Büyük bir yaramıza neşter vuruyor. Önemli bir kusurumuza parmak basıyor. İlim ve bilim dışı tutum ve davranışımızı ele alıyor, nazara veriyorum.
O gün onları, bugün bizleri ve yarınki nesilleri uyaran, ikaz eden. Her şeyi kendi zemin, zaman ve özel çerçevesi içinde düşünüp mütalâa ve muhakeme etmeyi öğütleyen. Sırf görünüşe göre hareket etmenin sakıncalarını hatırlatan.
Sadece zâhire göre davranışın doğru olmadığını söyleyen Hz. Ali’nin bir sözünü naklediyorum sizlere. Hz. Ali’nin bu sözü, her çeşit araştırıcıya, her bilgin ve âlime sertaç olacak bir metottur.
Her aydın kişinin, her âlimin baştacı etmesi gereken bir usûldür. Öyle bir düstur ve ilke ki, üniversitelerin kapılarına yazılmaya seza ve değer kıymette.
Nedir bu sözü Hz. Ali’nin? Şu anlamda bir söz: “Hakikati, gerçeği öğrenmek istiyorsan; hakikati söyleyenlerine göre öğrenme. Hakikati; kendin bizzat; kendi asıl kaynağından öğren. Söyleyenlerin de iç yüzünü, gerçek mahiyetini anlamış; onların, hakikatleri saptırmaktaki gizli gaye ve emellerine de muttali olmuş yani ulaşmış olursun.”
İşte Hz. Ali bizlerin meal ve anlamını verdiğimiz bu ilke doğrultusunda hareket etmemizi istiyor. İşin kaynağına yönelmemizi arzuluyor. Dış görünüşe hemen aldanmazlığımızı istiyor. Dış görünüşe bir görüşte, şıp diye aldırış etmezliğimizi tembihliyor.
Özellikle bir çırpıda hükme vardığımız konuların başında ise din geliyor, İslâm geliyor. Ahmet’de, Mehmet’de gördüğümüz kusur ve hatâdan ötürü; İslâmi yapımız, İslâmi düşüncemiz, İslâma bakışımız yara alıyor, zedeleniyor. O hata ve kusurun İslâm’dan ileri geldiğini sanıyor. Tabii çok yanılıyor ve yanıltıyoruz.
O tür yanlış bilgi ve görgülerin doğruluğuna hemen kanıyoruz. İşitilen sözün gerçekliğini anında onaylıyoruz. O yüzden, akla mantığa aykırı olduğu için de, o sözü reddediyoruz.
Oysa işittiğimiz o söz, normal ve kabul edilir değildir. Bu yüzden o sözü reddetmekle ne kadar haklıyızdır. Çünkü o söz, eğer işittiğimiz gibiyse, hakikaten reddi gerekir. Ama o sözün iç yüzü böyle değilse -ki çok kere böyle değildir.- Yok yere iç yüzünü bilmediğimiz bir gerçeğe sırtımızı dönmüş oluyor. Hem kendimizi, hem de -öyle bilip başkalarına öyle aktarmakla- başkalarını da yanıltmış bulunuyoruz.
Üstelik böyle bir algılayış, bu biçim davranış; hürriyetimizi de yanlış yerde kullandığımızın resmidir. Bir bakıma hürriyeti, serbestiyeti, bir yanlışımızı doğru sanarak; başkalarına da yayıyor. Sanki hürriyeti yanlış bilgisizliğimiz yüzünden tahakküme âlet ediyoruz.
Böylece gerçeğin hukukunu çiğniyor. Hakikati olduğundan başka türlü göstererek, yanlış anlaşılmasına, bu yüzden reddedilmesine çalışıyor. İlmî, bilimsel bir vebal de yükleniyoruz.
Halbuki hürriyet demek, herkesin haddini bilmesi demektir.
Hürriyet demek herkesin hak ve hukukunu anlaması demektir.
Hürriyet demek, anlamadan dinlemeden, bilmeden, tartmadan diline gelen her şeyi söylemek değildir.
Hürriyet demek aklına gelen her şeyi ölçmeden, biçmeden hemen yapmak değildir. Ortalığı bilir bilmez karıştırmak; zihinleri tarümar etmek değildir.
Üstelik bu yapılanlar karşısında “Bilmiyorum.” demek mâzeret ve özür hiç değildir. İlâhî hukukta da, medenî hukukta da “Bilmiyorum.” demek özür sayılmıyor.
Çünkü insan bilmemekle değil; bilmekle mükelleftir. Çünkü insan akletmemekle değil; akletmekle yükümlüdür.
Çünkü insan bilmekle, anlamakla; iyiyi, doğruyu, güzeli yapmakla sorumludur, yükümlüdür, görevlidir. Zaten insanın yaratılış gayesi de budur.
Yani sadece bakmayıp görecektir de.
Sadece duymayıp işitecektir de.
Sadece bilmeyip anlayacak, idrak edecek, algılayacaktır da.
Ancak, bütün bunlardan sonra gerçeğin gereğini yapacak. Bildiğiyle âmil / yapıcı olacaktır.