Yusuf Akçura’nın 20.yy başında kaleme aldığı “Üç Tarz-ı Siyaset”te Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük anlatılır
ve mukayese edilir. Bu yüzyıl başında bu toprakların tarihini yazanlar /
yazacaklar ise siyaset penceresindekilerle değil ihanet tenceresindekilerle
uğraşacaklar.
Osmanlı’nın
rabiası (dörtleme) Din ve Devlet, Mülk ve Millet idi. Mülk
kavramı, Hanedanın zılliyetinden çıkıp özel mülkiyete dönüştüğü için kenara
bırakılabilir. Fakat diğer tevarüs edilen mücerred kavramlar için toplu bir
ihanet sözkonusudur.
1-Dinî teşekküllerin yada din iddiasında bulunanların Dinimiz’e
ihanetleri: Kendi meşrep ve tariklerini din gibi kutsamaları, kendi liderlerine
uçan halı hazırlamak için evvelâ Peygamber ve sahabelerini uçurmaları, Kuran’ın
özüne ve anlamına vâkıf olmadan telaffuzunu sevaba hâsıl kılmaları, Peygamberin
mücadelesini değil kişisel eşyalarını / eşkalini örnek almaları, ihtiyaç
sahiplerine vermek yerine hep almak ve ihtiyaçlı olma alışkanlıkları, Allah’tan
başkasına kulluğu yasaklayan İslâm’a ‘gassâlın elinde meyyit’, ‘şeyhe
teslimiyet’, ‘itaat’, ‘râbıta’ vs. diyerek kula bendeliği ve gönüllü köleliği
getirmeleri..
Hiçbiri
bir diğerini gerçek Müslüman saymaz. Her birinin devletle veya devlet
adamlarıyla işi vardır. Teşekküllerinde ehliyet ve liyakat değil kıdem ve
kariplik (yakınlık) hiyerarşik esastır. Söz ve kanaatlerinin sorgulamasına
küfür gözüyle bakarlar. Allah’ı Yahudiler gibi özel ilahları gibi algılar; kimi
Cennete, kimi Cehenneme göndereceğini ve her kelimeye kaç puan vereceğini
bilirler; oluşturdukları dünyevî iş ve işlemler çarkını, müşahhas alışveriş
düzeneğini en büyük ahiret yatırımı sayarlar.
Son
soru: Din böyle olur mu?
2-Hür ve eşit yurttaşların kendilerini o seviyeye taşıyan Cumhuriyete /
Devletimiz’e o özgürlükle ihanet etmeleri: Sülâle adlarından oluşan devlet
takılarını kutsayıp ortak adla kurulanları küçümsemeleri, şahısların mutlak
egemenliği yerine milyonların iradesinin temel alınmasını içselleştirememeleri,
halk idaresini hafife alan halkın hala kendini güttürecek çoban araması ve oy
sandığı haricinde yönetime katılmaması, nerdeyse bir asırdır demokratik bir
devletle yönetildiğimiz halde simitten saray, golden kral, güzellikten kraliçe,
sünnet çocuğundan şehzade ve voleybolcudan sultan çıkarması..
5
bin yıllık tarihin 100 küsur yılını çıkarırsak cumhuriyet ve demokrasi adına,
kurduğumuz yüzlerce devletin 1-2’sini çıkarırsak devletin millîliği adına
geriye pek bir şey kalmıyor. Binlerce yılın alışkanlığından doğan insiyakî
davranışlar, gözbebeği muamelesi görmesi gereken bu Son Devletimizin göz göre
göre erimesine izin veriyor. Belki farkında olmadan Cumhuriyet istenmeyen çocuk
ve sanki gâvurların kurduğu / kurdurduğu bir yapı muamelesi görüyor. Ki her bir
değeri belki de fazla emek verilmeden kazanıldığından ötürü basit
alışverişlerdeki bozuk para gibi harcanıyor.
Soru:
Devlet böyle kalır mı?
3-Milleti oluşturan toplulukların milletimize ihanet etmeleri: Binlerce
yıllık bir kültür ve medeniyetle beraber isimleşen bir milleti, memleketçilik
yada alt etnik kimliklerle tanımlamaları, Milletimiz’in bayrağına ve
bütünlüğüne yönelik olumsuz faaliyetleri görmezden gelmeleri, Milletin çocuklarının
gâzâsını ve şehadetini cenazelerdeki ‘iyi biliriz’ şehadetinden farklı
görmemeleri, bu milletin en parlak zekâlı çocuklarının siyaseddin kuruluşlarca
zombi robotu yapılmasına ses çıkarmayarak destek vermeleri, kendi üretmediği
üçbuçuk teknolojik oyuncağın hatırına akrabalık gibi, komşuluk gibi, paylaşmak
gibi, dayanışma gibi, merhamet, dostluk ve iyilik gibi değerleri toptan kurban (7 ortak) etmeleri, ebeveyninin koyduğu kendi
millet adını beğenmeme yada pek telaffuz etmemeleri..
Öz
ve anlam olarak İslâm Dini, siyasal varlık olarak Türkiye Cumhuriyeti ve ruh –
beden olarak Türk Milleti yeniden dosdoğru anlamlandırılmak zorundadır. Yoksa
fıtratı ihanete zorluyoruz.
Bu yazı böyle son bulur mu? (Bu
yazı 6 yıl önce de yayınlanmıştır.)