Muhammed’in Nuru

87

Şu görünen kâinata / evrene yani büyük âleme, büyük bir kitap nazarı / bakış açısıyla bakılırsa, Muhammed’in Nûru; o kitabın kâtip ve yazarının kaleminin mürekkebidir.

Eğer o kebîr / büyük âlem, bir şecere / bir ağaç olarak hayal edilirse, Muhammed’in Nûru; o ağacın hem çekirdeği, hem semeresi / meyvesi olur.

Eğer dünya, cüsseli bir canlı kabul edilirse, o Muhammed’in Nûru; onun rûhu olur.

Eğer dünya, büyük bir insan olarak tasavvur edilip tasarımlanırsa, o Muhammed’in Nûru; onun aklı olur.

Eğer dünya, pek güzel şaşaalı / gösterişli bir Cennet bahçesi olarak hayal edilirse, Muhammed’in Nûru; onun bülbülü olur.

Eğer dünya pek büyük bir saray farz edilip kabul edilirse, Muhammed’in Nûru; ezelden beri Sultan olan Allah’ın; saltanat ve haşmetinin merkezini, güzelliğinin yansımalarını ve sanat eserlerini içinde barındıran, o yüksek saraya Muhammed’in Nûru; Nâzır / Bakan, ona çağıran münadi / seslenici ve o sarayı gezip tozacak kimselere teşrifatçı; yâni onlara rehber, mihmandar ve onları ağırlayıcı olur. Çünkü bütün insanları oraya, O davet ediyor.

O sarayda bulunan bütün antika / tarihsel sanatları, harikaları ve mucizeleri oraya gelenlere tarif ediyor.

Halkı o saray sahibine; o saray Sâniine yani sanatkâr yaratıcısına, iman etmek üzere; cazibeli / çekici, hayranlık uyandıran bir tarzda davet edip çağırıyor.

İnsan; hilkat ve yaratılışın en güzel semeresi / meyvesi ve neticesi olduğundan, anlaşılır ki: İnsanlardan bir çekirdek var ki, Allah yaratılış ağacını, o çekirdekten bitirmiştir.

O çekirdek ise, ancak ve ancak tüm kâmil / olgun ve mükemmel kişilerin ve belki insanların yarısının ittifakı / söz birliği ile kabul etmiş oldukları; halkın en faziletlisi / en üstünü ve halkın efendisi olan Hz. Muhammed’dir.

Kâinat / evren bir şecere / bir ağaçtır. Anasır / unsur ve esaslar; onun dallarıdır. Bitkiler onun yapraklarıdır. Hayvanlar onun çiçekleridir. İnsanlar onun en güzel semere ve meyveleridir. Bu güzel semere ve meyvelerden en nurlusu / en aydını, en güzeli, en kerîmi / en cömerdi / en eli açık olanı, en şereflisi, en lâtifi, en hoş olanı peygamber ve resullerin efendisi, her şeyi en iyi bilenlerin imam ve önderi, âlemlerin Rabbi olan Allah’ın habibi / sevgilisi olan Hz. Muhammed’dir.

“Lev lâke lev lâke lema halâktü’l-eflâke.” / “Sen olmasaydın (Ya Muhammed) , sen olmasaydın kâinatı yaratmazdım!” Kudsî / Kutsal Hadis’de ifadesini bulan küllî / umumî ve kaplayıcı bir nitelikte olan Hz. Muhammed’in Hakikati; hem hayatın hayatı, hem de kâinatın hayatıdır. Evet o hakikat; İsm-i A’zam’ın / Allah’ın En Büyük İsmi’nin en ihatalı / kuşatıcı şekilde tecellî etmesi / yansımasıdır. O hakikat; bütün rûh sahiplerinin nûrudur. O hakikat; kâinatın asıl çekirdeğidir. Kâinatın yaratılış gayesidir. Kâinatın en mükemmel ve tam bir meyvesidir. İşte bütün bunlardan ötürü, o hitap doğrudan doğruya Hz. Muhammed’e bakar. Sonra hayata, şuura, ubudiyet ve kulluğa; onun hesabına nazar eder / bakar. Velhasıl Hz. Muhammed; kâinat ve içindeki tüm canlıların ve akla gelen her şeyin nûru, bir bakıma manevî bir tohumu hükmündedir vesselâm.

Nasıl ki hayat bu kâinattan süzülmüş bir özettir. Şuur ve his de, hayattan süzülmüş, hayatın bir özetidir. Akıl da, şuurdan ve histen süzülmüş, şuurun bir özetidir. Rûh da, hayatın halis ve safî bir cevheri ve sabit ve bağımsız zâtıdır. Öyle de, Hz. Muhammed’in maddî ve mânevî hayatı da, hayattan ve kâinatın rûhundan süzülmüş özetin özetidir. Hz. Muhammed’in peygamberliği de, kâinatın his, şuur ve aklından süzülmüş en safî özetidir. Belki Hz. Muhammed’in maddî ve mânevî hayatı da, eserlerinin şahitliği ile, kâinatın hayâtının hayâtıdır. Hz. Muhammed’in peygamberliği kâinatın şuurunun şuuru ve nûrudur. Kur’an vahyi de, yaşayan hakikatlerinin şehadetiyle, kâinat hayatının rûhudur. Kâinat şuurunun aklıdır.

Eğer kâinattan Hz. Muhammed’in peygamberliğinin nûru çıksa, gitse, kâinat ölecek. Eğer Kur’an gitse, kâinat divane olacak. Dünya kafasını, aklını kaybedecek. Belki şuursuz kalmış olan başını bir gezegene çarpacak, bir kıyameti koparacak.

 

Önceki İçerikNe Zaman Uyanacağız!
Sonraki İçerikKocaeli Aydınlar Ocağı Mensuplarının Samsun Seyahati (1)
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.