Önce “İşçi Bayramı” densin istendi 1 Mayıs gününe. Bunda bir zorlama, dayatma vardı. Altında yatan düşünce ideolojikti, proletarya diktatörlüğüydü. Ülkemiz insanı için kabuslu gündü. Kavgalar edilir, arabalar yakılır, camlar taşlanır, kan dökülür, insanlar yaralanır ve bazen de ölürdü bu günde. Bütün bunlar emek sahibi bir sınıfın özgürlüğü, egemenliği için olurdu.
Yıllar geçti, devir değişti. Sanki taşlar yerine oturmaya başladı. “Emek ve Dayanışma Günü” dendi 1 Mayıs´a. Kim bulmuşsa güzel bir tanımlama yapmış. Emek ve dayanışma, ikisi de güzel, anlamlı sözcükler. İçi doldurulduğunda ikisi de vazgeçemeyeceğimiz değer. Lise yıllarımda bir şarkı öğretilmişti bize: “Gel emeği övelim, şarkılar söyleyelim, insanı insan eden, kutsal emek diyelim.” Emek, kutsaldır. Emek, haktır. Emeğin fiyatı, yoktur; ancak helalleşmektir.
Emeğin, bir dayanışma, kişilerin birbirini tamamlama nedeni olarak algılanması gerekirken kavga gerekçesi olarak algılanması büyük bir yanlışlık. İşin temelinde insanların, birbirlerine hangi gözlükle baktıkları meselesi var. Birbirimizi tamamlamak için mi varız, birbirimizi tüketmek, sömürmek için mi varız? Bu sorunun cevabı, emeğe yaklaşım üslubumuzu oluşturacaktır.
Kapitalist düzen, çok tüketme, tüketmek için çok üretme, üretmek için de emeği en ucuz ve sınırsız sömürme üzerine kurulmuştur. Maalesef, dünyaya egemen ekonomi sistemi şimdilik budur. Ayakta kalma endişesi, çok kazanma arzusu, haksız rekabet; bu sistemi doğurmuş görünüyor. Bu, bireyci bir hayat algılamasının doğal sonucu. Yaşama hakkı önce bende, sonra sende, diyor kapitalist ahlak. Yaşamak için, sömürmek, belki öldürmek gerekiyor. Bu da sınıfları oluşturuyor, sınıflar arası kavgayı doğuruyor. Önce sen, sonra ben, denseydi yani yaşatmak için yaşıyorum algılaması dünya görüşümüzün paradigması olsaydı toplumsal sınıflar ortaya çıkmaz, kavgalar meydana gelmezdi.
Bir eldeki bir parmak yalnız bir şeydir. Beş parmak çok şeydir. Bir el de iki ele göre bir şeydir. İkinci el, diğer elle beraber çok şeydir. Bunlar bir araya geldiğinde yani dayanışma içinde olduklarında büyük beceri, büyük güç, büyük huzur, büyük enerji ortaya çıkar. Emek sahipleri iş görenler ile emeğe değer katan işverenler arasındaki ilişki de böyle olmalıdır. Onlar, birbirini yıkayan iki el gibidir. Bir elin kendini yıkaması, ikinci ele göre daha zordur hatta imkânsızdır. Bir elin nesi var, iki elin sesi var.
Dayanışmayı, emek sahibi işçiler arasında değil, işçilerle işverenler arasındaki eylem olarak algılamak, toplumsal barış, huzur açısından daha doğru; hatta gerekli. 1 Mayıs, bu açıdan değerlendirilmeli, işverenle iş gören arasındaki diyalogun sıklaştırıldığı, güvenin geliştirildiği, alıcı değil verici olma erdeminin yüceleştirildiği gün olmalı. 1 Mayıs, iki kesimin birbirine hınçlaştığı, diş bilediği, kılıçlarını kınından çıkardığı gün olmamalı. İki taraf da gardını alıyor, büyük bir öfkeyle bir taraf diğer tarafa saldırıyor. Ülkemizde, bugüne kadar yapılan, buydu. Kaybeden, herkes oldu.
Farklı sosyal dilimler arasındaki dayanışmanın realiteden uzak, bir ütopya olduğu söylenebilir. Her meyve, önce bir çekirdektir. Her gerçeklik de önce bir hayaldir, ütopyadır. Ülke insanımızın, dünya insanlığının bu ütopyaya ihtiyacı var. Ekonomiye, ırka, inanca, ideolojiye, bölgelere dayalı sınıflar arasında dayanışmaya şiddetle ihtiyaç var. 1 Mayıs bu günün adı olabilir. Niçin olmasın? Biz istersek!