Geleceğin sahifesinden özellikle Şeriat / İlâhî hükümlere ait mes’eleler:
Bu konuda şu hususlar dikkatimizden kaçmamalı:
Bir şahıs aynı anda dört, beş ilim ve fende meleke, söz sahibi ve uzman olamaz. Dört beş alanda tam bir mütehassıs yani o işde A’dan Z’ye ehil, usta ve derin bilgi edinmiş olması mümkün ve olası değil.
Ama çok istisnaî, eşi benzeri az bulunur harika bir insan ise, o başka bir mes’ele. Çok nadirattan bir şey.
Meselâ bir mes’ele / bir konu iki kişi tarafından ortaya konur:
Birisi, o konuda sözün başlangıç ve sonunu, sözün geliş ve gidişini, diğer konularla uyumlu oluşunu ve onlarla güzel bir âhenk içinde aralarında; yerinde bir münasebet, ilgi ve bağ kurarak ele alır. Münbit / verimli bir zeminde kalem oynatır. Gerekli bütün ilmî / bilimsel hususlara riayet eder ve uyar. O fendeki maharet, ustalık ve melekesinin icaplarını yerine getirerek kalemini kullanır.
Kısaca ilmin o konusu için lüzumlu her kelimeyi özenle yerinde kullanmanın güzel bir örneğini verir. Böylece o şahıs, o mevzu ve konudaki maharet, meleke ve bilgisini göstermiş olur.
Diğer konuşmacı ise bu noktaları ihmal eder. Bu yüzden yazdığı sığ ve yüzeyseldir. Taklitçilikle işe koyulur. Hâlbuki konu aynı konudur.
İki konuşmacının aynı konuda farklı bir duruş sergilediklerini, eğer aklın bunu fark etmese bile, ruhun hisseder.
İki üç asır evvel harika / olağanüstü sayılan bir keşif ve buluşlar bu zamana kadar mestur / bilinmemiş ve meçhul kalsaydı; alt yapının hazırlanmış olması sebebiyle, artık o keşif veya buluşu bir çocuğun da o keşfedebileceğini nazara al. Sonra da 14 asır geri git, o zamanların tesir ve etkilerinden kendini tecrit et / sıyır ve soyutla.
Dehşet verici olan Ceziretü’l-Arab’da / Arap Yarımadası’nda hayretle etrafına bak! Göreceksin ki: Ümmî / okur-yazar olmayan, tecrübesiz, zaman ve zeminin yardımından mahrum ve yoksun bir adam yani Hz. Muhammed ki; yalnız zekânın değil, belki sayısız tecrübe ve araştırmaların neticesi olan fen ve ilimlerin kanunlarıyla öyle bir nizam ve adaleti tesis edip kuruyor ki, eğer insanın kabiliyeti, fikirlerin ortaya koyduğu sonuçlardan yararlanmak suretiyle, büyüyorsa; o Şeriat / o İlahî yol da genişleyerek ebede yönelir.
Ezelî / başlangıcı olmayan Allah’ın sözünden geldiğini ilân ederek; iki âlemin saadetini temin eder / sağlar. İnsaflıysan, bu işin yani Şeriat’in tesisini yalnız o zamanın insanlarının değil, tüm insanoğlunun takatı dışında bir güçle ortaya konduğunu göreceksin. Meğer evham ve kötü kuruntular senin gerçeğe yönelik fıtrat, mizaç ve tabiatının bakışını çürütmüş ola.
Cumhurun / halkın fikir kabiliyetleri derecesinde Şeriat; irşat edici / doğru yolu göstericidir. Şöyle ki: Cumhurun / halkın çoğu âmi / bilgisiz ve cahildir. Bundan dolayı, soyut gerçekleri alışmış oldukları şekil ve kalıplarda sunulmazsa anlayamaz.
Bu bakımdan bu soyut hakikatleri sunuşta misal ve temsiller, teşbihat / teşbihler ve benzetmeler, mecaz ve istiareler kullanılır.
Hem de kâinata ait fen ve ilimlerde cumhurun / halkın çoğunun algısı beş duyusuna dayanır. Zahir hislerine güvenir. Bu sebeple gerçeğe zıt, ters ve aykırı olanların ister istemez kabul edilmesi gerektiğini sanır.
İşte Şeriat / Din bundan dolayı teessüs döneminde; fizik, kimya, astronomi gibi ilimlerde ilk ve zaruri bilgiler tam olarak ortaya çıkmadığından; halkı yanlış anlama gibi tehlikelere atmamak, halkın bu ilimlerde yanılma tehlikesine düşmemesi için, Şeriat; öyle mes’eleleri belirsiz ve mutlak bıraktı.
Fakat hakikati imadan da geri kalmadı. Gerçeği hâli ve boş bırakmadı. Nitekim:
“Güneş akıp gider…” (Yasin: 38) ayetinden hem zahire göre güneşin dünya etrafında dönmesi, hem de güneşin gerçekte kendi yörüngesinde hareketi anlaşılabilir. Bundan dolayı bu ilimlerde kısa, öz ve kapalı gitmiş, lâkin gerçeklere dolaylı olarak işaret etmekten de geri kalmamıştır.