Kurân-ı Kerim’in Tercümesi (!?), Meal ve Tefsiri

136

Evlerimizde 4 ayrı yapıda Kur’ân-ı Kerîm bulunmaktadır: 1-Kur’ân, 2- Tercüme (!?) 3-Meal 4-Tefsir.

Kur’an-ı Kerim hakkında, birinci bölümde bilgi verilmişti. Bu bölümde, Kur’ân Tercümeleri (!?), meal ve tefsirler hakkında bilgi verilmeye çalışılacaktır.

Tercüme:

Öncelikle belirtilmeli ki, Kur’ân’ın tercümesi zinhar olmaz. O halde burada neden ‘Kur’ân tercümesi‘ tâbiri kullanılıyor? Çünkü ve ne yazık ki bâzı evlerde, yayınevi ve kitap satış yerlerinde, sahaflarda adı; ‘Kur’ân Tercümesi‘ veya ‘Türkçe Kur-ân‘ olan kitaplar var.

Kur’ân Arapça’dır. Yûsuf Sûresi 2. Âyette; ‘Biz O’nu Arapça bir Kur’ân olarak indirdik.’ buyrulmuştur. Şu Arapça’dır, şu Türkçe’dir denildiği zaman kelimeler kast edilir. Çünkü mânânın belli bir dile ait olması şartı yoktur. Mealler ve tefsirler her dilden olabilir. Onlar Kur’ân değildir. Adı üstünde, mealdir, tefsirdir. Bu isimlerin içinde en üstün olanı ‘Kur’ân’ ismidir. Kırâet ve tilâvet de bunun kendine mahsus usûlleriyle okunmasıdır. ‘Kur’ân, okunandır‘ denilmesi de bunun içindir ve bu Arapçadır.

Şüphesiz Arapça olan da nazımdır. İşte bu Arapça nazmın başka bir dilde benzerini yapmak mümkün olsaydı Kur’ân tercüme edilebilmiş olurdu. Yalnız o tercüme Arapça olmayacağı için Kur’ân olmazdı.

*  *   *

Ne kadar yüksek olursa olsun, edebî şahsiyet kazanmış herhangi bir şahsın ifade üslubu, yazıla yazıla az çok taklid edilebilir ve benzeri yazılabilir. Fakat Kur’ân’ın inmesi anından itibâren bütün Arap edebiyatçıları ve belâgat1 ustaları Kur’ân belâgatını kendi dillerine örnek edinmiş, bu sâyede Arap dili ve edebiyatı açısından yükselmiş oldukları halde Kur’ân nazmını taklid etmeye ve benzerini yazmaya yanaşabilen kimse ortaya çıkmamıştır. O halde kendi dilinde bile taklidini yapmak ve benzerini yazmak mümkün olmamış olan Kur’ân’ın nazım ve üslubunu diğer bir dilde taklid etmek ve benzerini ortaya koymak elbette mümkün olamaz. Mümkün olamayınca da aynen tercüme edilemeyeceği gibi benzetmek suretiyle hiç tercüme edilemez. Çünkü benzetme yapılmadığı takdirde ilmî değeri değiştirilmiş, bozulmuş ve Kur’ân’da olmayan şeyler Kur’ân’a katılmış olur. Gerçi Kur’ân’da mânâsı bulunmayacak hiçbir kelime yoktur. Fakat mânâsı çok derin olan kelimeler bulunduğu gibi, bir kelime etrafında birçok mânâların toplandığı ve bâzı ifâdelerin    -hepsi de doğru olmak üzere- birçok yönlerin, ihtimallerin yığıldığı (toplandığı) yerler de çoktur ki, bunlar yorum ve te’vile2 bağlıdır. Ve bâzılarını doğrudan doğruya tercüme etmek mümkün olsa bile hepsini bütün yönleriyle tercümeye sığdırmak mümkün olmaz. Bunları olduğu gibi almak veya edebî mânâsı fedâ edilerek te’vil ve tefsir tarzında ifâde etmek lâzım gelir. Ve bu açıdan Kur’ân’ı anlamak için yalnız dili bilmek yetmez. Anlama, olayları, sâhibinden rivâyet etmeye veya olayların gelişmesine bağlıdır. Onun için bâzen bir olay karşısında Kur’ân’ın âyetlerinden o vakte kadar hissetmediğiniz bir mânâ anlarsınız. Ve o anda o âyetin o olay için inmiş olduğunu sanırsınız ki bu da Kur’ân’ın hayret verici yönlerinden biridir. Tercümesi bunları tam olarak içine alamayacağından o mânâ kaybolup gidecektir. Bu cümleden olmak üzere Âl-i İmrân Sûresi’nin baş tarafında geleceği şekilde âyetlerin bir kısmı ‘muhkem’3, bir kısmı da ‘müteşâbih’4dir. Bâzen bir âyette hem muhkem, hem de müteşâbih yönlerin bir arada olduğu da görülür. Müteşâbih âyetler ise ‘Allah’tan başka kimse onun te’vilini bilmez.’ (Âl-i İmran, 3/7) âyet-i kerimesi gereğince tam olarak bilinemez. Bu açıdan bunlar, tercüme edilemeyeceği gibi, tefsir ve te’vil de edilemezler. Bundan dolayı bunlar için bir meal de gösterilemez. Olsa olsa aynı kelimelerin olduğu gibi korunmasıyla duyulabildiği kadar kapalı bir mânâya işâret olunabilir ki, bu nokta çok tehlikelidir. Onun için meal olarak ifâde etmemiz bile ‘zararsızdır‘ denilemez.

Şimdi insaf ile düşünelim. Bu şartlar altında ‘Kur’ân’ı tercüme ettim‘ veya ‘… ederim‘ diyenler yalan söylemiş olmaz da ne olur? Doğrusu Kur’ân’ı ciddî bir şekilde anlamak, incelemek isteyenlerin O’nu usulüne uygun olarak Arapça yoluyla ve rivâyet tefsirlerinden anlamaya çalışmaları zarûridir. Kur’ân’ın falan tercümesinde şöyle denmiş diyerek ahkâm çıkarmamalı ve problem tartışmasına kalkışmamalıdır. Bunu, imanlı kimseler yapmaz, kendini bilen insaf sâhibi de yapmaz. Kur’ân’dan bahsetmek isteyenler, onu hiç olmazsa harekesiz5 olarak yüzünden doğru olarak okuyabilmelidir. Bununla beraber öyle kimseler görüyoruz ki Kur’ân’ı harekesiz olarak okumak şöyle dursun, harekesiyle bile doğru dürüst okuyamadığı halde, O’nun hükümlerinde ve mânâlarında ichitad4 etmeye kalkışıyor. Öylelerini görüyoruz ki Kur’ân’ı anlamıyor ve tefsirlere müfessirlerin yorumları karışmıştır diye onlara da önem vermek istemiyor, eline geçirdiği tercümeleri okumakla Kur’ân’ı incelemiş olacağını iddia ediyor. Düşünmüyor ki okuduğu tercümeye âlim müfessirlerin yorumu değilse; câhil mütercimin görüşü, yorumu, hatâsı ve noksanı karışmıştır. Bâzılarını da duyuyoruz ki Kur’ân tercümesi demekle yetinmiyor ve ‘Türkçe Kur’ân‘ demeye kadar ileri gidiyor.

Tercüme, Kur’ân’dan mütercimin anlayabildiği kadar bâzı şeyleri anlatabilirse de gerçek mânâsıyla anlatamaz. Anlattığı şeyler de Kur’ân hükmünde ve değerinde olamaz. Bununla berâber, şunu da unutmamak gerekir ki Kur’ân anlaşılmaz bir kitap değildir. Hattâ ‘Muhakkak biz, bu Kur’ân’ı düşünülüp ibret alınsın diye kolaylaştırdık. Hiç düşünen var mı?’ (Kamer, 54/17) Buyurulduğu üzere mânâsını en kolay ve açık bir şekilde anlatan ve zorlamasız, yapmacıksız, su gibi akan, nur gibi parlayan apaçık bir kitaptır. O, kendisini bütün insanlığa duyurmak ve anlatmak için inmiş ve duyurmuştur. Ancak O’nun mânâları tam olarak anlaşılıp bitirilemez. Bir mânâsı meydana çıkınca arkasında bir mânâ daha, arkasından bir mânâ daha yüz gösterir. Nûrunun açık parlaklığı içinde gizlilik ortaya çıkar. Mümine hitap ederken kâfire bir korkutma fırlatır, kâfiri korkuturken mümine bir müjde nüktesini uzatır. Halka hitap ederken ileri gelenleri düşündürür. Âlime söylerken câhile dinletir. Câhile söylerken âlime dokundurur. Geçmişten bahsederken geleceği gösterir. Bugünü tasvir ederken yarını anlatır. En basit gözlemlerden en yüksek gerçeklere götürür. Müminlere gaybı (geleceği) anlatırken, kâfirleri şimdiki zamandan usandırır. Ve bütün bunları duruma, makama, yere, zamana ve konuya göre en uygun, en güzel kelimelerle anlatır. Mesela taşın çatlayıp su çıkardığını anlatırken veyahut demekle yetinmez ve ‘lemâ yeşşakkaku’ diyerek çatlayışın, akışın bütün fısırtısını, şakırtısını, takırtısını duyurur. Böyle tabiî delillerle, rehberlikle dağınık olan kelimelerle; husûsî, umûmî, müşterek, görünür ve bilinen mânâsı, görünen bilinenden farklı mânâsı, açık veya üstü kapalı olanı, görüneni, görünmeyeni, tefsir edilmiş, açıklanmış yorumlanmış olanı, gizlisi, kısa ve öz halde, aralarında benzerlik olanı, cümle, işâreti gibi birçok yönüyle ayrı ayrı mânâları bir yere toplayıp anlatıverir. Sonra bunları, değişik değerlendirmelerle açıklar. ‘Bu Kur’ân, âyetlerinin hükmü bâki kılınmış ve sonra geniş olarak açıklanmış bir kitaptır.’  (Hûd 11/1) Sonra bunları anlayanların anlamayanlara açıklamasını da vazife kılmıştır. Bu açıklama vazifesi, tebliğ ve tefsir vazifesini teşkil eder. Güzel Arapça bilenler de bu tefsir ihtiyacından kurtulmuş olamazlar. Tefsir ihtiyacından müstağni7 kalamadıklarından dolayıdır önce tefsir, Arapça bilenler için Arapça olarak yapılmıştır. Ve bu tebliğ ve tefsir vazifesini önce bütün usulü ile ihtiyaca göre Peygamber (sav) yapmış ve değişik dillere göre O’nu neşretmeyi ve herkesin istifâdesine sunmayı ümmetine emretmiştir.8

Elmalılı Hamdi Yazır’ın ifâdelerinden tercümelerin asla Kur’ân sayılamayacağını, ibâdet esnâsında okunamayacağını anlamaktayız. Kur’ân’ın tercüme edilemez oluşundan yola çıkılarak, yapılacak eksik gedik bir tercümenin Kur’ân yerine kâim olarak ibâdet esnâsında okunması, Kur’ân’da zikredilen birçok âyete aykırı hareket etmektir. Ayrıca Kur’ân birçok âyette, kendisine benzer bir Kitab’ın getirilemeyeceğini, hattâ bir sûresinin bile benzerini yazmanın imkânsızlığını açıkça bildirmektedir. Yâni, Kur’ân’a ne indirildiği dilden ne de bir başka dilden eş ve benzer getirilemez. Bu âyetler, bu anlamda tercümeleri de içine almaktadır. Ancak, Kur’ân’ı bire bir eşitlikle çeviremeyeceğiz demek, -ibâdet hâricinde- O’nu anlayabilmek için meal ve tefsir kitaplarına müracaat etmeyeceğiz demek değildir.

Meal ve tefsirleri, ‘kendi dilimizle ibâdet edeceğiz‘ diyerek namazda okumaya kalkmamızın ne derece akıl dışı olduğu her türlü izahın dışındadır.

Namazın ‘dua‘ olduğu, dolayısıyla duanın kendi dilimizle yapılabileceği iddia edilmektedir. Namaz, dua değildir. İkisi arasındaki en mühim farkı; ‘Namaz farzdır, dua farz değildir.’ İfâdesinde bulmak mümkündür.

Namaz, içerisine duayı da alan çok yönlü bir ibâdettir. Bu ibâdetin içine dâhil edilebilecek yüzlerce mânevî ve mistik hallerden ve hikmetlerden bahsedilebilir. Bu meyanda dua, namazın taşıdığı mânâlardan bir mânâ, ona dâhil olan hikmetlerden bir hikmettir. Fakat namaz asla sâdece bir dua değildir. Dua da asla namaz değildir.

Netice itibâriyle dua ana diliyle yapılabilir. Namaz ise ancak Kur’ân diliyle kılınabilir.

Meal:

Dînî bir terim olarak kısa tarifle meal; Kur’ân-ı Kerîm’deki âyetlerin mânâsını az ve öz kelimelerle açıklanması demektir.

Kuran meâli, basit anlamda Kur’an’ı oluşturan sure ve âyetlerin tümünün Arapça dışında bir dile tafsilatlı olmaksızın açıklanmış hâlidir.

Meal kitaplarında, Kur’ân âyetleri, her yönü ile aynen çevirme iddiası olmaksızın, başka bir dile aktarılır. Kur’ân’ın kelime ve cümlelerini kelimesi kelimesine, hiçbir anlamını eksik bırakmadan başka bir dile çevirmek mümkün olmadığı için Kur’ân’ın başka dillere çevirisine meâl ismi verilmiştir. ‘Bu kelime ile yapılan çevirilerde eksik olabilir, bu anlam, âyetin, kelimenin yaklaşık mânâsıdır‘ demek istenir.

Meal de Kur’an değildir. Herhangi bir âyetin mealde yazılı olduğu şekliyle namazda okunması mümkün değildir.

 

Tefsir:

Kelimenin lügat mânâsı; ‘açıklamak, aydınlatmak, üzeri kapalı bir şeyi açmak, yorumlamak‘ demektir. Dînî terim olarak ‘tefsir’i ‘Kur’ân-ı Kerîm’i insan kudretinin imkânları ölçüsünde anlama ve açıklama ilmi‘ olarak ifâde etmek mümkündür.

Âlimler arasında yaygın anlamı, Kur’ân-ı Kerîm’in mânâlarını keşfetmek, ondaki anlaşılması zor olan kelimelerden ve cümlelerden kastedilen şeyi beyan etmek, demektir.

Tefsîrin konusu, Allah Tealâ’nın kelâmıdır; yâni Kur’ân-ı Kerîm’in mukaddes âyetleridir. Çünkü tefsîr, olan âyetlerin özelliklerinden, ihtivâ ettiği hakîkatlerden, işâretlerden ve derin hikmet ve nüktelerden bahseder.

Tefsîrin gayesi, insanların dînî ihtiyaçlarını tatmîn etmek ve kolaylaştırmakla dünyâ ve âhiret selâmetini sağlamaktır. Çünkü insanlığın kurtuluşu, Kur’ân-ı Kerîm iledir. Tefsir yoluyla onun hakikatleri iyice anlaşılır ve insanlar da dînî, ahlâkî ve sosyal birçok bilgilere kavuşurlar. Esâsen Kur’ân-ı Kerîm’deki bâzı âyetler, diğer bâzılarının tefsîri durumundadır. Bunun için bir âyetin tefsirini önce Kur’ân’da aramalıdır. Daha sonra kendisine inmesi sebebiyle Kur’ân’ı en iyi anlayan ve tefsîr eden Hz. Muhammed’in ve sahâbenin sözlerinde aramalıdır. Bu şekilde nakle dayanarak, yapılan tefsirlere rivâyet tefsirleri denir. Tefsirde bulunmak isteyen kişinin, hadîs, fıkıh, nüzûl sebepleri, nâsih9 mensuh10 fıkıh usûlü, kıraat, belâgât ilimlerine ve Arap gramerine vâkıf olması gerekir. Bu ilimlerle cihazlanmış âlim kişinin, kendi dirâyeti ile tefsirde bulunmasına dirâyet yoluyla tefsir denir. Ancak bu tefsirlerde de rivâyet büsbütün terkedilmiş değildir. Tefsir, Sünnî disiplin içinde gelişmiştir.

Tefsir kitapları da Kur’ân değildir. Ancak tefsir kitaplarını, öğrenmek maksadıyla okumak, ibâdet yerine geçer.

Kur’ân-ı Kerim Meali veya tefsiri alırken çok tanınmış ve güvenilir din âlimlerin hazırladığı kitaplar ile Diyânet İşleri Başkanlığının, Diyânet Vakfı’nın yayınları ve çok kişi tarafından hazırlanmış meal ve tefsir kitapları tercih edilmelidir.

Açıklamalar:

1belâgat: Söz ve yazıda düzgün, sanatlı ve tesirli ifâde, akıcı konuşma.

2tevil: Bir söz veya hareketi görünen-bilinen mânâsı dışında yorumlama.

3muhkem: Mânâsı kolaylıkla anlaşılan, yoruma ihtiyaç göstermeyen veya tek mânâsı olan, ne mânâya geldiği, ne anlatmak istediği ilk bakışla anlaşılan, net ve açık olan Kur’ân âyetleri.

4müteşâbih: Kolaylıkla anlaşılmayan, birçok mânâda kullanılma ihtimali olan ve bunlardan birini tâyin edebilmek için delile ihtiyaç duyulan, ne mânâya geldiği, ne anlatmak istediği ilk bakışta anlaşılmayan, mânâsı açık ve net olmayan âyetler.

5hareke: Osmanlıca, Arapça ve Farsçada, harflerin altına veya üstüne konulan küçük işâretler.

6ictihad: Kabaca ‘yorum’ demektir. Ancak herhangi bir yorum gibi bağımsız ve sorumsuz değildir. İctihat yapan kişilere ‘fakih‘ denir. Fakihin delillerden hüküm çıkarmak için bütün imkânını kullanması gerekir. Hükümlerin aslî kaynağı âyetler ve hadislerdir. Bu iki kaynağın sınırlı olması, hâdiselerin ise sonsuz olması, bu iki kaynağa dayanarak ictihad etmeyi, yâni hüküm çıkarmayı zarûrî kılmaktadır. Zamanın ve çevrenin şartlarına bağlı olarak ortaya çıkan yeni hâdiselere uygulanmasında ve hükümlerin zamana göre yorumlanmasında müessir olanlar, ‘müctehid’ denilen ictihat yapmaya ehil kişilerdir.

7müstağni: İhtiyacı olmayan, muhtaç bulunmayan.

8Hamdi Yazır: Hak Dini, Kur’ân Dili. C: 1, s: 22-27 Azim Dağıtım, İstanbul 2006

9nâsih: Kur’ân’da yer alan bir âyetin, daha sonra gelen bir âyetle hükümsüz olması.

10mensuh: Hükmü kaldırılan âyete ‘mensuh‘ denir.

Tefsir ile tercüme arasındaki farklar:

Tercüme, aslından bağımsız ve farklı olabilir. Tercüme edenin edebî zevkine göre âdetâ yeniden kaleme alınmış bir metindir. Metnin aslında anlatılan hâdise ve tasvir edilen mekân değişmez. Ancak ifâde tarzı değişebilir. Daha edebî veya çok sâde olabilir. Bu sebeple tercüme aslın yerine geçmez. Halbuki tefsir aslı ile irtibatını kesmez. Açıklamalar ile zengin bir metin bir metin teşekkül eder. Başka mevzulara atıfta bulunulabilir. Eğer tefsirde anlatılmak istenen mevzu ile irtibat kesilmiş olsaydı, söz bozulur veya bâtıl olurdu. Bu arada mânâ da doğru ifâde edilmemiş olurdu.

Tefsir, aslın bir beyânı ve açıklamasıdır. Bu beyan ve açıklama sırasında, tefsir çeşitli mezheplerin görüşlerine yer vermeyi gerektirebilir. Asıl mevzuu açıklamak için başka mevzulara geçilebilir. Tercüme, bu rahatlığı sağlamaz.

Tercüme edilen metin: roman, hikâye ve masal ise, asıl metinden ne kadar uzak olursa olsun, tercüme edene sorumluluk yüklenemez. Okuyan okuduğundan haz ve heyecan duyuyorsa mesele yoktur. Belki başka birinin tercümesinden daha çok veya daha az haz duyabilir. Cezâî müeyyidesi yoktur. Tercüme edilen Kur’ân ise, değişik şahıslar, değişik şekillerde tercüme edeceklerdir. Allah’ın kelâmı böylece aslından uzaklaştırılmış olacaktır ki, tercümeden aldığı bilgilerle hareket edenler kayıpta, tercüme edenler ise sorumlu ve hatta günahkâr olurlar.

 

 

Önceki İçerikCüzdana Bakıyor Zekâta Muhtaç
Sonraki İçerikKudüs, Kudüs, Diyoruz Ama! Ne Kadar Biliyoruz?
Avatar photo
28 Kasım 1938 tarihinde Bafra’da doğdu. İlk ve ortaokulu doğduğu şehirde bitirdikten sonra Ankara Ticaret Lisesi ve Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nde okudu. İş hayatına Ankara’da muhasebeci olarak başladı. Ankara ve Karabük’te; muhasebeci, mali müşavir ve profesyonel yönetici olarak devam etti. İstanbul’da, demir ticareti ile meşgul oldu. SSCB’nin dağılmasından sonra Türk Cumhuriyetlerinde sanayi yatırımları gerçekleştirmek üzere çok ortaklı şirket kurdu. Şirketin murahhas azası olarak Azerbaycan’da ve Kırım’da tesis kurup çalıştırdı. 2000 yılında işlerini tasfiye etti. İş hayatı ile birlikte yazı hayatı da devam etti. İlk yazısı 1954 yılında Bafra’da yayımlanmakta olan Bafra Haber Gazetesi’nde başmakale olarak yer aldı. Sonraki yıllarda İlhan Egemen Darendelioğlu’nun Toprak Dergisi’nde, Son Havadis ve Tercüman gazetelerinde yazıları yayımlandı. Türk Ocakları Genel Merkezinin yayımladığı Türk Yurdu dergisinde yazdı. İslâm, Kadın ve Aile, Yörünge, Ufuk, Emelimiz Kırım, Papatya, Tarih ve Düşünce, Yeni Düşünce, Yeni Hafta, Sağduyu, Orkun, Kalgay, Bahçesaray, Türk Dünyâsı Târih ve Kültür, Antalya’da yayımlanan Nevzuhur, Kayseri’de yayımlanan Erciyes ve Yeniden Diriliş, Tokat’ta yayımlanan Kümbet, Kahramanmaraş’ta yayımlanan Alkış dergilerinde, Dünyâ ve Kırım’da yayımlanan Kırım Sadâsı gibi gazetelerde de imzasına rastlanmaktadır. Akra FM radyosunda haftanın olayları üzerine yorumları oldu. 1990 – 2000 yılları arasında (haftada bir gün) Zaman Gazetesi’nde köşe yazıları yazdı. Hâlen; Önce Vatan Gazetesi’nde, yazmaktadır. Oğuz Çetinoğlu; Türk Ocağı, Aydınlar Ocağı, ESKADER / Edebiyat, Sanat ve Kültür Araştırmacıları Derneği ve İLESAM / Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sâhipleri Meslek Birliği Üyesidir. Yayımlanmış Kitapları: 1- Kültür Zenginliklerimiz: (2006) 2- Dört ciltte 4.000 sayfalık Kronolojik Tarih Ansiklopedisi: (2008 ve 2012), 3- Tarih Sözlüğü: (2009), 4- Okyanusa Açılan Kapılar / Tefekkür Mayası Röportajlar: (2009). 5- Altaylardan Hira’ya Türk-İslâm Dostluğu: (2012 ve 2013), 6- Bilenlerin Dilinden Irak Türkleri: (2012), 7- Türkler Nasıl ve Niçin Müslüman Oldu: (2013), 8- Türkmennâme / Irak Türkleri Hakkında Bilmek İstediğiniz Her Şey: (2013). 9- Türklerin Muhteşem Tarihi: (Nisan 2014 ve Nisan 2015) 10- 115 Soruda Türk İslâm-Âlimi Mâtüridî (Röportaj): 2015) 11- Cihad – Gazi – Şehid: Kasım 2015. 12-Yavuz Bülent Bâkiler Kitabı (2016 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 13-Her Yönüyle Kâzım Karabekir (2017 Mehmet Şadi Polat ile birlikte) 14-Dil ve Edebiyat Dergisi / İlk 100 Sayı Bibliygorafyası (2017 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 15-Büyük Türk İslâm Âlimi Serahsî (2018), 16-Âyetler ve Hadisler Rehberliğinde Kutadgu Bilig’den Seçmeler (2018), 17-Edib Ahmet Yüknekî ve Atebetü’l-Hakayık (2018), 18- Büyük Türk İslâm Âlimi Mâtürîdî (2019), 19-Kâşgarlı Mahmud ve Dîvânu Lugati’t-Türk (2019). 20-Duâ / Huzura Açılan Kapılar. (2019) 10-Yesevi Yayıncılık, 12-Yakın Plan Yayınları, 13-Boğaziçi Yayınları, 14-Dil ve Edebiyat Dergisi, diğer kitaplar Bilgeoğuz Yayınları tarafından yayımlanmıştır.