Yanlış Anlaşılmanın Ağırlığı

84

Yorulmak için geldik hayata. “Çok çalıştın, biraz dinlen.” diyen dostlarıma, zaman zaman, “Yaşarken çalışalım, öldükten sonra, nasıl olsa, bol bol dinleneceğiz.” cevabını verdiğim olmuştur.

Yorulmak, hayatın sürekliliği, dinamizmi için gerekli eylem. İnsan niçin yorulur, nasıl yorulur, ne kadar yorulur, yorulma türleri nelerdir? Bunlara verilecek cevaplar, doğrudan, insanın niteliğiyle ilgilidir. Belki de sizin hayat telakkinizin aynasıdır, gücünüzün göstergesidir. Allah, dağına göre kar verir, demiş atalarımız. Ben de, “Beni bana sorma, yaptığım işe bak.” diyorum.

“Nasıl yaşarsan öyle ölürsün, nasıl ölürsen öyle dirilirsin ve hesaba çekilirsin.” uyarısını pek severim. Bir mihenktir benim için bu söz.

Ölüm, kaçınılmaz son. “Çürüyerek mi öleceğiz, yıpranarak mı”? Sorusu hayat tarzımızı belirliyor. Çürüyerek ölmeyi, kimse istemez. Kader değişmeyecek, çürümek bir kazanç getirmez; o halde yıpranarak ölmek, hem bu dünya hem öbür dünya için en kârlı tercih. Peki, ne adına yıpranacağız?

Her güzellik; bir bedelin, ödenmişliğin, adanmışlığın eseridir ve beraberinde belli yükler getirir. Bir yatırımdır güzellik. Kişi; eşyaya, paraya, insana, sanata … yatırım yapabilir. Ne istediğine bağlı bu. Bir yıl sonrasını düşünüyorsan buğdaya, on yıl sonrasını düşünüyorsan ağaca, yüzyıl sonrasını düşünüyorsan insana yatırım yapabilirsin. En doğru ve stratejik yatırım, insana yapılan yatırım.

Ayetle “Şüphesiz, insanoğlu pek nankördür.” diye tanımlanan insan, kendisine yapılan en zor yatırımdır. Emeğin, sabrın, terin, gözyaşının en kutsalı; bu yatırımdadır.

Ev, okul, dernek, vakıf, şirket, kısmen partiler birer yatırım aracıdır. İnsanlar, birbirlerine bu sosyal ortamlarda ulaşabilirler. İnsan ilişkilerinin sağlıklı yürümesine bağlıdır bu ortamlardaki süreklilik. Güven, ülkü, hoşgörü, açık sözlülük ve yüreklilik; buradaki sağlıklı ilişkilerin olmazsa olmazıdır. Ulaşılamayacak idealler, samimi olmama hali, başa kakma, üslup farklığı gibi negatif yaklaşımlar, bu kurumların, kısa zamanda sonunu getirir.

Türk toplumu bu yönüyle, bir şirketler, partiler, vakıflar, dernekler çöplüğüdür. Bu çöplükteki her çöp, kaybedilmiş yıllar, atılmış birikim, sonuçsuz ümit, küskünlük, kırgınlık, ötekileştirme, itibarsızlaştırma demektir. Maalesef, bu toprakta bu hastalık var. Bu hastalığın aile kurumuna kadar inmesi, aile kurumunun eskisi kadar koruyucu ve kuşatıcı olamaması, geleceğimiz adına korkunç bir realite.

Bireyselleşme, vahşi kapitalizmin doğurduğu mikrop. Ancak, içinde bulunduğumuz toplumun da bir türlü tedavi edemediği hastalıklar var: Hiçbir zaman önce kendimize, sonra çevremize karşı dürüst olamadık, dürüst olmanın ölçüsünü belirleyemedik. Hemen hemen her ailede yaşanan miras kavgaları bunun en somut örneği. Ne şirketleşmeyi becererek ticaretimizi güçlendirebildik ne vakıflaşmayı ve dernekleşmeyi becererek sosyal hayatı sağlam temellere oturtabildik. Şimdi de atalarımızın yeşerttiği ahilik ve vakıf kültürünü çocuklarımıza masal olarak anlatıyoruz.

Kurulan, yaşayan, yaşatılan her sosyal müessese bir başarı hikâyesidir. Her marifet, iltifat ister. Marifetsiz iltifat yersizdir, iltifatsız marifet sürekli değildir. Haset, fesatlık, bencillik gibi duygular bizi “iltifat” gibi yüce bir değerden çok kere alıkoyuyor. Temel’le İdris, amca çocuklarıdır. İkisi de her nasılsa iyi para kazanır. Köylerine cami yaptırmak isterler. İkisinin de bahçesi yan yanadır. Camiler de yan yana olur. Camiler tamamlanır, açılış yapılır, İdris’in yaptırdığı camiden ezan sesi gelir. Temel, “Oğlum bak bakayım ezan sesi nereden geliyor?” diye seslenir. “Amcamın camisinden.” cevabını alınca arkasını döner, surat asar. Sonra diğer camiden ezan sesi gelir. Temel, oğluna ezan sesinin nereden geldiğini tekrar sorar. “Bizim camiden baba.” diye cevap alınca Temel, kuvvetlice “Aziz Allah!” çeker.

Bu bir kültürdür, bu emeğin israf edildiği, birbirimizi yoran kültürdür.

Her sosyal yapı, birliktelik üzerine oturur. Birlikte olunan insanların üsluplarındaki farklılık, birbirlerini anlamamaları veya yanlış anlamaları, birbirlerinin niyetlerinden şüphelenmeleri de birer emek ve zaman israfıdır. Biz karnından konuşan bir toplumuz. Her şeyi söylemiyoruz, karşımızdaki bizi anlasın istiyoruz. Beklentimiz gerçekleşmeyince de ya geçmişteki fedakârlıklarımızı başa kakma yolunu seçiyoruz ya da refikimizi duyarsızlıkla, körlükle suçluyoruz. İşin hakikati konuşulunca da, belki pek az kere, özür yoluna başvuruyoruz. Özür, bir erdemdir; ancak hiçbir zaman hatayı sıfırlamaz. Öğretmen öğrencilerinden bir gün sınıfa bir tahta parçası ve birkaç çiviyle gelmelerini söyler. Öğretmen çivileri tahtaya çaktırır ve oradan tekrar çıkartır. Çocuklardan bu eylemi yorumlamalarını ister. Gelen cevaplardan sonra öğretmen şu yorumu yapar: “Çocuklar, çakılan her çivi sizin arkadaşınıza karşı yaptığınız bir hatadır, çivileri çıkarmakla özür dilemiş oldunuz. Peki, çıkardığınız halde çivilerin izleri de yok oldu mu? Önemli olan, özür dilenecek hatalar yapmamaktır.”

Hegel’in “Beni bir kişi anladı, o da yanlış anladı.” sözünü ve Nef’i’in “Tuti-i mucize guyem ne desem laf değil (Ben mucizeler söyleyen papağanım söylediklerim laf (boş söz) değil) / Çerh ile soyleşemem ainesi saf değil” (Felekle söyleşemem çünkü onun kalbi temiz değil) beytini pek severim. Birisine kendimi anlatmakta zorlandığımda, o kişi beni anlamadığında bu sözü hatırlamak, beni pek rahatlatır. Rahatlatır ama tatmin etmez.

Bir de iyi niyet ile başladığın ve devam ettirdiğin, uğruna zaman, emek, maddiyat harcadığın, hiçbir beklenti içine girmeyip varlık nedenin olarak yeşerttiğin, birlikte olduğun arkadaşlarından teşekkürden başka bir beklentiye girmediğin bir oluşumun neticesinde suçlanıyor olmak, kişide sadece bir hayal kırıklığı değil, ağır bir yorgunluk da oluşturur. Bu durmada yapılacak, bize yakışan en doğru davranış, herhalde Namık Kemal’in “Çekildik izzet ü ikbal ile bab-ı hükümetten” beyit’inin gereğini yapmaktır.

Hayat sürprizlerle dolu. Güzel her gülün, dikeni de oluyor. Başarının yanında başarısızlık, anlaşılmanın yanında anlaşılmamak, fedakârlığın karşısında nankörlük, iyiliğin karşısında kötülükle karşılaşmak, zirvedeyken kendini çukurda bulmak; bu güllerin dikenleri. Dikenine katlanma cesareti taşımayanların, gülü sevme hakkı yoktur.

Neyin israf, neyin kazanç olduğunu bilmiyoruz. Dikenle gülün bile farklı şeyler olduğunu, kişiden kişiye değiştiğini, bazı sancıların bir doğumun habercisi olduğunu sabrederek, zamanla öğreniyoruz. Hayat mektebinde, bu ilişkilerde kul hakkına çok dikkat etmek, adaletten sapmamak gerekiyor.

Erdemin bir ayağı da hak bilir olmaktır. Öyle değil mi? Dilerim, birbirimizi anlayan, yormayan bireyler; sağlam değerler üzerine kurulu toplum olalım.