Herkeste potansiyel olarak, az veya çok -kişiye göre değişen- akıl vardır.
Herkesin seçtiği sahaya göre yaptığı tahsil, eitim ve öğretimle aklı gelişir. Bu şekilde o kişi uzmanlaşır.
Herkeste doktor, avukat, mühendis, mimar veya siyaset adamı olmak için gereken potansiyel vardır. Herkes ne isterse o olabilir. Fakat şarta bağlı. Meselâ bir kimse Hakim, Savcı veya Avukat olmak isterse; ilk, Orta ve Lise’den sonra Hukuk Fakültesi’nden mezun olmalı. Hatta yüksek Lisans ve Doktora yaparak bir kat daha uzmanlaşması mümkün.
İşte ancak bu safhalardan sonra, Hukuk dalında “Benim de aklım var.” diye, yine hukukçu olan biriyle hukuk alanında münazara ve tartışmaya girebilir. Karşılıklı fikir alışverişinde bulunabilir.
Yoksa hukukçu olmayan biri, başka dalda allâme dahi olsa, hukuk konusunda “Benim de aklım var.” diye o sahanın mütehassısı karşısında susmasını bilmeli. Çünkü kendi sahasını bilen başka alanların câhilidir. Harsî ve Kültürel mânada sathî ve yüzeysel biliş icabı konuşma ve sohbetler ayrı bir husus.
Keza hangi saha olursa olsun, kimse uzmanlığı dışındaki bir mevzu ve konuda “Benim de aklım var.” diye,ileri geri konuşarak fikir dermeyan etmemeli. Aksi takdirde bu; fikir teatisi / fikir alışverişi değil; ancak boş bir münakaşa, yersiz bir tartışma olur. Yapanı da mağdur, mahkûm ve hatta mahçup eder.
Demek ki, kültür sohbetleri dışında, aynı konuda uzman olmayanların “Benim de aklım var.” diye ileri geri konuşmaları; kıymetli vakti boş yere heba etmelerine yol açar.
Zira akıl; akıl olacak. Yani konuşmak ve yazmak istediği sahada yetişmiş, gelişmiş ve uzmanlaşmış olacak. Sırf “Benim de aklım var.” diye her şey hakkında fikir ileri sürmenin sonu hüsran ve mahcubiyettir.
Evet akıl; akıl olacak. İnsanın istediği ilim, meslek ve meşrep dalında yeteri kadar eğitim ve öğretimden geçmiş olması lâzım ki, o dalda kendisini salâhiyet ve yetkili görerek; bu tip toplantıların içinde yer alabilsin.
İşte ancak o zaman:
“Çıkar âsâr-ı rahmet, ihtilâf-ı rey-i ümmetten.”
Yani ancak aynı konuda ihtisas yapmış, aynı meslek mensupları, kendi müşterek / ortak konuları hakkında konuşurlarsa; işte ancako zaman ondan; güzel, faydalı ve iyi sonuçlar zuhûr eder.
Yoksa bir fizikçi ile bir edebiyatçının; fizik hakkında konuşması, neticesiz bir münakaşadan başka bir şey değildir.
Yine bir edebiyatçı ile bir fizikçinin; edebiyat hakkında konuşmaları da, menfî bir netice vermekten başka bir işe yaramaz.
Ancak iki fizikçi, fizik hakkında veya iki edebiyatçı, edebiyat hakkında konuşurlarsa,ancak bu takdîrde yeni fikirler ve güzel görüşler ortaya çıkar.
Mehmet Âkif bile, yazdığı şiirlerin ortaya çıkmasında ilhamın yerinin çok az olduğunu nazara verir. Başarısını çok çalışmasına borçlu olduğunu söyler. Edebiyat dalında azîm gayret, büyükçaba sarfettiğini belirtir.
Yazımızı yerinde bir tespit ile bitirelim:
“Akıl; ilmi kabule hazır bir kuvvettir. İlim de, insanın akıl kuvveti ile faydalandığı bilgi diye tarif edilmiştir. Akıl biri fıtrî (doğuştan gelen), diğeri kisbî (sonradan kazanılan) olmak üzere ikiye ayrılır. Kisbî akıl olmadıkça, fıtrî akıl hakkıyla fayda temin edemez. Işık olmadıkça gözden istifade edilemediği gibi.
“Alman âlimleri aklın yüzde 75’inin kisbî olduğunu isbat etmişlerdir. Fıtrî akıl sahibi nice kimseler vardır ki, tahsil (eğitim ve öğretim) ile ilim elde edemediklerinden, akılları inkişaf edememiştir. Bu akılların çoğu, yerinde kullanılmadığı için zararlı olmuştur.” (Esbâb-ı Nüzûl Cilt: 1, H. Tahsin Emiroğlu, Yasin Y., İstanbul-2013 s. 92)