Bir Başka Açıdan Atatürkçü Düşüncede Çağdaşlaşma (2)

95

Atatürk de zekâvet ve taharrisinin / araştırmasının elverdiği ölçüde, elinin erişebildiği, gözünün görebildiği, kulağının duyabildiği nisbette muttali olduğu ve telâkkî ettiği / edindiği söz ve fikirleri, yeniden ve farklı bir açıdan bizlere sunmuş “Boyuna, başkalarının düşüncelerini alıp, kendine uydurarak benimsemiş” az rastlanır bir kişilik sahibidir. (Lord Kinross, ATATÜRK, Türkçesi: Necdet Sander, 9. Baskı, İstanbul – 1984, s.18)

Çağdaşlık taklit değil, kopya etmektir. Nitekim: “Japonya kendi gelenekselliği içinde Batı’daki teknolojik çağdaşlığı kopya ederek kazanmıştır. Taklit ederek değil. Kopya etmekle taklit etmek arasında; bir yazıyı kopya etmekle taklit etmek arasında ne fark varsa, o kadar fark vardır.” (Çetin Altan, 9 Aralık 1992 Sabah)

Taklit etmekte, hem ruh hem de şekil başkasının; kopya etmekte ise ruh başkasının biçim bizimdir. Taklitte biçime de benzemeye çalışmak vardır. Tıpkı bir tavuğun kendi uçuşuyla Şahin’in veya Kartal’ın uçuşlarını taklit etmesi gibidir ki, insanı gülünç bir kılığa sokar. Üstelik başkasının yürüyüşünü taklit edeyim derken, kendi yürüyüşünü unutturur.

İnsanı sevmek başka, beğenmek daha başka bir şeydir. İnsan her zaman zâtı için sevilir olmaz. Bazan ona karşı sevgi ve saygımız, sıfat veya san’atı yahut yaptıkları içindir. Demek her bir kişinin, her bir sıfatı beğenilmesi gerekmediği gibi, her yaptığının da doğru olmadığını söylemek ve reddetmek aynı şekilde yanlıştır.

Bundan dolayı kendisini sevmediğimiz birinin, doğru olan bir sıfatını, güzel bir san’atını beğenip, onu benimsemek ve iktibas etmek / almak yanlış olmasa gerek.

Bir binanın farklı açılardan ve yerlerden yüzlerce değişik fotoğrafı çekilebilir. Çeken niyet ve isteğine göre binayı güzel de, çirkin de gösterebilir.

Atatürk de çok yönlü olması hasebiyle ve hemen her konuda fikir beyan etmiş olmasından ötürü, kendisine çeşitli zâviye ve açılardan bakılabilecek nâdir kişilik taşıyan biridir.

Binaenaleyh herkes O’nu kendi âyinesinin rengine göre şöyle veya böyle görebilir ve gösterebilir.

Kaldı ki, Atatürk idealistti. Fakat realist davrandı. Yapmak istediklerini zamanı gelinceye kadar saklı tuttu ve ifşa etmedi. Ancak yapabileceğine kaani olduğu zaman, önce fikrî zemini hazırladı sonra icraata koydu. Yani realist oldu.

Zaten bütün büyük zâtlar, idealist değil; realist oldukları için muvaffak olabilmişlerdir. İşte Mustafa Kemal bunlardan biridir. Nerede ne zaman nasıl konuşması gerektiğini çok iyi takdir edebilen, nâdir bir şahsiyettir. Nitekim Adana konuşması, mecliste başgösteren “Kürtçülük” cereyanını, maharetle, müspet şekilde yatıştırması, İstanbul’da “Yoldaşlar” diye başlayan hitabesi bunun somut örnekleridir.

İdealde doğru olan, realitede doğru olmayabilir. İdealist olmak herkesin kârı, realist olmak ise basîret ve feraset sahiplerinin işidir. İdealist olmak kolay, realist olmak ise zordur. Asıl olan ise realistliktir.

Çünkü zâtında doğru olan bir şey, muktezayı hâle yâni zemin ve zamana uygun düşmeyebilir ki, meselâ aslında, ideal ve güzel bir fikir olan adem-i merkeziyetin / yerinden idarenin bizim bünyemize gitmeyeceği gibi. Çünkü bizim bedenimize uymayan bir libas / elbisedir. Zira adem-i merkeziyet, bizde Beylik ve Muhtariyet ve Özerkliğin öncüsü olarak, ancak parçalanıp dağılmayı netice vereceğinden yâni fiiliyatta kötü bir sonuç doğuracağından, realitemize ters düşmektedir.

Çağdaş düşüncede doğuş değil, oluş asıldır. Çünkü insanlar, doğuşlarıyla değil, oluşlarıyla birlik teşkil ederler. Sendikalar, dernekler, okul aile birlikleri, taburlar, bölükler bunun somut örnekleridir. Demek ki, aynı yeri, aynı zamanı ve aynı maksadı paylaşmak bir sınıf muhabbeti doğuruyor ki, bir araya gelmekte asıl temeli de bu oluşturuyor. Doğulan yer değil, doyulan yerde yaşar insan. Şeyh Sâdî merhum bir gazelinin makta’ında / son beytinde: ” ‘Ey Sâdî, vâkıa (Hubbü’l-vatan mine’l-iman) yâni Vatan muhabbeti imandan gelir hadîsi sahihtir. Lâkin ben burada doğdum diye insanın tevellüd ettiği / doğduğu yerde hakaretle ölmesi doğru değildir.’ demiştir.” (Mesnevî, Terceme ve Şerheden: Tâhir-ul-Mevlevî, 2. Baskı, İstanbul (Tarihsiz) C. 1, s. 55)

 

 

Önceki İçerikTürkler üzerinden siyaset
Sonraki İçerikİsmet Binark Armağanı
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.