Öldüremeyeceğimiz için ölümü, konuşmaya devam edeceğiz. İki trajediyi paylaşmak isterim: Olay, Fransa’da yaşanıyor. Erkek kardeşi ölen kadın, ulaşamadığı için oğluna dayısının ölüm haberini veremez. Dayı defnedilmek üzere mezarlığa götürülür. Anne, kardeşinin hemen yanında taze bir mezar görür, üzerini okur. Anlar ki oğlu üç gün önce ölmüş, oraya gömülmüştür. Annenin bundan haberi olmamıştır.
Bir trajedi de bizde yaşanıyor: İstanbul’da, huzur evinde yaşayan babanın vefatını haber veren yöneticiye oğlu şu cevabı verir: “Kardeşim, beni niçin arıyorsunuz? Büyükşehir Belediyesi Cenaze İşlerini arasanız ya!”
Bu iki olaya sosyal vaka olarak bakıldığında söylenecek çok şey var. Söylenecek her söz, yapılacak her yorum; ölüm gerçeği üzerine olacak. İnsan ilişkileriyle, sosyal dayanışmayla, değer bilmeyle, çağdaşlaşmanın getirdiği problemlerle ilgili hangi sıkıntıyı, sıkıntıyı gidermek için hangi projeyi konuşursak konuşalım, ölüm gerçeği gündemimizden çıkmayacak ve bu gerçekten kurtuluş mümkün değil.
Bakara 156’da, “Onlar, başlarına bir musibet geldiğinde ‘Doğrusu biz Allah’a aitiz ve kuşkusuz O’na döneceğiz’ derler.” ayetini okuduğumda bu gerçeği, bu yaşımda bir daha tefekkür ettim; sükûn buldum, huzur ve emniyet hissettim. Geldiğin yeri bilir ve kabullenirsen döneceğin yeri de bilir ve kabullenirsin. Ne kadar güzel. Geldiği yeri kabullenemeyip ona inanamayanlar için gidilecek yer, meçhul ve ne kadar korkunç. Alınan her nefes, artan endişe; her rüya, yaşanan bir kâbus demek.
O halde nerede, ne zaman, hangi şartlarda öleceğimiz için kaygılanmanın bir anlamı yok. “O’ndan geldik, O’na döneceğiz.” Biz dünyanın kaptanı değildik, bizim varlığımızla hayat bulmamıştı hiçbir şey, biz yok olunca da değişen bir şey olmayacak. Sınavdaydık, sınav bitti; güneş yine doğudun doğacak, batıdan batacak; evrende değişiklik olamayacak.
Dünyanın düzeni devam edecek, bizim için gerekenler, geleneğimize göre, bir sistem içinde yapılacak. Emin ol ey fani, sen öldükten sonra kimse işini gücünü bırakıp senin hasretini çekmeyecek. İşler ve ticaret kaldığı yerden devam edecek. Geceni gündüzüne katarak, nice kutsal değerleri öteleyerek, Kâbe kıymetindeki kalpleri kırarak kazandığın servetin bölüşülecek, mirasçıların hepsini sahiplenecek, belki uğrunda birbirleriyle kavga edecek, sen ise kazandığın o malların hesabını vereceksin…
Öldükten sonra senden alınacak ilk şey, adın olacak. O nedenle sana “cenaze” diyecekler; kimse seni isminle çağırmayacak. Namaz kılmak için gelenler, adını söylemeyecekler, “Cenaze nerede?” diye soracaklar.
Seni biraz tanıyanlar, yaşlıysan “Vakti gelmişti.”, hastalık çekmişsen “Kurtuldu.”, gençsen “Yazık oldu.” diyecekler, dünya işlerini konuşmaya devam edecekler. Seni daha fazla tanıyan dost ve arkadaşların önce sükût edecek, birkaç saat veya en fazla birkaç gün üzülecek, sonra da şakalarına ve gülüşlerine devam edecekler. Yokluğunu ve ayrılık acısını derinden hisseden ailen ise birkaç hafta, birkaç ay veya en fazla bir yıl üzüntü yaşayacak, sonra da seni kendi hatıralar arşivine atacak…
İşte bu şekilde, halk arasındaki hikâyen son bulacak. Güzelliğin, sağlığın, çocukların, evin, eşin, malın ve mülkün ne varsa hepsi elinden çıkacak ve gerçek hikâyemiz başlayacak, yani ahiret hayatımız …
Belki bize yakışan, işin sırrını keşfeden Yunus gibi teslimiyet olmalı: “Bir garip ölmüş diyeler / Üç günden sonra duyalar / Soğuk su ile yuyalar / Şöyle garip bencileyin”
Peki; ölüm için, kabir için, ahiret için ne kadar hazırız?