Şöhret Bağımlılığından Unutulmuşluk Sendromuna

98

İnsan hayatı bir tiyatro. Dünya, bu tiyatronun sahnesi, hepimiz bu oyunun kahramanları. Kimimiz baş aktör, kimimiz figüran. Sahnedeki rolümüzü, biraz emeğimiz, biraz yeteneğimiz, biraz bizim dışımızdaki imkânlar belirliyor.

Herkes, bu oyundaki yerini sorgulayabilir: Ben neyim, ne yapıyorum, rolümü ne kadar icra edebiliyorum?  Üst üste koyduğumuz başarı basamaklarını oyunun sonunda “sıfır”la mı çarpmalıyız, “bir”le mi? Bu, bizim, hayata hangi inançla sarıldığımızla ilgili.

Hayat sahnesindeki rolümüzün bazen efendisi olurken bazen kölesi olabiliyoruz. Kölesi olunan role, nedense, şöhret deniyor. Şöhret, mağdurenin, tecavüzcüsüne âşık olması gibi bir şey. Bu nasıl bir haz ki sonu, işkence ve nefret oluyor? Şöhret ve sevgi, aynı bahçenin iki gülü olmaya tahammül edemiyor, birbirine düşman iki sevgili.

Fiziki yapımız, yeteneklerimiz, maddi kazançlarımız, makamımız, üstün zekâmız, sıra dışı birtakım özelliklerimiz bizi şöhret sahibi yapabilir. Şöhret, bizi bulunduğumuz zaman ve mekândan birkaç basamak daha ileriye taşıyacaktır. Bu ayrıcalıklı farklılık, olgunlaşmamış, eğitilmemiş ruhlara ayrı bir haz verecektir. Hak edilmiş veya edilmemiş iltifatlar, etrafımızda pervane olan hizmetkârlar, yapılan ikramlar, sunulan hediyeler, tabii ki dalkavuk tipler; bu hazzın dopingi olacaktır. Dopingle gelen davranış değişikliğiyle artık biz, biz değilizdir. Biz, farklıyız; çevremizdeki insanlar farklı, geçmiş ve gelecek yorumlarımız farklı olacaktır. Yola çıktıklarımızı terk etmiş, yolda bulduklarımızla ve yeni kimliğimizle yolculuğumuza devam ediyoruzdur. “Ey yolcu, bu yolculuk nereye?” diyecek bir Molla Kasım çıkana kadar…

Adına şöhret denen, özlediğimiz esaret dünyasında nefsimizin, riyakârlıkların kölesi olduğumuzun farkına biraz geç varırız veya varmak istemeyiz. Geçici de olsa, saltanat, güzel şeydir. İnsana yasak meyve bile yedirir, haramı helal kılar, ölümü unutturur. Bağımlılık yapan öyle bir nikotindir ki o, varlığı da yokluğu da ölümden beterdir.

Bu bağımlılığa yakalanmış nice insan görürüz çevremizde. Şöhret budalası denir, pek çoğuna. İçtiği şöhret şarabının tesiriyle serserice hareket ederler. Yaptıkları her iş doğru, söyledikleri her söz ayettir adeta. Olmasını istemedikleri tek şey, saltanatlarının bir gün son bulmasıdır. Bu son, ifade etmeseler de, onları bir kurt gibi kemirir her gün.

Sürekli arayanlar, aramaz, telefonlar çalmaz olacaktır. Çevremizde pervane gibi dönen hizmetkârlar, makam şoförleri, lezzetli yemek yapan aşçılar, kendilerine dost gözüyle bakıp değer verdiğimiz, yolda bulduğumuz o kişiler yoktur artık. Kimileri semtimize uğramayacak, kimileri bizi gördüğünde sırtını çevirecektir. Bizim için onlar, birer nankördür, tefessüh etmiş insan numuneleridir. Dünya dönüyor, değişen bir şey yok; ama biz başa dönmüşüzdür. Kabullenmesek de bunun adı, unutulmuşluk sendromudur.

Sendrom, içinde sürekli kaygı, endişe barındıran bir hastalıktır. Dünyayı ve dünyacı değerleri önemseyen her insanın mutlaka yakalanacağı bir hastalık. Şöhrete giden yolda kaygısını, şöhret bitiminde kendisini yaşadığımız bir hastalıktır. Bu hastalığın tedavisini yapacak hekim, uzakta değil, biziz.

Yeteneklerimizi keşfedip zirveye taşıdık, gece gündüz çalışarak icat, buluş yaptık, ticari faaliyetlere girip çok para kazandık, herkesin gözünde akıllı ve başarılı olduk. Peki niçin? Bu soruya verilecek yanlış cevap sendroma düşürecek, doğru cevap sendromdan kurtaracaktır. Mezar taşımıza yazılacak birkaç cümle, tarihe kayıt düşecek birkaç sayfalık yazı amaçsa sendromdan kurtulmamız mümkün değildir. Bütün kazanımları üst üste koyup toplayarak elde ettiğimiz birikim, ölüm gelince sıfırla çarpılacak ve sonuç sıfır olacaktır. “İnsanların en hayırlısı, insanlara en faydalı olandır.”,  “Yaratılmışı severiz, Yaratan’dan ötürü” ve “Varlığımız da yaşamamız da ölümümüz de O’nun içindir.” inancıyla hayatını kuranlar, bütün birikimlerini “bir”le çarpacaklar, topladıkları sermaye ile sendroma yakalanmadan tiyatroyu bitirecekler, dünya sahnesinden ineceklerdir.

Sahneye çıkacakların kendilerine doğru yol haritası çizmeleri, sahnedekilerin kendilerini sorgulamaları, sahneden inenlerin de bağışlatmaları için zaman tükenmiş değil.