Kur’an’ı Kerimin ayet ve süreleri, diğer süre ve ayetleriyle bir bütün teşkil eder. Bir ayette kapalı geçen bir husus, başka bir ayette açıklığa kavuşmaktadır. Veya bunun tersi olmaktadır. Bu durum zahiren / görünüşte tekrar sanılmaktadır.
Hâlbuki yeri geldiğinde önemli emir ve yasakları teyit ve te’kid etmek / kuvvetlendirmek gerekir. Bunun için de, o konuların üstünde mutlaka durulması icap ettiğini hatırlatmak, ihtar etmek lâzım. Yoksa bütün bunlar, kuru bir tekrar değil. Bu üslûba, o gözle bakmak yanlış.
Aynen onun gibi, Rabbanî eserlerde geçen konular da, birbirinin tamamlayıcısıdır. Tekrar gibi görülenler tekrar değil. Onlar makam icabı, ihtiyaç gereği zikredilmişler. Yeni mana ufuklarının açılması için yeniden ele alınmışlardır.
Rabbanî eserlerde diğer önemli bir husus da, insanı hedef alması. İnsan yetiştirmeye çok değer vermesidir. Çünkü her şey, insanla oluyor. Çünkü her şeyin ucu insana dayanıyor. Hem zaten eğitimin konusu da “insan” değil mi?
Her asırda bu ihtiyaç kendini şiddetle göstermiştir. Klâsik tabirle buna “Kaht-ı Rical” diyoruz. Yani adam kıtlığı. Evet, adam çok fakat adam yok!
Nitekim Hz. Ömer bile aynı dertten yakınmış! Sahabe-i Kirama:
“Bana yardım ediniz.” dediği zaman:
“Edelim ya Ömer. İstersen mal ile istersen mülk ile istersen para ile nasıl istersen öylece yardım edelim.” dediklerinde Hz. Ömer:
“Hayır, hayır, der. Bana her şeyden önce, adam lâzım adam!”
Evet, “Kaht-ı Rical” meselesi, gerçekten çok ehemmiyetli.
Nitekim filozof Diyojen’in (M. Ö. 411 Sinop – 324 Korint) gerçek adamı aramak için gündüz fenerle dolaştığını herkes bilir. (Cemil Sena, Filozoflar Ansiklopedisi I, İstanbul – 1974 s. 553)
Gündüz fenerle ne aradığını soranlara, onların dikkatini çekmiş olmanın hazzıyla:
“Adam arıyorum, adam!” der.
Yâni demek ister ki, sureta adam / şeklen insan çok, sîreta adam / ahlâkî ve manevî bakımdan gerçek insan yok.
Günümüzde gazetelerde “İnsan Kaynakları” şeklinde ilânlardan geçilmeyişi de, bir bakıma bu gerçeğe parmak basmakta.
Rabbanî eser sahibi olan Rabbanî zatların bir özellikleri de, meselelerin dışında kalarak değil, içinde yer alarak düzeltmeye çalışmalarıdır. Her şeye hemen karşı çıkmamışlar. Önce problemi sahiplenmişler fakat meşru zeminlere oturtulmasını da istemişler. Bu uğurda çok gayret sarf etmişlerdir. Çünkü insan ancak sahip olduğu şeyde tasarrufa kalkışabilir. Ancak böyle bir ortamda yaptığı tenkit dikkate alınabilir. Zaten sahiplenmediğimiz bir şeyde tenkidimize genellikle hiç değer verilmez.
Nitekim:
“Türkiye’nin geri kalmışlığının ve her türlü sosyal çalkantının; ümitsizliğin yaygınlaşmasından, doğruluğun sosyal ve siyasî hayatta kalkmasından, düşmanlık duygularının gelişmesinden, Müslümanlar arasındaki dayanışmanın zayıflamasından, her türlü istibdadın kuvvetlenmesinden ve şahsî menfaat duygusunun her şeyden üstün tutulmasından meydana geldiği; buna karşı tedbir olarak tek çarenin ise, aklî delillere dayanan ve bütün hükümlerini akla tespit ettiren Kur’an’ın bu asrın idrakine uygun içtimaî / sosyal reçetelerinin rehber alınmasıdır.”
Yine İmamı Rabbanî, İmamı Gazali ve Mevlânâ gibi, o büyük Rabbanî zatların prensiplerine şu altın sözlerin sahibi ne güzel tercüman olmaktadır:
“Hem dünya, hem ahiret hayatımı, her ikisini de elime almışım, tek hayatlı olanlar meydanıma çıkmasın.”
Yine o mübarek ve aziz zatların his ve duygularına şu veciz ifadelerle tercüman olur ve der ki:
“Milletin imanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım!
Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül gülistan olur.”