet tasavvur etmektir. İşte bir anahtar kelime daha!

Hakimiyya: Bu da Kur’an’da geçmeyen bir kelimedir. Kur’an’da geçen ifade “Hüküm Allahındır”ı Hâriciler alıp çarpık yorumlarıyla Hazreti Ali’yi kâfir ilân etmişlerdi. Selefiler ve İhvan, “Allah’ın indirdiği ile hükmedin” emrini de, “Demek ki indirilmiş bir yönetim sistemi var, herhalde o dönemi inceleyip çıkarmamız lâzım” diye yorumlarlar. Ali Bardakoğlu, böyle düşünenlerin aslında fıkhın ve devlete dair kuralların şekillendiği Abbasi dönemi hükümlerini İslam zannettiklerini yazar[2]Hâlbuki Allah’ın indirdiği, adalet, istişare, doğruluk, liyakat ilkeleridir. Abbasi döneminin uygulamaları değil. Tuhaf ve bugün yaygın olan, dinî olmayan hükümleri “İslâm’a göre” diye takdim edip gerçekten Allah’ın indirdiklerine, yani adalete, istişareye, doğruluk ve liyakate kulak asmamaktır.

Tanrı’nın krallığı

Türkçede “hâkimiyet” eskiden beri kullanılan bir kelimedir. Fakat bizim Arapça’dan türettiğimiz birçok kelime gibi bu da Arapça konuşan ülkelerde kullanılmıyordu. Şahruh Akhavi, “hakimiyya“nın Hasan Al-Nadwi tarafından icad (veya Türkçe’den ithal) edilmiş bir Arapça neolojizm ~uydurma kelime olduğunu yazar. Akhavi’ye göre Nadwi bu kelimeyi Kutb’un Hindistan’daki fikirdaşı Ebulala El-Mevdudî ‘nin Urdu’ca “Hükümet-i İlahiyye” ve “Memleket Allah” ifadelerini karşılamak için kullanmaktadır.[3]

Geçen bölümde, Müslüman Kardeşler hareketinin tepki olarak doğduğu evanjelizme ne kadar benzediğine dair yapılan bir yorumu vermiştim. “Memleket Allah” da bunun ispatı gibi. İncil’deki “Tanrı’nın Krallığı“na ne kadar yakın!

İncil’de, Matta kitabı 6: 7-13’teki “Rabbin Duası” şöyle başlar:

Göklerdeki Babamız,
Adın kutsal kılınsın.
Krallığın gelsin.
Gökte olduğu gibi, yeryüzünde de Senin istediğin olsun.

Akla önem vermemek, nakil ne diyorsa onu yapmak, “Niçin? Nasıl?” diye sormamak, “Bila keyf ~ Nasılsız” din, Selefiliğe, Eşariyeye ve dört mezhep arasında da Benna’nın ailesinin mensup olduğu Hanbelî’ye yakındır[4]. Gerçi Kutb’a mezhepsizlik atfedilir, fakat tutumu gerçekten bu yukarıda saydıklarımızı çağrıştırır:  Akıl yoluyla gelen itirazlara şöyle karşılık verilir: “Allah’tan iyi mi bileceksin. İslam’a göre…” Müslüman Kardeşler, Kutb ve Mevdudî’yi Suudî Arabistan’ın uzun yıllar desteklemesi bundandır. Anlattıklarımız muhakkak ki Maturidî anlayışının zıddı gibidir.

Cahiliye ve tagut

Ancak İhvan- Suudî dostluğu cahiliye teorisiyle sarsıldı.

Müslüman dünyada hâkim görüş, Allah’ın birliğine ve Hazret-i Peygamber’e inanan herkesin Müslüman olduğudur. Maturidî anlayış bu tutumu daha da kuvvetle vurgular: İman artmaz, eksilmez. Ya vardır, yahut yoktur. Gerekleri yerine getirmeyen Müslüman olabilir. Günah işlemekle dinden çıkılmaz. Selefiyeye göreyse, gerekler ve ibadetle eksikse iman azalır ve kişi Müslümanlıktan çıkabilir. Kâfir olur! Kutb bu düşünceyi bir adım daha ileri götürdü ve hemen bütün Müslüman ülkelerde insanların dinden çıktığını, kâfir olduğunu, cahiliye devrine dönüldüğünü söyledi. Bu dehşet verici bir iddiaydı. Bir adım sonrası Müslüman ülke halkının katlinin vacip olduğu, mal ve ırzlarının artık masun olmadığını söylemektir. Bu yol, kafa kesen İşid’e kadar gidebilir. Tabi, yöneticilerin imanları da artıp eksilebilir; onar da cahiliyeye mensup olabilir. Suudîler’in ve daha birçok Müslüman ülkenin İhvan’dan kopuşu bu cahiliye teorisinden ötürüdür. Cahiliye ile birlikte İhvan’ın dikkati dışardaki emperyalist düşmandan Müslüman ülkelerin içindeki “tagut“a döndü.  Artık Müslümanlar yakın düşmandı. Batı ise ancak uzak düşman.

Sıra İhvan’ın milliyetçilik, siyaset ve “terör” hakkındaki tutumlarına geldi…

[1] Batı emperyalizminin doğrudan veya tesiriyle etkilediği ülkeler daha 20. asrın başından itibaren Batı’nın çökmek üzere olduğu ümidi ile yaşadılar. Kutb’un kitapları popüler hâle gelirken aynı çöküşü savunan veya vahşi kapitalizmin sakatlığına işaret eden başka eserler de bu dalganın üstünde yükseliyordu: Alexis Carrel’den, “İnsan Bu Meçhul“; Oswald Spengler’den, “Batı’nın Çöküşü“, ve Toynbee’nin meta-tarihleri.

[2] Ali Bardakoğlu, İslam Işığında Müslümanlığımızla Yüzleşme, Kuramer Yayınları, 2. Basım, 2017; 26, 115, 234 gibi Abbasiler’le fıkıh ilişkisinin ele alındığı bahisler.

[3] John Calvert, Sayyid Qutb and the Origins of Radical Islamism, Oxford University Press, 2013,  sayfa 214.

[4] Jeffry R. Halverson, Theology and Creed in Sunni Islam- The Muslim Brotherhood, Ash’arism, and Political Sunnism, Palgrave (2010)