Bazıları millî mücadeleyi ve Mustafa Kemal Atatürk’ü
küçültmek için hiç harp edilmedi, tek kurşun atılmadı gibi laflar ederler ya.
Gerekçeleri de vardır: Bizim Millî Mücadele dediğimiz şey Yunan okul
kitaplarında yoktur…” Doğrudur, Millî Mücadele yazmaz; Yunanlılar ona “Anadolu
Felaketi” derler.
Nasıl doğada her şeyin, bizim zehirli dediğimiz yaratıkların
bile bir yararı varsa; bunların da yararlı tarafları var. Onlar olmasa iki gün
önce İzmir’de seyrettiğimiz muhteşem manzara oluşur muydu? Allah razı olsun.
Son zamanlarda şahit olduklarımızın dışında aklımda kalan,
bir AKP Milletvekili’nin, “…Biz milli güvenlik akademisinde, oralardaki
şehitlikleri dolaştık. Bütün şehitlikler temsili. Bunlar çok önemli, anlayış
olarak bir yere gelmek istiyorum. Burada Ankara Hükümeti’nin meşruiyetiyle bazı
şeyler yapılmış süreç içinde bazı şeyler…” sözlerini hatırlıyorum. Neydi acaba o bazı şeyler?
Devlet yerine Ankara Hükümeti veya “rejim” demek de yaygın.
Değil mi, tek kurşun atılmadıysa, ne şehitliği? Sanki ayrı bir tarih öğretimi
var! Gerçekten var; buna inanıyorum. Bu kadar kelli felli insan bu kadar benzer
şeyleri tesadüfen mi söylüyor?
Atılmamış kurşunlar, ölmemiş şehitler
Bu sözler bana Benedict Anderson’un şu satırlarını
hatırlatmıştı:
“Modern milliyetçilik kültürünün en çarpıcı sembolleri,
Meçhul Asker lahitleri ve anıtlarıdır. Geçmiş zamanlarda benzeri bulunmayan bu
anıtlara toplumun yönelttiği törenli saygı, kasten boş bırakıldıklarından veya
içinde kimin yattığının bilinmemesindendir. Bu modernitenin şiddetini hissetmek
için şöyle bir hayal kurun: Bir işgüzar, lahitte kimin yattığını
‘keşfettiğini’ söylesin veya anıtın içini gerçek kemiklerle doldurmaya kalksın.
Bu, zamanımıza ait kutsala hakaret eylemi olurdu! Bu lahitler ölümsüz ruhların
ölümlü kalıntılarını taşımasa da millî hayaletlerle doludur. (İşte bu yüzden
birçok millet, içlerinde bulunmayan sakinlerinin milliyetlerini belirtmeye
gerek görmemiştir. Başka kim olabilirler ki? Muhakkak ki Almandırlar,
Amerikandırlar, Arjantinlidirler…)”
Öyle ya. Mademki şehitlik yapıyoruz, çoğu düştüğü yerde
gömülmüş, 9167 şehidimizin kemiklerini toplayıp bunların içine koymalıydık!
Değil mi?
Benedict Anderson, Arif Nihat Asya’nın “Bir bayrak rüzgâr
bekliyor”unu okumuş gibidir:
Türbesi yakışmış bu kutlu tepeye;
Yattığı toprak belli,
Tuttuğu bayrak belli,
Kim demiş meçhul asker diye?
Millî günler devlet zoruyla mı kutlanırdı?
Sık tekrarlanan bir başka komplo teorisi, millî bayramların
ve şehirlerimizin işgalciden geri alınış kutlamalarının devlet zoruyla
yapıldığıdır.
Her ülkede komplo teorisyenler çıkabilir, her ülkede
olmayacak laflar edilebilir. Mesela, iki dünya harbi de olmamıştır, Amerika
kıtası diye bir yer yoktur, keşfi komplodur. Dünya öyle milyarlarca yıl yaşında
değildir, altı bin yıl önce yaratılmıştır. Yuvarlak değil düzdür, diyenler
bulunabilir. Bunlara önem verilmez. Durumları çok ilerlemişse zorunlu tedaviye
başvurulabilir. Fakat böyle tiplerin devletin yüksek kademlerinde görev
aldıkları pek görülmez. Onlara, belki birkaç oy getirir diye, büyük âlim falan
denilmesine de bizim dışımızdaki dünyada pek rastlayamazsınız.
İki gün önceki yazımda size müttefiklerin 1922 Ağustos’undan
Ekim başlarına kadarki bazı raporlarını naklettim. Müttefiklerin yani
düşmanlarımızın, o olmayan savaş, uydurma şehitler hakkındaki raporlarını.
Birinci elden babaannemim anlattıklarını verdim. Şimdi sıra benim
hatıralarımda. 1950’lerde, 1960’larda, İzmir’in kurtuluşunun nasıl kutlandığını
anlatmak istiyorum.
29 Ekim gibi millî bayramlarda, biz öğrenciler de
resmigeçitlere katılırdık. Askerle birlikte rap rap geçerdik. Bu düzgün geçidi
sağlamak için bayramdan önceki beden eğitimi derslerimizde asker gibi yürümeyi
talim ederdik.
Çocukluğumun İzmir’i, 9 Eylül’ü
Fakat 9 Eylül bayram değildi. Biz o kutlamada geçit falan
yapmazdık. Fakat bakın ne olurdu…
7- 8 Eylül günlerinden başlayarak çevre kasabalar ve köyler
İzmir’e inerdi. Otellerde yer kalmazdı. 8 Eylül akşamı ve 9 Eylül sabahı,
Basmane meydanında yatan köylüleri hatırlıyorum. 9 Eylül sabahı onlar kalkardı.
Bütün İzmir ayağa kalkardı ve halk, kordon boyunda resmigeçit yapardı. Göğsü
İstiklal Madalyalı gaziler geçerdi; esnaf, köylü geçerdi. Bir kısmının
başlarında kalpakları olurdu, Millî Mücadele’ye katıldıkları esvapları
giyerlerdi.
Tek resmî katkı, kurtarıcı süvariyi temsilen geçen bir
süvari birliğiydi. Mızraklarının ucundaki kırmızı flamaları hatırlıyorum. Bir
de atların nallarının, Arnavut kaldırımına çarptıkça çıkardığı kıvılcımları.
Ancak en önemli hatıram seyircilerdi. Kordon’un iki yanında,
kaldırımlarda toplanan halkın hemen tamamının gözleri yaşlı olurdu. Bir
büyüğüme, niye ağladığını sorduğumda aldığım cevabı unutamam: “Sen bilmezsin,
Yunan çok edepsizdir!” Buradaki “edepsiz”, bütün insanlık suçlarını anlatıveren
bir kelimeydi.
Hani şu uydurma olan kurtuluşlar vardı ya. İşte o insanlar,
o kurtuluşları bizzat yaşamıştı. Yakınlarının katlini, tecavüzleri,
süngülenmeleri; evlerinin, tarlalarının ateşe verilişini ve kurtarıcı ordunun
gelip düşmanı kovuşunu yaşamışlardı. Bazıları, o madalyalı ve kalpaklı
ihtiyarlar gibi, bizzat o ordunun parçasıydı. İşte o gözü yaşlı seyirciye,
Turgutlu’dan, Manisa’dan, Salihli’den, köylerden kurtuluşu kutlamak için kopup
gelen seyirciye, “Yok olmadı öyle kurtuluş falan!” deseydiniz ne olurdu?
Diplomatça ifade edeyim: Böyle lafların o insanlara söylenmesi, söyleyenin
sağlığına pek yararlı olmazdı.
https://millidusunce.com/9-eylulu-bakin-nasil-zorla-kutlardik/