Tanzimatla dil, edebiyat ve tarih alanlarında başlayan ilmî Türkçülük, 20. Yüzyılın başlarında yayınları ve teşkilatları ile toplum hayatımızda örgütlü ve etkili bir konuma gelmiştir. Devlet yönetiminin benimsediği siyasi akımlardan önce Osmanlıcılık ve ardından İslamcılığın meydana gelen gelişmeler sonucu iflas etmesi üzerine Türkçülük akımı Türk aydınının önünde en önemli seçenek haline gelmişti.
Millî Edebiyat’ın oluşumu, Türkçenin sadeleşmesi, millî ruh ve heyecanın doğması, Çanakkale mucizesi ve sonunda Kuvva-yı Millîye ruhunun doğması, 2. Meşrutiyet’le Mütareke dönemi arasındaki(1908-1918) milliyetçilik alanındaki çalışmaların ve siyasi gelişmelerin bir sonucudur. Mustafa Kemal ve arkadaşlarını, “Ya istiklâl, ya ölüm!” parolasıyla vatanın kurtarılması azim ve kararlılığıyla 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkaran moral gücün kaynağı da oluşan bu millî ortamdır.
Askeri Lise yıllarında Namık Kemal’in “vatan ve hürriyet” ülküsüyle yazdığı şiirlerden vatan sevgisini besleyen Mustafa Kemal, ardından Tevfik Fikret’in ve Mehmet Âkif’in “Batı’nın ilmini ve fennini alarak muasır medeniyetler düzeyine ulaşma” düşüncesinden etkilenmiştir. Düşünce dünyasının son yapı taşları ise Ömer Seyfettin ve Ziya Gökalp’in Türk dili, edebiyatı ve Türkçü millet yapılanması üzerindeki düşünceleridir. Böylece Mustafa Kemal’i “Atatürk” yapan; “bağımsız bir vatan üzerinde her türlü hak ve hürriyetine sahip medenî bir millet ve üniter yapıda millî bir devlet” kurma düşüncesi oluşmuştur. 29 Ekim 1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluş felsefesi, bu düşünce temeline oturmaktadır.
“Göktürkler”den sonra Türk adını taşıyan ikinci Türk devletini kuran Atatürk, Cumhurbaşkanlığı yaptığı 1923-1938 döneminde özellikle Türk dili, edebiyatı, tarihi ve kültürü ile ilgili ilmî çalışmalara öncülük ederek Türk kimliğinin ortaya çıkmasına ve oluşumuna büyük katkıda bulunmuştur.Yalnız Atatürk’ün sağlığının iyice bozulduğu son yıllarında komünizm düşüncesini benimseyen bazı aydınlar ve bürokratlar, sessiz ve derinden devlet kadrolarına sızmaya başladılar. Bu dönemde dünyada da büyük siyasi gelişmeler oldu. Almanya’da Hitler’in Nasyonal Sosyalist hareketi, İtalya’da Mussolini’nin Faşist hareketi iktidara gelmişti. Bu arada 10 Kasım 1938’de Atatürk vefat etti ve İsmet İnönü Cumhurbaşkanı oldu.
Hitler’in, üstün cermen ırkını dünyaya egemen kılma hayali, 2. Dünya Harbi’ni tetikledi. Almanya-İtalya ve Japonya’nın oluşturduğu mihver devletler, bu harbin öncüsü oldular. Özellikle Alman orduları Polonya’dan başlayarak bütün orta ve doğu Avrupa ülkelerini işgal etmeye başladı. Bunun üzerine önce İngiltere ve Fransa, sonra Amerika ve Almanların saldırı üzerine Rusya’nın da katılımıyla mihver devletlerinin karşısında bir ittifak bloku oluştu. İkinci Dünya Harbi, bütün dünyayı sardı.
Alman orduları son olarak Yunanistan’ı da işgal ederek Türkiye sınırlarına dayandılar. Bu durumda Almanlara şirin görünmek için Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı Şükrü Saraçoğlu 5 Ağustos 1942’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yaptığı konuşmada : “Biz Türküz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız! Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar, aynı zamanda bir vicdan ve kültür meselesidir” dedi.
Bu arada komünistler Türkiye’deki faaliyetlerini arttırmışlardı. Rusya, müttefik devletler safında oldukça güçlenmişti. Türkiye üzerindeki geleneksel emelleri olan Kars ve Ardahan’ı almak Boğazlar üzerinde egemen olmak istiyorlardı. Almanlar yavaş yavaş her cephede kaybetmeye başlamışlardı. Bu yüzden Türk hükümeti, bu defa da Ruslara şirin gözükmek için komünistlerin devlet içindeki kadrolaşmalarına ve faaliyetlerine göz yumuyorlardı. Milliyetçilere ise hayat hakkı tanımıyorlardı.
O dönemde komünistlerin karşısına tek başına çıkma cesaretini Atsız gösterdi. Atsız çıkardığı Orhun dergisinin 1944 Martında yayınlanan 15. Sayısında Başbakan Şükrü Saraçoğlu’na “Sayın Başvekil, hem Türkçü, hem de Başvekil olduğunuz için bu açık mektubu yazıyorum” diye başlayan bir mektup yazdı. Saraçoğlu’na yaptığı konuşmayı hatırlatan Atsız, mektubunda “Fakat aradan bir buçuk yılı aşan bir zaman geçtiği halde biz, bu Türkçülüğün iş alanına geçmediğini görmekten doğan bir sıkıntı içindeyiz. Fikirler iş haline geldiği zaman mânalanır, buna Ülkü deriz. İş haline gelmeyecek fikirler ise ham hayalden başka bir şey değildir. Yetmiş yıldan beri işlene işlene bugünkü durumuna erişen kuvvetli Türkçülüğün artık tatbikat alanında da kendisini göstermesi zamanı elbette gelmiştir” diyordu.
Atsız açık mektubunda daha sonra “Esefle söylemeye mecburum ki, Türkçülük nazariyat safhasında kalmaya devam ederken, bu milletin ve bu ülkenin düşmanı olan solcu fikirler bazen sinsi, bazen açık yürüyerek propagandasını yapmaya devam ediyor” dedikten sonra komünistlerin çeşitli eylemlerinden örnekler veriyordu. Bu açık mektup, memlekette bir bomba etkisi yaptı. Herkes Orhun dergisinin kapatılmasını bekliyordu, fakat dergi kapatılmadı.
Bunun üzerine Atsız, Orhun dergisinin 1944 Nisanında yayınlanan 16. sayısında Başbakan Şükrü Saraçoğlu’na ikinci açık mektubu yazdı. Atsız bu mektupta “Bizim Anayasamıza göre komünizm Türkiye’de yasaktır. Ve devletimiz milliyetçi bir devlettir. Türk ırkının hususi yapısına, ahlakî ve millî temayüllerine aykırı olan komünizmi Türkiye’ye sokmak isteyenler millet bakımından soysuz ve namert oldukları gibi, kanun nazarında da haindirler. Hiçbir millet kendi yapısına düşman saydığı fikirleri kendi ülkesinde yaşatmaz” diyordu.
Mektubun devamında ise başta Maarif Vekaleti olmak üzere Türkiye’de çeşitli devlet kadrolarında istihdam edilen komünistler ve bunların faaliyetleri hakkında bilgiler veriliyordu. Özellikle de 1931 yılında Konya’da Atatürk ve ismet Paşaya hakaret eden bir yazısından dolayı 14 ay hapse mahkum edilen ve buna rağmen Maarif Vekaletine bağlı Türk Dil Kurumu üyeliğine ve Devlet Konservatuvarı Öğretim Üyeliğine atanan Sabahattin Ali üzerinde duruluyordu. Ayrıca Perev Naili Boratav, Sadrettin Celal gibi öğretim üyelerinin ve Ahmet Cevat gibi bir milletvekilinin, bazı okullardaki bazı öğretmenlerin komünizmi destekleyici faaliyetleri belirtiliyordu.
Bu ikinci açık mektuptan sonra milliyetçi kamuoyu, komünizmi ve komünistleri protesto eden gösteriler yapmaya ve devlet yöneticilerine protesto mektup ve telgrafları göndermeye başladı. Bu gelişmeler iktidarın tedirgin olmasına ve CHP’de Maarif Vekili Hasan Ali Yücel’in bakanlığındaki sol faaliyetler nedeniyle eleştirilmesine yol açtı. Önce Atsız Boğaziçi Lisesi’ndeki Edebiyat Öğretmenliği görevinden alındı. Sonra Sabahattin Ali, çevresinin de teşvikiyle ikinci açık mektupta yer alan “vatan haini” ifadesinden dolayı Atsız’ı mahkemeye verdi.
Atsız, aleyhine açılan hakaret davasının duruşmalarına katılmak üzere Ankara’da gitti. Daha Ankara Garında milliyetçi gençlerin nümayişiyle karşılandı.”Sabahattin Ali- Nihal Atsız davası”nın ilk duruşması 26 Nisan 1944 günü yapıldı. Milliyetçi gençler Adliye binasını ve duruşma salonunu doldurmuşlardı. Mahkeme heyeti duruşma salonuna pencereden girmek zorunda kaldı. Duruşma 3 Mayıs 1944 tarihine ertelendi.
Bu duruşmaya milliyetçi gençler alınmadı. Fakat çok sıkı emniyet tedbirleri alınan Adliye binası milliyetçi gençler tarafından doldurulmuştu. Gençlik Atsız’ı büyük bir coşkunlukla alkışlıyor, lehinde tezahürat yapıyordu. Kısa bir süre sonra bu heyecan fırtınası bütün Ankara sokaklarını sardı. “Sabahattin Ali- Nihal Atsız davası” artık basit bir dava olmaktan çıkmış, millî bir dava haline gelmişti.
Bu olaylarda başta Osman Yüksel Serdengeçti olmak üzere bir çok milliyetçi genç gözaltına alındı ve feci şekilde dövüldü. Nihal Atsız tevkif edildi. “Sabahattin Ali- Nihal Atsız davası”nın 9 Mayıs 1944’te yapılan karar duruşmasında Atsız, Sahattin Ali’ye hakaretten 6 ay hapse mahkum oldu. Fakat “millî tahrik” bulunduğu gerekçesiyle ceza 4 aya indirildi ve tecil edildi.
14 Mayıs 1944 tarihinden sonra Atsız’la mektuplaşan, konuşan ve Orhun dergisini okuyan Nejdet Sançar(Atsız’ın kardeşi), Zeki Velidi Togan, Hamza Sadi Özbek, Nurullah Barıman, Orhan Şaik Gökyay, Fethi Tevetoğlu ve Fazıl Hisarcıklı gibi milliyetçi öğretmen, doktor, subay ve ilim adamlarının evleri arandı. 18 Mayıs 1944 günü yayınlanan resmi bir tebliğle Atsız ve arkadaşları, “Irkçılık ve Turancılık” gayesi gütmek, kurulu nizamı yıkmaya matuf gizli teşkilat kurmak ve anlaşmalar yapmakla suçlandılar.
19 Mayıs 1944 günü yapılan Gençlik Bayramı töreninde bir konuşma yapan Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Atsız ve arkadaşlarını çok ağır dille suçladı. Bu nutkun ardından yurt sathında bir milliyetçi avı başladı. Birçok milliyetçi üniversite genci gözaltına alındı ve çok ağır işkencelere maruz bırakıldılar. Bunların çoğu üniversiteden atıldı. Birçok milliyetçi, öğretmen, doktor, mühendis, subay, memur ve ilim adamı tevkif edildi. Bunların çoğu “Tabutluk” adı verilen bir insanın ancak ayakta durabileceği genişlikteki ve tepesinde 1500-2000 mumluk ampullerin bulunduğu hücrelerde insanlık dışı işkencelere maruz bırakıldılar.
İşte bu muamemelere maruz kalan, fakat fikirlerinden ve ülkülerinden bir adım geriye atmayan “Irkçılık ve Turancılık davası”nda yargılanan 23 onurlu Türk milliyetçisi şunlardır:
Nihal Atsız, Nejdet Sançar(Atsız’ın kardeşi), Alparslan Türkeş, Zeki Velidi Togan, Hüseyin Namık Orkun, Hasan Ferit Cansever, Reha Oğuz Türkkan, Fethi Tevetoğlu, İsmet RasinTümtürk(Cenap Şahabettin’in oğlu), CihadSavaşfer, Zeki Sofuoğlu, Muzaffer Eriş, Hikmet Tanyu, Said Bilgiç, Cemal Oğuz Öcal, Cebbar Şenel, Hamza Sadi Özbek, Nurullah Barıman, Fehiman Altan, Fazıl Hisarcıklı, Saim Bayrak, Yusuf Kadıgil, Heybetullah İdil.
Bunların dışında tutuklanıp çeşitli işkencelere tabi tutulduktan sonra serbest bırakılan Türk milliyetçileri ise şunlardır:Osman Yüksel Serdengeçti, İlhan Egemen Darendelioğlu, Said Sadi Danişmendgazioğlu, Şevki Ersoy, Ziya Özkaynak, Mehmet Külahlıoğlu ve Necdet Özgelen.
Atsız ve 22 arkadaşı hakkında açılan “Irkçılık ve Turancılık davası”nın ilk duruşması 2 Eylül 1944 tarihinde yapıldı. Haftada üç gün olmak üzere 65 oturum devam eden bu davada Atsız ve arkadaşları, İstanbul 1 Numaralı Sıkıyönetim Savcısı Kâzım Alöç’ün ağır ithamlarına karşı, asla taviz vermeden fikirlerini savundular. Bu davanın duruşmaları 29 Mart 1945 tarihinde tamamlandı. Nihal Atsız, 6,5 yıl hapse mahkum oldu, fakat mücadeleyi bırakmadı, kararı temyiz etti. Askeri Yargıtay da kararı esastan bozdu.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, nasıl Çanakkale Zaferi olmasaydı, Mustafa Kemal, o olmasaydı 9 Eylül 1922’de başarıyla sonuçlanan Kurtuluş Savaşı kazanılamazdı. 3 Mayıs 1944’teki Türkçülük şahlanışı olmasaydı, bugün Türk milliyetçiliği fikri bölücü vatan haini güçlerin önünde sarsılmaz bir kale gibi duramazdı. 3 Mayıs 1944, bütün zor günlerde Türk milliyetçilerinin nasıl hareket etmesi gerektiğini gösteren bir yol haritasıdır. Bugün hiçbiri hayatta bulunmayan 3 Mayıs 1944’ün kahramanları Nihal Atsız, Alparslan Türkeş ve arkadaşlarını rahmet, minnet ve şükranla anıyoruz.