Ahlâk gerekir mi?

110

Uzun vadede cemiyet kazanacak diye kısa vadede kişisel çıkarı ertelemek kendiliğinden gelişecek bir davranış mı?

Bir zamanların popüler kitabı “Duygusal Zekâ”da Daniel Goleman, kişisel hazzın ertelenmesini anlatır. Dört yaşında çocuklar birer birer deney odasına alınmakta, her birinin önüne bir şekerleme (marshmallow) bırakılmakta ve psikolog, “Ben dönene kadar bunu yemezsen sana daha bir avuç veriririm” deyip odayı terk etmekte. Bazı çocuklar psikolog çıkar çıkmaz şekerlemeyi mideye indiriyor. Bir kısmı ise büyük eziyet çekse de ilerde gelecek bir avuç şeker için sabrediyor. Sabra yardımcı olacak davranışları gözlenmiş: Şekere değil de tavana, duvarlara bakmak. Kalkıp stres atmak için tepinmek. Deneye katılan çocuklar 14 yıl sonra bulunup incelenmiş. Hazzı erteleyenlerin tahsil hayatında, hemen yiyenlere kıyasla fark attığı görülmüş.

Fakat Coleman’ın anlattığı deneyde sadece zaman unsuru o da 15-20 dakika gibi kısa bir zaman unsuru var. Hâlbuki toplum için hazzı ertelemede hem zaman hem de bencillik yerine özgecilik (diğerkâmlık) var. Diğer insanları, toplumu düşünmek var. İki engel birden. Altın gününde altınları cebe attıktan sonra kaybolmak o kadar cazip ki… Veya suçu arkadaşım işledi deyip kurtuluvermek. Şehrin altın değerindeki tek yeşil alanına apartman veya AVM dikivermek. Hazır partide başa geçmişken muhalifleri ihraç edivermek. O halde ahlak davranışları nasıl kazanılıyor?

Genetikten Gelen İçgüdü

Zor görünen bu sorunun iki cevabı var. Birincisi genetik; isterseniz fıtrat deyin. Ferdin toplum yararına kendi çıkarından vazgeçmesi toplum hayatı yaşayan canlıların genlerine işlenmiş. Çünkü bu davranış, soyun devamı için avantaj sağlıyor. Yarasalar, herhangi bir gece avda şansı yaver gitmemiş oba arkadaşlarını, kendi rızıklarından verip besliyorlar. Daha da ilginci, bu kurala uymayan ihtiyacı olanı beslemeyen yarasa cezalandırılıyor; avlanamadığı zaman onu kimse beslemiyor. Şempanzeler yaklaşan bir tehlikeyi mesela bir kaplanı veya yılanı obaya haber vermek için çığlık atıyor ve bu sırada yırtıcıya kendi yerlerini belli ettikleri için tehlikeli bir fedakârlık yapmış oluyorlar. İnsan da toplum hayatı yaşayan bir tür; o da diğerkâmlıkla donanmış.

Genetiğimizden gelen böyle içgüdülere dinimizde “fıtrat” deniyor. Fıtrat “fatr” kökünden ve fatr, “başlangıcından yarmak, kazmak” demek. Eh, 7. asırda “genlere kodlamak” denemezdi herhalde… İnsan mensubu olduğu cemiyetin çıkarını düşünmeye genleriyle programlanmıştır. Ahlâkla ahlâksızlık, iyi insanla kötü insan farkı; bütün canlılardaki “önce ben” programıyla cemiyette yaşayanların “önce cemiyetim” programının hangisinin baskın çıktığıyla belirlenir.

 

Mahalle Baskısı Güzeldir

İkinci sebep, ahlâksızlıkta tekrarın zorluğudur. Altın gününden bir kere kaçabilirsiniz. Sonra sizi kimse altın gününe çağırmaz. Kazan-kaybet oyunları tekrar tekrar oynanırsa edinilen tecrübe onları kazan-kazan oyununa döndürüyor. Aynı arkadaşıyla tekrar tekrar hapse düşen mahpus artık arkadaşını gammazlamamayı öğreniyor.

Edinilen ahlâklı davranışın cemiyette yerleşmesi, gelenek hâline gelmesi şart. Bu gelenekleşme önce dar çevrelerde oluyor. Ahiliğin esnaf topluluklarında başlamasının sebebi bu. Esnaf loncaları, toplumdaki dernekler bu sık temaslar sonunda oluşuyor. Bizim esnafımız, bilhassa aynı işi yapanlar da aralarında küçük alışverişleri senetsiz, çeksiz; güven üzerine yaparlar. Bu birbirini tanımaktan, itibardan kaynaklanır. Tanıma ve itibar da tekrar tekrar temastan. O itibar yıllar içinde tekrar tekrar denenmekle kazanılır, bir hata ile de sıfırlanır. Sonra ahlâklı küçük topluluklar bütün cemiyeti sarıyor, bütün cemiyete öğretiyor. Sonra o toplum, yaşadığı ahlâkı nesilden nesile aktarıyor. Bu da cemiyetin ahlâk baskısını doğuruyor. Mahalle baskısı her zaman kötü değil. Toplumu toplum kılan o “mahalle baskısı”dır.

Fakat bir cemiyette, altın gününe tekrar başvurana “canım herkes çalıyor, gel bakalım, bu sefer de belki biz senden çalarız” diye yaklaşılıyorsa, o cemiyet belini doğrultamayacaktır.“Çalıyor ama çalışıyor”, “biz iktidara gelelim, biraz da bizimkiler yesin”, “müthiş adam, delegelerin çoğunluğu onu istemedi ama ne yapıp yaptı, hepsini tepeledi” gibi ahlâksızlığa methiye düzen yargılar, cemiyetin içine düştüğü kokuşmuşluk çukurundan yükselen kokulardır.

Ahlâkla donanmış; güveni, saygıyı, sevgi ve itimadı içselleştirmiş, “takva” sahibi toplumlarda bu değerler yıllar sürebilen veya hiç sona ermeyen ortaklıklara, dev şirketlere, dünyaya hâkim filolara gider. Ahlâkını kaybetmiş toplumlarda ise demagog ve mutlaka çok yüce liderlerin kuvvet biriktirme çekişmelerine.

Değerleri sayesinde kalkınan, zengin olan sadece Kuzey İtalya değildir. Etnik azınlıklar da zaman zaman “biz” hissi ve aralarında tesis ettikleri karşılıklı güvenle aynı refahı ve başarıyı yakalamıştır. Avrupa’da ve Avrupa-Amerika arası ticarette bazı püritan mezhep mensuplarında, Güneydoğu ve Doğu Asya’da azınlık oldukları ülkelerde Çinliler arasında, Avrupa’da bazı Yahudi mezheplerinde değerlere dayanan itimat ve zenginleşme meydana gelmiştir.

Mehmet Akif’in gözünde Japonlar da öyle bir toplumdur. Onun beyitlerine bakalım:

Sorunuz, şimdi, Japonlar da nasıl millettir?
Onu tasvire zafer-yâb olamam, hayrettir!

Şu kadar söyleyeyim: Din-i mübinin orada,
Ruh-u feyyazı yayılmış, yalınız şekli: Buda.

***

Müslümanlıktaki erkân-ı sıyanette ferid;
Müslüman denmek için eksiği ancak tevhid.

Doğruluk, ahde vefa, va’de sadakat, şefkat;
Acizin hakkını i’laya samimi gayret;

En ufak şeyle kanaat, çoğa kudret varken;
Yine ifrat ile vermek, veren eller darken;

***

İhtirasat-ı hususiyye söyletmeyerek,
Nef-i şahsiyi umumunkine kurban etmek…

Akif, Japonların Müslüman olmasını bekliyordu. Olmadı. Ama zengin oldular. Bu arada Müslümanlara olanları Akif göremedi, çok şükür.