Din Görevlilerinin Genel Kültür, Din ve Siyasetle İmtihanı

112

Yıllar önce “Din Görevlileri ve Genel Kültür Konuları” başlıklı bir yazı yazmıştım ve bu yazı -şimdi, tam hatırlamıyorum ama- Karınca ya da Size Edebiyat dergilerinden birinde yayınlanmış, ayrıca Diyanet İşleri Başkanlığı’na da göndermiştim. Diyanet, verdiğim örnekler için “haklısınız” dememişti de “Görevlilerimize hizmet içi eğitimler verilmektedir” mealinde bir cevap vermişti. O yazıda ezcümle şunları yazmıştım:

Din görevlilerimiz şair olarak genelde Mehmet Akif Ersoy’u bilmekte, Yahya Kemal’den, Arif Nihat Asya ve başkalarından okudukları beyit ya da dörtlükleri Mehmet Akif Ersoy’a atfedip geçmektedirler. Mesela,  mahallemizdeki cami imamı 30 Ağustos sonuna rastlayan Cuma hutbesinde ‘Mehmet Akif’in ifade ettiği gibi; “Şu kopan fırtına Türk Ordusudur Ya Rabbi Senin uğrunda ölen ordu budur Yârabbi ! Tâ ki yükselsin ezanlarla müeyyed nâmın, Gaalib et, çünkü bu son ordusudur İslam’ın” deyip geçti. Oysa bu şiir Yahya Kemal Beyatlı’ya aitti.

Zamanın Altındağ Müftüsü Hacıbayram Camii’nde vaaz veriyor, ben de Ulus’taki camilerden birinde dinliyorum. O da Çanakkale savaşlarından söz ederken, “Ruslar Çanakkale’ye geldikleri zaman..” deyip duruyor, ben de “Yahu Ruslar Çanakkale’ye gelmişler mi idi ki” diye düşünüyorum. Öyle ya orada İngilizler, Fransızlar ve Avustralyalı Anzaklar felan vardı. Anladım ki Hoca efendi “düşman” yerine “Ruslar” diyor.

Bu defa zamanın Ankara Müftüsü Kocatepe Camii’nde Cuma Namazı öncesi kürsüde konuşurken bir misal vermek istemiş ve “Ziya Paşa Büyük Elçi iken…” diye söze başlamıştı. Ben de çok meraklıyım ya, “Ziya Paşa Büyükelçilik yapmış mı idi yahu” diye düşünürken o devam etti: “Avrupalı diplomatlar, Türkiye’nin nüfusu kaç diye sormuşlar, o da elli milyon demiş. O kadar var mı diye sorduklarında da biz ölülerimizle birlikte yaşarız deyivermiş!” Oysa bu nükte de Ziya Paşa’ya  değil yine Yahya Kemal Beyatlı’ya aitti ve o sıralarda Türkiye’nin nüfusu 13 – 15  milyon civarında idi.

Bu misaller 10 – 15 yıl öncesine aitti. Kanıksadığım için artık dikkate almaz olmuştum ama daha birkaç ay öncesinde yine Ankara’da ve yine bir Cuma vaazında konuşan emekli bir İmamın verdiği misal yaramı depreştirdi. Birlikte olunursa güçlü olunacağını anlatırken verdiği misal şu: “Selçuk Bey oğullarını toplamış ve eline bir çubuk alıp kırmış. Sonra iki, üç çubuk almış, onları da kırmış. Çubuklar çoğalınca kırması zorlaşmış ve artık kırılmaz olunca oğullarına şöyle demiş. İşte, birlik olursanız sizinle kimse baş edemez!”

Bu misal de malum, Oğuz Han’a atfedilir. Bilge Tonyukuk’un da böyle bir öğüdü vardır ama Selçuk Bey zamanında zaten yeni bir güç olarak ortaya çıkma savaşı verildiği için kardeşler ve boy mensupları için ayrılığı, kavgayı düşünmeye zaman bile yoktur.

Bir de en yenisi…

Hadi öncekiler genel kültür konuları idi diyelim; ya şuna ne buyurulur?

Ankara’nın kenar semtlerinden birinde büyükçe bir cami. Cuma namazının hemen öncesi ve cemaat oldukça kalabalık. Yolum oraya düştüğü için ben de o camideyim. Terör iyice tırmandığı ve her gün oldukça kabarık şehit haberleri geldiği için anlaşılan camilerde topluca dua edilmesi istenmiş. İyi, güzel… Güzel de böylesine büyük ve gösterişli bir caminin görevlisi dua adabını ya da Cenab-ı Allah’a nasıl hitap edilip nasıl yardım isteneceğini bilmiyorsa ne yapmalı?

Hani bir zorbadan kurtulmak isteyen biri, despot, ayyaş eşinden bıkıp usanan kadın “Ne olursun yapma, ne olursun dövme – sövme, ne olursun içme…” gibi ifadelerle yalvarır ya, bizim Hoca Efendi de -hâşâ ve hâşâ- sanki bir şahısa yalvarır gibi her cümlenin başında Allah’a “Ne olursun?” diye hitap ediyor? Önce sürçü lisan sanmıştım ama üç, beş ve daha fazla “Ne olursun?” çekilince rahatsız oldum. Demek ki bu konularda da yapılacak çok iş, verilecek çok eğitim var.

Kısacası, camilere ve hele hele Cuma namazlarına her daldan, her kültür seviyesinden insan gelmektedir. Hatta ve hatta dini konularda namaz kıldırıp vaaz verenlerden daha ehil kişiler de orada bulunabilecektir. Öyle ise İmam ve Hatiplerin iyi donanımlı ve genel kültür konularına da vakıf olmaları gerekmez mi?

Peki, ya din görevlilerinin bağlı olduğu merkeze, Diyanet İşleri Başkanlığı’na ne demeli? Diyanet Takvimi’nde Mekke’nin fetih tarihi olarak 1 Ocak gösteriliyor. Yıllardan beri de bazı gruplar güya yılbaşı kutlamalarına alternatif olsun diye o tarihte fetih kutlaması adı altında bazı programlar düzenliyorlar ve sanki Diyanet de bunlara alet oluyor. Bu durum inatlaşmaya yol açtığı için de adeta “Kaş yapayım derken göz çıkarılıyor!” Oysa muteber tarih kitaplarına ve hatta Diyanet’in kendi yayınladığı İslam Ansiklopedisi’ne göre Mekke’nin fetih tarihi 11 Ocak. Ben bunu da dert edindim ve -maalesef cevap alamadığım başka sorularla birlikte- 2015 yılı başlarında Diyanet İşleri Başkanlığı’na sorup, “Nasıl ki tarihi bir vak’a olan İstanbul’un fetih tarihini 29 Mayıs yerine mesela 19 Mayıs’a çekemezsek Mekke’nin fetih tarihi de değişmemelidir” dedim. Sağ olsunlar, bu konuda, Başkanlığın Basılı Yayınlar Dairesi Başkanı Yunus Akkaya beni telefonla arayarak, “Ben de araştırdım, tarih konusunda haklısınız. Gelecek yılın (1916) takvimlerinde düzeltilmiş olarak göreceğinizi söyleyebilirim” demişti. İşte, takvimlerin çıkmasına az bir zaman kaldı, göreceğiz.

Bu işin bir yönü…

Diğer yönü ise daha feci diyebiliriz. Şöyle ki:

Son yıllarda maalesef din görevlilerinin önemli bir bölümü siyaset girdabının içine girdiler ve debelenip duruyorlar. Başkanlığın da bu konuda pek çok ithama maruz kaldığı malum. En azından bazı konularda eyyamcılık yapılıyor olması kimsenin gözünden kaçmıyor. Siyasi kimliği olan birtakım kişilerin cami avlularında ve hatta cami içlerinde politika/propaganda yapmaları, ellerine mikrofon alıp konuşmaları hoş değil ve dine mugayirdir. Allah korusun bunun önü alınmaz ve yapanlara, göz yumanlara müeyyide uygulanmazsa camilerimiz Kur’an-ı Kerim’de Allah tarafından men edilen birer “Mescid-i Drar” (Tevbe Suresi, 107 – 117. Ayetler) (Zarar Mescidi) haline gelebilir. Çünkü o yapılar siyaset için değil ibadet içindir. Her ne maksatla olursa olsun siyasilerin camiler içinde ya da avlusunda konuşma yapmaları doğru değildir. Bu konuda Diyanet’e yaptığım bir müracaata da İstanbul Müftülüğünden şöyle bir cevap gelmişti: “…Yapılan tetkikat sonucu, siyasi konuşma yapan din görevlisi ikaz edilmiştir/cezalandırılmıştır!” Oysa ben din görevlisinin siyasi konuşma yaptığını değil, bir siyasinin cami içinde eline mikrofon alıp konuşmasını şikâyet etmiştim.

Dert çok da bir örnek daha verip noktalamak istiyorum. 2015 Kurban Bayramı’nda, Bayram Namazı’nı ilçemizin bir köyünde kılmıştım. Anlaşılan, postacı köye gelen mektupları İmam Efendi’ye teslim ediyor, o da cemaate/sahiplerine veriyordu ki, namaz çıkışı cemaatten birine gelen zarfı uzatırken, “Bak gördün mü, sen oyunu başka partiye veriyorsun ama bunlar sana bayram tebriği gönderiyorlar” dedi. O sözü duyunca gayrıihtiyari bakıp “lahavle” dedim. O köyde misafir olarak bulunmasam ya da İmamla samimiyetim olsa lafımı da esirgemeyecektim.

Bunlar hoş şeyler değil… Kendini yetiştirip geliştirmeyen, araştırıp öğrenmeyen her meslek erbabı gibi din görevlilerinin de topluma vereceği bir şey yoktur. Hele hele din görevlisi siyasete bulaşmış ve bulaştırılmışsa artık ondan hayır beklemeyin.

İşin özeti şu: Et çok önceleri kokmuştu ve tuzlanmıştı ama tuz da koktu ve ortam çekilmez bir hal aldı. Gayret edip “Ne oluyoruz yahu!” diye şöyle bir silkinip kendimize gelirsek umulur ki Allah sonumuzu hayra çıkarır.