Tarih, insanlık âleminin yaşadıklarının bir özetidir. Bu yüzden, tarihi olayları yaşadığımız günün değil, yaşandığı günün koşulları içinde değerlendirmek gerekir. Böyle yapmazsak, değerlendirmelerimiz sağlıklı olmaz. Özellikle Cumhuriyetten sonraki tarihimizde, yaşanılan dönemin Türk ve dünya siyasetindeki gelişmelerine göre bazen solcular-komünistler, bazen milliyetçiler, bazen İslamcılar, bazen azınlıklar, darbe dönemlerinde de siyasetçiler çok ciddi sıkıntılar çekmişler, mağduriyetler yaşamışlardır. Yani konjoktürün kurbanı olmuşlardır. Yeni kuşakların bunları, ön yargılarla değil, bu şekilde objektif değerlendirmeleri gerekir. İşte 3 Mayıs 1944 tarihinde ve onu takip eden günlerde milliyetçilerin başına gelen olaylar ve “Tabutluk” adı verilen hücrelerde gördükleri işkenceler, İkinci Dünya Savaşı’nın değişen şartlarının bir sonucudur.
29 Ekim 1923’te Gazi Mustafa Kemal Atatürk‘ün önderliğinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti devleti, üniter yapıda bir milli devletti. Bu devlet, “Türk milliyetçiliği ve çağdaşlaşma ülküsü” üzerine kurulmuştu. Atatürk, milliyetçilik konusunda Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura gibi Türkçü düşünürlerden, medeniyetçilik konusunda da, Tevfik Fikret‘ten etkilenmişti. Atatürk ölümüne kadar geçen on beş yılda, millî devletin kurulması, Türk kimliğinin inşası, Türk dilinin yabancı etkilerden arındırılması, Türk tarihinin köklerinin ortaya çıkarılması için önemli adımlar attı. Türk insanının yüzyıllarca ihmal edilen eğitimine büyük önem vererek cehalete savaş açtı. Harf, hukuk, kıyafet ve sosyal hayatın çeşitli alanlarında devrimler yaptı. Kadınların toplumsal ve siyasal hayata katılımının önünü açtı. Dinin anlaşılması için Kur’an’ın Türkçeye tercüme ve tefsir edilmesini, vaaz ve hutbelerin Türkçe olmasını sağladı. Ekonominin Türkleşmesine, millî sermayenin oluşmasına önem verdi. Uzun süren savaşlardan çıkan Türk toplumunu, bu düzenlemeler sonucunda dünyada saygın bir konuma taşıdı.
Atatürk’ün vefat ettiği 10 Kasım 1938 tarihinde, dünyanın siyasi şartları oldukça karmaşıktı. Almanya’da Hitler‘in Cermen ırkının üstünlüğünü esas alan Nasyonal Sosyalist(Nazi) rejimi, İtalya’da Mussolini‘nin Faşist rejimi iktidara gelmişti. Almanya, Avrupa’da büyük bir imparatorluk kurmayı amaçlıyordu. Rusya’da ise 1917’de çarlık rejimini yıkarak iktidara gelen komünist yönetim, Deli Petro‘dan beri devam eden geleneksel “Boğazlardan sıcak denizlere inme politikası’nı yeniden gündemine aldı. Bu bağlamda Türkiye’den Boğazlarda egemen olma, Kars ve Ardahan’ı topraklarına katma gibi isteklerde bulunmaya başladı.
İşte dünya siyasetindeki bu karmaşık ortamda II. Dünya Savaşı başladı. Bu savaş, dünya milletlerinin çoğunun yer aldığı,40 milyonun üzerinde insanın hayatını kaybettiği, Yahudi Soykırımı gibi kitlesel sivil ölümlerin gerçekleştirildiği kanlı bir savaştır.1939’dan 1945’e kadar süren bu küresel savaşta taraflar, bütün askeri, ekonomik, endüstriyel ve bilimsel güçlerini ortaya koydular, ilk defa nükleer silahlarını kullandılar. Savaşa, dönemin büyük güçleri olan Birleşik Krallık, Sovyetler Birliği, ABD ve Fransa “Müttefik Devletler”; Almanya, İtalya ve Japonya “Mihver Devletler”olarak katıldılar.
II. Dünya Savaşı, Almanya’nın Polonya’ya saldırmasıyla başladı. İngiltere ve Fransa hemen Almanya’ya savaş ilan ettiler. Avusturya, Kanada ve Güney Afrika da onların yanında yer aldı. Almanya kısa sürede Norveç, Danimarka, Belçika, Hollanda, Lüksemburg’u ve ardından Paris’e girerek Kuzey Fransa’yı ve bütün Atlas Okyanusu kıyılarını, Yugoslavya, Arnavutluk ve Yunanistan’ı işgal etti. Alman orduları, 1941 sonunda Türkiye sınırlarına dayandılar. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve Türk hükümeti, uzun yıllar savaşmış ve henüz kendini toparlayamamış Türkiye’yi savaşa sokmamak için büyük gayret gösterirken, iç politikada tereddütlere düştü ve bu yüzden bazı zikzaklar çizdi.
Avrupa’nın büyük bir bölümünü işgal eden Almanya’nın husumetini çekmeme ve onların hoşuna gitme düşüncesiyle dönemin başbakanı Şükrü Saraçoğlu5 Ağustos 1942 tarihinde Meclis kürsüsünden yaptığı kabine programını sunuş konuşmasında;”Biz Türk”üz, Türkçüyüz ve daimaTürkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve lakal o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir. Biz azalan veya azaltan Türkçü değil, çoğalan ve çoğaltan Türkçüyüz. Ve her vakit bu istikamette çalışacağız.” dedi. Bu konuşmanın yapılmasının bir nedeni de, Türkiye’yi sürekli tehdit eden Sovyet Rusya’ya karşı Almanların desteğini sağlamaktı.
II. Dünya Savaşı öncesi ve ilk yıllarında Türkiye’de aydınlar arasında iki akımın büyük taraftar bulduğunu görüyoruz. Bunlardan biri, sol-komünist akım, diğeri de Türkçü-milliyetçi akımdı. Atatürk’ten sonra özellikle resmi kültür, sanat ve eğitim kurumlarına sızmayı başaran sol-komünist düşüncenin temsilcilerinin faaliyetleri, Türkçü-milliyetçi camiayı çok rahatsız ediyordu. Bu kesim komünizmi, millet-din-devlet için tehlikeli buluyordu. 1938’de Atatürk’ün ölümünden sonra kendilerinin hamisiz ve sahipsiz kaldığı duygusuna kapılan Türkçü-milliyetçi camia, yeni yönetime muhalifti. Bunlar büyük tarihçi Hüseyin Nihal ATSIZ‘ın öncülüğünde çalışmalarını sürdürüyorlardı. Düşüncelerini (Bozkurt, Kopuz, Çınaraltı, Orhun) gibi dergilerde dile getiriyorlardı.
II. Dünya Savaşının kaderi, Almanya’nın 1941 Haziran’ında Rusya’ya saldırması ve ABD’nin Aralık 1941’de İngiltere, Fransa ve Rusya’nın yanında savaşa girmesiyle değişti. 1943 yılı ortalarında Rusya, Almanları geri püskürttü ve savaşta dengeler değişti. Savaştaki bu değişim, Türkiye’de de sol-komünist akımın güçlenmesine ve faaliyetlerini arttırmasına sebep oldu. Mevcut hükümet de, Rusya ile ilişkileri geliştirmek ve onların toprak taleplerini durdurmak için bu faaliyetleri destekledi.
Bu gelişmeler üzerine Atsız, çıkarmakta olduğu Orhun dergisinin 15. ve 16. sayılarında Başbakan Şükrü Saraçoğlu‘na hitaben“Türkçü Başvekil” diyerek iki “Açık Mektup” yayımladı. Bu mektupların ikincisinde Atsız, özellikle Millî Eğitim alanındaki komünist faaliyetlerini ve faillerini ele alıyor, onları sırasıyla tanıtıyor, o faaliyetleri destekleyen zamanın Maarif Vekilini istifaya dâvet ediyor ve bunlara “dur” denilmesini istiyordu. Atsız bir yazısında da,“komünist ve vatan haini” olarak suçladığı ve kısa zamanda yükseltildiğini iddia ettiği Devlet Konservatuarı öğretmeni Sabahattin Ali‘nin komünist faaliyetlerinden söz ediyordu. Atsız’ın bu açık mektupları ve Sabahattin Ali ile ilgili yazısı milliyetçi camiada coşku ile karşılandı.
Sabahattin Ali, kendisi hakkındaki yazısından dolayı Atsız hakkında hakaret davası açtı. Bu yüzden bu davanın adı, tarihe “Atsız-Sabahattin Ali Davası” adıyla geçti. Davanın ilk duruşması 26 Nisan 1944 Çarşamba günü, saat 10.00’da başladı. Fakat katılanların yoğunluğundan mahkeme heyeti salon penceresinden girdi, Sabahattin Ali de, aşırı taşkınlıktan o pencereden çıktı. İlk iddia ve savunmaların sunulmasından sonra yargıç Saffet Unan, “hakarete dair kelimeler, ‘vatan haini’ kelimelerinden ibaret olduğuna göre vatan haini olduğunun ispat edilmesini isteyip istemediği sualinin” davacıya sorulmasına karar vererek duruşmayı 3 Mayıs 1944 tarihine erteledi.
3 Mayıs 1944 Çarşamba günü Ankara’nın milliyetçi gençliği ve büyük halk kitlesi, Ulus Meydanı, Anafartalar Caddesi ve o zamanki Başbakanlık binası çevresinde komünizm aleyhtarı büyük gösteriler yaptı. Güne, yapılan bu büyük yürüyüş ve gösteri damgasını vurdu. Daha sonra duruşmayı izlemek isteyen bu kalabalık, Ankara Adliye Sarayı’nın içini ve çevresini doldurdu. Bu ikinci duruşmada Atsız’ın avukatlarının, “soruşturmanın genişletilmesi” isteği reddedildi ve savcının son iddianamesini sunmasından sonra, duruşma 9 Mayıs 1944 tarihine bırakıldı.
9 Mayıs 1944 Pazartesi günü yapılan son duruşmada, avukatlarının savunmalarını okumalarından sonra, Atsız savunmasını yaptı ve “Başvekile yazdığım açık mektupta rejimi komünistleştirmek istediği için Sabahattin Ali hakkında vatan haini sıfatını kullandım” dedi. Mahkeme “Mücerret olarak söylenen ‘vatan hâini’ tabirini ” hakaret” saymadı, “sövme” olarak kabul etti ve ona göre ceza verdi; o cezada indirim yaptı ve erteledi.
Dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü 19 Mayıs 1944 Nutku‘nda “Turancılar” dediği milliyetçiler hakkında şunları söyledi: “Turancılar, Türk milletini bütün komşuları ile onarılmaz bir surette derhal düşman yapmak için bire bir tılsım bulmuşlardır. Bu kadar şuursuz ve vicdansız fesatçıların tezvirlerine, Türk milletinin mukadderatını teslim etmemek için elbette Cumhuriyetin bütün tedbirlerini kullanacağız. Fesatçılar genç çocukları ve saf vatandaşları, aldatan fikirlerini millet karşısında açıktan açığa münakaşa edemeyeceğimizi sanmışlardır. Aldanmışlardır ve daha çok aldanacaklardır”.
Bu konuşmadan sonra hükümet bütün yurtta milliyetçilere karşı bir cadı avı başlattı. Başta Atsız olmak üzere onunla dostluğu olan, mektuplaşan, dergisine yazı yazan ve 3 Mayıs 1944 Milliyetçilik Olayı’na katılan milliyetçi aydınlar toplanarak aylar boyunca en ağır zulümlere tabi tutuldular. “Tabutluklar’a, işkence odalarına, zindanlara atıldılar. “Tabutluk” denilen işkence hücreleri, o dönemde İstanbul Emniyet Müdürlüğünün bulunduğu Sirkeci’deki ünlü Sansaryan Han‘daydı.
Tutuklanan milliyetçilerin günlerce işkence gördüğü“Tabutluk” denilen hücreler, yarım metrekarelik bir yerdi. Yani 40 santim genişliğinde, 50 santim uzunluğunda, 2,5 metre yüksekliğinde beton duvar içerisine açılmış oyuklardı. İçine sokulan insan kapı kapandığında yere çömelemez. Bu oyuklara sokulanlar bellerinden ve kollarından demir prangalarla duvara bağlanıyordu. Ayrıca oyuğun tepesinde üç adet beş yüzer mumluk ampul bulunuyordu. Tabutluklara konulanlar burada iki üç gün aç ve susuz bırakılır, hatta doğal ihtiyaçlarını gidermesine bile izin verilmezdi. Daha sonra MHP’nin lideri olan merhum Alparslan Türkeş‘in bu tabutluklarda “ırkçı-Turancı olup hükümeti devirmek istediğini” itiraf etmediği için tırnaklarını söktüler. Bu işkenceler sonucu Reha Oğuz Türkkan bir gözünü kaybetti, doktor Mehmet Külahlıoğlu‘nun ciğerleri ağır hasar gördü, günlerce kan kustu.
Aralarında üniversite profesörü, öğretmen, subay, doktor ve üniversite öğrencileri bulunan 34 sanık, sorgulama adı altında çeşitli işkencelere maruz bırakıldıktan sonra, 7 Eylül 1944 günü yargılanmaya başlandı. “Irkçılık-Turancılık Davası” adı verilen ve haftada 3 gün olmak üzere 65 oturum devam eden mahkeme, 29 Mart 1945 tarihinde sonuçlandı ve Atsız 6,5 yıl hapse mahkûm oldu. Atsız, bu kararı temyiz etti ve Askerî Yargıtay, 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi kararı esastan bozdu. Böylece Atsız, bir buçuk yıl kadar tutuklu kaldıktan sonra, 23 Ekim 1945 tarihinde tahliye edildi.
Bu davada Nihal Atsız‘ın dışında şu arkadaşları yargılandı: Zeki Velidi TOGAN, Hasan Ferit CANSEVER, Hüseyin Namık ORKUN, Dr. Fethi TEVETOĞLU, Necdet SANCAR, Alparslan TÜRKEŞ, Reha Oğuz TÜRKKAN, Orhan Şaik GÖKYAY, Heybetullah İDİL, İsmet Rasim TÜMTÜRK, Cihat Savaş FER, Muzaffer ERİŞ, Zeki SOFUOĞLU, Hikmet TANYU, Said BİLGİÇ, Cemal Oğuz ÖCAL, Cebbar ŞENEL, Hamza Sadi ÖZBEK, Nurullah BARIMAN, Fehiman ALTAN, Fazıl HİSARCIKLI, Saim BAYRAK, Yusuf KADIGİL.Üç yıl süren duruşmalar sonucunda “Turancılık ve Irkçılık” suçlamasıyla karşı karşıya kalan tüm ‘Türkçüler’ beraat ettiler. 2 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesinin 187 sayfa tutan beraat kararının gerekçesinde Turancılığın suç olmadığı belirtildi ve 3 Mayıs 1944 olayları hakkında; “Bu nümayiş (3 Mayıs 1944) milli bir ideolojinin, milli olmayan bir ideolojiye karşı tepkisinden ibarettir” denildi.
İşte bu nedenlerle 3 Mayıs tarihi, Türk milliyetçileri tarafından milliyetçiliğin onur günü olarak kabul edilmekte olup, her yıl Türkçüler Günü (Türkçüler Bayramı)olarak kutlanmaktadır. Türkçüler Bayramınız Kutlu Olsun.