Sevgi ile Düşmanlık El Ele

103

“Bazen adâvet, şiddet-i muhabbetten gelir.” Bazen düşmanlık, sevginin şiddetinden gelir. İnsan ne kadar severse, o kadar yakın hisseder kendini sevdiğine. İnsan ne çok severse, o derece kendisinde, sevdiğine karışma yetkisi bulur. Rahat konuşur. Acı söyler. Düşmanı gibi davranır. Ta ki sevdiceği uyansın, kendine gelsin. Harekete geçsin. Bekleneni yapsın. Kısaca yerinde saymasın. İlerlesin. Yükselsin.

Öğretmen sevdiği, istikbâl ve gelecek gördüğü talebe üstünde, daha çok durur. En çok onu çalıştırır. En çok onun çalışmasını ister. En çok onun yorulmasını, uykusuz kalmasını ister. Sureta ona düşman gibi davranır. Kırıcı sözler söyler. Ta ki, izzet-i nefsi galeyana gelsin. Çalışma hırsı, azmi artsın. Ta ki, itildiği yalnızlık, onun kamçısı olsun. Yerinden kıpırdatsın. Dört elle dersine sarılsın. Öğretmenin görünüşteki düşmanlığı onu gayrete getirsin.

Sosyal hayatın her tabakasında bu böyledir. Sevilenler üzerine daha çok gidilir. Onlar üstünde daha çok durulur. Ta ki içlerindeki istidat, kuvveden fiile çıksın. Ta ki içlerindeki potansiyel kabiliyet kinetiğe dönüşsün, açığa çıksın.

Ana-babanın çocuklarını oyundan çok, derse yönlendirmesi; çocuğun ne kadar zoruna gider. Ama sonuçta ana-babaya bu baskılarından dolayı, kendilerine sûreta düşmanca tavır takındıklarından ötürü sevinecekler, teşekkür edecekler.

Allah da öyle yapmıyor mu aziz okur? En sevilen kul; en çok eziyet çektirilen kul değil mi?

Hz. Yusuf sonunda, bir bakıma Mısır’a sultan olmuştu. Sonunda babası Hz. Yakub’a kavuşmuştu. Ama neden sonra. Çünkü sultanlığın yolu kuyuya atılmaktan geçmiş. Babasına kavuşması; uzun ayrılık yıllarından sonra gerçekleşmişti. Nitekim -inşâllah- ebedî cennet hayatına kavuşmak da, altmış yetmiş yıllık, sıkıntılı bir ömürden sonra değil mi?

Her okul mezuniyetindeki sevinç, sürûr ve rahatlık; yıllarca süren sıkıcı öğrencilik devresinden sonra değil mi? Tohumun çimlenmesi, çekirdeğin filizlenmesi, ağır kış şartlarından sonra değil mi? Her iniş, çıkılan bir yokuştan sonra değil mi? İşte bunda ince bir hikmet var azizim. Kâinatta her şey zıddıyla biliniyor. Güneş batmasaydı; doğuşu bilinir, doğuşu beklenir, doğuşu sevince sebep olur muydu? Güz olmasaydı, kış yapacağını yapmasaydı; baharın gelişi böyle heyecana sebep olur muydu? Baharın gelişine Nevruz-u Sultanî denir miydi?

Bundandır ki, büyük zatlar; dert’i, aynı derman bilmişler. Hastalığı aynı şifa saymışlar. Firkat ve ayrılığı aynı birliktelik ve visal kabul etmişler. Hatta dermandan, şifadan, visaldan el-aman demişler. Fuzulî hazretleri gibi:

 

“El çek ilacımdan tabip; kılma derman kim,

Helâkim zehr-i dermanındadır.”

 

Demişler. Varlıkta yokluk acısı çekmişler. Yoklukta varlık muştusu bulmuşlar. Dostun sözde düşmanlığını, sevginin en büyük belirtisi bellemişler. Derman için değil, dert için:

“Hel min mezid?” / “Daha yok mu?” Demişler! Anlamakta zorlandığımız bir hatt-ı hareket tarzı sergilemişler. Bizlere de: “Ah mine’l-garaib!” dedirtmişler.

İşte gerçek sevginin görünüşü böyle oluyor. İşte asıl muhabbetin zuhuru böyle tecelli ediyor. Tıpkı dost acı söylediği gibi, sevgi de sevgisini; sözde yokluğu ile gösteriyor. Gösteriyor ne kelime dostlar, gözlerimizin ta içine sokuyor.

 

Anlasana hey dost diyor. Anlasana bu ince sırrı.

Çünkü var dostun sende yüksek hatırı.

 

Başta dediğimizi bu kez, bir de bu çerçeve içinde tekrarlayalım:

“Bazen adâvet, şiddet-i muhabbetten gelir.”

Gelmez mi be dostlar?

 

 

Önceki İçerikNeredeeen Nereye…
Sonraki İçerikİstibdadın Fenalığı
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.