3.8 C
Kocaeli
Cumartesi, Kasım 15, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 98

Âkif ve İnsan (1)

     Vatan, Millet ve İslâm şairimiz Mehmed Âkif Ersoy; Hz. Ali’nin: “Ey insan! Sen kendinin küçük bir cisim olduğunu sanırsın. Ama bütün âlem senin içine sığdırılıp gizlenmiştir.” cümlelerinde ifade edilen “İnsan” için, kendisi de, İNSAN adlı bir şiir yazmaktan kendini alamamıştır. Şiirin mısralarını ele alırken, serbest ve geniş bir mânâ vermeye gayret ettik. Bir nebze de olsa şiirin anlamını vermeye çalıştık.

İNSAN

     Haberdar olmamışsın kendi zâtından da hâlâ sen,

     “Muhakkar bir vücudum!” dersin ey insan, fakat bilsen…

     Senin mâhiyyetin hattâ meleklerden de ulvîdir;

     Avâlim sende pinhandır, cihanlar sende matvîdir;

     (Kendi zâtından senin hâlâ haberin yok!

     “Değersiz, hor görülen bir vücudum!” dersin ama, ey insan bir bilsen…

     Senin mahiyet ve içyüzün hattâ meleklerden de yücedir;

     Çünkü âlemler sende gizlenmiş, cihanlar sende dürülmüştür.)

     Meçhûller içinde, insana en meçhûl olan; insanın bizzat kendisidir.

     Nice meçhul ve bilinmeyenler peşinde koşan ve bunun için, nice paralar harcayan insan;

     Ne hazindir ki, kendisinden habersiz!

     Asıl meçhûliyet ve bilinmezlik; insan için kendisidir. Bu gerçekten habersiz oluş keyfiyetidir.

     Evet, insanın kendisi; kendisine meçhûl ve bilinmezdir. Fakat insan bundan yani;

     İnsanın kendisinden habersiz olarak gaflet içinde oluşu, hiç mi hiç hatırına gelmez!

     Uzayı merak ederken, meçhûlü kaldığı kendi zatından habersiz yaşadığını,

     Çok zaman hiç fark etmez!

     İnsan kendini, küçük bir varlık olarak görüyor! Oysa Hz. Ali’nin dediği gibi, insanın varlığında;

     Topyekûn kâinat / evren dürülü bir vaziyettedir.

     Öyle bir çekirdek ki, açılışı kâinatı olarak ortaya çıkıyor. Nasıl ki, ağaçların tohum ve

     Çekirdekleri; sayısız dal ve yaprakları içinde barındırır. Nitekim açıldıkları zaman; dallı budaklı;

     Binbir yaprakları ile ağaçları teşkil eder. İnsanın açılımı da, kâinattan başka bir şey değildir.

     Gerçekten insan, büyüse büyüse kâinat hâlini alır. Kâinat küçülse küçülse insana dönüşür.

     Maddesi böyle olduğu gibi, mânâsı da mânevî bir çekirdek ve öz hükmünde olup,

     Görülmez gayb âlemlerini içinde barındırır.

x

     Zeminlerden, semâlardan taşarken feyz-i Rabbanî

     Olur kalbin tecellî-zâr-ı nûrâ – nûr-i Yezdanî

     (Rabbin feyzi; zemin, yer, semâ ve göklerden taşarken

     Allah’ın nûruna ancak kalbin tecellî yeri olur. Ancak senin kalbinde tecellî eder; aydınlık ve nûr.)

x

     Musaggar cirmin amma, gaye-i sun’-i İlahîsin

     Bu haysiyetle pâyânın bulunmaz, bîtenâhîsin!

     (Cirmin, bünye ve cismin küçük amma, sen İlahî san’atın hedef aldığı

     En büyük şaheseri ve yarattıklarının en mükemmelisin. Bu bakımdan Yüce Allah’ın;

     Nihayeti bulunmayan, sonsuz olarak erişilemeyecek olan san’atının bir harikasısın.)

Çocuk Eğitiminde Anne Babalara Öneriler

“Bir toplumun asıl ruhunu en iyi gösteren şey o toplumda çocuklara nasıl davranıldığıdır.” Nelson Mandela

“Çocuklar taklit konusunda çok başarılıdır. Öyleyse taklit edecekleri güzel yetişkinler olalım.” Anonim

 Anne baba olmak elbette zordur. Kendi kendine yetmeyen bir çocuğun ihtiyaçlarını karşılamaya çalışmak, onu hayata hazırlamak, bir yetişkinin üstlenebileceği en büyük sorumluluktur.

Anne baba olmanın en zorlu yanlarından biri de, “Yeterince iyi bir anne baba mıyım? sorgulamasıdır. Pembe dizilerdeki gibi mükemmel bir hayat yoktur. Çocuğun gelişim sürecinde sorunlar yaşanması normaldir. Önemli olan bu sorunların fark edilip çözüme ulaştırılmasıdır.

Mükemmel değil, mutlu anne babalar olmak için, “içgüdüsel” yanımızı, yani “içimizdeki çocuğu” keşfetmeli ve zaman zaman serbest bırakabilmeliyiz.

Anlamak, çocuğuyla başarılı bir ilişki geçirmek isteyen anne babaların elindeki en büyük güçtür. Ancak bir de anlaşılma gereksinimi var. Anlaşılmak çocuklar kadar her anne babanın da hakkıdır.

Anne babanın çocukla kurabileceği en iyi ilişki biçimi, “içtenliğe, sevgiye ve temel bir güven duygusuna” dayanır. Bu duygu karşılıklı olarak oluştuktan sonra, hayat herkes için çok daha kolay olacaktır. “Dozajı iyi ayarlayarak çocuğunuza acınızı, kızgınlığınızı göstermekten kaçınmayınız”.

Siz kendinizi ne kadar açık ve rahat ifade edebilirseniz, çocuğunuz da aynı beceriyi o ölçüde kazanacaktır. Anne babalığı, sadece kuralları aktarmak gibi kabul etmemeliyiz. Anne babalık çalış” demek kadar, oturup gayet doğal bir biçimde çocukla oynayabilmek, bundan zevk alabilmek demektir.

O nedenle anne baba olarak çocuğunuzla ilişkilerinizde:

1-İfade edin ve dinleyin: Dikkatle dinleyin ve kelimelerin arkasındaki duyguları “duyun”.

2-Birbirinizi destekleyin, onaylayın: Bir ebeveyn olarak gö­reviniz rehberlik etmek ve etkilemektir. Farklılıklara sevginizi ve kabulünüzü katarak tepki verin.

3-Birbirinize saygı duyun: Çocuklarınızın görüşlerine ve ai­leye bireysel katkılarına saygı gösterin.

4-Güven geliştirin: Çocuklarınızla arkadaşlık ve güven te­meli oluşturun. Dostça tartışmaları arttırın. Bağırmayı ve başının etini yemeyi en aza indirin.

5- Mizahi oyun anlayışınız olsun: Çocuklarınızla eğlen­celi zaman geçirin, örneğin, yürüyüşler, müzik dinlemek, bera­ber oyunlar oynamak gibi.

6-Sorumlulukları paylaşın: Çocukların karar verme yetenek­lerini geliştirin. Örneğin, “ne giyeceğine, ne zaman çalışacağına karar vermesi” gibi. Çocuklar kendilerini önemli ve yararlı hissetsinler.

7-Doğru ve yanlışı öğretin: Çocuklarınızla anlaşmalar yapın. Sınırlarınızı bilsinler. Anlaşma bozulunca ne olacağını bilsinler. Anlaşmayı ve sonuçlarını çocuğunuzla beraber yapın.

8-Görenekleri ve gelenekleri kuvvetlendirin: Çocuğunuzun ailede kendini önemli hissetmesi için yollar bulun. Ev işlerini paylaşın, seyahat planlarını beraber yapın, mutfakta sorumluluk­lar verin. Onlara özel olduklarını söyleyin.

9-Aile planlarını ve sohbetlerini arttırın: Aile toplantıları yapın. Herkes fikirlerini söyleyebilsin ve dinlensin. Televizyon kapalı olarak yemek yiyin.

10-Problemlere yardım arayın, problemleri kabul edin: Yar­dım almaya çekinmeyin.

Eğitmek, doğru tepki vermektir. Eğitim, doğruları söylemek değil, doğruları yapmaktır. Çocuğunuza örnek olun. Arkası gelir. Başarılı eğitim sisteminin özelliği, ödüllendirici ve eğlendirici olmasıdır. Çocuğunuza “aferin” demekte cömertlik gösterin. Seçme hakkı tanıyın, yanlışlarını değil, doğrularını görün, güzel sözlerle onu övmeyi ihmal etmeyin.

Çocuklara istendik davranışları kazandırmanın yolu, doğru yaptıklarında olumlu pekiştirmektir. “Aferin, ellerini yıkadığını gördüm”, “seni ders çalışırken görmekten mutlu oldum” gibi söylemler, doğruların fark edilmesini pekiştirmektir. Takdir edilen ve övülen çocuklar, takdir etmeyi öğrenirler.

Çocuğunuzun küçük başarılarını olumlu sıfatlarla takdir ederseniz, kendine güven duygusunu kazandırırsınız. Çocuğunuza nasıl hitap ederseniz, öyle olmasına zemin hazırlarsınız. “Tembel”, “pasaklı”, “asi”, “sorumsuz” gibi olumsuz sıfatlar, çocuklarda olumsuz özellikleri pekiştirir.

Çocuğunuzu hiçbir zaman başkalarıyla kıyaslamayın. Önemli olan çocuğunuzun başkalarına kıyasla ne kadar başarılı olduğu değil, kendi yapabileceklerine kıyasla ne kadar başarılı olduğudur.

Çocuğunuzun hatasını başkalarının yanında konuşmayın ve eleştirmeyin. Sık eleştirilen çocuklar içe kapanık ve güvensiz olurlar.

Çocuğunuzun dış görünüş ve özellikleri ile ilgili hep olumlu sözler söyleyin. “Şişko, sıska,” gibi sözler söylemekten kaçının. Bu tür sözler, yetersizlik duygusunun yerleşmesine sebep olur. Suçlanan çocuklar, suçlamayı ve yalan söylemeyi öğrenirler.

Çocuklarınızla alay etmeyin, onları küçük düşürmeyin ve utandırmayın. Alay edilen çocuklar, utanmayı öğrenirler. Haklı sebeplere dayansa da, kızgın ve öfkeli görünüm, çocuğunuzun da aynı özellikleri kazanmasını sağlar.

Çocuğunuzda kavga etme ve hırçınlık gibi davranışlar görürseniz, aile içindeki ilişkilerinizi ve örnekleri gözden geçirin. Çocuklar kızgın insanları sevmezler. Kızgın olduğunuzda, akıl vermeye kalkmayın.

Çocuğunuza hiçbir sebeple küsmeyin. Onun çevresine, sizin için ne kadar değerli olduklarını belirten notlar yazın. Çocuklarınıza çirkin söz söylemeyin, kötü dua etmeyin.

Çocuğunuzun hayattan zevk almasına yardım edin. Onu mutlu eden etkinlikleri destekleyin ve bunu dile getirin. Öğrendiğiniz fıkraları ona anlatın. Onun size anlattıklarını can kulağıyla dinleyin.

Çocuğunuzun yaptığına “bu yanlış” demek yerine, “şu bölümü iyi, acaba diğer bölümü daha farklı olabilir miydi?” diye yaklaşın. Yanlışını söyleyerek çocuğunuzu düzeltemezsiniz. Olumsuz konuşarak motivasyon artırma yöntemi tarihe karışmıştır. Çocuğunuzu gayrete getirmek için olumlu bir tavır içinde olun.

Hiçbir eleştiriyi çocuğun kişiliğini hedef alarak yapmayın. Davranışı eleştirin. Adama değil, topa vurun. “Tembel” yerine “ödevini neden yapmadın?”,sorumsuz” yerine, “odan toplanmamış” deyin.

Çocuğunuzun beğendiğiniz özelliklerini dile getirin. Bunu başkalarının yanında yapmaktan çekinmeyin. Çocuğunuzun başarılarını abartmadan övün. Samimiyetinizden şüpheye düşürmeyin.

Çocuğunuza ulaşabileceği hedefler koyun ve bunlara ulaştığında onu ödüllendirin. Becerikli olmasını, yapmasına fırsat vererek sağlayın. Somut bir şey üretmek kendine olan güven ve saygısını geliştirir. Başarılı olanlar, kendilerine güvenenler ve kendileriyle barışık olanlardır. Çocuğunuza bunları kazandırın.

 “Çocukları iyi birer insan yapmanın en iyi yolu onları mutlu etmektir.” Oscar Wilde

Mutlu ve sağlıklı çocuklar yetiştirmek dileğiyle…

Sevgiyle kalın…

‘Zamanın Kokusu’ndan  Mülhem Metaforizmalar  

 Tanrım bizi koru herkesleşmekten

Sürülerle sürülmekten, güdülerle güdülmekten

Ve alış-veriş meralarında eğleşmekten

Merâmımız yerine yaramıza gömülmekten

 Ömrümüz sisler bulvarında sekizinci kulvar

Canlar çıkar, insan bıkar, insanlık bıkmaz

Game over / Oyun tekrar

Tek tık tanrındır artık teknolojiye yalvar

Ey mekanik kullar, ey fiber dikişliler

Vardiya ashâbı yahut sekiz & beş’liler

Aradığınız ki-şi-lick (p)ara-namıyor

Dı persın yuar luking for kennot bi riçt hâlâ

Ulaşa-bildiğiniz bilinç hâlâ bir hiç

25 Haziran 2021 – Başiskele Karşıyaka [1]

İttihad-ı İslam – Siyasi Ümmetçilik

Gökalp’in Türkçülüğün Esasları’ında, yayımından 101 yıl sonra, bugünü ilgilendiren birçok tespit buluyoruz. Bu yazıda millet devleti yerine kozmopolit bir İslam Birliği, İttihad-ı İslam teklifi için yazdıklarını ele alacağım. İttihad-ı İslam’ın bir diğer adı ‘siyasi ümmetçilik’tir.  

Türkiye’de siyasî ümmetçiler, mağduriyetle yaşar. Çünkü mağdur olmadıklarını kabul ettikleri an cevap veremeyecekleri sorularla karşılaşacaklardır. Çeyrek asra yaklaşan ve son yılları mutlak hâkimiyet olan iktidardan sonra bile fırsat buldukça mağdur pozu takınıyorlar. Tipik davranışları, yarım ve küçümseyen bir tebessümle: “Heh, heh, biz biliyoruz ama söyleyemiyoruz.“dur. Hâlbuki günümüz Türkiye’sinde onların değil, onların muhalifleri mağdurdur, söyleyemezler.

Sözü Ziya Gökalp’e vereyim:

“Bir zamanlar, İttihad-i İslam mefkûresi Müslüman kavimlerin istiklale nail olmasını evvelkilerinin müstemleke hâlinde kurtulmasını temin eder zannolunuyordu. Hâlbuki amelî tecrübeler gösterdi ki İslam ittihadı bir taraftan teokrasi ve klerikalizm gibi irticai cereyanları doğurduğundan, diğer cihetten de İslam âleminde millîyet mefkûrelerinin ve millî vicdanların uyanmasına aleyhtar bulunduğundan Müslüman kavimlerin terakkisine mani olduğu gibi, istiklaline de haildir. Çünkü, İslam âleminde millî vicdanın inkişafına hail olmak, Müslüman milletlerin istiklaline mani olmak demektir. Teokrasi klerikalizm cereyanları ise, cemiyetlerin geride kalmasına, hatta gittikçe gerilemesine en büyük bir sebeptir. O hâlde, ne yapmalı? Her şeyden evvel gerek memleketimizde, gerek sair İslam ülkelerinde daima millî vicdanı uyandırmaya ve kuvvetlendirmeye çalışmalı.”

Vekâleten teokrasi

Bu noktada cehalet şöyle konuşabilir: Müslümanlık mı terakkiye mani? Lütfen dikkatli okuyun. Gökalp, Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak kitabının da müellifidir. Hani Azerbaycan bayrağındaki üç rengin temsil ettiği ilkelerin… Gökalp, telifçiliğiyle de tanınır. Karşı çıktığı, Türkleşme ve muasırlaşmayı reddeden bir “İttihad-ı İslam”dır.

Gökalp’in istiklale hail (engel) dediği, millet devleti yerine kozmopolit bir İslam Birliği devleti teklifidir. Siyasi ümmetçilik, emperyalizme engel olmadığı gibi tam tersine, millî şuura direndiği için müstemlekeciliğin işini kolaylaştırmaktadır. Terakkiye, ilerlemeye mani dediği de siyasi ümmetçiliğin önünü açtığı teokrasi ve klerikalizmdir. Gökalp’in bu üçü hakkında bütün hükümleri doğru çıktı. Siyasi ümmetçiliği bu sütunda daha önce ele almıştım.

Teokrasi için en güzel söz, rahmetli Dündar Taşer’den duyduğumdur: “Teokrasi başım üstünde. Allah’ın yönetimine kim karşı çıkabilir. Benim muhalif olduğum, birilerinin Allah’ın vekiliyim deyip yönetimi ele geçirmeye çalışmasıdır.”

Ve Erol Güngör

Günümüzün teokrasi düşüncesine misal, “nastır” deyip Merkez Bankası özerkliğini çiğneyerek faizleri emirle düşürmektir. Nas hikâyesinin devamında, “Sana bana ne oluyor.” var ki bu, “Artık düşünmeyiniz, itiraz etmeyiniz, bu Allah’ın emridir, yönetimidir” demektir. Konu, bir köşeye, bir yazıya sığmaz ama maksat anlaşılmıştır. Bu konuda Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın Marifetname’de yazdıkları hatırlanmalı:  “Bu gibi şeylerin din meselelerinden olduğunu sanan kimse dine zarar vermiş olur. Çünkü anlatılan hususların meydana geldiğini aritmetik ve geometri delilleri gösterir. Bunları bilen kimseye, ‘bu şeriata aykırıdır’ dense o kimse bildiğinden değil şeriattan şüphelenir. Akla uygun olmayan bir tarzda şeriata yardım etmek isteyen kişinin zararı, akla uygun bir şekilde şeriata hücum eden kişinin zararından çoktur. Nitekim ‘Akıllı düşman, cahil dosttan hayırlıdır’”. Bugün ekonomi bilimi de matematik ve geometri gibi delillere dayanır.

Klerikalizm, ruhbancılık demektir. İslam’da ruhban yoktur denir. Doğrudur. Ama Müslümanlarda bol bol ruhban var maalesef! Hem de Katoliklikten daha güçlüsü!

Sosyolog Ziya Gökalp’le başladım. Sosyal Psikolog Erol Güngör’le bitireyim:

“İslamcılık şimdiye kadar hep hâkim milliyete karşı hoşnutsuzluğunu doğrudan doğruya belirtemeyen etnik azınlıkların ideolojisi olmuştur. Bunların amacı İslam ülkeleri arasında birlik sağlamaktan ziyade kendi yaşadıkları ülkede milliyetçi politikayı etkisiz duruma getirmektir. Bu azınlıklar ayrılıkçı bir politika takip edecek kadar kalabalık ve güçlü olduklarını hissettikleri an kendi istikametlerinde bir milliyetçilik hareketi açıklamaktan hiç geri kalmazlar; böyle bir güce erişemedikleri müddetçe İslam davasının şampiyonu olarak görünürler.” (İslâm’ın Bugünkü Meseleleri”, Ötüken Neşriyat 1981, sayfa 181.)

Şâir, Edip ve Hatip YAVUZ BÜLENT BÂKİLER ile TÜRKÇE Hakkında Konuştuk.

Oğuz Çetinoğlu: Sizce Türkçemizin en büyük husûsiyeti nedir?

Yavuz Bülent Bâkiler: Edebiyat târihçilerimizden Nihat Sâmi Banarlı’nın çok doğru bir tespiti var. Diyor ki: Osmanlı Türkçesi imparatorluk dilidir. Her dil imparatorluk dili olamaz. Çünkü her millet imparatorluk kuramaz.’ Bu, çok doğru bir tespittir.

Çetinoğlu: Affedersiniz! ‘Osmanlı Devleti, imparatorluk değildi fakat Osmanlı Türkçesi imparatorluk diliydi’ diyebilir miyiz?

Bâkiler: Bu tespitiniz de doğru: Çünkü Osmanlı Devletinin hiçbir belgesinde devletin unvanı olarak ‘imparatorluk’ kelimesi kullanılmamıştır.  Devletin Adı; ‘Devlet-i Âliyye-i Osmaniyye’dir.  Not: Âliye değil Âliyye)

Biz, büyük cihan devletleri kuran bir milletiz. Târihler, milletimizin 120 devlet kurduğunu yazıyor. Yâni biz Türk milleti olarak dünden bu güne 38 devlet, 32 Beylik, 17 Hanlık, 16 imparatorluk, 4 Atabeylik, 9 Cumhuriyet kurduk. Dünyâ milletleri arasında, bizden daha çok devlet kuran ikinci bir millet yoktur. Bu 120 devlet içerisinde, Müslümanlığı kabul eden ilk devlet Karahanlılar devletidir. Karahanlılar 840-1212 yılları arasında hüküm sürdü. Karakoyunlular devleti, Türk devletleri arasında 43. sırada bulunuyor. Demekki kurulan 120 Türk devletinden 120-43=77’si İslâm dini içerisinde yaşamışlardır.

Karahanlılardan sonra Selçuklular da, Osmanlılar da, İslâmiyet’i benimsemişlerdir. 950 yılından sonra Müslüman olmuşlardır.

Büyük Türk Târihçisi Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Târihi isimli eserinin 4. cildinin 488. sâhifesinde belirttiği gibi Osmanlı devleti, Sultan Üçüncü Murad Han döneminde, 1592 yılında, 23.337.600 km² üzerinde hükümrandı. Yâni, bugünkü Türkiye’den 30 misli daha büyük bir coğrafya üzerindeydi. Yine Yılmaz Öztuna’nın belirttiğine göre 14. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar Fransa, dünyâda 13 yıl lider devlet oldu. İngiltere 128 yıl lider devlet kürsüsünde idi. Aynı asırlar arasında Osmanlı Devlet-i Aliyye’si ise, dünyâda tam 322 yıl lider devlet olarak hüküm sürdü.

Yalnız çok önemli bir husus var: Osmanlı padişahları ve sadrazamları, hâkim oldukları ülkelerde, dil ve din konusunda, katiyyen zorlayıcı olmadılar. Hıristiyan topluluklarına ve diğer dinlerden olan kimselere, Müslüman olmaları ve mutlaka Türkçe konuşmaları için baskı uygulamadılar. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’de, Yunus Suresinin 99. ve 100. âyetlerinde açıkça belirtildiği gibi; “İslâm, bir telkin dini değildir. Tebliğ dinidir.’ Dinde zorlama yoktur. İslâmiyet’i kabul etmeyenlere Müslüman olmaları için baskı yoluna gidilmemiştir. Fakat Cumhuriyetin ilânından sonra, Türkiye’de, Müslümanlara baskı yapılmıştır. Ezan ve Kur’ân-ı Kerîm Türkçe okunmuş, bâzı câmiler kapatılmıştır.  Lâikliği İslâm düşmanlığı şeklinde anlayanlar olmuştur. İslâm aleyhtarlığı sebebiyle bin yıldan beri kullandığımız, dağdaki çobandan, Çankaya’daki Cumhurbaşkanına kadar, herkese yaydığımız, benimsettiğimiz, sevdiğimiz, atasözlerimize, türkülerimize, konuşma dilimize kattığımız bazı kelimeler, Arapça oldukları için, onları dilimizden, edebiyatımızdan, eğitim kitaplarımızdan çıkarıp atmak istemişlerdir. Atılan kelimelerin yerine Türk dil bilgisi kaidelerine aykırı olarak kelimeler uydurulmuştur. Uydurulan bu kelimelere ‘Öztürkçe’ denilmiş ve bu kelimelerle konuşmamız yazmamız emredilmişti. Bir defa dünyâda hiçbir milletin dili saf değildir. Mutlaka yapancı milletlerden alınan kelimeler vardır.  Eskimoların dillerinde bile, temasta oldukları milletlerden alınmış kelimeler bulunmaktadır. Türkiye’mizdeki öztürkçecilerin bâzıları Türk ve Müslüman değildi. Türk olup da İslâm aleytarı olanlar vardı. Onlar, İslâmiyet’in bizi geri bıraktığına inanıyorlardı. İslâmiyet bizi geri bıraktı ise, geri bırakıyorsa, târihçi Yılmaz Öztuna’nın belirttiği gibi, Devlet-i Aliyye 15. ve 17. asırlar arasında, dünyâ devletleri arasında 322 yıl, nasıl lider devlet olarak hükümran olmuştu?

Çetinoğlu: Çok doğru ve muhteşem tespitler. Dil meselesine bakarsak efendim…

Bâkiler: Dilimize, Yunancadan giren kelimeler de var. Mesela: Anahtar, aritmetik, avlu, balyoz, barbar, cımbız, çerez, demokrasi, efendi, enerji, fener, fiske, fistan, fotoğraf, gönye, güğüm, gübre, halat, huni, hülya, ıspanak, ıhlamur, ızgara, iskele, iskelet, kart, kilit, kiraz, kiremit, kalp, kulüp, kundak, kundura, küpe, kümes, lağım, lamba, limon, litre, marangoz, martı, marul, mermer, sahan, sahne, semer, sempati, sinir, silindir, sopa, takunya, tedâvi, telefon, tıpa, uskumru, tırpan, vernik, yalı, Yunus…  Bu kelimelerin hepsi Yunanca’dan dilimize geçmiştir.

Bizim Öztürkçecilerimizin veya Arapçaya karşı amansız bir savaş açan ilericilerimizin, bir güne bir gün bu Yunanca kelimelere karşı seslerini yükselttiklerini duydunuz mu, okudunuz mu?

Sadece Yunancaya karşı değil, Türkçemize musallat olan bütün Batı dilleri karşısında da adamların sesi soluğu çıkmıyor. Kur’ân, Arapça değil de Yunanca, Fransızca, İngilizce… indirilmiş olsaydı, Öztürkçecilerin tepinmeleri yine günümüzdeki gibi olurdu. Çünkü hedefleri İslâmiyet’le ilişiğimizi kesmek veya en aza indirmekti.

Şimdi size müthiş bir örnek vermek istiyorum: 1952 yılında, Türkmenistan’da Prof. Dr. Mehdi Köseyef ile Mehdi Karri, birlikte çalışarak DEDE KORKUT Destanlarını Türkçeye çevirip bastırdılar. Stalin, anlatılmaz ölçüler içerisinde Türk ve Türkçe düşmanı idi. Onun emriyle Türkçe Dede Korkut Destanları toplatılıp imha edildi. O eseri hazırlayan iki ilim adamımıza idam cezası verildi. Sonra o ceza yirmi beş yıl ağır hapis cezasına çevrildi. Prof. Köseyef ile M. Karri, Kazakistan’daki mâden ocaklarında çalışmaya mahkûm edildi. İddia ediyorum: Millî Eğitim Bakanlığımız bünyesinde bulunan Tâlim Terbiye Kurulu’nun hazırladığı ve iktidar değişikliği sebebiyle kısa bir süre olarak uygulanan üç maddelik rapor var. Bu rapor tam da Stalin zihniyetiyle hazırlanmış bir rapordur!

Bu raporda deniliyor ki:

1-Hem Türkçe, hem Osmanlıca, hem de yabancı dillerden karma biçimde oluşturulan sözlük, Türk Millî Eğitiminin genel amaçlarına uymaz!

2-Sözlükte, sözcüklerin Türkçe açıklamalarının dışında, Arapça-Farsça karşılıklarının verilmesi, Türk Millî Eğitiminin genel amaçlarına aykırıdır.

3-Sözlükte, sözcük dizimi yanında, gereksiz yere deyim ve vecizelerin (atasözlerimizin) verilmesi, örneğin ADAM-ÂDEM sözcüğü açıklanırken, adamla ilgili deyimlerin sıralanması, Türk Millî Eğitiminin genel amaçlarına aykırıdır.

Dehşet veren bir hükümle karşı karşıyayız. Tam bir Stalin öfkesi önündeyiz. Sözlük hazırlayanlara, bakanlık için ders kitapları hazırlayanlara Stalin kafalı Bakanlık yetkilileri diyorlar ki:

‘Ey Türkçe sözlük hazırlayacak olan kimseler, önce sözlüğünüze Arapça olan ‘adam’ kelimesini almayacaksınız. Onun yerine ‘kişi’ kelimesini koyacaksınız. Sözlüğünüzde ‘kişi’ kelimesini açıklarken, hem ‘adam’ kelimesinden uzak duracaksınız, hem de içinde ‘adam’ kelimesi geçen deyimlerimizi, vecizelerimizi ve atasözlerimizi, elinizin tersiyle bir tarafa iteceksiniz. Niçin? Çünkü adam kelimesi Arapçadır da ondan.

Sakın ‘bir kelimeden ne çıkar?’ Demeyin, bir tek kelimenin ‘Arapçadır’ gerekçesiyle dilimizden çıkarılıp atılması, 100’den fazla güzelim deyimlerimizin yok olup gitmesi demektir.

Adam kelimesini Türkiye’de, Türk dünyâsında bilmeyen mi var? Adam kelimesi, en az bin yaşındadır. Adam kelimesini, Arapça asıllıdır gerekçesiyle Türkçemizden çıkarıp atmak isteyenlerin, adamlıkla hiçbir ilgisi yoktur. Sakın bir kelimenin çıkarılıp atılmasıyla ne olur demeyin. Tâlim Terbiye Kurulu diyor ki: ‘Sözlükte, sözcük dizimi yanında, gereksiz yere deyim ve vecizelerin, atasözlerimizin verilmesi, adamla ilgili deyimlerin sıralanması, Türk Millî Eğitiminin genel amaçlarına aykırıdır!’ Cümle yanlış kurulmuştur.

Çetinoğlu: Nasıl olmalıydı?

Bâkiler: Doğrusu şöyledir: ‘Gereksiz yere adamla ilgili deyim ve vecize kullanılması Stalin anlayışına aykırıdır.’

Çetinoğlu: Sizin, yerinde ve müthiş kara mizahlarınızdan biri… Peki Efendim, Sözlüklerimizden ‘adam’ kelimesini çıkarıp atmakla kayıplarımız neler oluyor?

Bâkiler: Adam adama/ Adam akıllı/ Adam olmamak/ Adam başına/ Adam beğenmek/ Adam değil/ Adam etmek/ Adam gibi/ Adam içine çıkmak / Adam kıtlığında / Adam kullanmak / Adam olmak / Adam sen de / Adam sırasına geçmek / Adamdan saymak / Adama benzemek / Adam yerine koymamak / İşin adamı / Adamına çatmak / Adamına düşmek / Adamını bulmak / Adam azmanı / Adam boyu / Adam evladı / Adam sözü / Adam sarrafı / Adam otu / Adamca / Adamcağız / Adamcasına / Adamcık / Adamcı / Adamı çok / Adamı yok.

Çetinoğlu: Vecize, atasözleri ve özlü sözler de var…

Bâkiler: Hem de pek çok. Onları da vereyim: Adam adam demekle adam olmaz / Adam, adam amma pehlivan başka / Adam adamın, sarraf altının kıymetini bilir / Adam adam, nevruzu-kavruzu bırak da oduna git / Adam adama gerek olur iki serçeden börek olur / Adam, adam sâyesinde adam olur / Adam adama gerektir; tosbağaya hânesi gerektir / Adam adama yük değil, can gövdeye mülk değil / Adam adamdan korkmaz ama utanır / Adam adamdır eğer yoksa bir pulu, eşek eşektir atlastan olsa da çulu / Adam adamı bir kere aldatır / Adam adamın şeytanı, adam adamın rahmanı / Adam, adım atmakla değildir / Adam ahbabından bellidir / Adam asmışlar, oradan geçilmez / Adam bellemekle mârifetli olur / Adam da var; adamakta var / Adam dünyâyı dolaşsa meselesini bulamaz / Adam eti ağırdır / Adam ikrarından, hayvan yularından çekilir / Adam kıtlığında keçiye Abdurrahman Çelebi derler / Adam oğlu çiğ süt emmiş / Adamın alacası içinde hayvanın alacası dışında / Adamın aklı çıkacağına canı çıksın / Adamın iyisi alışverişte belli olur / Adam hilekârdır, kimse bilmez fendini / Adam oğlu kusursuz olmaz / Adam oğlunun elinden uçanla kaçan kurtulur / Adam olacağına büyüdükçe cüdam oluyor / Adam odur ki, ikrarından dönmeye / Adam olan iki kere aldanmaz / Adam olana bir söz yeter / Adam olana tazir ne gerek, çehre ile bakmak elverir / Adam olanın zehri güler yüz / Adam olanın zehri kötü söz / Adam olmasına, daha dokuz fırın ekmek ister / Adam sarrafı kesilmiş başımıza / Adam sormakla âlim olur / Adam söyleşir, hayvan yalanır / Adam sözünü adama eder / Adam yanıla yanıla âlim olur. / Adama dayanma ölür, duvara dayanma yıkılır / Adama devlet kendi ayağıyla gelmez / Adama iş aranır, işe adam değil / Adama lisandır adam dedirten de, hayvan dedirten de / Adama sözü bir kere derler / Adamcağızın burnu koku almaz / Adamdan başka her şeye benzer / Adamı adam eyleyen paradır, parasız adamın yüzü karadır / Adam kukla gibi oynatır / Adamın aklı zıvanadan çıkacak / Adamın bulaşığı yamandır / Adamın hayırlısı ammeye faydalıdır / Adamın hayırlısı faydalı olandır / Adamın eti yenmez, derisi giyilmez, tatlı dilinden başka nesi var? / Adamın iyisini adam bilir / Adamın kötüsü olmaz meğer züğürt ola / Adamın iyisi güreşte, köpeğin iyisi leşte belli olur / Baba adam / Balık adam / Kötü adam / Kurbağa adam / Lüzumsuz adam / Müslüman adam / Ömür adam / Tek adam / Yarım adam / Ahiret adamı / Ev adamı / Fikir adamı / Gemi adamı / Gösteri adamı / Günün adamı / Hayat adamı / İlim adamı / İş adamı / Kanun adamı / Salon adamı / Sanat adamı / Zamane adamı / Adam azmanı.

En âliminden en câhiline, en akıllısından en gabisine kadar bütün insanlarımızın bildiği, kullandığı kelimeler atılarak yerine batı dillerinden kelimeler alınmaktadır. Diğer taraftan Türk dilbilgisi kaidelerine aykırı olarak kelime türetilmekte daha doğrusu uydurulmaktadır. Bu kelimeler, ‘dilimizdeki dikenler olarak dil zevki ve hassasiyeti olan insanlara rahatsızlık vermekte, baba ile oğlun anlaşmasını zorlaştırmakta, bazen da imkânsız hâle getirmektedir.  

Çetinoğlu: Çok teşekkür ederim. Mükemmel bir Türkçe dersi oldu. Sağ olunuz, sağlıklı olunuz.

YAVUZ BÜLENT BÂKİLER 23 Nisan 1936 tarihinde Sivas’ta doğdu. İlk ve orta öğrenimini Sivas, Gaziantep ve Malatya’da tamamladı. 1960’ta Ankara Ünivearsitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. Dört yıl Ankara Radyosu’nda çalıştı. 1969-1975 yılları arasında Sivas’ta avukatlık mesleğini icra etti. Bir süre Başbakanlık Toprak-Tarım Reformu Müsteşarlığı’nda Hukuk Müşaviri olarak hizmet verdi. 1976-1979 yılları arasında Ankara Televizyonu’nda görev aldı. Çeşitli kültür programları hazırladı ve sundu. TRT’den Kültür Bakanlığı’na Müsteşar Yardımcısı olarak geçiş yaptı. 12 Eylül 1980 darbesinden bir süre sonra Kültür Bakanlığı Müşavirliği’ne alındı. Daha sonra da Başbakanlık Müşavirliği’ne tâyin edildi. Oradan kendi arzusuyla emekliye ayrıldı. Çeşitli gazetelerde ve dergilerde fıkralar-makaleler yazdı. Bir süre Samanyolu Televizyon Kanalında Türk Cumhuriyetlerini anlatan ‘Bizim Türkümüz’ programını hazırladı. Aynı kanalda ‘Sözün Doğrusu’ isimli kültür programını ekranlara getirdi. 1989 yılında TRT 1 Televizyon Kanalı’na, 16 bölümden oluşan ‘Avrupa’da Türk İzleri’ isimli programın senaryosunu hazırladı. Bu eseri ile Türkiye Millî Kültür Vakfı’nın ‘1989 yılı Radyo ve Televizyonda Millî Kültürümüze Hizmet Eden Programlara Teşvik Armağanı’na lâyık görüldü.

Not: Bu sohbet, değerli yazarımızda hafıza zâfiyetinin nüksetmekte olduğu ilk günlerde gerçekleştirilmiştir. Duâlarınıza vesile olması ümidiyle… (O. Ç.)

Atatürk Döneminde Türkiye – ABD İlişkileri (1923-1938) – (1)

                Son yıllarda yaz tatillerimi doğup, büyüdüğüm topraklarda(Tokat/Artova) geçiriyorum. Burada, hem babadan kalma topraklarla haşır-neşir oluyor, hem de çocukluk ve gençlik dönemi arkadaşlarla aradan geçen uzun yılların hasretini gideriyoruz.

                Bulunduğum yerde(Bağ evi) televizyon izleme imkânım olmayınca, güncel ve politik olaylardan da oldukça uzağım. Bu vesileyle seksenine merdiven dayamış bir kişi olarak, gençlikte okul dönemlerimizde alışkanlık haline getirdiğimiz kütüphanede kitap okuma merakımızı yeniden tazelemeğe çalışıyoruz.

                Artova İlçe Kaymakamlığına ait kütüphane, son derece donanımlı, raflarında on binlerce kitap olmasına rağmen ne yazık ki içinde okuyacak kimse yok. İlk günlerde belki yaz tatilidir o yüzdendir diye önemsemedim. Ancak, arkadaş…bir iki tane de olsa okuyan çıkmaz mı koskoca ilçede diye düşünürken,  gerek iktisaden gerek bilim yönünden ve liyakatli insan eksikliğimizin önde gelen sebeplerinden birinin de okumayan, okumayı sevmeyen bir toplum oluşumuz geri kalmışlığımızın en bariz örneği olarak görüyorum.

                Kütüphanede on binlerce kitap var demiştim. Raflardaki kitaplara bir bir göz gezdirdim.  Dikkatimi ilk çeken: “Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı”nın bir dizi kitabı gözüme ilişti. İçlerinden biri: “Atatürk Dönemi Türkiye – ABD İlişkileri” isimli bir kitap ve yazarı: “Dr. Semih Bulut.” Kitap merakımı çekti. Birinci Dünya savaşına bütün Avrupa devletleri karışır da, ABD bu süre zarfında neler yapar, okumaya başladım.

                Atatürk dönemine gelmeden önce Osmanlı devletinin son yıllarındaki Osmanlı – ABD ilişkilerine göz atmakta fayda olduğuna inanıyorum.

Türk – Amerikan ilişkilerinin tarihçesi, XVIII. Yüzyılın sonlarına dayanıyor. 1783’te bağımsızlığını kazanan üç milyon nüfusa sahip ABD ile gerileme dönemine girmiş olan otuz milyon nüfuslu Osmanlı Devleti arasındaki ilk ilişkiler, tahmin edileceği gibi Amerikalı girişimcilerin ticari faaliyetleri ile başlıyor. Osmanlı devleti ile birçok ticari anlaşma yapan Amerikalılar; 1877 – 1878 Osmanlı Rus savaşı sonrası politikalarında Osmanlı için bir dönüm noktası olmuştur. O zamana kadar ABD ile iyi giden ilişkiler, Avrupalı büyük güçlerin tutum değiştirmeleri sonunda ABD’de hisseden pay koparmak istercesine bir bahane uydurarak, Bâbıâliyi Ermenilere kötü davranmakla suçladı.

                ABD, bu politikalarını desteklemek için Osmanlı devletinde bulunan misyonerlerini ve okullarını kullandı. Misyonerler, Ermeniler hakkında sürekli gerçek dışı raporlar hazırlayıp ABD Senatosuna gönderdiler. Diğer yandan bugün Suriye ve Kuzey Irak’ta PKK ‘ya verdikleri destekte olduğu gibi, Ermeni isyanlarının fikri ve teorik alt yapısını oluşturdular. Bu şekilde 1889 – 1896 yılları arasında birçok Ermeni isyanının çıkmasına katkı sağladılar.

                Bu yılları takiben, Osmanlı – Amerikan ilişkileri, ABD’nin misyoner okullarına izin isteği veya Ermeni meseleleriyle ilgili tehditkâr baskıları devam etti. Osmanlı Devletinden taleplerine karşılık gelmeyince, Akdeniz’e savaş gemileri gönderdi. 1895 yılında Ermenilere katliam yapıldığı iddiasıyla “San Fransisco” ve “Marblehead” isimli savaş gemileri İzmir, İskenderun ve Beyrut’a gönderildiler. Osmanlı Hükümeti üzerinde baskı oluşturmak için gönderilen bu gemiler, Ermenilerin katledildiğine dair hiçbir delil bulamadan geri döndüler.

                ABD aynı baskıcı politikalarının devamı olarak, Ermeni ayaklanmaları neticesinde zarar gören Amerikan okullarının zararının tanzimi için 1900 yılında Kentucky savaş gemisini Osmanlı sularına gönderdi ve bu sayede istediği tazminatı Babıâli’den aldı.

                ABD’nin Osmanlı’ya karşı baskıları durmak bilmiyordu. Ermeni isyanlarına karışan bazı ABD vatandaşı Ermenilerin tutuklanmaları, isyancıların üs olarak kullandıkları Amerikan okullarının bazılarının kapatılması sebepleriyle bu seferde Karayipler Filosunu İzmir’e gönderdi. Osmanlı Devleti bu konudaki Amerikan isteklerini de ne yazık ki karşılamak zorunda kaldı.

Devam Edecek

4 Eylül 1919 Sivas Kongresi

2 Eylül 1919 günü Sivas Türk milletinin kara bahtını değiştirecek olağanüstü bir güne hazırlanıyordu. 2 Eylül 1919 gününün sabahında erkenden uyanan Sivas halkı, bir yandan müstevlilerin Türk yurdundaki işgallerinin, katliamlarının, tecavüzlerinin kendisine verdiği derin bir ıstırabın hüznünü yaşarken, bir yandan da kurtuluşun tek ümidi olan Millî Mücadele’nin lideri olarak görülen Mustafa Kemal Paşayı şehirlerinde misafir edecek olmanın coşkun sevincini yaşıyordu…

Sivaslılar kurtuluşun tek ümidi olan Millî Mücadele’nin lideri olarak görülen Mustafa Kemal Paşayı çok görkemli bir törenle karşılamaya hazırlamışlardı. Bu görkemli karşılama töreni için şehirde ne kadar fayton, yaylı araba varsa hepsi bu işe tahsis edilmişti…

Mustafa Kemal Paşayı karşılamak için Erzincan yolu istikametine yönelen atlı ve arabalı Sivas ahalisi yanında yaya olarak gidenler de çok sayıdaydı. Erzincan yolu istikametine yönelen Sivas ahalisi Kılavuz tepesinde toplanarak Mustafa Kemal Paşayı ve beraberindekileri getirecek olan otomobillerin gelişini gün boyunca sabırla beklemişlerdi. Kalabalık bir halk kitlesi de şehrin girişinde toplanarak, şehre dört beş kilometre olan bir mesafede çadırlar kurmuştu. Mustafa Kemal Paşa’yı ve beraberindekileri getiren otomobillerin Seyfebeli’de görülmesi ile birlikte Sivas halkını da coşkun bir sevinç dalgasına kapılıyordu…

Bir süre sonra Kılavuz tepesinde duran ve Mustafa Kemal’i taşıyan otomobile doğru koşan Sivaslılar onun elini öperek ona, “Hoş geldiniz!” diyorlardı. Hoş geldiniz faslından kısa bir süre sonra hareket eden kafile güneş batmak üzereyken şehre giriyordu. Kılavuz tepesinde karşılamaya çıkamayan Sivaslılar caddenin iki yanını doldurmuş bir halde iken alkış tufanı arasında Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarını karşılayarak bağırlarına basıyorlardı…

Gelen heyet içinde bulunan Rauf Orbay hatıralarında o günü şöyle anlatmıştır: “… Eylül’ün ikinci günü Sivas’a vardık ve başta Vali Reşit Paşa, Kolordu Kumandanı Selahattin Bey ile asker, sivil, talebe ve halkın kütleler halinde katıldığı parlak merasimle karşılandık.”…

Bin Dokuz Yüz On Dokuz Yılının Eylül Ayının Dördüncü Günü Sivas’ta;

1.Gazi Mustafa Kemal Paşa Asker (Mirliva- Tuğ. Gen.) Erzurum’u temsilen,

2.Raif (Dinç) Hukukçu Erzurum’u temsilen,

3.Bekir Sami (Kunduk) Mülkiyeli Vali Sivas’ı temsilen,

4.Hüseyin Rauf (Orbay) E. Deniz Subayı Sivas’ı temsilen,

5.Fevzi (Baysoy) Din adamı (Şeyh) Erzincan’ı temsilen,

6.Refet (Bele) Asker (Albay) Canik’i(Samsun) temsilen,

7.Süleyman (Boşanlı– Boşnak) Çiftçi – Denizci Canik’i(Samsun) temsilen,

8.Kara Vasıf (Karakol Cemiyeti) Emekli Albay Antep’i temsilen,

9.İsmail Hami (Danişment) Mülkiyeli- Tarihçi İstanbul’u temsilen,

10.İsmail Fazıl (Cebesoy) Emekli General İstanbul’u temsilen,

11.Hikmet (Boran) Tıbbiye Öğrencisi İstanbul’u temsilen,

12.Ahmet Nuri İlmiye sınıfı Hocası Bursa’yı temsilen,

13.Osman Nuri (Özpay) Hukukçu- Avukat Bursa’yı temsilen,

14.Necati (Kurtuluş) Askerlikten İstifa Bursa’yı temsilen,

15.Asaf (Doras) Hukukçu Bursa’yı temsilen,

16.Hüseyin (Bayraktar) Tüccar Eskişehir’i temsilen,

17.Hüsrev Sami (Kızıldoğan) Subay Eskişehir’i temsilen,

18.Halil İbrahim (Sipahi) Tüccar- Belediye Başkanı Eskişehir’i temsilen,

19.Mehmet Şükrü (Koçzade) Hukukçu Afyonkarahisar’ı temsilen,

20.Salih Sıtkı (Kesrioğlu) Mülkiyeli Afyonkarahisar’ı temsilen,

21.Bekir Gümüşizade Öğretmen Afyonkarahisar’ı temsilen,

22.Abdurahman Dursun (Yalvaç) Öğretmen Çorum’u temsilen,

23.Mehmet Tevfik (Ergun) Öğretmen Çorum’u temsilen,

24.İbrahim Süreyya (Yiğit) Mutasarrıf Alaşehir’i (Saruhan) temsilen,

25.Macit (Suner) Hâkim (Yargıç) Alaşehir’i (Manisa) temsilen,

26.Mehmet Şükrü (Dalamanlı) Hukukçu Denizli’yi temsilen,

27.Yusuf (Başağazade) Hukukçu – Ziraatçı Denizli’yi temsilen,

28.Necip Ali (Küçüka) Hukukçu –Yargıç Denizli’yi temsilen,

29.Hakkı Behiç (Bayiç) Mülkiyeli Denizli’yi temsilen,

30.Sami Zeki Emekli Subay Kastamonu’yu temsilen,

31.Tatlızade Nuri Efendi Eşraf Kastamonu’yu temsilen,

32.Halit Hami (Mengi) Tüccar- Belediye Başkanı Bor’u (Niğde) temsilen,

33.Mustafa (Soylu) Öğretmen Niğde’yi temsilen,

34.Yusuf Bahri (Tatlıoğlu) Çiftçi Yozgat’ı temsilen,

35.Osman Remzi (Öğüt) Memur Nevşehir’i temsilen,

36.Mazhar Müfit (Kansu) Valilikten istifa Denizli’yi-Hakkâri’yi temsilen,

37.Nuh Naci (Yazgan) Tüccar Kayseri’yi temsilen,

38.Ahmet Hilmi (Kalaç) i Kaymakam Kayseri’yi temsilen,

39.Ömer Mümtaz (İmamzâde) Tüccar Kayseri’yi temsilen,

40.İhsan Hamit (Tigrel) Eğitimci Diyarbakır’ı

temsilen hazır bulunan milletin güzide evlatlarının katılımı ile toplanan Sivas Kongresi; bin dokuz yüz on dokuz yılının Eylül ayının on birinci günü tamamlanıyordu…

Sivas Kongresine katılan milletin güzide evlatları; Türk milletini temsilcileri olarak esaretten kurtuluşun tek ümidi olan Millî Mücadele’nin liderliğine Mustafa Kemal Paşa’yı seçerek, Erzurum Kongresinde alınan kararların ulusallaştırarak göbeğinden millete bağlı olan yeni bir otorite ortaya çıkartıyordu…

Göbeğinden millete bağlı olan bu yeni otorite; Heyet-i Temsiliyeyi bütün vatanı temsil eder hale getirerek milli birlik ve beraberliğin büyük oranda sağlarken, Misak-ı Milliden asla taviz verilmeyeceğini, Mondros Mütarekesinin ve Mandacılığın kesin olarak reddedildiği bütün dünyaya ilan ederken, Kuva-yı Milliye cepheleri arasında kumanda birliğini de sağlıyordu…

Sivas Kongresiyle birlikte aynı zamanda tam bağımsızlık ve milli egemenlik ilkelerini temel ve değişmez prensip olarak kabul ederek tam bağımsızlığı ve milli egemenliği gerçekleştirecek olan Büyük Millet Meclisi döneminin kapısı da aralanıyordu… Yani Sivas Kongresinde Türkiye Cumhuriyet’inin temeli atılıyordu…

Sivas Kongresinin banisi olan Gazi Mustafa Kemal Paşaya ve Bu Kutlu Kongrede Yüce Türk Milletini temsilen ona yoldaşlık eden o 39 mübarek yiğide ve de o günün yiğit Sivas halkına sonsuz minnet ve rahmet olsun.

Tırtıldan Kelebek “Oluş”

1953’te DNA sarmalı keşfeden Watson ve Crick 1962’de Nobel Ödülünü aldılar. DNA’dan RNA; RNA’dan protein zincirinin elde edildiği görüşünü doğrulukla belirttiler. Diğer yandan, bu reaksiyonun tersten olamayacağını( bir kanıt olmadığı halde) öne sürdüler. “Geni”mutlak kılan bu anlayış (bütün dünyada)yerleş(miş)ti. Hatta 2001’de insan genomunun nükleotid sırası bulunduğunda( İnsan Genom Projesi tamamlandığında) insanın genomu yani genlerin toplamı olduğu düşüncesi yerleşmişti. Bu anlayışa göre insanın biyolojik kaderi genler tarafından belirlenmekteydi. İnsanlar genleri kadar yaşayan, genleri kadar hasta, genleri kadar başarılı( zeki) hatta genleri kadar mutlu varlıklardı. (Kılıç, 2024: 92)

Genetiğin (bu) santral dogması, hücrelerimizdeki bilginin yalnızca tek bir yönde – DNA’dan RNA’ya ve proteinlere- aktığı doktrinidir. Bu tanım genlerin ifadesini modüle etmede çevrenin rolü nedeniyle, artık çürütülmüştür. Yeni bir terim olan ve genin dışında olarak ifade edilen “epigenetik”, bilim dünyasında en yeni ortaya çıkan alanlardan biri haline gelmiştir. Epigenetik, DNA dizilerindeki biyokimyasal değişiklikleri içermez, bunun yerine, bizi hastalığa karşı duyarlı hâle getirebilecek farklı genleri etkinleştirir veya devre dışı bırakır.

DNA dizisinin klinik fenotipin (canlının dış görünüşü) tek belirleyicisi olmadığının anlaşılması, aynı DNA’yı taşıyan tek yumurta ikizlerinin genellikle hastalık uyumsuz olduğu, ikiz­lerden birinin hasta, diğerinin sağlıklı olduğu gözleminin bir sonucu olarak belir­lenmiştir. Epigenetik araştırmalar çevre, sosyal durum, psikososyal faktörler ve beslen­menin bireyin genetik bilgi ifadesini nasıl etkilediğini ortaya çıkarmayı amaçlar. Çok hücreli organizmalarda, gelişim sırasında ortaya çıkan epigenetik belirteçlerin yavrulara geçme potansiyeli nedeniyle, aynı genotip değişken fenotipleri ortaya çıkarabilir. Araştırmalar, embriyogenez sırasında tek hücrenin bölünmesi ve farklı­laşması fenomeninin epigenetik ile sıkı bir şekilde ilişkili olduğunu belirlemiştir. Monozigotik ikizler aynı genetik bilgiye sahiptir, ancak içinde yaşa­dıkları ve büyüdükleri çevre tarafından belirlenen, sağlık ve hastalık fenotipinde farklılıklara yol açan farklı bir epigenetik profile sahip olabilirler. (Hülyam Kurt, Emine Yağcı, 2023: 389-390)

Bu sonuç  DNA, RNA, protein yolunun tersten de doğru olabileceğini göstermektedir. Protein yapısını değiştiren her şey her aksiyon potansiyeli, her çevresel faktör, hatta düşünce DNA’yı değiştirebilir. Bu bilimsel bilgi insanı gen yapısının tutsağı olmaktan çıkarmakta, düşüncesine ve yaratıcılığına DNA’sını bile etkileyebilecek güç ve özgürlük alanı sağlamaktadır. (Kılıç, 2024: 92)

Son yıllarda (2013’den itibaren) beyin- bilinç-zihin anlayışımızda büyük değişiklikler oldu bu yenilik nöron teorisinden bütüncül enformasyon ağı yani “connetctome” yani nörozihin teorisine geçiştir Buna göre bilinci oluşturan yaklaşık 100 milyar nörondan oluşan organ olan beyin değil 2 üzeri 100 milyar olasılık içeren bir enformasyon sistemi bütünüdür. Bu anlayışa göre beyin zihin yaratan organdır nörozihin ise et olan beyin ile ilgili bilgi ağı bütünü olan zihin arasındaki ara yüzdür ( beyin ile zihin arasındaki ilişkiyi tek bir uçağı bir nörona benzetirsek uçak ile havayolu şirketi arasındaki ilişkiye benzetebiliriz. İkisi arasında nasıl bir ilişki varsa nöron ile zihin arasında da bu şekilde bir ilişki vardır. Bu bir organizasyon yaratır ve aynı nöron ile zihin arasındaki ilişkiyi ortaya koyar). Laniakea (ölçülemeyen sonsuzluk-bütün evren birbiriyle ilişkili enerji ağıdır), (Laniakea, tüm evrenin enerji olduğunu, her noktasının diğeriyle bağlantısallık ve bütünsellik içinde olduğunu ortaya koyan bir kavramdır. Bütün Evren tüm bilinen enerji biçimlerine göre tek bir yapı olarak incelendiğinde ve bütün olarak bir bilgisayar programına konulduğunda biz bütün yapının birbiriyle entegre ve bütünsel bir sistem içerisinde olduğunu görüyoruz. Kısacası evrende her şey bütünlük içinde ve her şey birbiriyle bağlantısallık halindedir. Biz maddenin esaslılığından değil enerjinin esaslılığından yola çıkmak zorundayız.) (Kılıç, 2024: 91-92),  epigenetik ve connectom (nörozihin) demektedir ki insanlar tek bir vücudun hücreleri gibi bütünlük ve bağlantısallık içinde var olurlar. Ve bunu güçlü olanın genine aktardığı, güçlünün doğal seleksiyonunda ona geçtiği “gen bencil”dir kültüründe değil kooperasyonun ve işbirliğinin önde olduğu anlayışta yaparlar (Kılıç, 2024: 92-93)

Düşüncenin maddeyi biyoloji ve bilinci şekillendirme yeteneği vardır. Bilimsel dönüşümlerin benzerlik kurulabileceği en güzel biyolojik dönüşümlerden biri tırtılın kelebek olmasıdır. Kelebek olacak tırtılın önce kendi kabuğundan vazgeçmesi ve kendi varlığına gelecekteki varlığı için eritmesi gerekir. Her tırtıl kelebek olamaz, kelebek olacak tırtılın yeterince “imaginal celss” hayalci hücreler (hayal gücü kuvvetli hücreler) yetiştirmesi gerekir. Bu hayalci hücreler (hayal gücü kuvvetli hücreler)  diğer tırtıl hücreleri ile aynı genom yapısındadır Ama bu hücreler tırtıl olmaktan sıkılan rahatsız hücrelerdir. Farklıdırlar rahatsızdırlar. Diğer tırtıl hücreleri büyürler gelişirler günü geldiğinde ölmeyi seçerler Apoptosa (Apoptozis) (hücrenin programlanmış ölümü) uğrarlar. Bu hayalci hücreler (idealist hücreler)  ise yaşamayı ve yaşatmayı seçerler ve sayı eğer belirli bir eşiği aşarsa kelebeğin vücudunu oluşturmaya başlarlar. Ölümden, kaostan ve savaştan yeni bir dünya bir kelebek yaratırlar. Bir tırtılın kelebek olup olmayacağını belirleyen, hayalci hücrelerin (hayal gücü kuvvetli hücreler)  sayısıdır. Bazı hayalci hücreler değişime girerken ölümden kaostan ve savaştan yeni bir dünya yani bir kelebek yaratırlar (Kılıç, 2024: 94). Türker Kılıç “Tırtıldan Kelebek Olma Okulu” yazısını şu sözlerle noktalar: 

Sizler bizim ve güzel ülkemizin hayalci hücreleri (hayal gücü kuvvetli hücreler) olun ve güzelliği, yaşamı, yaratmayı ve çalışmayı seçin. Seçin ki önce kendinizi sonra dünyamızı bir kelebek güzelliğine kavuşturun.  Kelebekler tırtıllardan güçlüdür” (Kılıç, 2024: 94).

Bazı insanlar hayat boyu kendilerine verilmiş yeteneklerin farkına varmak istemeden yaşayabilirler. Bu bir nevi tırtılların tutsaklığı gibidir. Hâlbuki insanlardaki zihin kabiliyeti evrene ait olduğunun bilinç düzeyi bağlantısallığına geçtiğinde kelebekler gibi özgürlüklere kanaat açabilirler. Bu özgürlüğü bekleyen tehlikeler olsa da onlar gökyüzünü, toprağı, ateşi, ağacı, yaprağı, çiçeği ve suyu “görür”ler. Görmek “keşfetmek”tir. Keşfetmek “olmak” demektir. Olmak ise “sonsuz”a Hawaii dilindeki Laniakea (Ölçülemeyen Cennet’e) (Sonsuz enerjiye) ulaşmaktır. Türk ve Altay mitolojisinde “Uçmağ”a (Uçmak, Ocmah, Uçmah) kanatlanmak, “uç”mak ve yükselmektir. Bu noktada yani düşünen insanın (gönül insanının) Sonsuz Cennet anlamındaki Laniakea’yı (sonsuz enerjiyi) yahut Uçmağ’ı da aşması gerekmektedir: Yunus Emre: “Hakkın gerçek âşıkları, istemezler Cennet’leri/Cennet’ten dahi ileri gider, makamın tutmağa/Tutulmadı Yunus canı, geçti Tamu’dan, Uçmak’tan/Yola düşüp Dost’a gider, ol aslına uyakmağa (İnsanın“ben”ışığının yok olması-Tanrı’da yok olmak-Tanrı’ya kavuşmak) (Dindi, 2022: 260). Yunus Emre’nin anlamakta zorlanabildiğimiz çok boyutlu sözleri “psiko-sosyal teoloji” araştırmalarına uygun olarak bizlerin düşünce ufuklarını açacağa benzemektedir. Tırtılın kelebek oluşundan anlam kuramları oluşturan insan nesli bunu bir adım daha öteye götürerek Yunus Emre düşüncesinden bilimin birçok modellemesini ve sosyal hayatı değiştirebilecektir.

Kaynaklar:

1-Emrah Dindi,  Türk Dervişi Yunus Emre’de Bezirgân Dindarlığın Eleştirisi, Turcology Research, 2022/ 73: 255-264.

         2-Hülyam Kurt, Emine Yağcı, Epigenetik ve Zihin Sağlığı, Beyin Biyokimyası, Editörler: Doç. Dr. Fatih Kar – Doç. Dr. Ceyhan Hacıoğlu, Aralık 2023 Nobel Akademik Yayıncılık, Ankara.

3-Türker Kılıç, Yeni Bilim: Bağlantısallık Yeni Kültür: Yaşamdaşlık  “Beyin Nedir’den, “Yaşam Nedir”e Bir Bilim Serüveni, Ayrıntı Yayınları, 2024- İstanbul.

Nasıl müstemleke olunur?

Geçen yıl, Ziya Gökalp’in baş eseri Türkçülüğün Esasları’nın 100. yayım yılıydı. Yeni Ufuk Dergisi etrafında toplanan gençler yeniden kurdukları Töre-Devlet Yayınevinden kitabın pek hoş bir baskısını çıkardılar ve Ankara’da bir sempozyum düzenlediler. Bu yıl ise Gökalp’i kaybedişimizin 100. yılı. Her iki yıl dönümü için de benden yazı istendi.

Bugün bazılarının tehlike olarak değerlendirdiği Türkçülük tahsiline bendeniz çok erken başladım. Dolayısıyla Akçura’yı, Gökalp’i, Sadri Maksudi’yi lise çağlarımda okudum. Anladığım o zamanki kapasitem kadardı herhâlde. Böyle yıl dönümleri, bu temel eserleri tekrar okumama vesile oluyor ve bu fikir zirvelerinin yazdıklarını bir daha ve bugünkü donanımımla okuyorum. Yüz yıl önceki vukuflarını, bilgi ve derinliklerini daha iyi anlıyor ve takdir ediyorum. Keşke onların seviyesini ve zamanın bilimiyle iç-içeliklerini devam ettirebilseydik.

Türkçü ve bilimci Gökalp

Geçen asrın Türkçüleri, bilimi öne çıkarır. Dev eseri Atatürk- Entelektüel Biyografi’de de Prof. Hanioğlu, Atatürk’ün fikir yapısını iki kelimeyle özetler: Türkçü ve bilimci. Bu fikir adamları da tıpkı öyledir: Türkçü ve bilimci. Sadri Maksudi’nin baş eserinin adı, Milliyet Duygusunun Sosyolojik Esasları’dır. İngilizler, İstanbul’daki Türkçüleri toplayıp Malta’ya götürdükleri ve yargıladıkları sırada Gökalp’in yaptığı pek hoştur. Ziya Bey, bütün Türk tutsakları toplar ve onlara sosyoloji, evet sosyoloji dersi verir.

Aşağıdaki satırlar, yıldönümlerinin yeniden okumalarında özellikle dikkatimi çekti. Gökalp, Malta’dan sonra da ders veriyor: Toplum birimlerinin tarih içinde gelişmesi, Tönnies- Weber sosyolojisinin cemaat – cemiyet (gemeinschaft – gesellschaft ) ayrımı uyguladığı müfredatın maddeleri. Fakat özellikle üstünde durduğu, kimlerin müstemleke olup kimlerin olamayacağı.  Siyah vurgular bana aittir.

“Fakat, millîyet devresi nihayet, diğer Avrupa kavimleri için de hulul etti. Hollandalılar, Fransızlar ilh kendi kendini idare eden millet hâlini almaya başladılar. Tarih, umumi bir kaide olarak gösteriyor ki her nereye millîyet ruhu girdiyse, orada büyük bir terakki ve tekâmül cereyanı doğdu. Siyasi, dinî, ahlaki, hukuki, bedii, ilmî, felsefi, iktisadi, lisani hayatların hepsine gençlik, samimilik ve taravet geldi. Her şey yükselmeye başladı. Fakat bütün bu terakkilerin fevkinde olarak yeni bir seciyenin husul bulduğunu da yine bize mukayeseli tarih haber veriyor. Millî vicdan nerede teşekkül etmişse, artık orası müstemleke olmak tehlikesinden ebediyen kurtulmuştur.”

Millî vicdan ve manda

“Filhakika, bugün Milletler Cemiyeti, Almanya’yı bir müstemleke hâlinde Fransa’ya takdim etse, acaba Fransızlar bu hediyeyi kabule cesaret edebilirler mi? Macaristan’ı ve Romanya’nın, Bulgaristan’ı Yunanlıların mandası altına koymak istese bu iki devlet şu mandaları kabule yanaşabilir mi? Şüphesiz hayır! Çünkü mandater olmak isteyen bir devlet mandası altına girecek memlekette kolayca hâkim olmak ister. Hâlbuki millî vicdanı uyanmış bir ülkeye kocaman ordular gönderilse bile, orada en küçük bir nüfuz kazanmak mümkün değildir. İngilizlerin Trakya ile İzmir’i Yunanlıların, Adana ve havalisini Fransızların, Antalya’yı İtalyanların mandası altına vermesi, İstanbul’u kendi eline geçirmek içindi. Bütün bu devletler, Anadolu millî vicdanın uyandığını, Yunan ordularının millî kıyam karşısında buz gibi eridiğini görünce bu ham sevdalardan vazgeçmeye başladılar. Amerika’nın ne Ermenistan’da, ne de Türkiye’de manda kabulüne yanaşmaması da buralardaki millî vicdanın şiddetini görmesinden dolayıdır. Hâlbuki İngilizlerle Fransızlar Arabistan’ı aralarında taksim etmekte hiçbir mahzur görmediler. Çünkü bütün aşiretleri cemie hayatı yaşayan, şehirleri henüz cemiyet devresine gelmemiş olan Arabistan’da millî vicdanın henüz uyanmamış olduğunu biliyorlardı.”

“Tarihin ve halihazırın bu şahadetleri bize gösteriyor ki bugün Avrupa’da millî vicdana malik olmayan hiçbir kavim kalmamıştır. Binaenaleyh Avrupa’nın hiçbir ülkesinde müstemleke tesisine imkân yoktur.”

Emperyalizmi desteklemek?

Hemen ünlü siyaset bilimci, İngiliz “Yeni Sol”unun öncülerinden sayılan Tom Nairn’in sözlerini hatırladım:

“Enternasyonalizm… şaşkın Marksistlerin ve kozmopolit entelektüellerin ideolojisidir… sosyalizmin artık imkânsız hâle geldiği dünyada ilerici ve demokratik bir geleceğe ancak küçük devletlerin milliyetçilikleri desteklenerek ulaşılabilir. Milliyetçiliğe muhalefet, kesinlikle eski veya yeni imparatorlukları desteklemek demektir ve ‘metropol solu’nun posizyonu işte tam budur.”

Aynı tespit. Ancak arada 79 yıl fark var.

Bugüne dönelim. Türkiye Cumhuriyeti muhakkak ki Türk milliyetçiliği ve kayıtsız şartsız Türk egemenliği üstüne kuruldu. Gökalp’e göre bu yüzden müstemleke olması mümkün değildir. O hâlde Türkiye’yi illa müstemleke yapmak istiyorsanız ne yapmalısınız? Şüphesiz, önce millî vicdanı uyutmalısınız. Mesela “Türk demek ayıptır, ırkçılıktır.” diye başlayabilirsiniz. Cumhuriyetin temel değerlerine “Kemalizm” diye saldırabilirsiniz.

Bu satırların yazarı yarım yamalak bir asteğmendir ama şüphe yok ki Mustafa Kemal’in askeridir.