23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı

19

Giriş

Büyük Millet Meclisi memleketin kara günler yaşadığı bir zamanda kuruldu. Çok zayıf kuvvetlerimiz, batı ve güney cephe­lerinde çarpışıyorlardı. Batılılar Türkiye’yi parçalamağa çalışırlar­ken içteki karışıklıklar önem kazandı. 2 Nisan’da Salih Paşa hükü­meti çekilince 5 Nisan’da işbaşına gelen Ferit Paşa bütün gücü ile millî hükümeti yok etmeğe çalışmağa başladı. En büyük tehlike Şeyhülislâm Dürrîzade Mehmet Efendiye, düşmanların etkisi ile de hazırlatılan fetvalardan geliyordu. 10 Ni­san 1920 de hazırlanan bu fetvalar 12 Nisan’da ilân edilerek düş­man uçaklariyle Anadolu’ya atılıyor. Savaş gemileriyle de kıyılara dağıtılıyordu. (G. Jaeschke, Kurtuluş Savaşı kronolojisinde fetva­nın müttefiklerin isteği ile hazırlandığını açıklar)[1].

Damat Ferit Paşa Hükümeti döneminde Şeyhülislam Dürrîzâde’nin Kuvâ-yı Milliyeciler aleyhine çıkarttığı fetvâ işgal devletleri tarafından Anadolu’nun içlerine sokulmuş ve halka tebliğ edilmiştir. Adana’da da böyle bir olay vaki olmuş fakat Vali Celal Bey ile Adana’da ilmiyle tanınmış din adamları fetvânın okunacağı Ulucamii’ye gitmemişlerdir. Hatta Vali Celal Bey, Kadirli Müftüsü Osman Nuri Efendi’ye İstanbul’un fetvâsının geçersiz olduğu ve halkın millî kuvvetler yanında yer alması gerektiği yönünde bir karşı fetvâ dahi hazırlatmıştır. Bu durum Adana bölgesinde fetvâya itimat edilmesini büyük oranda engellemiştir. Bunun üzerine Fransızlar harekete geçerek İstanbul Hükümeti’nden, Celal Bey’in görevden alınması istemişlerdir. Hükümet de 27 Mayıs’ta Celal Bey’i İstanbul’a çağırmıştır. Nihayetinde Celal Bey, Fransız İşgal Komutanlığı’nın baskıları neticesinde 30 Mayıs’ta Adana Valiliği görevinden ayrılarak Mersin’e gitmek üzere yola çıkmış ve İstanbul’a dönmüştür[2]

Ferit Paşa “yalancı milliyet davasıyla vatan ve milleti feda edenlere” karşı bir bildiri yayınlamıştı. VI’ncı Memed’in tekrar ilân edilen bildirisinde de “Milliyet adı altında çıkarılan karışıklıklar” suçlanmakta idi. Millî kuvvetleri dağıtmak için Kuvayı inzibatiye “Halife Or­dusu” hazırlanıyor (18 Nisan 1920) padişah isyan bölgelerinin ileri gelenlerini Saray’da kabul ediyordu. Bir yanda Düzce ayaklanması Ankara yakınına kadar dayanmıştı[3].

            1920 yılı, İç İsyanların birbirini kovaladığı bunalım senesidir: 12 Şubat 1920’de, Ege ve Marmara bölgesini kasıp kavuran Anzavur ikinci defa ayaklandı, 14 şubatta Yenihan isyanı oldu, 3 mart 1920’de Yunanlılar Doğuya doğru ilerlemeye başladı, 16 martta İstanbul işgal edildi, 1. Nisan 1920’de Antep düştü, 11 nisan 1920’de Şeyhülislam Dürri Zade Abdullah Efendi millî kuvvetler aleyhine fetva verdi ve iç isyanlar alevlendi, 13-17 nisan arasında Bolu-Düzce- Gerede isyanları başladı, 18 nisan 1920’de Anadolu’daki millî harekete karşı savaşacak olan Kuvay-ı İnzibatiye (Hilafet Ordusu)nun kurulması hakkındaki kararname yayınlandı. Buna karşı Anadolu Uleması millî mücadelenin meşruiyyetine dair meşhur fetvayı yayınladılar, vatanın kaderini eline almış olan Birinci Büyük Millet Meclisi, irşad (aydınlatma) encümenleri kurdu. Mücadele, her alanda kıyasıya başladı[4].

Dürrizade’nin fetvalarında, Anadolu hareketi padişaha karşı ayaklanma sayılıyordu. Millî kuvvetlere Kuvayı Bağiye adı verilerek, padişahın sadık tebaasına zulüm edenlerin katledilmeleri gerektiği ileri sürülüyordu. Bir fetvada Hilâfet makamına karşı gelenlerin dinden ve imandan çıkacakları ve bu şakilerin öldürülmeleri caiz: olduğu açıklanıyordu. Hasılı bu fetvalar milliyetçilere karşı bir cihat ilânı niteliğin taşıyorlardı. Böylece Türk Türk’e kırdırılacak, Anadolu’da tekrar bir kardeş kavgası devri açılacaktır. Anadolu’da padişahın doğum günü şenlikleri yapılıyor, halk padişahın, İngilizlerin, hatta İngiliz papazı Fro (Frew) nın etkisi altında olduğun­dan habersiz bulunuyordu[5].

Damat Ferit Paşa, dördüncü sadaretinde, Kuvâ-yı Milliye Hareketi’ni Şeyhülislam Dürrîzâde Abdullah Efendi vasıtasıyla “Fetvâyı Şerîfe” yayınlamak suretiyle dinsizlikle itham etmiştir. Dürrîzâde’nin vermiş olduğu fetvâlarda; Kuvâ-yı Milliye Hareketi eşkıya kuvvetleri olarak nitelendirilmekte, Anadolu ile İstanbul arasındaki bağları koparmak, halifenin yüceliğini zedelemek, padişaha itaatsizlik etmek, mevcut düzeni zorla değiştirmeye kalkışmak, halktan zorla mal ve eşya toplamak, halkı zorla kendine asker etmek ve nihayet vatanın birlik ve bütünlüğünü bozmakla suçlanmakta ve hüküm olarak da bu asilerin öldürülmelerinin dinen farz olduğu vurgulanmaktaydı[6].

11 Nisan 1920’de Takvim-i Vekayi’de Kuvâ-yı Milliye aleyhinde yer alan kararda Şeyhülislam Dürrîzâde Abdullah Efendi  tarafından verilen Fetvâ üzerinde durmak gerekmektedir. Bu Fetvâ, birbirini tamamlayan beş fetvâ olarak çıkartılmıştır ve hepsinin esası da “hurûc ale’s-sultan” yani padişaha isyana dayanmaktadır. Böylelikle Fetvâ’ya meşruiyet kazandırılmaya çalışılmıştır. Çünkü “ulü’l-emre” itaat gereklidir ve Kuvâ-yı Milliye Hareketi, “ulü’l-emre” açık olarak isyan bayrağı açmış olan şahıslardan mürekkep bir hareket olarak görülmektedir. Bu yüzdendir ki Kuvâ-yı Milliye’nin halk desteğinden yoksun bırakılmasını sağlamak amacıyla “ulü’l-emre itaat”in gerekli olduğu, fakat Kuvâ-yı Milliye’nin “ulü’l-emre itaat”in önüne geçtiği ve halkı düşmanlığı sevk ettiği düşüncesinden yararlanılmıştır. Şeyhülislam Dürrîzâde Abdullah Efendi’nin çıkardığı ilk fetvâda Kuvâ-yı Milliye Hareketi, “Kuvâ-yı Bağiyye” yani eşkıya kuvvetleri olarak vasıflandırılmıştır. Fetvâ’ya göre bazı kötü kimseler -Millî Mücadele’yi başlatanlar ve idare edenler- anlaşarak, birleşerek ve kendilerine elebaşıları seçerek, padişahın sadık tebaasını, hile ve yalanlarla aldatmakta ve yoldan çıkarmaktadırlar. Yine Fetvâ’ya göre bu “Kuvâ-yı Bağiyye” erbabı, Padişahın emri olmaksızın asker toplamakta ve görünüşte asker beslemek ve donatmak bahaneleriyle, hakikatte ise mal toplamak sevdasıyla şeriata uymayan hareketlerde bulunmaktadırlar; ayrıca kanunlara aykırı olarak halkı kendi koydukları zorunlu vergilerle mağdur etmekte ve bu suretle de haksız kazanç elde etme peşinde koşmaktadırlar[7]. Tüm bunlara rağmen Anadolu’da Denizli ve Bursa Müftüleri başta olmak üzere İstanbul’a karşı fetvalar veriyorlardı:

Bursa’da 21 /22 Nisan, 1920 gecesi, Belediye Meclisinin toplantı salonunda, Anadolu üleması adına verilen fetva, İzmir’in işgalinden dört saat yirmi dakika sonra, Denizli Müftüsü Ahmet Hulusi Efendi’nin, vatanı, mukaddesatı, dini, namusu, bayrağı korumanın farz olduğu yolundaki ilk fetvası’ndan mantık ve gerekçe olarak farkları vardı ve öylesine kudretli mantık örgüsüne sahipti ki, İstanbul’daki ihanet şebekesini çileden çıkardı, fevri kararlara zorladı ve karar mevkiinde olan bedbaht kişinin ruhi yapısı üzerinde, selim hisse sahip Türk milletinin doğru kararına asıl sebep oldu[8]. Mill’i Mücadelenin ilk Garp Cephesi Kumandanı ve Kuva-yı Milliye ilk Genel Kumandanı Ali Fuad Paşa 23 Nisan, 1920 sabahı, Mustafa Kemal Paşa ile baş başa kaldığı zamanda Mustafa Kemal Paşa heyecanla tebrik eder ve ona şöyle der: “- Bursa ülemasının fetvası büyük bir zaferdir. Buradaki, esaret altındaki fetva emininin hükümlerinin şer’an geçerli olmıyacağı ve düşman tazyiki altındaki halifenin kurtarılıncaya kadar vazifesini yerine getiremiyeceği yolundaki mantık yolu üzerinde gidilirse, birçok kasıtlı belalardan kurtulmuş oluruz.”[9]

“Nitekim daha sonra Ankara Müftüsü Mehmet Rıfat Efendi (ilk Diyanet İşleri Reisi rahmetli Rıfat Börekçi) tarafından verilen fetvanın muhtevasını, bu Bursa ulemasının fetvasındaki esasların izahlı şekli teşkil etti. Padişah, bu fetvasından dolayı Rıfat Efendiyi idama mahkûm eden kararı tasdik etti[10]” . Ankara Müftüsü Rıfat Efendi’nin hazırladığı fetvalar 16 Nisan’da bütün müftülerin imzalarına sunulmak üzere vilâyetlere gönderildi. Buna karşı gelen­ler olmadı. Bursa’da aksini iddia eden bir hocanın İngiliz casusu olduğunun anlaşılması da yararlı oldu[11].

Padişah üzerinde büyük bir nüfuz sahibi olan Hürriyet ve İtilafçı Mustafa Sabri ve Zeynelabidin Hocalar, Halife’nin ismini kullanarak, diğer memleket köşelerinde olduğu gibi Bursa yöresinden de Kuvay-yı Milliye aleyhine kışkırtmalar yapmışlardır. Onlar da Kuvay-ı Milliyeciler nasıl vatan savunması ve istiklal için din adamlarına dayanmayı düşünüyor ve hatta zorunluk duyuyorsa, onlar da, İşgal Makamlarının çizdiği yolun halk tarafından benimsenmesi için aynı kaynaklara istinad ediyorlardı. Bursa’ya bir çok ajan, casus tahrikatçı da göndermişlerdi. İstanbul’a yakın olması kadar, ilk Osmanlı başşehri, bir ilim ve maneviyat mihrakı olması itibariyle de Bursa’nın memlekette özel yeri vardı[12] .

Anadolu fetvaları, kan dökmekten söz etmiyor, millî kuvvet­lere karşı yapılan iftiraları din yoluyla çürütmek istiyordu. Bu fet­valarda Halifenin esarette olduğu ve onun kurtarılacağı, millî mü­cadeleye katılanların âsi ve bâgi olmadıkları açıklanıyordu[13].

Mustafa Kemal Paşa da, her vesile ile ihtilâlci olmadığını ileri sürüyordu. Fakat Anadolu’yu teşkilâtlandırmış ve hey’eti temsiliye yönetimi kurmuş olan bu büyük adamın kaderi, kendisini Anado­lu’da kurulacak meclise kabul ettirmesine dayanıyordu. O kendi aleyhine işleyebilecek bütün çıkarları da görüyordu. Onun Meclis önünde söylediği’ gibi İstanbul hükümeti ve düşmanlar onun şah­sını çürütmeyi bir silâh gibi kullanıyorlardı[14].

Celâlettin Ârif Bey başkanlık rolünde idi. Meclisin açılması için padişahtan izin alınmasını, padişahla gizli ve açık ilişki kurul­masını isteyenler de vardı, İslâmda kavmiyet olmadığı için Mustafa Kemal’in getirdiği milliyetçilik fikri de yadırganıyordu. Fakat o bir kahraman olarak ortaya çıkmıştı ve memlekette bir kahraman da bekleniyordu. Böyleçe terazinin kefesine, ne yandan bakılsa hep onun tarafı ağır basıyordu. O Büyük Millet Meclisinde verdiği demeçte yalnız zaferler kazanmış bir komutan, bir hatip olarak değil, büyük bir devlet adamı olarak belirecektir. Meclise seçilen mebusların arasında hocalar ve şeyhler % 20 oranında ise de, önemli bir değer taşıyorlardı. Bunlar Osmanlı toplumunun belirli Halk önderleri, etrafta ilgi toplayan insanlardı[15].

Gerçekte Mustafa Kemal Paşa millî bir siyaset takip etmek is­tiyor, İslâm ve Türk birliği gibi hayallere kapılmıyordu. (Nutuk 430). O, Osmanlı Devletinin çökmüş olduğunu düşünerek yeni bir devlet kuracaktır. Cumhuriyetten sonra verdiği büyük nutukta (Nutuk 458) “Millî egemenlik esasına dayalı halk hükümetinden maksa­dının Cumhuriyet olduğunu” açıklayacaktır.

Mustafa Kemal millî egemenlikten söz etmeğe Meclisin açılı­şından 9 ay sonra muvaffak olmuştur. Çünkü, halk padişaha bağlı, toplanmakta olan mebusların çoğunluğu da hilâfet ve saltanat ile irtibat kurmak ve İstanbul Hükümeti ile de anlaşmak istiyordu. (437). Bu bakımdan Millî Egemenliğin kabul edildiği 20 Ocak 1921 tarihine kadar devam eden zamanı Üçüncü Meşrutiyet dönemi sa­yanlar haklı olabilir. Bu döneme “Türkiye Büyük Millet Mec­lisi” dönemi adı verilmektedir. Millet Meclisini Ankara’da toplamağa çalışılırken 1919 yılın­daki ayaklanmalar devam etmekte idi. 2’nci Anzavur îsyanı 16 Nisan’da bastırıldı. 13 Nisan’da birinci Düzce, 19 Nisan’da Bey­pazarı ayaklanması başlayacaktır. Paşalık unvanı verilen Anzavur tekrar sahneye çıkacak, Adapazarı, Yozgat isyanları başlayacaktır. Bu hareketler hep din adına yapılıyordu[16].

Memlekette 300.000 kişilik bir işgal kuvveti vardı. Doğuda Ermeniler üç sancakta kurulan şûrâların çoğunu dağıtarak 1878 sınırına doğru ilerliyorlardı[17]. Karadeniz bölgesinde 25.000 Rum, Güneyde 10.000 Ermeni silahlandırılmıştı. Batıda Yunan ordusu taarruza hazırlanıyordu. Böyle bir durumda millî mücadelenin başarıya ulaşamıyacağını sananlara, özellikle İngilizlere karşı koymamak isteyenlere hak verebiliriz. Fakat dünya şartları gün geçtikçe değişmekte idi. Millî idare önce İngilizleri Anadolu’dan kovmakla işe başladı. Kütahya’­daki İngiliz kuvvetleri çekilmişlerdi. 18 Mart sabahı 24’üncü Tü­men Komutanı Mahmut Bey Eskişehir’e yürüyerek buradaki İn­giliz kuvvetinin de İzmit’e kadar çekilmesini sağladı. İngilizler Mer­zifon ve Samsun’daki askerlerini de geriye alacaklardır. Fransızlar da Urfa ve Maraş’tan atılmışlardı. Gerçi atılan kuvvetler küçük olsalar bile bu hareketler, batılıların baskısı altında bulunan milletler üzerinde iyi etkiler bıraka­rak millî hareket sempati ile karşılanıyor, Sovyet Rusya da bu ha­reketi dikkatle izliyordu[18].

Seçimler ve Meclisin Ankara’da toplanması:

İstanbul’daki Osmanlı Meclisi dağıldıktan sonra, Mustafa Kemal Paşa Ankara’da bir kurucu meclis kurmak istiyordu. Kâzım Paşa (Karabekir) başta olmak üzere kurucu meclis fikrini uygun bulmayanlar vardı. Kurucu meclis deyiminden rejimi değiştirmek amacı sezilmekte idi. Bundan vazgeçilerek selâhiyeti fevkalâ­deye (olağanüstü) sahip meclis deyimi kabul olundu. Mustafa Kemal Paşa, 19 Mart günü her sancaktan beş üye seçilmesini bir genelge ile yayınladı. 21 Mart bildirisinde de olağanüstü Meclisin 23 Nisan’da Ankara’da toplanmasını istedi. 21 Mart bildirisinde de Meclisin dinî törenle açılacağı, vilâyetlerde de dinî merasimin yapılması isteniyordu[19].

İstanbul’dan Anadolu’ya kaçan mebuslar büyük zorluklar çekiyorlardı. Sultantepe’deki Özbekler Tekkesi Şeyhi Atâ Efendi, Maltepe’de Kocaeli Kuvayı Milliye Komutanı Şükrü Bey bunların kaçmalarını kolaylaştırıyordu. Bu zorluklar olurken hükümet tarafından trenle gönderilen bir mebus kurulu dikkati çekti. Kısa bir incelemeden sonra onlar da kabul edildiler. Diğer yandan Anadolu’daki mebus seçimleri de zorluklara uğruyordu. Bir İngiliz muhribi ile İstanbul’dan Trabzon’a gelen Vali Hamit Bey seçimleri geri bıraktırdı. Diyarbakır, Konya, Elazığ, Malatya, Dersim’de de seçimler yapılamıyordu. Diyarbakır’daki 13‘üncü Kolordu Komutan vekili Albay Cevdet Bey bunun nedeni olarak Kürtçülük hareketinin başlamasını gösteriyordu. İstanbul’dan kaçarak 27 Mart’ta Düzceye gelen, İstanbul Mec­lisi Başkam, Celâlettin Arif Bey de ortaya yeni bir mesele çıkardı. İstanbul’dan Anadolu’ya geçeceklerden başka her sancaktan beş değil, iki üye seçilmesini, beş üye seçmenin Anayasaya aykırı ol­duğunu ileri sürdü. O, kendi aklına göre İstanbul’dan gelenlerin çoğunlukta kalmalarının, bu suretle kendisinin de başkan olmasını istiyordu[20].

Türkiye Büyük Millet Meclisi

Büyük Millet Meclisi 23 Nisan’da 120 kişi ile öğleden evvel Hacıbayram Camiinde dinî merasim yapıldıktan sonra, toplandı. En yaşlı olan Sinop Mebusu Şerif Bey oturumu açtı. Şerif Bey verdiği demeçte: Tam bağımsız yaşamak için kararlı olan ve ezelden beri özgür yaşayan milletimizin kurtul­ması, padişahın yabancı kayıtlarından, İstanbul ile diğer zulüm ve işgal altında bulunan illerimizin kurtarılmaları için Tanrı’dan ba­şarı diledi. 24 Nisan’da 112 üye ile toplanan Meclis, Mustafa Kemal Paşa’yı Başkanlığa seçti[21].

24 Nisan 1920’de yapılan Meclis Başkanlığı seçiminde elle yazılan müşterek oy pusulası kullanıldı. Başkanlık için Atatürk’ten başka aday gösterilmedi. Atatürk, 110 oyla  1. başkan seçildi. Celalettin Arif Bey ise 109 oyla 2. başkan seçildi,  (TBMM Zabıt Ceridesi, Devre: 1, Cilt 1, İçtima 1, 24. 4. 1336.) Yani iki ayrı seçim yapıldı. Atatürk, yüzde doksanın üstünde oyla Başkan seçildi[22].

Mustafa Kemal Paşa Mecliste verdiği nutukta genel durumu geniş ölçüde açıkladı. Onun başlıca dileklerini şöyle özetleyebiliriz[23]: “Eğer bu milleti insan olarak, namus ve şerefiyle yaşatmak istiyorsak kabul edeceğimiz husus, bütün kuvvet ve vasıtalarımızı gereğine göre kullanarak, bizi yok etmeğe çalışan düşmanların, düşmanca emellerini kırmaktır. Saltanat ve Hilâfet merkezi fiilen işgal altındadır. Halifemiz ulu atalarımızın en değerli yadigârı olan padişahımız işgal altındaki bir memlekettedir………Padişahımız Efendimiz Hazretleri Cuma namazına giderlerken kendilerini koruyan askerî birlik İslâm asker değil, İngiliz askeridir. Bu elim şartlar içinde padişahımızla özel temas kurulamaz”.

25 Nisan 1920 oturumunda Hacı Bektaş Çelebisi Cemalettin Efendi ile, Mevlevi Çelebisi Abdülhalim Efendi ve Celâlettin Arif Beyler Başkan vekilliklerine seçildiler, Mustafa Kemal Paşa, Mec­lisin bütün işlere elkoyması düşüncesinde olduğunu, Genel Kurula karşı sorumlu olarak Meclis Başkanının hükümete de başkanlık etmesini teklif etti. Bu teklif kabul edilerek on kişilik bir yürütme organı kuruldu. 2 Mayıs 1920 de Meclis vekillerine dair Kanun kabul edilerek, Meclis vekillerini seçti. 3 Mayıs’ta hükümet kurul­du. 9 Kasım’dan sonra da vekillerin Başkanın gösterdiği aday­lardan seçilmesi kabul edilecektir. Büyük Millet Meclisi kendisini son Osmanlı Meclisinin devamı saymakta idi. Bu fikri Celâlettin Arif Bey ortaya koymuş, bunu Mustafa Kemal Paşa da kabul etmek zorunda kalmıştı. O cumhu­riyete benzer bir hükümetin halkı ürkütmesinden çekinmekte idi. Memâliki mahrusa, tebaai şahane sözleri kullanılıyordu. Kanunu Esasi ve yürürlükteki kanunların uygulanması isteniliyordu. Mec­lisin adına (Meclisi Kûbrai Millet), (Meclisi Kebiri Millî) adlarının konulması tavsiye edilerek bunların Türkçe karşılığı olan (Büyük Millet Meclisi) adı kabul olundu[24].

Anadolu’da İslâm ümmetçiliği, sosyalizm akımları varsa da padişaha bağlılık ve ümmetçilik kuvvetli idi. Siyasal ve sosyal hayata da hocalar, şeyhler, arazi sahipleri hâkim idiler. “Mecliste ilk anda Hilâfet ve Saltanat makamı ile irtibat ve merkezî hükümet ile an­laşma cereyanı baş gösterdi” (Nutuk 437). Bu durumda Mustafa Kemal Paşa devrimci fikirlerini bir sır gibi saklayacaktır[25].

Hilâfet ve Saltanata bağlılık:

Mustafa Kemal Paşa, Anadolu hareketinin padişaha karşı bir isyan hareketi olmadığını göstermek için bütün gücü ile çalışıyor­du. Hatta ihtilâl zamanı yasalar susar diyen Konya Mebusu Refik Bey’e (Koraltan) kürsüden verdiği cevapta böyle nâzik bir za­manda ihtilâl sözünün toplum düzenim bozacak nitelikte olduğunu belirtti. Mustafa Kemal Paşa tarafından padişaha çekilen telgrafta “Millî Savunmaya karşı olan hainler milleti birbirine kırdırmak istiyorlar. Oysaki vuran da, vurulan da sizindir. Kalbimizde size karşı bağlılık ve kulluk duygularıyla doludur” diyordu. (Z. C. 28 Nis.) Bu bağlılığı göstermek için Millet Meclisi üyeleri de şöyle and içeceklerdir. “Hilâfet ve Saltanatın, vatan ve milletin kur­tuluş ve bağımsızlığından başka amaç gütmeyeceğime ant içerim” (Z. C. 6 Tem.) . Bu tarih, Anadolu’da büyük bir ayaklanma olduğu, Yunanlılar taarruza hazırlandıkları, elde ayaklanmayı bastırcak kuvvet bulunmadığı bir zamana rastlar[26].

Büyük Millet Meclisinin padişaha bağlılık gösterileri bir süre devam edecektir. 5 Eylül’de kabul edilen 18 sayılı Kanunun 1 inci maddesinde “Büyük Millet Meclisinin amacı, hilâfet ve saltanatın, vatan ve milletin kurtarılmasından ibarettir” sözü yer alacaktır. 18 Eylül 1920 günü Mecliste okunan hükümet programının birinci maddesinde “Türkiye Büyük Millet Meclisi millî sınırlar içinde yaşama, bağımsız olma, hilâfet ve saltanatı kurtarma amacıyla kurulmuştur” deniliyordu. Buradaki sözcük dikkati çeker. Artık Meclis padişahın kuvveti değil, onun kurtarıcısı durumundadır. Osmanlı sözcüğü yerini de Türk sözü yer almıştır. Artık Meclise Türkiye Büyük Millet Meclisi denecektir. Bununla birlikte 8 Eylül tarihli Bütçe Kanununun başında “Zatı Hazreti Padişahı ve Hanedanı Saltanat” adı ve bazı kanunlarda da memâliki Osmaniye adı kullanılmıştır. Mustafa Kemal Paşa da yabancı devlet temsilcilerine gönderdiği protesto telgraflarında “Biz Osmanlılar” diyordu (Nutuk 416)[27].

Ne var ki padişah’a sadakat göstermekle ne Padişah’ın millî harekete karşı olan kini, ne de ayaklanmalar söndürülebiliyordu. Büyük Millet Meclisinin meşru olmadığı propagandası yaygın bir halde idi. Buna karşı tedbir olarak 29 Nisan’da Hiyaneti Vataniye Kanunu çıkarılmıştı. Kuvvayı seyyareden Ethem Bey’de bastırdıkları ayak­lanmalarında özel mahkemelerin kararlarıyla idam hükümleri veri­yorlardı. Yozgat ayaklanmasını bastırmak için Ethem Bey’e verilen tali­matta ceza selâhiyeti de yer alıyordu. Yozgat, Düzce ayaklanmalarının bunalım yarattığı bir dö­nemde (29 Nisan) Hiyaneti Vataniye Kanunu, sonra da İstiklâl Mahkemeleri Kanunu çıkarılarak Meclisten 22 üye seçilmiştir. Bu kanunun çıkarılması ve üyelerinin seçilmeleri zorluklara uğra­mıştır[28].

Padişah’ın gücü ve yetkisi ele alınmış, yürütme organı teşki­lâtlandırılmış, Sivas’ta Yargıtay Mahkemesi kurulmuştu. Bu­nunla birlikte Millî Egemenlik sözü kullanılmıyordu. Böylece Padi­şah’ın manevî varlığı devam ediyordu. Mustafa Kemal Paşa ken­disi hakkındaki idam hükmünü tasdik eden padişah’a karşı elinden gelen saygıyı göstermeğe devam ediyordu. Onun hanedandan birini Anadolu’ya getirmek istediği de söylenir.

Böylece Büyük Millet Meclisinin toplandığı (23 Nisan 1920) tarihinden (20 Ocak 1921) tarihine kadar süren 9 aylık dönemi Osmanlı Meclisinin devamı sayılmıştır. Bunun böyle olması üze­rinde İstanbul Meclisinin eski başkanı Celâlettin Arif Bey’le İstan­bul’dan gelen mebuslar önemle durmuşlardır. 20 Ocak 1921’de hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir, prensibi kabul edilecek, asırlardan beri zincire vurulan Türk adı değer kazanacak, ümmetçilikten milletçiliğe doğru önemli bir adım atılacaktır[29].

23 Nisan Nasıl Bayram Oldu?

“Millet 23 Nisan’da ilk sözünü söyledi ve milli davaya atıldı. Yoktan bir ordu çıkardı. Dağılan halkı bir araya topladı. Milletin başına musallat olan halifeyi orada yalnız bıraktı. Yalnız Türklerin, yalnız Anadolu’nun değil, bütün İslam âleminin hayatını, istikbalini
kurtaracak bir devletin temellerini 23 Nisan’da attı. 23
Nisan günü bu milletin, özgür ve bağımsız Anadolu’nun
sonsuza kadar millî bir bayramıdır.”

(Bursa Milletvekili Muhittin Baha Bey, 23 Nisan 1921)

Nisan 1921.

Anadolu işgal ve isyan ateşiyle yanıyordu. 1 Nisan’da Yunan  ordularını yenip II. İnönü Zaferi’ni kazandık. 7 Nisan’da Aslıhanlar Savaşı’nı kaybettik. Yunan ordusu, Dumlupınar mevzilerine yerleşti. 15 Nisan’da Anzavur İsyanı bastırıldı. Anzavur, Biga yakınlarında öldürüldü. 15 Nisan’da yeni Yunan başbakanı Gunaris ve bazı Yunan bakanlar İzmir’e geldiler. Yunan ordusunun güçlendirilip taarruza geçmesini kararlaştırıp geri döndüler.

Tarih 23 Nisan 1921.

Günlerden cumartesi.

24’üncü içtima.

Başkanlık makamında Birinci Reis Vekili Hasan Fehmi Bey oturuyor. TBMM’nin toplanmasının üzerinden tamı tamına bir yıl geçmiş; Milletin egemenliğini kendi eline almasının birinci yıl dönümü. Saruhan Milletvekili Refik Şevket Bey ve arkadaşları ile İçel milletvekili  Şevki Bey, 23 Nisan’ın “millî bayram ilan edilmesi” hakkında Meclis’e  kanun teklifi verdiler[30].

Şevki Bey teklifinde, “23 Nisan 1920 gününde Büyük Millet Meclisi kurularak milletin yazgısıyla ilgili işlere el koyduğu mutlu bir gün olduğundan, (bugünü) halkın yüreğinde yüceltmek için, bu tarihin resmi bayram olmasını” öneriyordu[31].

Teklif sahiplerinden Saruhan Milletvekili Refik Şevket Bey, 23 Nisan’ın mutlaka bayram olması gerektiğini savundu:  

“Efendiler, rica ederim, millî amacımızı gerçekleştirmek için attığımız adımın şerefi hürmetine bunu bir kutsal tarih olarak tespit etmekle yükümlüyüz. (…) Efendiler, yüreklerimizde zafer azmini öyle bir güçlü imanla yaşattık ki, bütün bu şereflerin, bütün bu başarıların ilk adımı 23 Nisan’dır. Rica ederim, bunu kabul etmekte ne sakınca vardır?”

Refik Koraltan (Konya), “23 Nisan’ın millî bayram olarak kabulünü rica ederim” dedi. 

Tunalı Hilmi Bey (Bolu), “Efendim, millî bayramdır, Türkçe olsun” dedi.          

Abdülkadir Kemali (Kastamonu), “Efendim, millî bayram olsun” dedi.

Görüşmelerde, Vehbi Hoca ve Ali Şükrü Bey dışında 23 Nisan’ın millî bayram olmasına kimse itiraz etmedi. 

Görüşmeler bitince başkan söz aldı[32]: “Efendim, millî bayram olması teklif ediliyor. Kabul edenler lütfen el kaldırsın. Kabul edildi… ”

Böylece, “23 Nisan’ın millî bayram kabulüne dair” 112 sayılı kanun çıkarıldı.

1 Kasım 1922’de saltanat kaldırılınca 1 Kasım da Hâkimiyet-i Milliye Bayramı ilan edildi.

Zamanla 23 Nisan, Millî Hâkimiyet Bayramı olarak kutlanmaya başlanınca 1 Kasım kutlamalarından vazgeçildi.

1935’te çıkarılan 2739 sayılı kanunla bu bayram, “Ulusal Egemenlik Bayramı” olarak adlandırıldı.

1981’de kabul edilen 2429 sayılı kanunla bayramın adı “23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı” oldu[33].

Çocuk Bayramı

1922’de Ankara’daki 23 Nisan kutlamalarına öğrencilerin de katılması bir coşku yarattı. Atatürk’ün desteğini alan Himaye-i Etfal Cemiyeti 23 Nisan 1923’te yetim ve öksüz çocuklar için yardım toplamaya başladı. Bu sırada yardım amaçlı rozetler çocuklar tarafından satıldı. Böylece 23 Nisan’da çocuklar ön plana çıktı. 23 Nisan’ın “çocuk bayramı” olmasını isteyen Atatürk’ün de bu faaliyetlere destek olmasıyla 1925’te 23 Nisan aynı zamanda “Çocuk Günü”, 1926’dan itibaren Çocuk Bayramı” olarak kutlandı. İlk kapsamlı “Çocuk Bayramı” kutlamaları Atatürk’ün himayesinde 1927’de yapıldı. 23 Nisanlar, 1929’dan itibaren de “Çocuk Haftası” olarak kutlandı[34].

Kaynaklar

1-Cemal Kutay, İstiklal Savaşının Maneviyat Ordusu, Cemal Kutay Kitaplığı, İstanbul, 1977.

2-Fahri Belen, Türk Kurtuluş Savaşı, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1983.

3-Osman Akandere& Hasan Ali Polat, Damat Ferit Paşa Hükümetlerinin Millî Mücadele Karşıtı Politikaları, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 2011.

4-Sinan Meydan, Yüzyılın Kitabı, Yüzyılın Lideri, İnkılâp Yayınevi, İstanbul, 2018.


[1] Fahri Belen, Türk Kurtuluş Savaşı, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1983., s.162.

[2] Osman Akandere& Hasan Ali Polat, Damat Ferit Paşa Hükümetlerinin Millî Mücadele Karşıtı Politikaları, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 2011, s.36.

[3] Fahri Belen, a. g.e., s.162.

[4] Cemal Kutay, İstiklal Savaşının Maneviyat Ordusu, Cemal Kutay Kitaplığı, İstanbul, 1977, s.140.

[5] Fahri Belen, a. g.e., s.163-165.Şevket Süreyya Aydemir “Tek Adam”, 2. cilt-296.

[6] Osman Akdere&Hasan Ali Polat, a. g. e., s. 85-86.

[7] A.g. e., s.128-129.

[8] Cemal Kutay, a. g. e., s. 199.

[9] A.g.e., s. 200.

[10] A. g. e., s.201. Millî Mücadelede Öncekiler ve Sonrakiler, Cemal Kutay. 2. Cilt. Sayfa. 102.

[11] Fahri Belen, a. g.e., 165.

[12] Cemal Kutay, a. g. e., s. 192.

[13] Fahri Belen, a. g.e.,s. 165.

[14] A.g.e., s.165.

[15] A.g.e., s.165.

[16] A.g.e., s.165

[17] A.g.e., s.166.

[18] A.g.e., s.167.

[19] A.g.e., s.167.

[20] A.g.e., s.168.

[21] A.g.e., s.168.

[22] Sinan Meydan, Yüzyılın Kitabı, Yüzyılın Lideri, İnkılâp Yayınevi, İstanbul, 2018, s. 86.

[23] Fahri Belen, a.g.e., s.168-169.

[24] A.g.e., s.169-170.

[25] A.g.e., s.171.

[26] A.g.e., s.171.

[27] A.g.e., s.171-172.

[28] A.g.e., 172.

[29] A.g.e., 172-173.

[30] Sinan Meydan, a. g. e., s. 79.

[31] A.g.e., , s. 81.

[32] A. g. e., , s. 84.

[33] A. g. e.,  s. 85.

[34] A. g. e., , s. 85.