Hikâye bu ya: Kadın, elindeki çubukla, yerde bir şeyler çizen çocuğa takılır, “Sen burada ne yapıyorsun?” Çocuk, “Hiç, cenneti parselliyorum ve isteyenlere satıyorum.” der. Çocuğun saflığına takılan kadın, “E, bana da bir parça ver, borcum ne olacak?” der. Çocuk bir parça parsel çizer ve “Senin için on lira yeter.” der. Kadın, bu diyalogdan gayet hoşnuttur. Çocuk saflığı ve yardımseverlik duygusu kendisinde olağanüstü bir hafiflik sağlar. Bu duyguyla gece rüyada kendisini cennette görür. Yaşadığı olayı kocasına anlatır. Beyefendi ertesi günü aynı yere gider, çocuğu bulur. Adam sevinir, “Sen ne yapıyorsun, eşime cennet satmışsın, bana da cennet satar mısın?” der. Çocuk, “Tabi satarım.” toprakta bir parsel çizer, “Ancak fiyat değişti, bu parsel bir trilyon.” der. Adam şaşırır, “Eşime on liraya vermişsin, bana, niçin bir trilyona satıyorsun?” deyince: “Eşin, bu parayı cennet için değil, benim gönlümü almak için verdi. Şimdi sen cennet için veriyorsun, cennet hem ucuz hem pahalıdır; cenneti almak gönülleri almaktır.”karşılığını alır.
Bu hikâye yaşanmış olabilir, olmayabilir; gerçeğe hiç de uzak değil. Burada ana düşünce, “cennet hem ucuz hem pahalıdır; cenneti almak gönülleri almaktır.” cümlesindedir.
Din olgusu inkâr edilemez bir gerçek. Her toplumun, şöyle veya böyle, sosyolojisini şekillendiriyor. Din, hem yol haritası hem değerler bütünü. Bir barış iklimi oluşturması gereken din, bizim gibi toplumlarda biraz da kavga sebebi, sürekli tartışma konusu. Ramazan dolayısıyla, her yıl bu tartışma biraz daha yoğunluk kazanıyor. Ortaklıklar yerine, farklılıklar öne çıkarılıyor. Bitirilemeyen “kader, iftar ve sahur vakti, sakız orucu bozar mı, faiz, kadının statüsü konusu, … vb konular yine temcit pilavı yapılacak. Dini, bir türlü, o temiz yerine koyamıyoruz, yaşayamıyoruz veya yaşatmıyorlar. Dini bir de gaybda, kozmik âlemde yaşatanlar var. Bir hayat kitabı olan Kur’an’da gördüğümüz kadarıyla, yine bir hayat sistemi olan İslam, nedense bizim için olağanüstü olan varlıkların denetimiyle yaşanabilir. Cinler, şeytanlar, melekler, özel yetenekli şeyhler, veliler; bu dinin temel aktörleri. Rüyalar ya da peygamberlerin temsilcisi, seçkin, büyük, özel görevli insanların şizofren yorumları, hayatımızı kurguluyor, biz onların öngörülerini din olarak yaşıyoruz. Ortaya, kaotik bir din çıkıyor, biz de bu din için kavga ediyoruz. Kan gövdeyi götürüyor. “Huzur, İslam’da.” diye kitaplara veya duvarlara yazmak, huzur getirmiyor. Huzur, dini doğru yaşamakta.
Din, “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” der, biz aç insanları görmezden geliriz. Din, gıybet yapmayı, ölü insan eti yemeye benzetir, biz her gün o eti yeriz. Din, ölçüde doğruluktan bahseder, biz hırsızlık yaparız. Din; haktan, adaletten, empatiden bahseder, biz haksızlık, bencillik yaparız. Din, vermenin, bağışlamanın öneminden bahseder, biz cimrilik yaparız. Din, “Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz.” der, biz yemelerimizde ve harcamalarımızda sonsuz bir iştiha ile tüketim yaparız. Din, evlatların, eşlerin, zamanın, sağlığın emanet olduğundan, korunması gerektiğinden bahseder, biz büyük bir sorumsuzlukla kendi dünyamızı yaşarız. Din, iki dünya dengesinden bahseder, biz ya hiç ölmeyecekmişiz gibi bu dünya ya da bu dünya bir hiçmiş ne varsa her şey öbür dünya içinmiş gibi yaşarız. Bazen öyle oluyor ki, dini Kur’an’ın anlattıklarından, Peygamberimizin öğrettiklerinden daha iyi biliyoruz. Sık sık Umre’ye ve Hacc’a giden Temel’e bir gün: Hz. Muhammet, senin kadar Hacc ve Umre yapmadı.” denmesi üzerine Temel’in, “Peygamber, benim kadar muttaki değildi.” demesi gibi, garip bir din anlayışına ve yaşayışına sahibiz.
Din, samimiyettir. Din, gönül toprağında gül olmaktır. Dini böyle anlarsak, dinin de, Ramazan ayının da, orucun da hakkını vermiş oluruz.
Dini öğrenme ve yaşama ayı Ramazan, herkese hayırlar getire…