3.8 C
Kocaeli
Cuma, Kasım 14, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 97

Pay to Win (Öde ve Kazan)

Bizim jenerasyon, ülkenin bilgisayar oyunlarıyla ilk haşır neşir olan jenerasyonudur desek yanlış olmaz. Commodore 64’le başlayan bilgisayar oyunları furyası, “Kara Kutu” atarilerle, Segalarla, tetrislerle hayatımızda önemli bir yer edindi. Bilgisayarın gündelik hayatta yaygınlaşmasıyla birlikte Age of Empires’lar, Championship Manager’lar, Counter Strike’lar oyun dünyamızı süslemeye başladı. İnternetin gündelik hayatta yaygınlaşmasıyla birlikte bu defa online oyunlar hayatımızın bir parçası haline geldiler. Bugün tablet ve telefonlardan oynanan ve dünya genelinde milyonlarca üyesi olan online oyun platformu var.

Bu online oyun platformlarında ilk başlarda yetenekli oyuncular oyunlarda başarılı oluyorlardı. Ancak tüfeğin icat olup mertliğinden bozulmasından daha beter bir şekilde online ödeme kanalları yaygınlaştı ve mertlikten eser kalmadı. Adına Pay to Win (“pey tu vin” şeklinde okunur) denilen ve Türkçe’ye “Öde ve Kazan” şeklinde tercüme edebileceğimiz yöntemle, parayı basan herkes bu online oyunlarda başarılı olmaya başladı. Hatta parayı basan yeteneksiz oyuncular, para ödeyemeyen yetenekli oyuncuları mağlup eder hale geldiler. Zaten gerçek dünyada feleğin sillesini yemiş bu parasız oyuncu tayfası, azıcık moral bulmak istedikleri sanal dünyada da feleğin sillesinden kaçamadı.

İşte bu “pay to win” denen olmaz olasıca sistem, sanal dünyada bile adeta bir kast sistemi kurdu ve fakirin yüzünü sanal olarak bile güldürmedi.

Peki, bu “pay to win” denen illet yalnızca sanal dünyada mı var? Tabi ki hayır! Gerçek hayatta hele hele 2002 sonrası Türkiye’sinde bu “pay to win” denen Şeytan icadı sistemin âlâsı uygulanıyor.

Askerden kaçmanın legalize edilmiş yöntemi olan “bedelli askerlik” uygulaması, bu “pay to win” uygulamasının en bariz örneğidir mesela. Gariban çocuklar askere giderler, parayı basanlar askerliğin bedelini öderler.

Yine siyasetle uğraşanların malumu olduğu üzere; hiçbir milli manevi değer taşımayan, hiçbir yeteneğe sahip olmayan, hayatında paradan başka bir değere sahip olmayan bir kısım siyaset erbabının parayı basıp kendinden daha çok hak eden kişilerin önüne geçerek milletvekili, belediye başkanı vs. adayı olduklarına hepimiz şahit oluyoruz. Bu kişiler parayı bastıkları için siyasette istedikleri gibi at oynatabiliyorlar. Şehrimizde bu tip parasıyla siyaset yapan ve siyasette köşeleri tutan kişilere bolca örnek gösterebiliriz.

Aynı şekilde, siyasi partilerin il ve ilçe yönetimlerinde olsun, Ticaret Odalarında ve bir kısım önemli STK’larda olsun bu “Pay to Win” tayfanın ya kendilerinin ya da hiçbir vasıf sahibi olmayan tosun ve buzağılarının yönetimlerde yer aldıklarına şahit oluyoruz.

Bu “pay to win” uygulaması zaman zaman maalesef yargı alanında da karşımıza çıkıyor. Bir kısım organize suç örgütü lider ve/veya mensuplarının ömürlerinin birkaç yılını cezaevinde geçirmek yerine doğru (!) kişilere ulaşarak ve bu kişilere bir miktar bedel ödeyerek tahliye edildiklerini ve yurt dışına kaçtıklarını medyadan hepimiz görüyoruz.

Bu “pay to win” uygulamasının, ülkenin temel dinamiklerine en çok zarar veren türü eğitim alanında gerçekleşen türü. İlk ve orta öğretimde zerre başarısı olmayan, okuma yazma konusunda bile ciddi eksikliği bulunan bir kısım zevatın, parayı basıp Vakıf (Özel) üniversitelerde okuduklarına ve avukat, mühendis, finans uzmanı vb. ünvanlarla iş hayatına atıldıklarına şahit oluyoruz. Üstelik bu ilk ve orta öğretimde başarısı yerlerde sürünen tayfa, ailelerinden gelen imkan sayesinde meslek hayatlarına diğer başarılı çocuklara nazaran 5-0 da önde başlıyorlar. Alt ve orta gelir grubundan gelen başarılı çocukların, eğitim sayesinde yaşam standartlarının artması imkanı da bu şekilde ellerinden alınıyor. Üniversite eğitimi anlam ve değerini yitiriyor, eğitim sahibi gençlerin iyi koşullarda iş bulma imkanı hatta iyi koşulları geçtik genel olarak iş bulma imkanı da ortadan kalkıyor.

Bu reel hayattaki “pay to win” zıkkımı yüzünden, ülkenin başarılı gençlerinin hayatları mahvolurken ülke de bir gayyaya doğru usul usul yol alıyor.

Türk Dünyası İçin Atılan İlk Büyük Adım Ortak Alfabe Kabul Edildi

            Türk Devletleri Teşkilatı, 9-11 Eylül 2024 tarihleri arasında Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de, Merkezi Kazakistan’ın başkenti Astana’da bulunan Türk Akademisi ve Türk Dil Kurumu işbirliğinde gerçekleştirilen, Türk Dünyası Ortak Alfabe Komisyonu’nun 3. Toplantısında 34 harften oluşan Latin tabanlı Ortak Türk Alfabesi önerisi üzerinde mutabakata varıldığını açıklamıştır. Bu Türk Dünyası’nın geleceği açısından atılan en büyük adımlardan biridir.

            Türk Dünyası’nda ve Osmanlı İmparatorluğunda Alfabe tartışmaları XIX yüzyılın ortalarında başlamıştır. Bu tartışmaları, Azerbaycanlı yazar Mirza Fethali Ahunzâde ve Osmanlı’da Maarif Nazırlığı da yapan devlet adamı Münif Paşa başlatmıştır.  O tarihlerde Osmanlı coğrafyasında ve Türk Dünyası’nın büyük bir bölümünde Arap harflerini esas alan Osmanlı Alfabesi kullanılıyordu. İlk tartışmalar, sesli harflerin gösterilmediği ve bunun için Arapçadaki harekelerin de kullanılmadığı bu alfabenin ıslâhı üzerine yoğunlaşmıştır. Bu tartışmalardan bir sonuç alınamayınca bu konu üzerinde fikir öne süren şahsiyetlerin yavaş yavaş Latin Alfabesine dönmenin daha uygun olacağını savunmaya başlamışlardır. Kırım’da yetişen Büyük Türkçü  Gaspıralı İsmail, XX. yüzyılın başlarında Türk Dünyası’nın geleceği için en çıkar yolun, “Dilde, fikirde, işte birlik” olduğu ilkesini ortaya koymuştur.

            Sovyetler Birliği sınırları içinde yaşayan Türklerin kültürel entegrasyonu ilgili önemli kararların alındığı, 26 Şubat-6 Mart 1926 tarihleri arasında Bakü şehrinde düzenlenen Birinci Türkoloji Kongresi’nde,  Latin alfabesine geçiş kararı alındı. 131 Temsilcinin katıldığı bu kongrede Türkiye’yi Atatürk’ün görevlendirmesiyle Türkoloji âlimi Mehmed Fuad Köprülü ve büyük Türkçü Ali Bey Hüseyinzâde (Ali Turan) temsil ettiler.

            Kongre katılan 100’den fazla katılımcı daha sonra Pan-Türkizmle suçlandı ve siyasi baskıya maruz kaldı. Çoğu akademisyen ve düşünür hapis ve fiziksel yıkımla karşı karşıya kaldı. Kongrenin Türk Dünyası’nın Latin alfabesine geçiş kararı, 1939 yılında iptal edildi ve Sovyetler Birliği topraklarında yaşayan Türkler arasında birliği engellemek için her Türk topluluğu için ayrı Kiril alfabesi oluşturularak farklı toplumlar oldukları algısı meydana getirilmek istendi.

            Türk Dünyası’nda ortak alfabe konusunda XIX. yüzyılın ortalarından itibaren çalışma yapan Türkolog,  eğitimci,  düşünür ve yazarlar; Mirza Fethali Ahundzâde,  İsmail Bey Gaspıralı, Üzeyir Bey Hacıbeyli, Celil Memmedguluzâde, Mehmet Ağa Şahtahmazlı, Feridun Bey Köçerli, Veli Hüseyinzâde, Hüseyin Cavid ve Samet Ağamalıoğlu’dur. Kendilerini rahmet ve minnetle anıyoruz.

            Sovyetler Birliği 1990’lı yılların başında dağıldıktan sonra, bağımsız Türk devletleri ve özerk Türk toplulukları ortaya çıkınca, Büyük Türk Dünyası Ailesi’ne mensup olduklarını hissettiler. Türk toplulukları arasında Türklük şuuru güçlendikçe daha önce “Azerice, Kazakça, Kırgızca, Özbekçe, Türkmence” adını verdikleri dillerinin, Türkçenin farklı lehçeleri olduğunu gördüler. Artık günümüzde dillerinin isimlerini, “Türkiye Türkçesi, Azerbaycan Türkçesi, Kazakistan Türkçesi, Kırgızistan Türkçesi, Özbekistan Türkçesi, Türkmenistan Türkçesi” şeklinde telaffuz etmektedirler.

            Türk Dünyası’nda ortak alfabe çalışmaları, 1991 yılında başlatılmıştır. Türk Şûrası (Türk Devlet ve Toplulukları Dostluk-Kardeşlik ve İş Birliği Kurultayı) tarafından 21-23 Mart 1993’te Antalya’da yapılan toplantıda Türk devletlerinin alfabelerine Q, X, W, Ň, Ä harflerinin eklenmesine  ortak karar verilmiştir. Türk Keneş Kurulu tarafından da benimsendiği takdirde (inceltme ve vurgu işaretli harfler hariç) 34 harfli bir alfabenin Türk Dünyası’nda uygulanması konusunda prensip  kararına varılmıştır. Bu tarihten bugüne kadar ortak alfabe konusunda Türkiye’de ve Türk Dünyası’nda resmi kurumlar, üniversiteler ve ilgili sivil toplum kuruluşları tarafından çok sayıda sempozyum ve çalıştaylar düzenlenmiş, yayınlar yapılmıştır.[1]

            2009 yılında Nahçıvan’da düzenlenen Türk Devlet Başkanları Zirvesi’nde imzalanan Nahçıvan Anlaşması’yla, “Türk Dili Konuşan Ülkeler arasında kapsamlı işbirliğini sağlamak”  amacıyla Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyi (Türk Konseyi) adıyla uluslararası bir teşkilat kurdular. Bugün bu teşkilat, Türk Devletleri Teşkilatı (TDT) adını almıştır. Bu teşkilata “Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan” üye ülke  ve “Macaristan, Türkmenistan, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC)” gözlemci ülke statüsünde katılmaktadırlar. Bu teşkilatın güçlendirilmesine, Türk devletleri ve toplulukları arasında “alfabe, dil, kültür, eğitim, bilim, ekonomi, sanayi ve askeri alanlarda” işbirliğinin geliştirilmesine, Türk Dünyası’nı ilgilendiren konularda ortak hareket edilmesi  yönündeki çalışmalara destek olunmalıdır.

            Otuz yılı aşkın süredir devam eden Türk Dünyası’nda ortak alfabe oluşturulması çalışmaları, nihayet 11 Eylül 2024 tarihinde olumlu bir sonuca ulaşmıştır.  Türk Devletleri Teşkilatı’nın, 9-11 Eylül 2024 tarihleri arasında Bakü’de düzenlediği, Türk Akademisi ve Türk Dil Kurumu işbirliğiyle  gerçekleştirilen, Türk Dünyası Ortak Alfabe Komisyonu’nun 3. Toplantısında 34 harften oluşan Latin tabanlı Ortak Türk Alfabesi önerisi üzerinde mutabakata varılmıştır. Bu Türk Dünyası’nın geleceği açısından atılan en önemli adımlardan biridir. Bu karar sonucunda, eğer Türk toplulukları arasında “alfabe ve imlâ birliği” sağlanırsa, Gaspıralı’nın “Dilde, fikirde, işte birlik” idealine ulaşmak  daha çabuk mümkün olacaktır.

            Türk Akademisi ve Türk Dil Kurumu, toplantının başarıyla sonuçlanmasının tarihi bir önem taşıdığına dikkat çekerek Türk Dünyası’nda  Ortak Alfabe kullanımı kararıyla ilgili özetle  şu açıklamayı yapmışlardır: ‘’Bu özverili çalışmanın neticesinde, 34 harften oluşan Ortak Türk Alfabesi önerisi üzerinde uzlaşılmıştır. Her harf, Türk dillerinde bulunan farklı fonemleri (ses birimlerini) temsil etmektedir. Bu toplantının başarıyla sonuçlanması tarihi bir anı temsil etmektedir. Ortak Türk Alfabesi’nin geliştirilmesi, Türk halkları arasında karşılıklı anlayış ve iş birliğini teşvik ederken, onların dilsel mirasını da korumaktadır. İlgili tüm kurumlar, önerilen Ortak Türk Alfabesinin uygulanmasını aktif bir şekilde desteklemeye davet edilmektedir.’’

            Türk Dünyası’nda  Ortak Alfabe kullanımı konusunda “Ortak alfabe, ortak edebî dile giden yoldur” diyen Kırgız-Türk Manas Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Kadir Ali Konkobayev “Ortak alfabenin hayata geçirilebilmesi için Türk Dünyası’nda Türk dilini yaşatacak kurumların ve enstitülerin olması ve kurulması şarttır.”

            Türk Dünyası için bu çok önemli kararın alınması konusunda bugüne kadar çalışmalar yürüten, toplantılar düzenleyen, eserler ve makaleler yazan kişi, kurum ve kuruluşları minnet ve şükranla selamlıyorum. Bu konuda çalışmalar yapan başta İstanbul, Marmara ve Erciyes Üniversiteleri olmak üzere diğer üniversitelerimize, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu ve Türk Dil Kurumuna, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, Aydınlar Ocağı, Türk Ocağı ve Hoca Ahmet Yesevi Vakfı gibi sivil toplum kuruluşlarımıza, başta Prof. Dr. Turan Yazgan olmak üzere Oktay Sinanoğlu, Ahmet B. Ercilasun, Şükrü Halûk Akalın, Tuncer Gülensoy, Osman Mert, Osman Fikri Sertkaya, Nevzat Özkan, Mehmet Saray, M. Metin Karaörs, Talat Tekin, Yavuz Akpınar, Fikret Türkmen, Mustafa Öner, Emine Naskali Gürsoy, Zeynep Korkmaz, Mustafa Argunşah, Okan Yeşilot, Timur Kocaoğlu, Mustafa Canpolat, Sema Barutcu Özönder, Bilgehan Atsız Gökdağ, Erdal Şahin Abdülvahap Kara, İsa Sarı, Ertuğrul Yaman ve adını belirtemediğim çok sayıda bilim insanına Türklük adına teşekkür ediyorum. Bunlar içinde ebediyete göçen hocalarımızı rahmet ve şükranla anıyorum.

            Son olarak, “11 Eylül” gününün Türk Dünyası’nda “Ortak Alfabe Günü veya Bayramı” olarak kutlanması için karar verilmesini temenni ediyorum.  

            “Ortak Alfabe” kullanma kararından dolayı Türk Dünyası’nı kutluyorum.


[1] Bu konuda geniş bilgi için bakınız:  Prof. Dr. Okan Yeşilot vd., “Türk Dünyasında Ortak Alfabe: Uygulamalar, Arayışlar, Teklifler”, Ötüken Yayınevi, İstanbul 2020.

Atatürk Döneminde Türkiye – ABD İlişkileri (1923-1938) – (2)

Osmanlı – ABD İlişkilerinin Son Dönemi:

          İttihat ve Terakki Partisi, 2. Meşrutiyet dönemi boyunca ABD’yi kendi tarafına çekebilecek politika izlemeye çalıştı. Bu politika çerçevesinde İttihatçılar, 1. Dünya savaşı başladıktan sonra Kapitülasyonları kaldırırken, Amerikalıların müesseselerine zarar vermeyeceklerini göstermek düşüncesiyle teminat verdiler.

       Bütün bunlara rağmen ABD, Osmanlının bu jestine karşılık politikalarında herhangi bir değişiklik görülmedi.  Amerikalı Misyonerler, Rusya ile işbirliğine giden Ermenileri himayelerine almaya çalıştılar. Doğuda Ermeni katliamlarını görmezden gelen misyonerler, onlarla beraber olup Türklere saldırdılar ve “Tehcir”e de karşı çıkarak dünya kamuoyunu etkilemeğe çalıştılar.

      ABD’nin Almanya’ya savaş ilan etmesinden sonra Almanya, Osmanlı Devletinin de ABD’ye savaş ilan etmesi teklifinde bulundu ancak, Osmanlı, savaş ilan etmeyip, sadece bu ülke ile diplomatik ilişkilerini kesti. Bu süreçte ABD’deki Osmanlı çıkarlarını korumayı İspanya, Osmanlı Devletindeki ABD çıkarlarını koruma görevini de İsveç Sefareti yüklendi.

Mondros’tan Lozan’a Türk – Amerikan ilişkileri:

1. Dünya savaşının sonuna yaklaşıldığı 8 Ocak 1918’de Başkan Woodrow Wilson, ABD Kongresinde yaptığı konuşmada, 14 Maddeden oluşan dış politika prensiplerini ilan etti. Bu prensiplerin 12. Maddesi ise, Osmanlı Devleti’nin geleceği ile ilgiliydi. Söz konusu 12. Maddeye göre, Türklerin çoğunlukta olduğu bölgelerin egemenlik ve güvenliği sağlanmalı, buna karşılık Osmanlı Devleti içindeki milletlere varlıklarını koruma imkânı verilmeli ve Boğazlar bütün devletlerin ticari gemilerine açık bulundurulmalıydı.

                Mondros Ateşkes’inden sonra büyük bir umutsuzluğa kapılan Osmanlı Aydını, Wilson’un:  “Tüm ulusların kendi geleceklerini, kendilerinin belirlemesi (Self Determination)” bunun gibi prensipleri karşısında büyük hayallere kapılıyor ve bu prensipleri memnuniyetle karşılıyorlardı. Fakat bu görüş, giderek bir Amerikan Mandacılığı düşüncesine dönüşmeğe başladı ve kimi Osmanlı Aydınları tarafından 4 Aralık 1918 de İstanbul’da “Wilson Prensipleri Cemiyeti” kuruldu.

                Mandacılık görüşü Erzurum Kongresinde cılız tepkilere sahne olsa da, Sivas Kongresinde büyük tartışmalara sebep oldu. Amerikan Mandası fikrini İttihat ve Terakki’nin Liberal görüşlü bir kanadının hararetle savunmasına karşılık, İstanbul’daki TIP Öğrencilerini temsilen Kongreye gelen gençler, bu fikre şiddetle karşı çıktılar ve bazı yerel delegelerin de desteğini aldılar.

                Sivas kongresini takip eden günlerde Mandacılığa kesin olarak karşı çıkan Mustafa Kemal’in kararlı duruşu, Mandacılık fikrinin gündemden düşmesine neden oldu.

                Aslında Wilson, 14 maddelik dış politika bildirisini ilan ettikten sonra görüştüğü Müttefik Devletlerle bunların arasında özellikle İngiltere, Türkler hakkındaki 12. madde çoktan gündemden düşmüştü. Wilson, Türklerin çoğunlukta bulunduğu Doğu Anadolu’da bağımsız bir Ermenistan’ın kurulmasını savunuyordu. Wilson’un Müttefik liderlerle yaptığı plana göre, bağımsız bir Ermenistan kurulmadan önce, ABD Ermenistan’ın mandaterliğini kabul edecekti.

                Ermenistan mandaterliği Wilson’a ilk kez Paris Barış Konferansında teklif edildi. Wilson bu teklifin uygulanabilmesinin Senato kararına bağlı olduğunu söyledi ve bu konuda iki önemli rapor hazırlattı.

                Bu raporlardan birincisinde Mütareke sınırları içinde kalan Osmanlı Topraklarının İstanbul ve çevresi, Ermenistan ve Anadolu’nun geri kalanı olmak üzere üçe bölünüp, her üçünün de Amerikan mandası altına alınması öneriliyordu.

                Hazırlanan diğer rapor ise oldukça karamsarlık içeriyordu. Raporda Amerika Kıtasına çok uzak olan bu bölgede güvenliği sağlayabilmek, gerekli askeri harcamaların yüksek maliyetinin altı çiziliyordu. 2. Raporun etkisiyle ABD Senatosu, 1 Haziran 1920 de Doğu Anadolu’da Ermenistan mandaterliği kurulması kararını Wilson’a rağmen reddetti.

                Bağımsız Ermenistan hayalinden bir türlü vazgeçmeyen Wilson, Sevr Anlaşmasının 89. Maddesine göre Doğu Anadolu’dan bazı vilayetlerin Ermenistan’a verilmesini öngörmekte ve Türkiye ile Ermenistan arasındaki sınırın çizilmesini ABD Başkanının yani Wilson’un hakemliğine havale etmekteydi. ABD Senatosunun Ermenistan mandasını reddetmesine rağmen Wilson, Türkiye-Ermenistan sınırını çizmeyi kabul etti. Wilson çizdiği haritayı Milletler Cemiyetine vermeğe hazırlandığı sırada; Kâzım Karabekir Paşa komutasındaki Türk Birlikleri, Doğu Anadolu’dan Ermenileri püskürttü. Bu aşamadan sonra Wilson’un hazırladığı harita tam bir fiyasko haline geldi ve İngilizler haritanın açıklanmamasını istediler ve Wilson’un Ermenistan macerası bu şekilde son buldu.

Kaynak Eser: Atatürk Döneminde Türkiye – ABD İlişkileri (1923-1938) Dr. Semih Bulut

Devam Edecek

Âkif ve İnsan  (3)

     Ne zindanlar olur hâil, ne menfâlar, ne makteller…

     Yürürsün sedd-i râhın olsa hattâ âhenîn eller.

     (Ne zindanlar, ne sürgün yerleri, ne de idam sehpaları sana engel olup yolundan alıkoyamaz.

     Bütün bunlara rağmen, yani yolunda sedler ve hattâ demirden eller de olsa, seni yolundan yine 

     de çeviremez, yürüyüşüne mâni ve engel olamazlar.)

x

     Yıkar bârû-yı istibdâdı bir âsûde tedbîrin;

     Semâlardan inen te’yîdisin gûyâ ki takdîrin!

     (Âsûde / huzur verici / rahatlatıcı bir tedbîrin; istibdâd ve diktatörlük kalelerini yıkıp geçer.

     Çünkü sen Allah’ın; sema ve göklerden indirilerek desteklenen; bir takdîri, İlahî bir kaderisin.)

x

     Taharrîden usanmazsın, teâlîden teâliye.

     Atıldıkça, atılsam şimdi dersin, başka âtiye!

     (Ey insan sen! Araştırmadan edemez. Her türlü aramalardan geri kalamaz. Bu gayretlerden asla

     Usanmaz. Yükseldikçe yükselmek ister. Dâima “Hel min mezid?” / “Daha yok mu?” dersin.

     İlerledikçe ilerlesem; gelecekte edineceğim başka hedeflere, hemen atıldıkça atılsam dersin.)

x

     Senin en şanlı eyyâmında, en mes’ûd hâlinde,

     Bir istikbâl-i dûra-dûr vardır hep hayâlinde.

     (Senin en şanlı günlerinde ve en mes’ûd ve bahtiyar olduğun anlarda bile;

     Hayâlinde her zaman, çok uzak bir istikbâl ve gelecek tasavvuru vardır.)

x

     O istikbâledir şevkin, odur ma’şûk-i vicdanın,

     O kudsî neşvenin şeydâ-yı bî-ârâmıdır cânın.

     (Şevk, arzu ve isteğin; o kurup hayâl ettiğin istikbâledir hep. Vicdânen duyduğun ve âşık

     Olduğun hedef ve gayen hep odur.

     O kudsî / kutsal neşve ve zevkin; hayat ve rûhun durup dinmeyen aşkındandır.)

x

     O şevkin dâim ilcâsıyle seyrin ıztırarîdir;

     Terakkî meyli artık fıtratında rûh-i sârîdir!

     (O şevk ve arzunun devamlı sevkiyle; seyrin / gidişâtın zorunlu ve kaçınılmaz bir hâl almıştır.

     İlerleme ve yükselme meyli; senin yaratılışındaki hareketli / itici ruhtan ileri gelmektedir.)

x

     Bütün esrâr-ı hilkatten haberdar olmak istersin,

     Bu gaybistan-ı hîçâ-hîçten kurtulmak istersin.

     (İstiyorsun ki, “Bütün hilkat / yaratılış sırlarından haberim olsun!”

     Hiçten ibaret olan varlık âleminin bilinmezliğinden kurtulmak istiyorsun.

     Bilmenin, kalmanın ve o İlâhî kaynağı sevmenin; ve onun yolunda olmanın yolunu arıyorsun.)

X

En Büyük Adalet Sarayı Müjdesi

Makedonya’nın başkenti Üsküp’ün en büyük meydanı devasa heykellerle doldurulmuştur. İçlerinde Büyük İskender ve Justinianus’unki dahil çok sayıda heykelin ebatlarının büyüklüğü dikkat çekicidir. Bu heykellerin hem kökenlerini Büyük İskender’e dayandırmak ve hem de Türk ve İslam izlerini gölgede bırakmak saikiyle yapıldığı anlaşılıyor. Ayrıca Üsküp’e bakan bir dağa yerleştirilmiş Milenyum Haçı, dünyanın en büyük haçlarından biridir.

Üsküp “İstanbul fethedildiğinde, 61 yaşında kıdemli bir Müslüman Türk şehriydi.” Yahya Kemal’in doğup büyüdüğü şehirdi. “Fîrûze kubbelerle bizim şehrimizdi o / Yalnız bizimdi, çehre ve rûhiyle biz’di o.”

İşte bu heykellerle dolu meydanı gezip, Vardar Nehrinin üstündeki tarihi köprüden geçerken, 80’li yaşlarda Üsküplü Türk şair ve yazar İlhami Emin ile karşılaşmıştık. Balkanlarda Türk kültürünün yaşatılması konusunda birçok eser ortaya koyan şair, yazar merhum İlhami Emin’in bu heykeller için yaptığı yorum şöyleydi: “Küçük milletler kendilerini büyük göstermek için böyle büyük heykeller veya binalar yapmaya çalışırlar.”

Ortadoğu’da petrol zengini küçük devletlerin dünyanın en yüksek binalarını yapmaya çalışması da herhalde bu psikolojinin eseridir.

Bizde de bazen bu ruh haline girenler oluyor. Mesela Merkez Bankası için Avrupa’nın en yüksek binasını yaptılar. Ama tek görevi fiyat istikrarını sağlamak ve TL’nin değerini korumak olan TCMB asıl görevlerinde başarısız.

1915 Çanakkale Köprüsü için, “Türkiye orta açıklığı itibarıyla dünyanın en uzun köprüsüne sahip Japonya’yı geride bırakarak bu alanda ilk sıraya yerleşti” ifadesiyle övündüler.

Elbette köprüler ile heykeller aynı kategoride değil. Ancak yapılmasından mutlu olduğumuz Çanakkale Köprüsü, Osmangazi Köprüsü, Yavuz Selim Köprüsü yabancı şirketler tarafından yapıldı. Bu teknolojilere sahip ülkeler isterlerse daha büyüklerini de kendi ülkelerine veya başka ülkelere yapabilirler. Yeter ki ekonomik ve verimli olsun. Asıl övünmesi gerekenler bu teknolojilere sahip olanlardır. Övünme hakkı, hizmeti satın alanların değil, üretenlerindir.

***************************************

En Büyük Adalet Sarayı İhtiyacı İyi Birşey Değil

Adalet Bakanı “Dünyanın en büyük adalet sarayını Ankara’da inşa ediyoruz” müjdesini verince çoğumuz sevinmiş olmalıyız. “Avrupa’nın en büyük Adalet Sarayı” olan İstanbul (Çağlayan) Adliyesi ve “dünyanın en büyük Adalet Sarayı”olan İstanbul Anadolu (Kartal) Adliyesi yapıldığında da böyle sevinmiştik. Yaklaşık 22 bin mahkâmun kaldığı Silivri Cezaevide dünyanın en büyük hapishanelerinden biri. 2008’de yapılmıştı, sevindik mi hatırlamıyorum.

Ankara’da çeşitli semtlere dağılmış binalarda hizmet veren Adliyenin 622 bin metrekare kapalı alana sahip bir yapıda bir bütün olarak hizmet vermesinden memnuniyet duyarım. Ancak “neden dünyanın en büyük adalet saraylarına ve hapishanelerine ihtiyaç duyuyoruz?” sorusunu sormadan edemiyorum. Aslında bu sorunun cevaplarının çoğunu biliyorum.

Bu yüzden daha büyük adalet saraylarına ve hapishanelere ihtiyacı kaldıracak çözümler üretilmesini tercih ederim.

****

Kocaeli Adalet Sarayı 11 Ocak 2000 tarihinde hizmete açıldı. Mevcut adliyeyi açan zamanın Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk’ün “Kocaeli’nin 50 yıl Adliye Binası ihtiyacı olmayacak” sözü arşivlerde duruyor. Fakat bu bina yıllar önce yetersiz kaldığı için önce İdare Mahkemeleri eski Kuruçeşme Belediyesi binasına, bir kısım mahkemeler ve İcra daireleri de Bağdat Caddesindeki katlı otoparka taşındı. Hala sıkışıklık devam ediyor.

****

Adalet Bakanı gururla açıkladı: “Hâkim ve savcı sayısı 9 binden 25 bine yükselmiş durumda. Adli yargıda 3 bin 581 mahkeme vardı. Bugün 7 bin 133 mahkemeye yükselttik. Son bir yılda da 2 bin 812 ilk derece mahkemesinin kurulmasını sağladık.”

Neden bu kadar artışa ihtiyaç duyulduğu ve buna nasıl çare düşünüldüğüne dair yetkililerden bir açıklama yok.

Günümüzün bilgiye erişme ve işleme alanındaki imkânlarına rağmen, en basit davanın yıllarca sürmesini anlamak mümkün değil. İstanbul’da kiralanan bir konutun ihtiyaç sebebiyle tahliyesi davasının ilk duruşmasına dava açıldıktan bir sene sonra çıkılabilmesi, ikinci duruşma için 9 ay sonraya gün verilmesi olağan bir durum sayılıyor.

Bu hale bir çözüm üretemezseniz birkaç sene sonra size bu en büyük adalet sarayları da yetmez.

***************************************

Adalet Saraylarında Adalet Var mı?

Adliye binalarının hizmetin sağlıklı yürütülmesini sağlayacak fiziksel şartlarda olması, yargı mensupları, adliye personeli, avukatlar ve vatandaşların rahat edebildiği ve huzur duyabildiği mekânlar olması önemlidir. Yeni yapılan en büyük adalet saraylarımızda bile -iyi bir planlama olmadığı için- otopark, uzun süre kuyrukta ayakta beklemeler, asansörlerde yığılmalar gibi sorunlar vardır.

Fakat asıl sorun bu büyük binalarda adalete erişilebilirliğin düşük olmasıdır.

Kararlar adil midir ve hızlı karar alınabiliyor mu?

Yerel mahkemelerdeki kararların çoğunun üst mahkemelerde bozuluyor olması ve halkımız içinde adalete güvenenlerin oranındaki düşüklük bu sorunun cevabını veriyor.

Bir başka sorun da şu: Hak aramak çok pahalı. Yargılama masrafları o kadar yüksek ki bir kısım vatandaş hak aramaktan vaz geçiyor.

“Yargılamayı hızlandıracak” diye kurulan İstinaf Mahkemeleri (Bölge Adliye Mahkemeleri) yargılama sürecini kısaltmadı. Orada da dosyalar birikmeye devam ediyor.

Adalet Bakanı Yılmaz Tunç, “Yargı hizmetlerinin hızlandırılması anlamında da yapay zekânın kullanılması lazım”görüşünde. Anlaşılan bakanımız yargı hizmetlerinin hızlandırılması gereğine inanıyor.  Acaba doğal zekâ ile verilen kararlardan da şikâyetçi mi?

İstanbul Anadolu Cumhuriyet Başsavcısı İsmail Uçar’ın, yargılamalar ve soruşturmalarda usulsüzlük iddiaları üzerine kaleme aldığı mektupta dile getirilen sorunlar çözüldü mü? Diğer adliyelerde benzeri yapılar var mıdır?

Bu gibi sorunların çözülmesi ve yargı üzerindeki siyasetin gölgesinin kaldırılması bina yapmaktan daha önemli değil mi?

Dilan Polat davası, Eski Ülkü Ocakları Genel Başkanı Sinan Ateş’e suikast davası ve 8 yaşındaki Narin cinayeti gibi örneklerin adalete güven duygusunda yarattığı tahribatın giderilmesi için bina yatırımına ihtiyaç yok. Yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığını sağlamak yeterli.

Âkif ve İnsan  (2)

     Edîb-i kudretin beytü’l-kasîd-i şi’ri olmuşsun;

     Hakîm-i fıtrat’ın bir anlaşılmaz sırrı olmuşsun.

     (Kudret Edîbinin yani İlâhî edebiyatın; kasîde denen şiirinin, en seçkin beyti olmuşsun.

     Yaratılış hikmet ve gayelerinin; anlaşılmaz bir sırrı olmuşsun.)

x

     Esîrindir tabiat, dest-i teshîrindedir eşya;

     Senin ahkâmının münkadıdır, mahkûmudur dünya.

     (Tabiat / doğa esîr ve tutsağındır. Tüm varlık teshîrinde, yani emrine âmâde ve emrin altındadır.

     Sanki tüm dünya, senin hükümlerine boyun eğen mahkûmundur.)

x

     Bulutlardan sevâik sayd eder, irfân-ı çâlâkin;

     Yerin altında ma’denler bulur nakkâd-ı idrâkin;

     (Enerjik ve çevik irfanın, bulutlardan yıldırımlar avlar.

     İyiyi, kötüyü birbirinden ayıran idrâk özelliğin; yer altında ma’denler bulur.)

x

     Denizler bisterindir, dalgalar gehvâre-i nazın;

     Nedir dağlar, semâ-peymâ senin sehbâl-i pervâzın!

     (Denizler yatağındır, dalgalar nazlı beşiğindir.

     Dağlar; gökyüzünü ölçen; senin uçuş kanatların gibidir.)

x

     Havâ, bir refref-i seyyâl-i hükmündür ki bir demde,

     Olur dem-sâz-ı âvâzın bütün aktâr-ı âlemde.

     (Hava; bir anda hükmünü akıp giderek ulaştıran bir aracın olur.

     Sesin bütün dünyanın her tarafında bir sırdaş bulur.)

x

     Dayanmaz pîş-i ikdâmında mâni’ler, müzahimler;

     Kaçar, sen rezm-gâh-ı azme girdikçe muhâcimler.

     (Dayanmaz çalışmanın önünde engeller ve sıkıntılar.

     Sen azmin savaş alanına girdikçe, tüm saldıranlar kaçar.)

x

     Karanlıklarda gezsen, şeb-çerağın fikr-i hikmettir,

     Ki, her işrakı bir sönmez ziya-yı sermediyettir.

     (Karanlıklarda gezsen, gece fenerin hikmetli düşüncedir.    

     Ki her parlayış, bir sönmez ebedî / sonsuz bir ışıktır.)

x

     Susuz çöllerde kalsan, bedrekan ilhâm-ı sa’yindir,

     Ki her hatvende eyler sâye-küster vâhalar zâhir.

     (Susuz çöllerde kalsan çalışmanın ilhamı kılavuzundur.

     Ki her adımında gölgelik eder; çöl ortasında suyu ve yeşilliği olan vâhalar apaçık.)

x

Fütüvvetnâmeler

Fütüvvet; cömertlik, insâniyet, dürüstlük, karşılık beklemeksizin iyilik yapmak, elinin emeği – alnının teri ile geçinecek imkâna sâhip durumda olmak… gibi mânâları ihtiva eden bir kelimedir. Başlangıçta tasavvufî bir mâhiyet taşırken, 13. yüzyıldan itibâren sosyal, iktisâdî ve siyâsî yapılanmaya dönüşen kurum hâline gelmiştir.

Fütüvvetnâme, Fütüvveti konu alan veya fütüvvetin âdâb ve erkânı hakkında bilgi veren eserlerin ortak adıdır.

İslâm dünyasında 8. Yüzyılda, Abbasiler döneminde Irak ve İran’da başlayıp zamanla tasavvuf çevrelerine ve meslekî teşekküllere nüfuz eden fütüvvet kavramını konu edinen ve giderek bu teşekküllerin bir çeşit nizâmnâmesi hüviyetine bürünen risâlelere de genellikle fütüvvetnâme adı verilmektedir. Bu tür eserlerin, Seyyid Muhammed Rızâvî’nin Farsça fütüvvetnâmesinde olduğu gibi  kendilerine has isimleri olsa bile çok defa esas isimleri unutulmakta ve fütüvvetnâme olarak bilinmektedir.

Bu risâlelere Arapçada Kitâbü’l-Fü-tüvve, Farsça ve Türkçede fütüvvetnâme denilmekle birlikte bu iki isim arasında fark vardır. ‘Kitâbü’l-Fütüvve’ ismi, daha çok klasik tasavvuf kaynaklarında sofîlikteki mânâsıyla fütüvvet kavramına dâir konuları veya müstakil risâleleri çağrıştırırken, fütüvvetnâme, özellikle 13. yüzyıldan başlayarak fütüvvet ve ahî teşkilâtı çerçevesinde bahsedilen meslekî nitelikteki nizamnâmeleri ifâde eden bir mânâ kazanmıştır. Ancak bu nizamnâmelerin kaynağının tasavvuf eserlerinde yer alan fütüvvete dâir konular veya konuyla ilgili müstakil risâlelerdir.

Târih içerisinde kronolojik sıraya göre başlıca üç fütüvvetnâme türünden söz etmek mümkündür.

1-Sûfî Fütüvvet-nâmeleri: (9. – 12. yüzyıllar). Tasavvuf târihinin kendi geleneğine bakılacak olursa 9. yüzyıldan itibâren Ahmed b. Hadraveyh (Belh ?-Belh, 854), Haris el-Muhâsibî (Basra, 786-Bağdat, 857), Cüneyd-i Bağdadî (Bağdat 830-Bağdat, 910 gibi bazı büyük sûfîler fütüvvetten tasavvufla eş mânâlı bir kavram olarak söz ediyorlardı. Bununla berâber bu kavramın geniş bir biçimde ancak 10. yüzyılın sonlarına doğru yorumlanmaya başlaması sebebiyle, tasavvuf kaynaklarında fütüvvete ayrılan bölümler veya risâleler ancak bu yüzyıldan sonra görülmeye başlanmıştır. Bu risâlelerde anlatılan fütüvvetin tasavvuf kavramından hemen hemen hiçbir farkı yoktur. Bu mutasavvıflar, bâzen yanına eklenen mürüvvet kelimesiyle birlikte kullandıkları fütüvvet kavramıyla tasavvufu târif etmişler, onun çeşitli mânâlarını açıklamaya çalışmışlardır.

Fütüvvetten bahseden müstakil risâlelerin ilki, bilindiği kadarıyla, 1021 yılında vefat eden Muhammed b. Hüseyin es-Sülemî tarafından kaleme alınan Kitâbü’l-Fütüvve isimli eserdir. Bu risâlede Sülemî, fütüvvet kavramını Hz. Âdem’e dayandırarak tamamıyla sûfî çerçevede İslâmî ahlâk ve faziletler bütünü olarak ele almış ve bunları sistemsiz bir biçimde sıralayarak fütüvvetle ilgili esasların ne mânâya geldiğini kısaca açıklamıştır. Sülemî bu eserinde, fütüvvetin bazı esaslarını eski sofilerin hayatından aldığı menkıbelerle zenginleştirerek anlatmıştır. 1072 ‘de vefat eden Kuşeyrî de er-Risâle adıyla tanınan eserinde fütüvvete dâir bir bölüme yer vermiştir. Unsur el-Meâlî Keykâvus b. İskender’in 1082 yılında kaleme aldığı Kâbûsnâme adlı eserinin 40. bölümü Civanmerdî adını taşımaktadır ki bu da bir mânâda sûfî nitelikli fütüvvete dâir bir bölüm olarak kabul edilebilir.

(Sülemî’nin (Nişâbur, 937 – Nişâbur, 1021) eserinden sonra bu konuda kaleme alındığı bilinen ikinci müstakil risâle 1089 yılında ölen Herevî Hâce Abdullah-ı Ensârî’nin (Herat, 1006-Herat 1089) Fütüvvenâme isimli eseridir. Bu eser de Sülemî’ninkine benzer bir nitelik gösterir. Muhyiddin İbnü’1-Arabî’nin e-Fürûhâtfi-Memü’yye isimli kitabı da fütüvvete dâir ayrı bir bölüm bulunmaktadır. Bu sayılanlara belki birkaç eser daha eklenebilir. Ancak bunların hiçbiri, belirli bir teşkilât çerçevesinde düzenlenmiş fütüvvet kurumunu ilgilendiren fütüvvetnâmelerden değildir.

2-Fütüvvet Teşkilâtına Ait Fütüvvetnâmeler: (13. 14. yüzyıllar) Bu mânâdaki ilk fütüvvetnâme, Abbasî Halifesi Nasır-Lidînillâh’ın, Abbasî hilâfetinin iyice zayıflayan merkezî otoritesini güçlendirmek maksadıyla fütüvvet kurumunu kendi kontrolü altına almaya teşebbüs etmesi neticesinde, 1234 yılında ölen danışmanı ünlü mutasavvıf Şehâbeddin es-Sühreverdî’ye (Sühreverdi,1155-Halep, 1191) yazdırdığı Risâletü’l-fütüvve isimli kitaptır. Sühreverdî böylece, fütüvvetnâmelerin târihinde artık bilinen hüviyetiyle bir kurum olarak fütüvvet teşkilâtının nizâmnâmeleri niteliğini taşıyan fütüvvetnâme türünü başlatmıştır. Ondan sonra özellikle Ortadoğu İslâm dünyasında bu niteliği taşıyan fütüvvetnâmelerin sayısı giderek arttı. Arapça, Farsça ve Türkçe fütüvvetnâmeler kaleme alındı. Bunlara bir örnek olmak üzere Ahmed b. İlyâs en-Nakkâş el-Harpûtî’nin Halife Nâsır’ın oğlu Ebü’l-Hasan Ali adına yazdığı Tuhfetü’l-veşâya isimli kitabı  zikretmek mümkündür. Birçok fütüvvetnâme üzerinde tesirli olup Şiî bir renk taşıyan ve daha çok Fütüvvetnâme-i Kebîr diye bilinen Seyyid Muhammed b. Seyyid Alâeddin’in 1524’te yazdığı Mütâhu’r-rekâ’ik  isimli fütüvvetnâmenin ayrı bir önemi vardır. Esas itibâriyle Sünnî olan Abdürrezzâk el-Kâ-şânî ile Hüseyin Vaiz-i Kâşifî’nin fütüvvetnâmelerinde özellikle İmâmiyye’nin izleri görülür.

Moğol hâkimiyeti zamanında Hindistan’da revaç bulan, daha sonra bir ara Mâverâünnehir’de de yayılan Kesbnâmelerle belli mesleklerin nizâmnâmeleri mâhiyetinde olan Risâle-i Nessâcân, Ri-sâle-i Sakkâyan gibi risâleler de birer fütüvvetnâme olarak değerlendirilebilir.

3-Ahî Loncaları Fütüvvetnâmeleri: (13. 16. yüzyıllar): 13. yüzyılda Anadolu’da Ahîlik teşkilâtının gelişme göstermesiyle birlikte Ahî fütüvvetnâmeleri ortaya çıktı. Abdülbaki Gölpınarlı (İstanbul 1900 – İstanbul, 1982) bu fütüvvet-nâmeler üzerine çok iyi bir inceleme, tahlil ve yorum gerçekleştirmiş, belli başlılarının tıpkıbasımını yaparak yeni harflerle yayımlamıştır. Gölpınarlı’nın biri Arapçadan, biri manzum olmak üzere beşi Farsçadan tercüme suretiyle yayımladığı metinler, en eski fütüvvetnâmeler olmamakla birlikte fütüvvet kurumunun erkân ve âdabını ihtiva eden eserler olması bakımından önemlidir. Ahîlik kurumu çerçevesinde Anadolu’da kaleme alınan bazı Türkçe fütüvvetnâmeler de vardır.

Genel olarak fütüvvetnâmelerin muhteva tahliline gelince, fütüvvet kavramının temeli tasavvufa dayandığı için bu tür eserlerin hepsinde tasavvufî nitelik ağır basar. Umumiyetle fütüvvet anlayışı Hz. Âdem’den başlayarak Hz. Muhammed (sav) de dâhil olmak üzere bütün büyük peygamberlerin vasıflarıyla izah edilmiştir. Ancak fütüvvet kavramının belli bir teşkilatı ifâde etmeye başladığı 13. yüzyıldan itibâren özellikle Ahîlik kurumu içinde yazılan fütüvvetnâmelerde bu kavramın birtakım menkıbevî rivâyetlerde Hz. Ali’ye dayandırılmasına özen gösterilmiştir. Böylece fütüvvet geleneği içinde Hz. Ali (kav)’nin Hz. Peygamber (sav)’e vâris olan ve fütüvvet anlayışını en iyi temsil eden kişi olarak telakki edilmeye başlandığı görülür. Hz. Ali’yi fütüvvet telakkisiyle alâkalandırmanın, erken bir devirde ortaya çıkan ve Hz. Peygamber’e atfedilen; ‘Ali’den başka fetâ, zülfikârdan başka kılıç yoktur.’  Şeklindeki bir hadisle çok yakın bir ilgisi vardır. Nitekim Hz. Ali ideal fetâ1 kimliğiyle bir sembol hâline getirilmiş, hemen hemen bütün fütüvvetnâmelerde özel bir yere sâhip kılınmıştır.

Bu eserlerde yer alan fütüvvetin ve Ahîliğin âdâb ve erkânını, mertebeler silsilesini, teşkilât özelliklerini yansıtan usul ve kaideleri ihtiva eden kısımlar ise kültür târihi bakımından son derecede alâka çekici bir nitelik arzeder. Dikkatle incelendiğinde bu kısımların İslâm’dan önce Türk, Ortadoğu ve özellikle İran bölgelerinde bulunan mistik kültürlerin ve bu kültürler içinde ortaya çıkmış birtakım cemaat ve kurumların etkilerini açık biçimde yansıttıkları görülür.

Türkçe Fütüvvetnâme yazan belli başlı yazarlar:

Yahya bin Halil bin Çoban el- Burgazi (13. Yüzyıl), Şeyh Eşref Bin Ahmed (Manzum) (14. yüzyıl sonu) Manzum, Şeyh Seyyid Gaybî oğlu Şeyh Seyyid Huseyn (15. Yüzyıl), Razavi (Manzum) (1524), Esrar Dede (Manzum) (1796)

1fetâ: Genç, delikanlı, yiğit, mert. Cömert, eli açık.   

 2Reisül-Küttap: Osmanlı döneminde, 18. yüzyıla kadar padişah divanında, divan yazmanlarının başı olan görevliye verilen unvan. Tanzimat’tan önceki dönemde Osmanlı Devleti’nin dışişleri bakanı.

AHÎ EVRAN

Ahî Evran 1171 yılında Azerbaycan’ın Hoy şehrinde doğdu. Çocukluğu Azerbaycan’da geçti. Horasan ve Mâverâ’ün’nehr bölgesinde, zamânın en büyük âlimlerinden olan ve Horasan bölgesinde yetişen, dînî ilimlerde olduğu kadar fizik, kimya ve coğrafya gibi pozitif ilimlerde de üstün bir âlim olan Fahreddîn Râzî’den (1149-1209) ilim tahsil etti, Ahmed Yesevî (1093-1166) Hazretleri’nin talebelerinin sohbetlerine devam ederek tasavvuf yolunda yüksek derecelere ulaştı İranlı İslâm felsefesi ve edebiyatı âlimi Şihâbüddîn-i Sühreverdî (1145-1191) Hazretleri’nin sohbetlerinde bulundu. Ahî Evran, hac yolculuğu esnâsında evliyâdan fıkıh âlimi Evhadüddîn Hâmid Kirmânî (1164-1238) ile tanışıp, O’nun talebeleri arasında yer aldı.. Geniş bir çevrede tanınan, ilmine ve şahsiyetine saygı gösterilen tefsir, hadîs, fıkıh, kelâm ve tıp ilimlerinde derin âlim, tasavvuf yolunda yüksek makam sâhibi bir velî konumuna erişti. 1203 veyâ 1204 yılında Bağdat’a gitti. Ahîlik teşkilâtına girdi. 1227 veya 1228 yılında hocası Kirmânî ile birlikte Selçuklu Devleti’nin hüküm sürdüğü Anadolu’ya geldi ve Ahîlik Teşkilâtı’nı Anadolu’da kurdu.  Kurduğu teşkilât, ikinci Gıyâseddin Keyhüsrev (sultanlığı: 1237- 1246) tarafından desteklendi. Sulutan da teşkilâta üye oldu. Zamanla Ahilik Teşkilâtı Anadolu’nun birçok şehir ve kasabasında da kuruldu. Anadolu’da hızla yayılan teşkilâtın mensupları bulundukları yerlerde büyük nüfuz sâhibi oldu.

Ahî Evran, zaman içerisinde Ahîlik mensuplarının toplanıp sohbet edebilecekleri, birbirlerinin bilgi ve tecrübelerinden faydalanacakları, gelen misâfirleri ağırlayabilecekleri dergâhlar kurulmasını sağladı. Yetiştirdiği talebeler, gittikleri yerlerde zâviyeler inşâ ederek, burada esnafı bir çatı altında toplayıp teşkilâtlandırdı ve Türkistan’dan gelenleri ağırladılar, kabiliyetlerine göre meslek öğrenmeleri için işyerlerine yerleştirdiler, onlara önce aş, sonra iş verdiler.

Ahî Evran’ın vaazlarındaki sâdelik, herkesin anlayabileceği şekilde meseleleri îzâh ederek yazdığı kitaplar, kendisinde görülen kerâmetler, ahlâkının güzelliği, dünyâ malına ehemmiyet vermeyip, yalnız Allah’ın nzâsı için çalışması, insanların sevgisini kazanmasına vesile oldu. Çevresine pek çok kimse toplandı.

Moğollar, Anadolu’ya saldırınca halkı savaşa hazırlayan Ahî Evran’ın katledilmesini planladılar. Ahî Evran’ın şehâdeti hakkında muhtelif rivâyetler vardır. En yaygını Moğollarla yapılan savaşta şehit olduğu rivâyetidir. Yıl 1661’dir. Ay ve gün için farklı bilgiler vardır.

***

Fütüvvetnâmeler hakkında daha fazla bilgi için aşağıdaki kaynaklardan faydalanılabilir.

Abdühbâki Gölpınarlı, İslâm ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilâtı, İstanbul Ticâret Odası, 2011.

Adnan Gülerman-Sevda Taştekil, Ahîlik Teşkilâtı’nın Türk Toplumunun Sosyal ve Ekonomik Yapısı Üzerine Etkileri, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1993.

Ahmet Doğan, Ahîlik Kültürü ve Meslek Ahlâkı, Nobel Akademik Yayıncılık, Ankara, 2019.

……………….., Ahî Evran Zamanında Anadolu’da Kültür Hayatı, Ahîlik Bayramı Sempozyumu, İstanbul, 1986.

Ahmet Yaşar Ocak, Fütüvvetnâme, Diyânet İslâm Ansiklopedisi, C: 13, s. 264, 264, İstanbul, 1996.

Ali Kuzu, Ahî Evran, Parola Yayınları, İstanbul, 2010.

……………….., Ahî Evran İktisatçı Sanatkâr ve Ahîlik Teşkilâtı’nın Kurucusu, Paraf Yayınları, İstanbul, 2013.

Anonim, Ahî Evran, Evliyalar Ansiklopedisi, Tercüman Yayınları, İstanbul, 1991.

Aysun Eren, Ahîliğe Genç Bakışlar, http://isamveri.org/pdfdrg (et: 24.06.2021/ 23.10).

Celal Metin, Ankara’da Ahîler, www.academia.edu.tr (et: 10.06.2021-22.25).

Ârif Hüdâî Köken-Nüket Örnek Büken, Ahîlik’te Hekimlik Ahlâkı, Lokman Hekim Dergisi, S: 8, s. 54-70, Mersin, 2008.

Cemal Anadol, Türk-İslâm Medeniyetinde Ahîlik Kültürü ve Fütüvvetnâmeler, Hagem Yayınları, Ankara, 2001.

Enver Behnan Şapolyo, Kırşehir Büyükleri, Kırsed Yayınevi, Ankara, 1967.

……………….., Mezhepler ve Tarîkatlar Târihi, Türkiye Yayınevi, İstanbul, 1964.

Fatih Köksal, Ahî Evran ve Ahîlik, Kırşehir Valiliği Yayını, Kırşehir, 2006.

……………….., Ana Kaynaklarıyla Türk Ahîliği, Doğu Kütüphânesi, İstanbul, 2015.

Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Aydın Kitabevi, Ankara, 1999.

Galip Demir, Ahîlik ve Demokrasi, Ahî Kültürü Araştırma Yayınları, İstanbul, 2003.

……………….., Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu ve Ahîlik, Ahî Kültürünü Araştırma ve Eğitim Vakfı, İstanbul, 2000.

Gökhan Maraş, Ahî Evran, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2018.

Halil İnalcık, Ahîlik Sempozyumu Bildirileri, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1999.

Harun Yıldız, Ahî Evran, Hacı Bektaş İlişkisi, https://www.kapalicarsi.com (ET: 20.06.2021, 22, 18).

Halûk Gökalp, Ahî Evran-ı Velî’nin Menkıbevî Kişiliği, Gazi Üniversitesi Ahîlik Araştırmaları Dergisi, Ankara, 2005.

Hasan Murat-Gökhan Çelik, Ahî Evran, Başlangıç Yayınevi, İstanbul, 2018.

Hüseyin Köz, Ahîlik Teşkilâtı’nın Kuruluşu ve Gelişmesi, Harran Ü İlahiyat F. Dergisi, Sayı 31, s. 28-35, Şanlıurfa, 2014.

İbrâhim Ethem Gören, Şed Kuşanma Merâsimi, İttifak Gazetesi, İstanbul, 10.07.2019.

İlhan Ayverdi, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul, 2010.

İlhan Şâhin, Ahî Evran Vakfiyesi ve Vakıflarına Dâir, Türklük Araştırmaları Dergisi, S: 1, s. 324-341, İstanbul, 1985.

İsmâil Bilgili, Ahî Evran’ın bir Eseri, Necmettin Erbakan Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, S: 45, S. 75 Konya, 2018.

Kemal Turan, Ahîlik’ten Günümüze Meslekî Eğitimin Gelişimi,Marmara Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 1996.

Kâzım Ceylan, Ahî Evran-ı Velî ve Türk Dünyâsına Etkileri, www.tasam.org.tr.

Kırşehir Vâliliği, http://www.kirsehir.gov.tr/Ahîlik (et: 16.06.2021-11.30).

M. Fâtih Köksal (Hazırlayan), Manzum Fütüvvetnâme, Türkiye Bilimler Akademisi, Ankara, 2019.

Mehmet Saffet Sarıkaya, Fütüvvetnâme-i Câfer-i Sâdık, Horasan Yayınları, İstanbul, 2008.

Mehmet Şeker, (1993), İbn-i Battuta’ya Göre Ahîlik,Kültür Bakanlığı Yayını, Ankara, 1993.

Mikail Bayram, Târihin Işığında Nasreddin Hoca ve Ahî Evran, Yeni Zamanlar Yayınları, İstanbul, 1994.

……………….., Ahî Evran ve Ahîlik Teşkilâtı’nın Kuruluşu, Damla Matbaası, Konya, 1991.

……………….., Ahî Evran Kimdir?, Türk Kültürü Dergisi, S: 191, s. 48-50, Ankara, 1978.

……………….., (Çeviren) Ahî Evran Tabsıratü’l-Mübtedi ve Tezkiretü’l-Müntehi, T. Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1991.

……………….., Ahî Evran’ın Öldürülmesi, İstem Dergisi, S: 3, s. 37-57, Konya, 2004.

Muhsin Demir: Ahîlik, Ahî Evren’i Velî ve Ahîlik Kutlamaları, Yüksek Lisans Tezi, Cumhuriyet Üniversitesi, Sivas, 2004.

Neşet Çağatay, Bir Türk Kurumu Olan Ahîlik, Türk Târih Kurumu, Ankara, 1989.

……………….., Ahîlik Nedir?, Türk Târih Kurumu, Ankara, 1990.

Sebahattin Güllülü, Ahî Birlikleri, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 1977.

Süleyman Uludağ, Fütüvvet, Diyânet İslâm Ansiklopedisi, C: 13, s. 259-261, İstanbul, 1996.

Şemseddin Sâmi-Mertol Tulum, Kamus-u Türkî-Temel Türkçe Sözlük, Tercüman Gazetesi (ty).

Veysi Erken, Bir Sivil Örgütlenme Modeli Ahîlik, Seba Yayınları, Ankara, 2002.

Umut Güner, Târihte Fütüvvet ve Ahîlik, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2017.

Yaşar Çalışkan-M. Lütfi İkiz, Kültür, Sanat ve Medeniyetimizde Ahîlik, Hagem Yayınları, Ankara, 1993.

Ziya Kazıcı, Ahîlik, Diyânet İslâm Ansilopedisi, C: 1, s. 540-542, İstanbul, 1988.

“Üçüncü Kılıç, İzmir’in Kurtuluşu ve Yüzbaşı Şerafettin”

Giriş  

Türk gençlerinin mutlaka okuması gereken belgesel bir eseri bu yazımda tanıtmak istiyorum. Bu eserler ister edebî roman yahut hikâye türünde olsunlar isterse belgesel tarih kitapları olsun her milletin ebediyen ayakta durabilmesi için okunması ve bilinmesi gereklidir.  Çünkü millî tarih şuuru/bilinci ancak bu şekilde kazanılabilinir. Mustafa Kemal Atatürk’ün “Tarihini bilmeyen milletler, yok olmaya mahkûmdur!”ve“Millî benliğini bulmayan milletler başka milletlerin avıdır” 1923 (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, II, S. 143) sözleri millî şuurun hayati önemini bizlere öğütlemektedir. Türk Milletinin bağımsızlığında şüphesiz onun köklerinden getirdiği özgürlük mücadelesinin emanetleri vardır. Bunların başında şüphesiz kılıç (Silah) gelmektedir. Harbiyeli genç subayların kılıç merasimleri de Mete Han’dan bugüne Hun Türklerinden Anadolu Türklerine uzanan M. Ö. 209 yılının öncesi ve sonrasından bir Oğuz geleneğinin ifadesidir. Türkler tarihte ilk defa demire su vererek kırılmaz kılıçların demircileri/mucidi olmuşlardır.

Resuller Resulü Hz. Muhammed Mustafa(O’na, Ashab-ı Güzine ve Ehl-i Beytine selam olsun) “Cennet kılıçların gölgesi altındadır” buyurmuştur. Şüphesiz Cennetin müjdesi doğruluk üzerine savaşan askerlere ve insanlara bahşedilmiş bir ilahî lütuftur. Aynı zamanda bir ülkenin hür ve mesut olması için onun ordusunun ve silahlarının güçlü olması gerektiği de vurgulanmaktadır. Türk’ün tarihinde görülen ok, yay, kılıç ve birçok savaş aracı ona özgürlüğün vazgeçilmez kanatları olmuştur. Atı ilk kez evcilleştirmiş yedi kıtayı dolaşmıştır. At Türk’ün kanadı olmuştur. Millî Mücadelede de süvarilerimiz yalın kılıç düşman hatlarının gerisine dalarak yıldırımlar, tufanlar oluşturmuştur. Onlar atları ve ellerinde kılıçları ile düşmana korku dosta güven vermişlerdir. Prof. Dr. Kemal Arı’nın “Üçüncü Kılıç, İzmir’in Kurtuluşu ve Yüzbaşı Şerafettin” isimlitamamen özgün kaynaklara dayanarak hazırladığı eser ilkokuldan yüksekokulların kitaplıklarına, kütüphanelerine kadar bulundurulmalı ve TV dizileri hazırlanmalıdır.

            Üçüncü Kılıç, İzmir’in Kurtuluşu ve Yüzbaşı Şerafettin

            Yenmeyen Tavuk

Sakarya Savaşı günlerindeydi. Yoğun, boğaz boğaza çarpışmalar sürüyordu. Gazipaşa ve diğer Paşalar Duatepe’de  bir çadırda akşam yemeği için toplanmışlardı. Zor günlerdi. Top sesleri Ankara’dan duyuluyor; kimi milletvekilleri, hükümet merkezini daha güvenli bir yere, örneğin, Sivas’a ya da Kayseri’ye taşımayı dillendiriyorlardı. Fevzi Paşa böyle anlardan birinde, cepheden, üstü başı toz toprak içinde meclise gelmiş, savaş hakkında bilgiler vermiş, milletvekillerini güçlükle yatıştırabilmişti. Türk ulusal varlığı tehlike altındaydı. Yok oluş, adeta kapının ağzında sinsi sinsi gülümsüyordu. Ordu darmadağın bir haldeydi. Zayıf bir ışık altında, Paşalar yemek yemek için yer sofrasına sıkışmış gibiydiler. Cılız bir tavuk orta yerde duruyordu. Onca insan bu küçücük tavukla karınlarını doyurmaya hazırlanıyordu. Kimse başkomutan yemeğe katılmadan uzanıp yemeğe cesaret edemiyordu. Mustafa Kemal Paşa yemeğe uzanmadan önce başını kaldırdı ve askere yemek olarak ne verildiğini sordu. Paşalardan biri; savaş halinde askere sıcak yemek verilemediğini, bir iki terk edilmiş köyden, ambarlardan buğday ve mısır bulunduğunu, kavrularak bunun avuçlar halinde cephedeki askere dağıtıldığını söyledi. Bunu duyunca Mustafa Kemal Paşa’nın gözünden, bir damla yaş süzüldü ve eli yemeye dokunmadan sofranın başından kalktı. O akşam, o sofrada hiç kimse o tavuktan yiyememişti(39-40).

Türlü çarpışmalardan, sayısız insan ve büyük oranda mal kayıplarından sonra düşman, Sakarya nehrinin doğusunda güçlükle durdurulabilmiş; ardından Mustafa Kemal Paşa’nın komutasındaki Türk ordusuna son bir çabayla düşman Sakarya Nehri’nin batısına atılabilmişti. Bu savaşta göğüs göğüse muharebeler olmuş; çok sayıda subay yitirilmişti. Cepheler darmadağınıktı. Kim nerede, hangi noktada anlama olanağı yoktu. Türkler dişini tırnaklarına takmış olanca güçleriyle savaşıyorlardı. Artık bu cepheden başka geride durabilecekleri bir cephe yoktu. Bu bölgenin çökmesi demek, Anadolu’nun düşmesi demekti.  Bu aşamada, Mustafa Kemal Paşa; O çok bilinen tarihi emrini dile getirmiş: “ Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O Satıh bütün vatandır!” demişti(40).

Ve Üçüncü Kılıç

Bozkırların, yaz günleri olsa da, çehresi sert, soğuğu keskindi. Bozkır, Ağustos ayında dahi geceleri Ayaz kesiyordu. Türlü zorluklara karşın, Türkler bozkırın ortasında verdikleri bu büyük savunma savaşından başarıyla çıkmasını başarmışlardı. Düşmanı menzilinden uzaklaştırdıktan sonra, o sert Bozkır coğrafyasında bir yenilgiye ardından da uygun bir çekiliş çizgisine kadar itmişlerdi. Batı Cephesi Kurmay Başkanı Asım Paşa(Gündüz), Türk ulusunun girdiği bu büyük özverili savaşımı yeni bir Ergenekon olarak nitelemekteydi.(Asım Gündüz, Hatıralarım, İstanbul, 1973, sayfa 55- 56). Ergenekon’da nasıl ki dağlar arasında sıkışmış kalmış bir ulusu; bir kurt, rehberlik ederek aydınlığa çıkarmışsa; bu savaşlarda da Mustafa Kemal Paşa, ulusuna önderlik ederek, onu tutsaklıktan kurtarmıştı. Sanki Türk ulusunun ortak belleğindeki bir tarihsel mitoloji bu büyük savaşla gerçekleşiyor gibiydi. Bu cumhuriyetin erken dönemlerinde, pek çok yazarın, ozan’ın diline ve bestelerine yansımış bir benzetmeydi. Pek çok yazar ve ozan, Mustafa Kemal Paşa’yı ulusunu aydınlığa çıkaran bir Bozkurt’a benzetiyordu. Kuşadası’nı İtalyan işgaline karşı savunan ulusal kahramanlardan birisi olan Mahmut Esat Bey Ankara döneminin Adalet bakanlarındandı. O Sakarya Savaşı günlerine ilişkin yazdığı bir yazısında şunları diyordu: “Türk ordusu, düşman baskınlarıyla Altıntaş önlerinden Sakaryalara kadar çekildi. Yine birçok belde, düşman istilası altında kaldı. Top sesleri, Ankara’da meclis binasını sarsıyordu. Ben oradaydım. Azmin, sağduyu’nun yüksekliğini düşününüz ki bu ulusal zorluklar içinde meclis önünde bando durmadan çalıyor. “Doğacaktır sana vaat ettiği günler hakkın/ Kim bilir belki yarın belki yarından da yakın”. Bando tınılarını gittikçe yükseltiyor sanki bunları Tanrı’ya ulaştırmak istiyordu. Bandoların Hüzün verici nağmelerine karışan iniltiler, top sesleri, sanki ikinci Ergenekon çıkışımızın bestesi oluyor”

Mahmut Esat Bey, milletvekili kimi arkadaşlarıyla Sakarya’da cephede savaşan askerleri görmeye de gitti. Sakarya’da bir Aralık çevresine Ali Naili Paşa’ya bağlı birliklerden birisi meraklı gözlerle sardı. Erlerinin birçoğu baş açık, yalın ayaktı. Pantolonları lime lime idi. Ceketleri yoktu. Üzerlerindeki silah ve cephane, bellerinden göğüslerine kadar, onlara elbise görevini görüyordu. Bunlarla hem bağımsızlığı koruyorlar hem de ısınıyorlardı. Arkadaşları Mahmut Esat Bey’den askerleri cesaretlendirecek bir iki söz söylemesini istediler. O, bir taş parçası üzerine çıkarak, askerlere karşı onları heyecana getirecek sözler söylemeye çalışıyordu; ancak askerin bu perişan görüntüsünden o denli etkilenmişti ki; üzerine çıktığı taştan inerken üzüntüsünden sendeliyordu (43)  (Mahmut Esat Bozkurt, Türk İhtilalinde Vatan müdafaası, kaynak Yayınları, sayfa 133).

Zafer/Utku Türklerin olmuş; Yunan Ordusu, Sakarya Nehri’nin batısına atılabilmişti. Binlerce Şehit vardı. Ulus öz kaynaklarını neredeyse bitirme noktasına gelmiş; işgalin her türlü kötülüğü, çirkin çamurlar gibi ulusun duru bağrına serpilmek istenmişti. Bu büyük Zafer yurt içinde büyük bir coşkuyla karşılandı. Türk ulusunun ortak belleğinde sömürgecilerin yenileceği yönünde var olan İnanç, zaferle birlikte daha da güçlendi (43-44). Bayram Sevinci ve coşkusu yalnız Anadolu ile sınırlı kalmadı. Anadolu dışındaki Türk ve Müslüman topluluklar da Anadolu’daki bu büyük zaferi büyük bir sevinçle karşıladılar; Çünkü bütün ezilen dünya ulusları, bu arada Müslüman ve Türk dünyası, Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğindeki Türklerin emperyalizm karşısındaki Zaferini ortak yazgılarının yenilmesi yönünde önemli bir başarı olarak görüyorlardı. Hint Müslümanlarından Muhammed İkbal gibi önemli İslam ozanları Mustafa Kemal Paşa’yı ve onun ordusunu, sömürgecilere karşı şahlanan bir kılıca benzetiyorlardı. Sakarya Savaşı’nın zor günlerinde Yunan Ordusu Ankara önlerine yanaştığında, Mustafa Kemal Paşa bütün İslam âlemine bir beyanname yayımlayarak; Bütün İslam yüreklerinin bir kalp halinde çarpması gerektiğinden söz ediyordu. Ardından yayımladığı başka bir beyannamede de İslam’ın her tarafta hezimete uğrayan sancaklarının Anadolu’da toplandığını belirtiyordu. Hindistan’ın (sonra Pakistan’ın) ünlü ozanı Muhammed İkbal bu beyannameleri Lahor’da Kurban Bayramı namazı için toplanmış olan 250.000 kişi önünde okudu. Ardından da etkili bir konuşma yaparak; “Dua edelim Kardeşler” diyordu. O bayrağın burçlardan kıyamete kadar düşmemesini diliyor ve dua ediyordu. Ona göre bu savaşta Mustafa Kemal Müslümanları Hıristiyanlara karşı savunuyor; Mustafa Kemal’in komutanı olduğu Türk ordusunu da İslam’ın son askerleri olarak nitelendiriyordu. Bu konuşma Hint Müslümanları üzerinde çok etkili oldu. Hindistan’ın her köşesinde şu haykırışlar duyuluyordu: “İslam tıpkı bir duvar gibidir herhangi bir tuğlasını yerinden oynatırsanız bütün duvar çöker. Mustafa Kemal’i destekleyin!”(45).

İşte, bu büyük Zafer, böyle bir Psikolojinin üzerine denk gelmişti. Büyük bir coşkunun yaşanması artık bu aşamada doğaldı. Bu yalnız Hindistan’da değil, çoğu yerde böyleydi. Hindistan’dan, İran’dan, Afganistan’dan ve Türk topluluklarından yığınla kutlama yazıları alınıyor; Büyük Millet Meclisine ve Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya heyetler ve mektuplar gönderilerek, bu büyük Zafer nedeniyle yaşanan coşku ve sevinç dile getiriliyordu (45) (Bilal N. Şimşir,  Atatürk ile yazışmalar(1920-1923),  Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1981.) Muhammed İkbal aynı zamanda Hindistan Müslüman birliğinin başkanıydı. Bu örgüt Ahmetabat’ta 30 Aralık 1921’de bir Kurultay yapmış; bu kurultayda bir karar tasarısı kabul edilmiş ve Türklerin Yunanlılara karşı kazandığı görkemli zaferlerden dolayı Mustafa Kemal Paşa tebrik edilmişti.(45). Ayrıca Mustafa Kemal Paşa’nın İslam dünyasına büyük hizmetlerde bulunduğu ifade edildi. Kurultayda Hasret Mohani gibi konuşan kişiler, Trakya ve İzmir’in Türklere iade edilmesini istiyorlardı. Kimi Hint Müslüman liderleri de Atatürk’e Seyf’ül İslam (İslam’ın kılıcı) ünvanını vermişlerdi(46).

Aynı sevinç ve coşku, dost ve kardeş Buhara Cumhuriyeti tarafından da gösterilmişti. Buhara geçmiş zamanda Batı Türk elinde bir şehrin adıydı. Bir zamanlar burada bir Buhara Hanlığı kurulmuş, ama Rusların İstilası ile yıkılmıştı. 1917’deki Bolşevik devrimi üzerine Buharalılar fırsat geldi diye düşünüp bir Cumhuriyet kurmuşlardı (Enver Behnan Şapolyo, Atatürk ve Üç Kılıç, Türk kültürü,IV/37, s.85.). 6 Ekim 1920 tarihinde Buhara Cumhuriyeti kurulmuş oldu. İlk devlet Başkanları Osman Hoca (Kocaoğlu), Başbakan Feyzullah Hocaev ve Millî Eğitim Bakanı Abdurrauf Fıtrattı. Bunların hemen hemen tümü bir dönem İstanbul’da öğrenim görmüşlerdi. (Enver Behnan Şapolyo, a. g. e., s.86.).

Hatta Kurtuluş Savaşı günlerinde Buhara Cumhuriyeti henüz Kızılordu tarafından işgal edilmemişti. Kısmen özerk bir Türk devleti olarak varlığına sürdürüyordu. Buhara’dan bazı gönüllüler İngiliz destekli Yunan emperyalizmine karşı savaşmak için Anadolu’ya gelmiş ve Türklerin bağımsızlık savaşında gönüllü Savaşçılar olarak yerlerini almışlardı. O dönemin özgün bir özelliği olarak Buhara Halk Cumhuriyeti ile ilişkilerin çok gelişmiş olduğu, tam bir güven duygusu içinde iki halkın birbirine destek verdiği görülmekteydi(46). Buhara Halk Cumhuriyeti Türkiye’de ulusun giriştiği bağımsızlık ve özgürlük savaşına sevecenlikle ve ilgiyle bakmış; yürekten bu savaşımı desteklemişti. Bu süreç içinde onlar İstanbul’da halife ve Sultan vardır diyerek ona çok fazla yanaşmamış ve İstanbul yerine Ankara hükümeti ile ilişkiler kurarak işbirliğine yönelmeyi tercih etmişlerdi. Ankara hükümeti bu coğrafyaya özel önem veriyordu. Bölgede ağırlıklı olarak Türkler yaşıyor ve ortak kültür bağlarından dolayı dayanışma olasılığının yüksek olduğu düşünülüyordu. Türkiye’deki oluşumlar ise Kafkaslarda ve Türkistan coğrafyasında ilgiyle izleniyordu. Bu coğrafyada da Osmanlı ülkesindeki yenilikçiler grubu gibi “Ceditçiler” bulunuyordu. Bu grubun önemli kısmı İstanbul’da eğitim görmüş; Türkçeyi arı duru konuşuyorlar, Batı dünyasını yakından biliyor ve tanıyorlardı. O yörenin aydınları da İngiliz emperyalizminden yakınıyor ve Türkiye’deki savaşımın niteliğini bu nedenle övgüyle karşılıyorlardı (47).

Türk halkları, ulusal savaşa gönülden destek veriyorlardı. İstanbul Üsküdar’da Sultantepe semtinde Özbekler Tekkesi adıyla bir Tekke oluşturmuşlar, bu tekkeyi İstanbul’dan Anadolu’ya silah ve insan geçirmek için üs olarak kullanmışlardı. Anadolu’ya geçmek isteyen kişiler Bu tekkeye gidiyor ve Anadolu’ya geçirilmelerini istiyorlardı. İstiklal Marşı şairi Mehmet Akif Ersoy’un, Kurtuluş Savaşı’nın Halide Onbaşı olan Halide Edip Adıvar’ın, hatta Atatürk’ün yakın silah arkadaşı İsmet Paşa’nın bu tekke aracılığıyla Anadolu’ya geçtiği söyleniyordu. Yine tekke Anadolu’ya geçen kişilerle onların İstanbul’da kalan yakınları arasında iletişim kurabilecekleri bir ortamdı.  O tarihlerde Anadolu’da Mustafa Kemal Atatürk önderliğindeki Türkler Emperyalist ve el koyucu dayatmalara karşı bir bağımsızlık ve özgürlük savaşı veriyorlardı (Nejat Kaymaz, Türk Kurtuluş Savaşı’nın tarihsel konumu ve niteliği, Belleten, XL/ 166(-1976), s. 599- 616). Sovyet Rusya, Azerbaycan ve Afganistan, Büyük Millet Meclisi hükümetini tanımışlardı. Bunların yanı sıra Buhara’da Türkiye’deki savaşımı kutsuyor, ona gönülden destek veriyordu. Öyle ki Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye savaş yıllarında para yardımı yapması gündeme geldiğinde, Buharalı önderlerin kimi duraksamaları ve kuşkuları ortadan kaldırmak için yoğun bir çaba harcadıkları görülüyordu (48-49).

Özellikle Sovyet önderlerinden Çiçeri’nin kafasındaki soru işaretlerinin kaldırılmasında onların büyük etkisi oldu. Buhara yeraltı kaynakları nedeniyle zengin bir ülkeydi ve ülkenin para sıkıntısı yoktu. Sovyetler Birliği’nin pek çok yerinde insanlar açlık çeker ve yokluk  içinde kıvranırken, onlar oldukça rahat bir yaşam sürüyorlardı. Bu nedenle Türkiye’ye Rusya’dan para ve altın gönderilmesi gündeme geldiğinde, yerel Türk önderler bu işi kolaylaştırmak hatta önünü açmak için önderlik etmek işlevini bile üstlenmişlerdi. Bu nedenle Sovyetlerden gelen para ve silah yardımında da Buhara Cumhuriyeti’nin büyük bir katkısı olduğu biliniyordu (Alptekin Müderrisoğlu, Kurtuluş Savaşı’nın mali kaynakları, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, s. 515). (49). Diplomatik ilişkiler ve yakınlaşma çabaları Sakarya Zaferinin ardından birdenbire hızlandı. O günlerde Ankara Anadolu’daki yeni hükümet ile ilişki kurmak isteyen kurullarının konukluğuna tanık oluyordu. Bin bir zorluklarla yorucu bir yolculuk sonrasında Ankara’ya ulaşan bu kurullar kendi ülkelerinin ya da bağlı oldukları grupların içten duygularını Ankara hükümetine iletiyorlardı. Siyasi temsilcilik açmak isteyenler bile vardı bu şekilde Ankara’ya gelen kurullardan biri de bugünlerde Buhara’dan yola çıktı. Buhara hükümeti Sakarya Savaşı’nın Türk ulusuna sunduğu büyük zaferin coşkusunu Anadolu’da bir onur ve ölüm kalım savaşı veren Türk halkı ile paylaşmak ve Ankara hükümeti ile siyasal ilişkiler kurmak üzere bir kurul oluşturarak Türkiye’ye gönderdi (49-50).

1921 yılını 1922 yılına bağlayan soğuk Aralık günleriydi. Zorlu bir karayoluyla, at arabalarının üzerinde, yanlarındaki yürekleriyle birlikte Batum’a ulaşan Kurul, buradan bir gemiye binmiş ve denizden yoluna devam etmişti Kurul iki kişiden oluşuyordu. Bunlar Recep Bey ve Naziri Bey adlı kişilerdi (Enver Behnan Şapolyo, a. g.m., s. 85) . Recep Bey Elçi, Naziri Bey’de Maslahatgüzar olarak Ankara’ya geliyordu. Buhara Cumhuriyeti böylece Türkiye’de en üst düzeyde bir temsilcilik oluşturmayı amaçlamıştı. Kurul Ankara’ya doğru yol alırken aynı günlerde Buhara, bu kuruldan ayrı olarak 17 kişilik bir öğrenci grubunu da eğitim görmek üzere Kastamonu üzerinden Türkiye’ye göndermişti. Önce Türk Sovyet ilişkileri çerçevesinde, Türkiye’ye ekonomik destek veren Buhara, bu aşamada Türkiye’de diplomatik ilişkilerin yanı sıra kültürel alanda da ilişkiler geliştirmek istiyordu (50).

Elçi olarak Buhara’dan İstanbul’a gelmiş olan Recep Bey İstanbul’da öğretmen okulunda okumuştu. Türkiye’yi ve Türkleri iyi tanıyordu. Türkiye’de uzun süre kaldığı için son derece akıcı bir Türkçesi vardı ve İstanbul şivesi ile konuşuyordu. Bu heyet Mustafa Kemal Paşa başta olmak üzere hediyeler getirmişlerdi. Bu hediyeler içinde astragan  deri kalpaklar ve halılar bulunmaktaydı. Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın kendisine armağan olarak verilecek astragan boz; İsmet Paşa’ya verilecek olan ise siyahtı. Fevzi Paşa ve diğer komutanlar için de ayrı ayrı astragan deriler getirilmişti. Mevcut hediye denklerinden ayrı olarak sarılmış ve dört ayrı parçadan oluşan bu armağanlardan bir tanesi Kur’an-ı Kerim diğerlerini de Buhara kılıç ustalarının yaptığı Pala şeklindeki üç ayrı kılıçtı. Enver Behnan Şapolyo, kılıçları görme olanağı bulmuştu.  Kılıçlar son derece göz alıcıydı ve özellikle birinin üzerinde son derece değerli taşlar bulunuyordu. Heyet üyeleri yanlarında getirdikleri Kur’an-ı Kerim’in Timur’a ait olduğunu söylüyorlardı (Enver Behnan Şapolyo, a. g.m. s13). O tarihlerde Enver Paşa Buhara cumhuriyetindeydi. Ve henüz öldürülmemişti(şehit olmamıştı). Kılıçları bizzat o Buhara Cumhuriyet hazinesinden seçmişti ve bu seçtiği kılıçlar kurul üyeleri ile birlikte Ankara’ya gönderilmişti (Osman Kocaoğlu, Rus Yardımlarının İç Yüzü, Yakın Tarihimiz, I/9,  26 Nisan 1962, s. 293). (54).

Tarih 7 Ocak 1922’yi gösteriyordu

            Gazipaşa  Buhara Halk Sovyetler Cumhuriyeti temsilcilerini büyük bir konukseverlikle karşıladı. Karşılıklı iyi düşünce ve niyetler dile getirildi. Bu arada kurul başkanı Recep Bey Mustafa Kemal Paşa’ya üç Kılıç ve bir de Kur’an-ı Kerim armağan etti. Ayrıca adına Karakulu dedikleri kalpaklık astragan deriler de armağan olarak sunuldu. Kurul yanında bir de mektup getirmişti. Mektup bu arada kılıçları Buhara hazinesinden seçen iki üç yıl  öncesine kadar Osmanlı Harbiye Nasır olan Enver Paşa tarafından yazılmıştı. Recep Bey yanında özenerek taşıdığı bu mektubu da Mustafa Kemal Paşa’ya sundu. Enver Paşa mektubundan Mustafa Kemal Paşa’yı ulusal Kahraman büyük Kumandan olarak niteliyor ve Gazi Mustafa Kemal Paşa hazretleri diye hitap ediyordu: “Yüksek huzurlarınıza takdim edilecek naçiz hediyelerle kılıçları seçmek şerefini kardeş Buhara Cumhuriyeti bana havale etti. Bundan dolayı tarifi imkânsız büyük bir Fahri gurur duyuyorum” (Osman Kocaoğlu,  a.g. m. 292-29) (56).

Bu armağanlar maddi değeriyle değil tinsel ve simgesel yönüyle çok daha önemliydi. Kılıçlar zaferi, Kur’an-ı Kerim’de kutsal dayanışmayı simgeliyordu. Zafer Türk ordusunun olacağına ve bu bütün yürekleri yakıp kavuran bir özlem olduğuna göre Kılıçlar da Türk ordusuna aitti. Recep Bey bu nedenle kılıçların zaferi sağlayacak Türk ordusuna Buhara’nın armağanı olduğunu belirtiyordu. Kılıçların en şatafatlısı, göz kamaştırıcısı ve değerli olanının çok özel bir yeri vardı. Türk Ordusu ve bütün İslam âlemi için İzmir varılacak bir ülküydü. Bu nedenle Türk ordusunun İzmir’e girişi büyük bir arzu ve beklentiydi. Türk ordusu İzmir’e doğru yürüdüğünde bu Kılıç İzmir’e ilk girecek İzmir Fatih’ine armağan olarak verilmek üzere getirilmişti. Recep Bey İzmir’e ilk girecek Türk zabiti/ subayı için “İzmir Fatihi” deyimini kullanıyordu. Bu sözler Buhara Cumhuriyeti’nin söylemine daha Kılıçlar seçilip yola çıkmadan önce yansımıştı. İzmir yabancı ellerde olduğuna ve ülke topraklarından ayrı düştüğüne göre, onun kurtuluşu kuşkusuz dinsel ve ulusal nitelemeye göre yeni bir Fetih olacak İzmir’e ilk giren subayda doğal olarak İzmir’in Fatih’i sanını kazanmış olacaktı (56-57). Kur’an-ı Kerim ise dinsel dayanışmayı simgeliyordu. Buhara da müslümandı Türk halkı da. Bu nedenle dinsel bir vurgu ve niteleme ile Buhara din kardeşlerinin yanında olduğunu anlatmak istiyor; Kur’an Türk ulusuna armağan ediliyordu. Gazi Mustafa Kemal Paşa, kendisine emanet edilen Kur’an-ı Kerim ve kılıçları kabul ettikten sonra kurulun önünde son derece titizlikle seçilmiş sözcüklerden oluşan bir konuşma yaptı. Bu konuşma o dönemde Ankara hükümetinin yarı resmi yayın organı olan ve Atatürk’ün isteği ile çıkarılmış bulunan Hakimiyet-i Milliye gazetesine gazetesinde bire bir yer aldı (Hakimiyet-i Milliye, 8 Kanunusani-Ocak- 1922).

 Paşa konuşmasına Buhara Halk şuraları Cumhuriyeti halkının ve hükümetinin Yürütme Kurulu ve bakanlar şurası adına gelen Muhterem heyete Türk halkı, Türkiye Büyük Millet Meclisi ve onun hükümeti adına “hoş-amedi”(hoş geldin) eyliyordu.  Ardından da Buharalıların milletimizle ırki ve dini revabıtı/ bağlantısı açıktır diyordu. Ona göre bu bağların o zamana dek faaliyet alanına geçmesine, istilacı ve zalim güçlerin varlığı neden olmuştu. Paşa burada bir parça da diploması gereği Türk Sovyet yakınlaşmasını düşünerek ve Sovyetlerin de bir parça batı kapitalizmine karşı savaşmasından güç alarak şark İnkılâbı kebiri deyimiyle Bolşevik devrimine vurgu yapıyordu. Bu büyük Devrim kahraman Türk ordularının da büyük bir iftiharını kazanmıştı. Bu büyük olay mazlum doğuluları günden güne sağlamlaşan bağlarla birbirine kenetlemişti. Paşa kurulun önünde devam ediyordu: “ her ulusun kendi yazısını kendisinin belirleyici hakkını, yalnız kuramda değil eylemde de tanıyan Rusya Devriminin bir parçası olan bağımsız Buhara şuraları temsilcisinin Türkiye Büyük Millet Meclisinin başkanı sıfatıyla hükümetinize teşekkür ederim” “Buhara ailesinin Türkiye’deki Türk ve Müslüman kardeşlerinearmağan olarak gönderdiği Kur’an-ı Kerim ile Türkiye’ye Halk ordusuna bir takdir ve tebrik nişanı olarak gönderdiği kılıcın iki önemli Yadigar (hatıra) olduğunu belirtti. Bu iki değerli Yadigar dine ve Tanrı’ya hizmetçi olan gücü temsil ediyordu. Paşa Recep Bey’e hitap ederken devam ediyordu: “bu emanetleri elinizden alırken kalbim heyecan ile dolu. halkımız ve ordumuz uzaklardaki kardeşlerimizden gelen teşciat ve tebrigat nişanelerinden şüphesiz çok mütehassıs ve mesrur (duygulu ve mutlu) olacaklardır. Dindaş ve karındaş Buhara halkının arzusunu yerine getirerek, Bu kitabı mukaddesi ( kutsal kitabı) millete, Seyf-i muazzez’i( kutsal kılıcı) de  İzmir fatih’ine teslim edeceğim. Allah’ın inayetiyle İnönü ve Sakarya muzafferiyetlerini kazanan millî ordumuz, İnşallah pek yakında bu kılıcı da kazanmış olacaktır. Atatürk’ün Söyle Ve Demeçleri, II, Ankara1981, s.30) (58).

Mustafa Kemal Paşa üç kılıçtan yalnızca birinden söz ediyor ötekilere değinme gereği bile duymuyordu. Buhara Hükümeti Kur’an-ı Kerim’in Türk Milletine Armağan edilmesini, üç kılıçtan birini Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın; ikincisini Garp cephesi komutanı İsmet Paşa’nın kabul etmesini rica ederken; 3 kılıcın Türk ordusuna armağan olarak getirildiğini ve bunun İzmir’e girecek İzmir Fatih’ine verilmesini özellikle istemişti. Sırf bu istek bile hem Buhara Türklerinin Kurtuluş Savaşı’nı nasıl önemsediklerini gösteriyordu hem de İzmir’in işgalini nasıl bir etki yaptığını ortaya koyuyordu.( Cenap Çetinel, Üçüncü Kılıç, Ulus 9 Eylül 1968),  Enver Behnan  Şapolyo, a.g.m., s. 84- 87). (59).

İZMİR DÜŞÜ YÜREKLERDE BİR ATEŞ

Üçüncü Kılıç, işgal altında bulunan İzmir özlemi ile örtüşen bir anlam taşıyordu. Batı Cephesi Komutanlığı bir genelge yayınlayarak bu değerli kılıcın, İzmir’e ilk gelecek Zabite yani İzmir Fatih’ine verileceğini açıkladı (66). Kamuoyunda, tıpkı Buhara heyetinin ilk nitelemesi gibi, İzmir’e ilk girecek subay için” İzmir Fatihi” deyimi kullanılıyordu. Böyle bir toplum psikolojisinde Buhara Cumhuriyeti’nin gönderdiği ve özel bir anlam yüklediği kılıcın İzmir’e girecek ve bu kentin Fatih’i olacak ilk kişiye verilme kararı, Türk ordusunda subaylar ve neferler (erler) arasında büyük bir heyecan seli yarattı. İzmir sanki bir “Kızıl Elma”ydı. Şairler bu Kızıl Elma üzerine destanlar diziyorlardı. Ünlü hatipler en keskin nutuklarını İzmir üzerine dile getiriyorlardı. İzmir’e ulaşmak düşü artık yüreklerde kabarmış bir ateş topuydu. Yüzbaşı Şerafettin de bu düşü kuranlardan yalnızca birisiydi (72).

YÜZBAŞI ŞERAFETTİN

Bu düş Türk ordusunda vatanın kurtarılmasına kendisine adamış, binlerce Türk subayından birisi olan Yüzbaşı Şerafettin’in de yüreğini yakıyordu. Üçüncü kılıçla ilgili resmi duyuruyu o da arkadaşları gibi duyduğunda bölüğünün başındaydı. Bu sıralarda Türk Ulusu büyük bir saldırı ile düşmanı yurttan bütünüyle atmak için hazırlıklarını sürdürüyor, bir seferberlik havası içinde bulunuyordu.  

Şerafettin Bey, Trabzon Maçkalı Bahriye adlı bir anneden ve Kırımlı İbrahim Bey adlı bir babadan 1889 yılında İstanbul’da dünyaya gelmişti. Çocukluğu Osmanlı’nın başkenti İstanbul’da geçti. Ailesi asker olmasını istiyordu. Bu Neredeyse her Türk ailesinin heves duyduğu bir eğitimdi. Böylece o 1906’da harp okuluna girdi. Bu okul Türkiye’nin yakın tarihinde rol oynamış çok önemli isimleri sıralarından geçirmiş bir okuldu. Üç yıllık bir eğitimden sonra Şerafettin Bey 1909’da Harp okulundan mezun oldu. Artık mülazım (teğmen) rütbesine kavuşmuştu. Zorlu günler onu bekliyordu (73).

FECİRDE TOP SESLERİ

İzmir’in işgalinden İzmir’in kurtuluş gününe dek 3 yıl, 3 ay, 24 gün geçmişti. Bu süre içinde Anadolu’da Yunan Ordusu akla gelmeyecek ölçüde büyük yıkımlar gerçekleşti. Yerli Rumlar bu kıyıma çekincesiz destek veriyorlardı. Türk-yunan Savaşı’nın değişik cephelerinde tutuklu bulunan Türk askerlerine, Yunan askerlerinden daha çok tutukluların geçirdikleri yerlerdeki yerli rumlar akıl almaz saldırılarda bulunuyorlardı. Genelkurmay ATASE Başkanlığındaki Arşiv Yunan zulümlerinin sayısız örnekleriyle doludur. Yine o raporlarda belirtildiğine göre Türk askerleri Hıristiyan kadınların hain bakışları önünden geçirilirken yine Yunan kadınları yumruklarını sıkarak haykırıyorlardıgidiyorsunuz. Yunanlıların izmir’ini görmeye gidiyorsunuz; Fakat bugün, Mustafa Kemal sayesinde değil; azametli ve Şanlı Yunan Ordusu sayesinde..” (80). O yalnızca bir örnekti. Bu örnek gibi yüzlercesi her an yaşanıyordu. Savaş her koşulda yıkım getiriyor halklar birbirine kin güdüyorlardı. Tarafların anlatacaklarıyla örnekleri vardı. Halklar birbirine karşı düşmanlık duygularını geliştirirken sömürgeciler kazandıklarının ve kazanacaklarının hesaplarını yapıyorlardı.  Türkler yurtlarına esaretten kurtarmak için çırpınırlarken, Yunanlılar ve onların yerli destekçileri İzmir’i Yunanlı olarak görüyorlardı. Onlar için İzmir artık her an oldu olacak gözüyle bakılan yeni yapay İyonya’nın sözde başkentiydi. Onlara göre İzmir’in geçmişteki tarihsel kimliği de Yunanlıydı o günkü kimliğide… Dolayısıyla Yunanlı İzmir’in, Yunanlıların elinde olmasından daha doğal bir şey yoktu.. Türk ise o topraklarda ancak Yunanlılık kimliğine tabi olmalıydı. Tutuklu Türkler, İzmir’den sürülürken Yunanlılar İzmir’e doğru götürülüyordu. Onlar için Mustafa Kemal Paşa’nın yapacağı bir şey de yoktu(!) (81).

Artık büyük taarruzla düşmanın yurt topraklarından sökülüp atılması planlanmıştı. 26 Ağustos Sabahı, fecirle yani Tan yerinin ağrıması ile birlikte, tam gecenin en koyu yerinin kızıllık düştüğü an saat 5.30’da Türk topçusunun endaht (silah) atışları ile Büyük Taarruz başladı. (Mustafa Kemal Atatürk, Söylev, II sayfa 494). Türk ordusu uzun zamandır cepheye yığınak yapmış ve sonunda Yunan ordusuna saldırarak bir imha( yok etme) eylemine girişmişti.  Yüzbaşı Şerafettin Bey, Süvari kolordusuna bağlı 2. Süvari tümeninin 4. Alayında bölük komutanı olarak görev yapıyordu. Kolordu komutanı Fahrettin( Altay) Paşaydı.  Süvari Kolordusu Kurtuluş Savaşı’nda önemli bir görev üstlenmişti. Kolordu’ya bağlı birliklerin en önemli özelliği seri hareket etmeleri idi. Uzun süreli mevzi savaşlarına girmek süvarilerin işi değildi. Düşmanın nakliye ve yürüyüş kollarına, destek görevi yapan unsurlarına, cephane ve erzak depolarına ani baskınlar yapmak; hedefine hızla darbeyi vurmak, mavzer ve kılıç darbeleriyle yok etmek ve aynı hızla çekilmek…… Coğrafyanın özelliklerinden yararlanarak atlarıyla seri hareket etmek ve hiç ummadığı bir anda düşman unsurlarının karşısına dikilivermek genel yöntemdi. Hiç geçilemez sanılan geçitlerden kayalıklardan geçmek, düşman mevzilerinin arkasına sızmak, düşman gerilerinde cirit atmak… Süvari atlarının mahmuzları düşmanın üzerine yönettiği topların ve mavzerlerin gürleyişine yağmur gibi yağan şarapnellere aldırış etmez seri biçimde “Yalın Kılıç” düşman unsurlarının üstüne atılırdı(83).

Oyalanmaz işini yapar ve toplanacağı yerde toplanırdı. Ordunun en hareketli, en kıvrak, en hızlı ve en taktik unsurlarından biriydi. Süvariler zamanla açlığa ve susuzluğa alışır, kimi zaman sıcak yemek yüzü görmez, yol boyunca buldukları ile yaşamaya alışırdı. Çünkü erzak taşımak ve onu zor zamanlarda pişirecek düzeneği kurmak her zaman olanaklı olmazdı. Çoğu zaman süvarinin yiyeceği, suyu atına bağladığı azık torbasındaydı. Kimi zaman günlerce at sırtında aç da açıkta diziler halinde yol alır, yanında taşıyabileceği büyüklükte topları taşırdı. Düşmanın arkasına sızar ve gerekiyorsa mevzilenir; tuzak kurar, tuzağa düşürür; cepheden ve açıktan mavzer ve kılıçlarla düşmana saldırırken, top atışları ile kaçış yollarını keser ya da imha edilecek ne varsa imha eder; ancak işini bitirince Yıldırım hızıyla çekilirdi. Süvariler, Kılıç darbeleriyle düşmanın tuttuğu hatları ve cepheleri yarar ve geçerlerdi. Çoğu zamanda piyade ve topçu destekli saldırılarda yer alırlardı. Yunan cephesi güçlendirildiği için, süvarilerin tek başına bunu ilk başta yapması pek mümkün olmuyordu. Türk piyadesiyle birlikte harekete geçtiğinde piyadenin açtığı gedikten sızıp arkaları tutmak süvarilerin işiydi. Bunun içinde süvariler piyade destekli hareketlerde ilk başlarda beklemek durumunda kalabilirlerdi. Bu sürenin bitiminde düşmanın beklemediği bir anda, en sıkı ve korunaklı düşman hatlarında, onarılamaz gedikler açarlardı. Yunan ordusundaki süvari sayısı Türklere göre daha azdı. Türk süvarisi Yunan ordusunun en çekindiği güçlerden biriydi (84).  Süvari için önemli olan atı ve kılıcıydı. Bu iki şey, Türk süvarisinin en vazgeçilmez yoldaşıydı. Bir de başından hiç eksik etmediği, üzerine Hilal işlenmiş olan kalpağı…. Yüzbaşı Şerafettin de süvariydi. O da atının üstünde, düşman hatlarına kılıcıyla saldıran binlerce kahraman’dan yalnızca birisiydi (85).

Büyük Taarruz öncesiydi. Paşalar Akşehir’de toplandılar. Gazi Paşa’da toplantıdaydı ve askeri kurulu dikkatle dinliyordu. Yer batı cephesi komutanı İsmet Paşa’nın karargahıydı. Gazi Paşa kararını vermişti: Düşmana genel bir saldırı yapılacak, düşman vatanın bağrından koparıp atılacak, ne pahasına olursa olsun İzmir’e ulaşılacaktı. Akdeniz’in ağzındaki İzmir, esir düşmüş bir yurt parçası olarak kurtarılmayı bekliyordu; Elbette işgal edilmiş diğer yerler gibi… O tarihe kadar gerekli yığınaklar yapılmış, planlar hazırlanmış alternatifler gözden geçirilmişti ancak gene de son bir değerlendirme gerekiyordu. Gazi Paşa, genel amacını açıkladı. Paşalar, saygıyla Mustafa Kemal Paşa’yı dinliyorlardı. Genel plan üzerine görüşlerini komutanlara aktaran Gazi Paşa, Süvari kolordusuna bağlı tümenler ile ilgili düşüncelerini de açıkladı. Süvari Kolordu Komutanı Fahrettin Paşa’da toplantıda bulunuyor ve Mustafa Kemal Paşa’nın görüşlerini ilgiyle dinliyordu. Gazi 26 Ağustos günü genel saldırının başlayacağını açıkladı. Fecir zamanı ile toplar gürleyecek düşman bir baskın saldırısına uğratılacaktı.  İlk darbeyi yiyenin kendini toparlayamaması gibi bu ilk saldırı çok önemliydi. Gazi Paşa’ya göre bu ilk saldırı başladığında süvarilerin pek yararı olamazdı. Beklemesini ve zamanın gelmesini bilmek gerekiyordu. İhtiyatlı olunmalı boşu boşuna kayıplar verilmemeliydi. Tam gerektiği zamanda ve gerektiği yerde konuşlandırılmış süvariler hareket etmeleri gereken anda gereken hedeflere yöneldiklerinde en etkili yararı göstereceklerdi (87).

26 Ağustos günü Süvari kolordusu, önce Türk topçusunun hatları dövüşü ve piyadenin hareketle geçtiği anlarda, planda öngörüldüğü gibi cephenin yarılmasını beklemeye başladı.  Süvari kolordusu bir süre bekledikten sonra, artık süvarilerin harekete geçmesinin ve seri biçimde hareket etmesinin zamanının geldiği anlaşıldı. Genel karargahtan gerekli emirler verildi (Fahrettin Altay, İstiklal Harbimizde Süvari Kolordusu, İnsel Yayınları, 1949,s. 44). Süvarilere yürüyüş emri verildiğinde zamanlar zaten Sandıklı yönünde Sinan Paşa’ya doğru yürüyüş halindedir halindeydiler (88). Yüzbaşı Şerafettin’in görev yaptığı Miralay Zeki Bey komutasındaki ikinci tümen öteki tümenle birlikte görevini tamamlamış Fahrettin Paşa’ya katılmaya çabalıyorlardı (96).

TRİKOPİS’İN ZOR ANI VE SÜVARİLER

O günlerde Yunan başkomutanlığı Trikopis Yaşamının en zor günlerinden birini yaşıyordu. Diyenis  en güvendiği yardımcılarından biriydi ve Yunan destek gruplarına komuta ediyordu. Türk süvarileri Trikopis kuvvetleriyle Diyenis grupları arasına sızmış aralarındaki bağlantıyı kesmeye çalışıyorlardı. Bu bir anlamda Trikopis’in nefes almasını önlemek demekti. Türk süvarileri Diyenis’e bağlı ihtiyat gruplarını yıpratmayı  amaçlamıştı. Türk süvarileri Diyenis’in kuvvetlerine olabildiğince büyük darbeler vuruyor sonra da seri bir hareketle çekiliyorlardı. Bunun sonucunda düşman “İhtiyat Kuvvetleri” daha fazla direnemediler ve bozguna uğradılar. Bu ani baskınlar o kadar etkiliydi ki sonradan esir olan bir Yunan subayının anlattığına göre Diyenis’in yattığı çadır bile dedik deşik olmuştu (Fahrettin Altay a. g.e.,s. 90).  Yunan yedek güçleri tam bir yenilgi içindeydi. Türk akıncıları Diyenis’in iİhtiyat kollarına saldırıyorlardı. Bu ani baskınlar karşısında ne yapacağını bilemeyen yüzlerce otomobil ve diğer motorlu taşıtlar, karayolundan çıkarak dağlara kaçmaya çalışıyorlardı (97).

Yunanlılar telaş içindeydiler. “Kemal’in askerlerinin” geleceğini söylüyorlar korku ve telaş içinde bulunuyorlardı. O kadar ki Yunan Karargah askerleri ertesi sabah kaçarken kumandanlarının gecelediği köyü yakmak ve zavallı köy halkını öldürmek gibi zalim ve utanç verici hareketlerden bile geri kalmamışlardı (Fahrettin Altay, a. g.e., s. 91). Bütün bunlar, yüreklerden uzak değildi. Olan biten belki ayrıntılarıyla bilmiyordu ama genel durumdan artık Yunan ordusunun tükenişe geçtiği anlaşılıyordu. Mustafa Kemal Paşa durumdan olabildiğince an ve an haberdar olmaktaydı. Bu anı anlatırken şu cümleleri kullanmaktaydı: “Arkadaşlar, saatler ilerledikçe gözlerimin önünde gelişen manzara şu idi: düşman başkumandanın şu karşı ki tepede son gayreti ile çırpındığını görüyordum. Bütün düşman mevzilerinde büyük bir heyecan ve helecan vardı. Artık toplarının, tüfeklerinin, mitralyözlerinin ateşlerinde sanki öldürücü hassa kalmamıştı. Bu ovadan kuzeyden ve güneyden birbirini izleyen avcı hatlarımızın gruba yaklaşan güneşin son ışıkları ile parlayan süngüleri her an daha ileride görülüyordu. Bataryalarımızın aralıksız ve amansız ateşleri düşman mevziini içinde barınılmaz bir cehennem haline getiriyordu. Güneş mağribe/ batıya yaklaştıkça, ateşli, kanlı ve ölümlü  kıyametin kopmak üzere olduğu bütün ruhlarda his olunuyordu. Bir an sonra cihanda büyük bir yıkım olacaktı ve beklediğimiz Kurtuluş güneşinin doğabilmesi için bu yıkım lazımdı. Hakikaten semanın karardığı bir dakikada Türk süngüleri düşmana doğru o sırtlara hücum ettiler. Artık karşımızda bir Ordu bir kuvvet kalmamıştı” (Mahmut Esat Bozkurt, a. g.e., s.136). (101-102).

Süvari kolordusu büyük bir ümit olmuştu. Süvari kolordusu komutanı Fahrettin Paşa en önemli noktalarda riskler alıyor, savaşın yazısını değiştirecek hareketlere girişmekten geri kalmıyordu. Garp cephesi komutanı İsmet Paşa idi. O Süvari kolordusu komutanı Fahrettin Paşa’nın yeteneklerini özverisini ve azmini biliyordu. Fahrettin Paşa’nın süvarileriyle düşmanın arkasında cirit attığını daha karargahında kendisine ulaşan raporlardan görmüştü. Bunu Trikopis’in esir olduktan sonraki anlattıklarından da biliyordu. Yunan karargahının Türk süvarisini aniden arkalarında görünce herhangi bir önlem almaya bile girişemediğini, hatta Yunanlı komutanın çevresindekilere böyle bir şeyin olamayacağını ileri sürerek inanmakta güçlük çektiğini öğrenmişlerdi. (İsmet İnönü, Hatıralar, I,  Bilgi Yayınları, İstanbul 1985, 293). Öyle ki Trikopis bizzat Paşa’ya daha ilk karşılaşmalarında “ süvarileriniz arkamıza düştü. telaş ettik” derken de telaşını üzerinden atamamıştı (İsmet İnönü, a.g.e., 293) (102).

 İşte Yüzbaşı Şerafettin’in Tümeni Trikopis’inin karargahını kurduğu Ulucak köyüne ilk yönelen Süvari birliklerinden biriydi. O gün yani Trikopis o büyük endişe ve kaygıyı yaşarken onlar atlarının üzerlerinde ellerinde  mavzerleri ve kılıçları Ulucak köyünü geçiyorlardı (103). Bu arada Türk saldırısı gittikçe gelişiyordu. Düşman Dumlupınar’da sıkışmış ve kanlı boğuşmalar sonunda önce Türk topçusunun ateşi, ardından piyadelerin süngü hareketiyle imha edilmişti. Kaçmak isteyenler de Türk süvarilerinin hedefi oluyorlardı. 30 Ağustos 1922 günü Mustafa Kemal’in deyişiyle düşmanın kuvve-i asliyesi büyük ölçüde yok edildi (Atatürk’ün Söyle ve Demeçleri, I,  İstanbul 1945, sayfa 252). (104).

Artık, Türk ordusu muzafferdi. Büyük bir zafer elde etmişti. Türk süngüsü bağımsızlığın yolunu açmıştı. Gözler, ufukların ötesinde kendilerini bekleyen Akdeniz’di.  Düşman geçtiği yerleri yakıyor ve yıkıyordu. Bundan sonra ne olursa olsun, bir an önce  oralara ulaşmak, işgalin yıkımlarını daha aza indirmek, hatta çok yere düşmandan daha önce buralara ulaşarak, yıkımın önüne geçmek gerekiyordu.

Bunu yapacak öncelikli olarak süvarilerdi…..

            Paşa derhal kararını verdi. Batı Cephesi Kurmay Başkanı Asım Paşa’nın(Gündüz) elinde tuttuğu bir çanta üzerinde savaş meydanında meşhur emrini yayınladı: “ Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri!” Akdeniz; yani İzmir…. (105).

Süvari kolordusunun görevi düşmanın kaçış yollarını tıkamak ve geçiş yollarında gereken önlemleri alarak yerleşim yerlerinin yakılıp yıkılmasını önlemeye çalışmaktı. Bunu sağlamak için olağanüstü bir çaba gösteriyorlardı. Düşmanın daha fazla yıkım yapmasının önüne geçmek için seri hareket etmek lazımdı. Düşmanın hedefi İzmir’e varmak; Türk süvarilerinin de hedefi İzmir’in mavi denizini kucaklamaktı. Yunan kıtaları kaçıyor, Türk ordusu takip ediyordu(107).  Yunan Ordusu geçtiği yerleri yakıp yıkıyor, Türk süvarileri onlardan daha önce bu yörelere ulaşıp yakıp yıkmanın önüne geçmeye çalışıyorlardı. Yunan kıtaları, Türk süvarilerinin atlarının soluklarını enselerinde hissediyorlardı. Artık amansız bir takip harekatı başlamıştı. Bu nefes nefese bir yarıştı. Yunan kaçkınları Türk süvarilerinin nefeslerini ve at kişnemelerini enselerinde ha duydu ha duyacaklar korkusu ve endişesini yaşıyor; süvariler ise hedefe bir an önce ulaşmak için atlarını mahmuzluyor ve kıyıya dağ, geçit demeden akıyorlardı. Kimi zaman gruplar halinde kimi zaman da toplu halde Yunan askerleri firar ediyorlardı. Çekilen Yunan kıtaları sürekli olarak enselerinde Türk atlılarının soluklarını sırtlarında Türk mızraklarının ucunu başlarında ise Türk kılıçlarının parıltısını görüyor ve duyuyorlardı (108).

İZMİR: UFUKTA BİR KIZIL ELMA

Anadolu bozkırı, hızla ısınmış; savaşın ateşi, bozkırın soğuğuna üstün gelmişti… Artık Süvari kolordusunun hedefi İzmir’di.  Kolordu’nun diğer tümenleri gibi Yüzbaşı Şerafettin Beyin Tümeni de İzmir’e doğru nefes nefese atlarına sürüyordu. Arka arkaya muharebelere giriliyor; süvariler mavzer ateşliyor, kılıç sallıyor, kim anlarda göğüs göğüse çarpışıyorlardı. 3 Eylül günü 2 tümen rastladığı bir düşman müfrezesine saldırdı ve müfrezeyi yok etti. 4 Eylül günüydü süvariler Kula’ya girdiler. Fahrettin Altay adı geçen eserde (s.53- 56):  “Kula Akdeniz’in kendine özgü havasının hissedildiği bir iç kasabaydı burada zayıf bir düşman kuvvetinin olduğu görülüyordu. Düşman zayıf da olsa verebileceği acılar büyük olabilir bu güzel kasabayı yakıp yıkabilirdi. Müslümanlara hedef alan toplu katliamlar yapabilirdi. Kuşkuların bir süre sonra doğru olduğu anlaşıldı. Düşman Türk süvarilerinin gelmesi durumunda kenti yakmaya hazırlanıyordu. Süvariler bu kötü olasılığın önüne geçmek için acele davrandı; Yunanlıların olası katliamına yer bırakmadan hızla Kula’ya girdiler. Türk süvarilerin hızla gelişleri ve değişik yerlerden Kula’ya girmeleri ile düşman askerleri baskına uğramış oluyorlardı. Çatışmalar meydana geldi. süvariler açılan ateşe karşılık verdi. Sonunda galip geldiler ve yüz kadar Yunan askere esir alındı” (110-111). Kurtulan kasabada sevinç çığlıkları ve bağırışları duyuluyordu bağırıp çağırarak ve ağlayarak evlerinden saklandıkları kuytu yerlerden dışarı fırlayanlar kendilerini süvarilerin atlarının altına atıyorlardı. O öyle bir duygu ortamı yaratmıştı ki görenler bu havadan etkilenen süvarilerin de sevinçten ağlaşan halkla birlikte gözyaşı döktüklerini dile getiriyorlardı. Kanlı gözyaşları diyor ki kendi askerine minnet duygularıyla sarılan İnsanların bu coşkusu karşısında savaşarak kaçkın firarileri kovalayarak oralara kadar aç susuz uykusuz gelmiş olan süvariler uykusuzluğu yorgunluğu unutmuşlardı. Hiçbir emir verilmemesine karşın yorgunluklarını unutan süvari kıtaları kendiliklerinden Yunan askerlerini izlemeyi sürdürüyorlardı.  Türk süvarilerinin “Kılıç artığı” dedikleri çatışmadan kurtulup kaçabilenlerin atlarla izlenmesine başlandı. Süvariler de bitkin ve yorgundu hayvanları da.. Onlar bu zorlu ilerleyiş sırasında sayısız tehlikelere karşı inadına ilerliyorlardı. Giderlerken de çoğu zaman atlarının eğerleri üzerinde uyuyorlardı. Gıda depolarından uzaklaştıkları ve hareket anında da yiyecek bulmakta zorlandıkları için açlığa karşı da direnmek zorundaydılar. Günler boyunca hiçbir şey yememiş olan süvariler vardı. Ancak yanan ve yakılan kendi yurtları, öldürülenler de kendi İnsanları olduğu için gözlerinin açlığı falan gördüğü yoktu. Girdikleri yanıp yakılmış kentlerde kuyulardan insan cesetleri çıkarıyorlardı (111-112). Bir köye ya da kente girdiklerinde süvarilerin ellerinde al sancağı gören Türklerin, ürkek, bezgin, önce korkan, sonra coşkulu gözlerle, dağlardan saklandıkları mağaralardan, ağaç kovuklarından kendilerini karşılamak için indiklerine tanık oluyorlardı (112).

Yüzbaşı Şerafettin’in bağlı olduğu ikinci tümene 45 kilometrelik yürüyüş emri verilmişti. Tümen Dereköy istasyonuna doğru ilerliyordu. Dereköy’de Yunan askerleri vardı. Kasabada toplu halde bulunuyorlardı. Türk birlikleri ile Yunan askerleri arasında kanlı bir muharebe olmuştu. Yunan askerleri Ödemiş yönünde dağlara kaçmaya başladılar. Kaçarken oldukça önemli oranda silah ve mühimmatlarıyla toplarının bir kısmını Dereköy’de Türk süvarilerine terk etmek zorunda kalmışlardı. Yüzbaşı Şerafettin arkadaşlarının gözlerinin önünde vurulup ölen ve yaralanan arkadaşlarına elbette içleri yandı; ancak yürümek ve İzmir’e ulaşmak her Türk süvarisinin, özellikle böyle zor anlarda en büyük dileğiydi (113).Düşman Alaşehir’i yakıp yıkmıştı. Kasabada büyük bir katliam işlenmişti. Ova köyleri de yakılıp yıkılmış kadın ve çocuk ayırt edilmeden pek çok kişi Bağında bahçesinde vurulmuş öldürülmüş ya da yaralanmıştı. Süvariler Alaşehir’in içinden geçerken dağlarda saklanmış olan köylüler de kasabaya doğru iniyorlardı. Günlerce dağlarda saklanmış olan bu insanlar Perişan ve açtı. Dağlarda düşmanın üzerlerine gelmesi durumunda ona karşı koymak için kendi aralarında silahlı müfrezeler oluşturmuşlardı. Bir direniş olduğunu hisseden Yunanlılar da çoğu zaman üzerlerine pek gidememişti; Çünkü zaman yitirmek istemiyorlardı. Köylülerden bu şekilde yaşamlarını kurtarabilen insanlar bulunuyordu (Türk İstiklal Harbi II, ( Batı Cephesi) sayfa 133). Süvariler Salihli’ye yaklaştıklarında Yunan askerlerinin direnişiyle karşılaştılar. Türk süvarilerin artık öncelikli işi Yunan birliklerini izlemek değildi. Salihli yanıyordu; süvariler düşmanı bırakmış yanan Kasabanın derdine düşmüşlerdi. Halkın perişan görüntüsü ve savaşın dehşeti en canlı biçimde gözlerinin önündeydi. Derhal Salihli’yi yangından kurtarmak için harekete geçtiler. Yangına müdahale edip kurtarmak için çabaladılar ancak büyük ölçüde bu çabalar yetersiz oldu. Salihli sanki bir kül yığını haline gelmişti (Fahrettin Altay, a. g. e., s. 60- 61) (119).

Düşmanı kovalamak başka yanıp yakılan yerleri gördükçe hınçlaşmak ve İzmir’e hırsla yürümek daha başkaydı. Yüzbaşı Şerafettin ve Arkadaşları anlatılmaz bir hızla mesafeleri aşıyor, İzmir’e Doğru uçuyorlardı. Adım adım İzmir’e doğru ilerliyorlar düşmanı kovalıyorlardı. Şerafettin ve diğer süvari arkadaşlara özellikle buralardan geçerlerken, kaçan  düşman askerlerinin köyleri kasabaları yakmaya devam ettiklerini intikamını sivil halktan, kadınlardan, kızlardan, çocuklardan aldıklarını görüyorlardı. Adım başı rastladıkları yürekler acısı manzara hızlarını büsbütün artırmalarına neden oluyordu (120). Derken Türk süvarileri Sart’a girdi. Burada da yuvalanmış Yunan askerleri süvarilerin müdahalesi ile dağıtıldı. Sart hızla düşman askerlerinden temizlendi. Yunan askeri geçtiği yerlerde yiyecek olarak kullanılabilecek her şeyi Türkler ulaşamasın diye yakmıştı. Yiyecek bulunabilecek ambarlar yok edilmişti. Allah’tan mevsim yazdı süvariler geçtikleri yerlerde yiyecek olarak çoğu zaman kuru üzüm ve kimi yemişler meyveler bulabiliyorlardı.  7 Eylül Akşamı iyice  kıyıya yaklaşmışlardı. Köylüler düşmanın Menemen’e doğru çekildiğini ve oralarda yani Menemen yakınlarında yığınak yaptıklarını söylüyorlardı. Menemen, Manisa, Nif ( Kemalpaşa) boğazlarında düşmanın direnmesi ve İzmir’i kolay kolay bırakmak istemeyişi anlaşılıyordu (120-121).

Yüzbaşı Şerafettin Beyin kolordusu Eylül ayının sekizinci günü sabahleyin saat 11 sıralarında Manisa önlerine gelebilmişti. Yüzbaşı Şerafettin Bey öncü kollar arasındaydı. O gün gördüklerini notlarında şöyle anlatmıştı “ burada gördüğümüz manzara cidden feci idi. Yollar sokaklar Şehit edilmiş Müslüman cesetleri, şuraya buraya atılmış her nevi eşya ile dolu idi. Dehşet içinde kalan ahaliden, düşman zulmünden kurtulabilenler bağlara, derelere iltica etmişlerdi. Bu esnada bizi gören perakende düşman efradı da ateş etmeye başladı. Bu efrad tümenin muhtelif kıtaları tarafından kuşatılarak esir edildiler. Bundan sonra kıtalar tekrar İzmir üzerine seri yürüyüş halindeki düşmanla teması koruyordu ( İzmir’e  İlk Gelen Süvariler, Ordu ,Zafer ve Fuar, 1965 sayfa 14) (122-123).

Yüzbaşı Şerafettin’in Tümeni 8 Eylül günü tam 60 kilometre yol yürümüştü. Hava karardıktan 2 saat kadar sonra hafif bir alacakaranlıkta Mütevelli köyüne girildi. Bütün askerler yorgunluk, açlık susuzluk gibi nedenlerden dolayı bitkin durumdaydılar; ancak İzmir’e ha girildi ha girilecek bir noktada olmanın heyecanıyla yorgun bedenler, o işten gelen dürtüyle daha bir başka  diriliyordu (125)

Bu sırada tümenlerin Manisa’ya doğru arkadaki ağırlıklarının akışı devam ediyordu. Kolordu karargahıda  Manisa’ya gelmişti. Yangından dağlara kaçan halk gruplar halinde geri dönüyorlardı. Manisa ise gerçekten perişandı. Koca kent yakılıp yıkılmış bir harabeye dönmüştü. Karargah Manisa’ya gelince Fahrettin Paşa genel durum hakkında bilgi aldı. Ardından da kararını verdi artık İzmir’e girmek mümkündü. Bir süre sonra süvarilere Horozköy evlerinden ve bahçelerinden ateş açıldı. Bu köyde önceleri Rumlar otururdu burada bir direniş noktası oluşturulduğu anlaşıldı. Ayrıca Manisa yöresinden bazı firari Yunan kafileleri alaya hücum ettiler. Bu saldırganlar püskürtüldü. Püskürtme hareketi devam ederken Horozköydeki Rumlar etkisiz hale getirildi bir süre sonra süvarilere tuzak kuran 300 kişilik düşman gücünden çok sayıda saldırgan öldürüldü. Tümene bağlı güçlere tuzak kuranların Ermenilerden oluşan çeteler olduğu sonradan anlaşıldı. Bu kişilerden bazılarının Manisa’daki yangını genişletmek için düşman tarafından Manisa’da bırakılan çeteler olduğu belirtildi. Şimdi kaçabilenler Sabuncu Gediği olarak bilinen yöreye kaçmaya başlamışlardı. Bunların da direnişe geçip geçmeyeceği bilinmiyordu (126-127).

Fahrettin Paşa İzmir yönünde hareket emrini verdiğinde Türk süvarileri zaten İzmir’e açılan dağları bayırları tutmuşlar, neredeyse Sabuncubeli’ne çıkmışlardı (130).  Yüzbaşı Şerafettin Türk süvarilerinin İzmir’e doğru hareket eden ve yürüyüş halinde bulunan düşmanla teması koruduğunu not ediyordu. Sabuncu boğazına girdikten sonra Bornova’nın Doğu sırtında yerleşmiş düşman Kuvvetleri ile çatışmaya girmişlerdi. O günkü çarpışmalarda ikinci tümenden bir subay ve 3 Nefer yaralanmış 3 hayvan ölmüş 3 hayvan da yaralanmıştı, düşmandan ise 200’den fazla kişi öldürülmüştü 80 kadar esir alınmış ve birçok eşya ele geçirilmişti (133). Artık Türk süvarileri İzmir kapılarına dayanmışlardı. Ancak o güne kadar yaşananlar akıllardan asla gidecek gibi değildi. Onca sıkıntılı günlerden sonra büyük taarruzla birlikte gelişmeler son derece hızlı olmuş; işte Bornova ufuklarında görülmüşlerdi.

 Büyük Taarruz başladığında bu önemli gelişme bir süre İzmir’de halk arasında duyulmadı. Yunanlı yetkililer bile bundan pek haberdar görünmüyorlardı. Yunanlı yöneticiler ve askeri yetkililer cephedeki yığınaklardan ve bu yığınak karşısında Türklerin bir şey yapamayacağından o denli emindiler ki;  Başkomutanlık görevini tam da saldırı günlerinde almış olan Hacıanesti, tenezzül edip İzmir körfezine demirlenmiş yatından çıkıp Anadolu’ya ordularının başına bile gitmiyordu. Üstelik bu kişi kimi tuhaf hareketleriyle sanki bir akıl hastası gibiydi. Yatını karargah haline getirmişti. Gündelik işlerini görmek için bir şekilde İzmir rıhtımına ayak bastıktan sonra yeniden apar topar yatına dönüyordu. Saldırı başladığında hala Trikopis fiilen görevdeydi. Bu görev değişiminden onun bile uzunca bir zaman için haberi olmadı. Yunan İdaresi İzmir’de sıkı bir sansür uyguluyordu. Sansür nedeniyle halkın haber alma imkânı büyük ölçüde ortadan kalkmıştı. Örneğin İzmir’deki İngilizce diplomatlarının aradan iki tam gün geçmiş, 3 gün yani 28 Ağustos’ta bile büyük taarruz’un başladığına ilişkin bilgileri yoktu (137-138).

YA TÜRKLER

            Onların da gözleri İzmir ufuklarında Ha geldi ha gelecekler diye bekledikleri süvarileriydi; ancak Özlem de ve sabırsızlıkla….. tam 3 yıl, 3 ay, 3 hafta, 3 gün…. 15 Mayıs 1919’dan, 9 Eylül 1922 gününe kadar geçen süre buydu (153).

KORDON DA NAL SESLERİ

Türk süvarileri artık Alsancak sokaklarındaydılar. Dar sokaklardan heybetli atlarıyla geçerek kordon boyuna doğru ilerliyorlardı sanki düşman bir kente girmiş gibiydiler. Alsancak, Ortadoks Rumların, Ermenilerin, İzmirli Levantenlerin ve yabancı tüccarların ağırlıklı olarak oturdukları bir semtti.  Frenk Mahallesi diye biliniyor, sanki Basmane tarafla ve Kadife Kale eteklerinde öbeklenmiş Türk mahallelerine göre lüksün ve tam tanının bir semti olarak öne çıkıyordu. Süvarilerin bu yörede ilerlediği sokakların iki yanında lüks Rum, Ermeni Levanten ve Frenk evleri vardı.  Sokaklarda görülmemiş bir kalabalık kalabalıkla birlikte bir uğultu haykırış ve bağırış sesleri vardı. Bu kalabalık firari Yunan askerleri, yollara dökülen Ortodoks tebaa, yabancı uyruklu kişiler Levantenler ve karaya çıkarılan müttefik donanmalarına ait bahriye’lilerdendi. Türkler henüz oturdukları semtlerden gelip kalabalığın arasına karışmış değillerdi. Bu uğultu kalabalık o sokakların gerçek oturanları değil yabancılarıydılar. Sokakların aralarında kaldırımlarda öbek öbek denk yığınları arasında Rum mülteciler bulunuyor sanki bir felaketin savurduğu kitleler halinde kentin o gününe dekor oluşturuyordu. Cepheden kaçarak firar etmiş kılıç artığıyla askerleri ise ya kılık değiştirip bu grupların içine karışmış ya da silahlarını atarak ne yapacağını şaşırmış bir halde oraya buraya savrulup dağılmışlardı. Kimisi silahlı kimisi silahsız kimisi sivil kıyafetler içinde kimisi hala üniformasıyla yılgın ve perişandı (218-219).

Şerafettin Bey’in yanında Emir zabiti Mülazım Hamdi Bey ve Mülazım Ali Rıza efendi’ler vardı. Askerleri atlarının üzerinde arkadan onları izliyorlardı. Kordona çıktıklarında Sabuncu belinden bu yana şarapnel ve kurşun yağmurları altında sağa sola savrularak üç bölükten oluşan müfrezeden 40 kişi kadar kalmışlardı. Kordon boyunda sayısız silahlı düşman subayı ve askeri ile karşılaşmışlardı. Yüzbaşı Şerafettin asla tereddüt etmemek üzere kendisine hazırlamıştı. “Kahraman Müfreze mi mahvetmek istemiyorum” diye düşünüyordu. İzmir limanında birçok savaş gemisi bulunuyordu. Belli noktalara İngilizler ve Fransızların deniz askerleri çıkmıştı. Buna karşın asla durup oyalanmıyorlar atlarını mahmuz vurarak ilerliyorlardı. Kordon’da Nal Sesleri çınlıyordu geçtikleri yollarda karşılaştıkları silahlı düşman askerleri onlarla karşılaşınca büyük bir korku yaşıyor; silahlarını yere fırlatıyor ve atların nalları altında çiğnenip ezilmemek için sağa sola kaçışıyorlardı.

 Kordon boyu insan kalabalığı, atların Nal Sesleri, süvarilerin Heybetli Duruşu altında eziliyor gibiydi. Cadde boyunca uzanan evlere, otellere oraya buraya Türk ve müttefiklerin bayrakları asılıydı. İzmirli Türkler pencerelerden sokaklardan itibaren izliyor. Hayret ve takdir duygularını gizlemeden alkışlıyorlardı. Yalnız Türkler değil kaşgın Yunan askerleri ve mülteciler arasında da Türk süvarilerine alkışlayanlar vardı.  Süvariler Kordon boyunun her yerinde tepeden tırnağa silahlı Yunan er ve subaylarıyla karşılaşıyorlardı. Ancak onların bunları teslim alıp bir yerlere götürüp kapatmaları için zamanları yoktu (221).  Şerafettin Bey bunun olumsuzluğunu zaten görüyor her şeyden önce bir Türk şehri olan İzmir’deki kardeşlerini kurtarmak gerektiğini düşünüyorlardı. Yol boyunca karşılaştıkları Yunan asker ve subaylarının hiçbiri Bir avuç Türk süvarisine tek bir tek bir kurşun atmaya cesaret edemiyordu .

Kordon’da nal sesleri yankılanıyordu. Yüzbaşı Şerafettin’in öncü müfrezesinin rıhtım boyunca geçişi sırasında parke taşlardan çıkan nalların sesleri Akdeniz’in dalga seslerine karışıyor sanki bir zafer Marşı namesine dönüşüyor. Hükümet konağına doğru yol alıyorlardı Pasaport’a yaklaştıklarında bir manga İngiliz deniz askeri tarafından selamlanıyorlardı. Kolordu Komutanı Fahrettin Paşa bu yürüyüşü Türk asaletinin en parlak bir örneği olarak görüyor Ve yorumluyordu. Ona göre Türk süvarilerinin bu yürüyüşü onu izleyenlerin Bakışlarında bir harika düzeyde görülmüş ve algılanmıştı. Binlerce düşman askeri silah ve Hıristiyan ve çetelerle dolu olan İzmir’de Türk süvarilerinin bu yürüyüşü hayranlık uyandıracak bir görüntü oluşturuyordu (222).

Yüzbaşı Şerafettin ise bu yürüyüşteki olgunluğu mutlaka ve mutlaka ve her neye mal olursa olsun kesinlikle İzmir’e ilk olarak girmeye karar vermiş olmalarına bağlıyordu. Bu hem kendileri hem de ulusları için önemliydi. Gerçekte güçleri azdı, kentin içinde ve dışında olan düşman güçlerinin oranı ise kıyaslanamayacak ölçüde çoktu. Ancak düşmanın manevi gücünün olmadığını da gözleriyle görmüşlerdi. Sırf düşmanın galip bedenlerine ve ruhlarına yansıyan dehşet duygularını artırmak için Türk süvarileri kılıçlarını çekmişlerdi. Önlerine düşman askeri çıktığında bütün dehşetengiz ses tonlarıyla at silahı diye uyarıyorlardı. Onları böylesine celallenmiş gür sesiyle haykırarak gören Yunan askerleri sanki hipnotize olmuş bütün direnç yeteneklerini yitirmiş ve bu emre tabi olmuş gibi derhal donup kalıyorlar ve istenilen şeyi yapıyorlardı.

 (vakit Gazetesi, 23 Eylül 1338). (223).

Limanda müttefiklere ait donanmada görev yapan yabancı asker ve Subaylar da bu yürüyüşü gözlemliyor ve düzen ve olgunluğuna tanıklık ediyorlardı. Üç İngiliz, iki Fransız zırhlısı ile, iki Fransız, iki Amerikan torpidosu ve bir İtalyan grubu’ndan oluşan müttefik donanması tarafından Türk süvarilerinin yürüyüşü bütün ayrıntılarıyla izleniyordu ( Harp Tarihi Belgeleri Dergisi, Belge 1437).  Limanda bu gemilerden bütün bakışlar ve dürbünler, Kordon’da ilerleyen bu özverili müfrezeye yönelmişti. Pencerelerin aralıklarından gözetleyenler de İzmir’in Yunanlılar tarafından işgal edildiği 15 Mayıs 1919 tarihli güne anımsıyorlar ve iki ordunun bu caddede üç buçuk yıl içinde ki olgunluğunu, düzenini ve niteliğini kıyaslama olanağı buluyorlardı. Yunanlılar o gün yani 15 Mayıs 1919 günü İzmir Kordon boyunu kana boyamışlardı. Pek çok bellek o kara günü anımsıyor ve ayrıntılarını gözlerinin önünde hala canlandırıyordu. Türk süvarilerinin İzmir kapılarına dayandığı haberleri üzerine kentte olumsuz propagandalar yapılmış; Türk ordusunun İzmir’i kana bulayacağı biçiminde yalan yanlış sözler ortalıkta dolaştırılmıştı İzmir’e çıktıkları zaman gölgelerden korkan ve sanki bir takım gölgelere ya da hayaletlere karşı ateş eden Yunan ordusunun Kordon’da yürüyüşü ile Türk ordusunun bu geçişi zihinlerde kıyaslanıyordu (225-226).

YÜZBAŞI ŞERAFETTİN KANLAR İÇİNDE

Türk Süvari müfrezesi tam Pasaport iskelesinin önüne gelmişti. Kalabalığın arasından birden belinde kayışı ve kasaturası elinde silahı ve bombası olan bir Rum çete üyesi karşılarına çıktı. Süvarilerin başında olan Yüzbaşı Şerafettin atının dizginlerini çete üyesine doğru kırdı ve silahlarını atmasını söyleyerek uyardı. O ana dek her karşılaştığı silahlı kişi bu emre uymuştu. Ancak bu çete üyesi Rum elindeki silahlarını yere atmadı. Rum’un elindeki bombayı kendi üzerine atacağını anlayan Yüzbaşı Şerafettin elinde kılıcını sallayarak atının dizginlerini gerip silahlı ve bombalı Rum çeteye doğru hamle yaptı. Ön ayaklarını şaha kaldıran atı, Yüzbaşı Şerafetin’i bir anda hedef olmaktan çıkarmıştı. Buna karşın Rum çete üyesi bir anda elindeki bombayı kendisini uyaran Yüzbaşı Şerafettin’in üzerine fırlattı.  Atı şaha kalktığı için bomba Yüzbaşı Şerafettin’e değmedi atının ayakları altına doğru yuvarlandı (231). Ardından da atın ayaklarının altında büyük bir gürültüyle infilak etti. Zavallı at kişneyerek kanlar içinde yere yuvarlandı. Yüzbaşı Şerafettin atının üzerinden kenara doğru savruldu. Atın karnı parça parça olmuş, kanlar içinde kalmıştı. Atının üzerinden kenara savrulan Yüzbaşı Şerafettin de kanlar içindeydi. Son bir hamle ile kendisi korumak istemişti, kılıcıyla ileri doğru atılmış ancak patlayan bomba kendisini korumasına engel olmuştu. Kordon da nal seslerinin yerini şimdi haykırışlar, barışlar, kargaşa ve koşturmalar ortasında kan lekeleri almış; Kordon kana bulanmış; Pişdar Yüzbaşı Şerafettin bey kanlar içinde kalmıştı (231).  Şerafettin Bey kısa bir süre sonra kendine geldi. Bombanın infilakı üzerine savrulan şarapnellerle biri boynundan öteki omzundan olmak üzere iki derin yara almıştı vücudunun değişik yerlerinde de küçük yaralar vardı. Kraterleşmiş oyuklardan kanlar sızıyordu (232). O an bile o “ fakat yaraları kim düşünürdiye aklından geçiriyor; ölsem ne gam! İzmir’i kurtarmıştık ya! İzmir’e girmiştik ya! bu şerefin öncüleri Biz olmuştuk ya” diye düşünüyordu.Hızla yarası çaput parçaları ile alnından ve başının arkasından kuşak atılarak bağlandı. Genç Yüzbaşı durmadı; derhal başka bir ata bindi ve atını süvarilerinin başında, yüzü ve boynu sarılı, sargılarının üzerinde yine ay yıldızlı kalpağı, elinde dizgini ve kılıcıyla atını hızla hükümet meydanına doğru sürdü (232).

Süvariler, Sivil halkın korkmaması yönünde uyarılar yapmış sonra da Yıldırım hızıyla Konağa ulaşmak için Borsa yönünde ilerleyişlerini sürdürmüşlerdi. Atlar halkın şaşkın bakışları arasında, İzmir sokaklarından geçerek gümrük’e doğru ilerliyordu. Sonunda Yüzbaşı Şerafettin ve süvarileri gümrük önüne geldiler. Bir an Konak meydanına ulaşan yolu şaşırır gibi oldular. Bir duraksama olmuştu. Bu durak zamanında Yüzbaşı Şerafettin’in Süvari müfrezesinin karşısına ağlayarak bir Türk genci çıktı. Heyecan içindeki bu genç Türk süvarilerini görünce kendini heyecan ve sevinçten tutamamış gözyaşlarına boğulmuştu. Bu genç yolu şaşırır gibi olan süvarilere yardımcı oldu;  bir ata binerek müfreze Konak meydanına ulaşıncaya kadar onlara yol gösterdi. Tarif edilen yolu izleyen süvariler, Ara sokaklardan geçip bir anda kendilerini Konak meydanında hükümet konağının  karşısında buluverdiler (236).

Yüzbaşı Şerafettin Bey iki arkadaşı ile birlikte hükümet konağının balkonuna koşuyordu. Tam bu aşamayı sonradan dile getirdiği anılarında o şöyle anlattı: “hükümet konağının önünde atımdan yere bir ok gibi fırladığım zaman bir delikanlı ile karşılaştım. Elinde şanlı bayrağımız vardı. Bu mübarek emaneti gencin elinden kaptım ve koynuma soktuktan sonra bir elimde silahım, ötekinde  kılıcım binadan içeriye daldım. Süvari arkadaşlarım da beni takip ediyorlardı. Birkaç dakika sonra binanın üst katında vazifemizi tamamladık; düşman bayrağını direkten alaşağı ederek… balkona Şanlı bayrağımızı çektim” Artık hükümet konağının balkonunda ay yıldızlı Türk Bayrağı dalgalanıyor; halk gözyaşları içinde o bayrağın gölgesinde toplanıyordu (242).

İZMİR’E İLK GİREN İZMİR FATİHİ

Yüzbaşı Şerafettin Bey Türk Süvari kolordusunun öncüsü (pişdarı) olarak müfrezesinin başında İzmir’e ilk giren ve hükümet konağında göndere arkadaşlarıyla birlikte bayrak çekerek “İzmir Fatihi” unvanını alan ve Sakarya Savaşı’ndan sonra Buhara’dan gelen üçüncü kılıcı almaya hak kazanan Türk Süvari subayıydı (307). Yüzbaşı Şerafettin Bey 9 Eylül gününde adı yıldızlaşmış en önemli kahramanlardan biridir. İzmir’in en önemli gazetelerinden Seday-ı Hakk’ın bir muhabiri 9 Eylül günü İzmir’e giren Yüzbaşı Şerafettin Bey’in hükümet konağına gittiğini ve Alay Komutanı Miralay Zeki Bey İzmir’e gelinceye dek kentin güvenliğinin tek sorumlusunun Yüzbaşı Şerafettin Bey olduğunu yazıyordu. Seday-ı Hakk Gazetesi Yüzbaşı Şerafettin Beyin hükümet konağına kadar süren maceralı öyküsünü anlatıyor resminin yanına şu açıklayıcı notu düşüyordu: “ İzmir’i ilk defa nurlu hilalimize kavuşturan Yüzbaşı Şerafettin bey”(Saday-ı Hak, 9 Eylül 1922) (313).

1925 yılındaki gazetelerde de Yüzbaşı Şerafettin Bey’in resimleri dönemin gazetelerinde İzmir’in kurtuluş olayını konu yapan yazıları aralarına serpiştirildi. 1925 yılına ait Cumhuriyet’te: “4 sene evvel bugün İzmir sevgili hilale kavuşmuştu. Başkumandan Meydan muharebesini taşlandıran ezici Zafer, Türk ordusuna İzmir’in Türk milleti ne de Halasının (Kurtuluşunun)yolunu açmıştı deniliyor; altta savaşın gelişimini gösteren bir krokide olay anlatılıyordu. Ayrıca Yüzbaşı Şerafettin Bey’in üniformalı bir resmi yayınlanmıştı. Resmin altında şu bilgi yer alıyor: “ İzmir’e ilk giren Süvari Müfreze kumandanı Yüzbaşı Şerafettin bey” deniyordu.

ÜÇÜNCÜ KILICIN SAHİBİ: YÜZBAŞI ŞERAFETTİN BEY

Artık Buhara Cumhuriyeti’nin İzmir’e ilk giren Fatih için armağan ettiği kılıcın, bu kılıca hak eden zabite( subaya) verilmesine sıra gelmişti.  Yüzbaşı Şerafettin Beye Gazi Mustafa Kemal Paşa tarafından düzenlenen bir törenle kılıç armağan olarak verilmiş ve bizzat Mustafa Kemal Paşa, kılıcı Yüzbaşı Şerafettin Bey’e kuşatmıştır. Bir İstanbul gazetesi Kılıç kuşatma Töreni ile ilgili şu bilgiyi vermişti: “ Büyük Gazi Mustafa Kemal Paşa hazretleri, Yüzbaşı Şerafettin Bey’e cuma namazından sonra özel bir tören ile değerli bir kılıç vermiştir. Dün akşam ulaşan bilgiye göre, İzmir’e ilk giren Muzaffer Süvari kıtalarımızdan birisinin kumandanı bulunan Süvari Bölük yüzbaşısı Şerafettin Bey’e İzmir’e ilk gelen subayımıza verilecek olan Kılıç dünkü cuma namazından sonra resmen verilmiş ve bu nedenle Mustafa Kemal Paşa hazretleri İzmir’e gelerek Adı geçen töreni doğrudan gerçekleştirmişlerdir”( İleri Gazetesi, 16 Eylül 1922).  Aradan birkaç ay geçtikten sonra 18 Mart 1923 tarihinde Bornova’dan Cephe Harekat şubesine iki Kurmay Binbaşı bir de Kurmay Yarbay imzasıyla şu tutanak tutulmuştur:

İzmir’e ilk giren 2 Süvari Tümeni 13 Alay Komutanı Binbaşı Şerafettin’e Buhara Müslümanları tarafından hediye edilen Kılıç teslim edilmiştir” ( Askeri Tarih Belgeleri Dergisi, Sayfa 130) (330-331).

SONUÇ

            Buhara Cumhuriyetinden gelen Üç Kılıç’tan üçüncüsü Anadolu coğrafyasında Türk ordusunda gösterdiği heyecan adeta destanlaşmak için bir ülkü haline gelmişti. Mustafa Kemal Paşa bu kılıca Seyf-i muazzez( kutsal kılıç) diyordu. İslam dünyası da Mustafa Kemal Paşa’ya Seyf’ül İslam (İslam’ın kılıcı) unvanını vermesi de kılıç’ın İslâm dünyasındaki önemi göstermekteydi. Bugün de şanlı ordumuzun geleneğindeki bu hassasiyetin sonsuza kadar devam edeceği şüphesizdir. Süvari birliği komutanı Yüzbaşı Şerafettin’in daha sonra “İzmir” soyadı ile taltif edilmesi ona ve devam eden nesillerine bir şeref vesikası olarak kalmıştır. Kırk kişi kalmış süvari birliği ile İzmir’e giren askerlerimiz bütün dünyayı hayrete düşürmüş ve hayran bırakmıştır. Binlerce düşman askerinin olduğu işgal altındaki İzmir’de korkusuzca ellerinde kılıçları Türk süvarileri Hükümet konağına yeniden Şanlı Türk bayrağını asmışlardır. Bugün gönderlerde Şanlı Al Yıldızlı bayrağımız dalgalanıyorsa Millî Mücadelenin Kahraman askerleri sayesindedir. Onların silahları ve kılıçları bize ebedî Cennet vatanı armağan etmiştir. Türk Ordusu, kırk tarafı düşmanlarla çevrilmiş güzel yurdumuzu korumak için her zaman silahını ataları gibi kullanmak zorundadır. Silahlarının sembolik ifadesi olan kılıç hiçbir zaman kınında durmamalı Türk Milletine cesaret ve güven aşılamalıdır. Hoca Ahmet Yesevînin kelamı Anadolu’yu mayalandırmıştır. Oğuz Kağan’ın kılıç’ı da insanlığa gökte “çadır”, yerde “barış” olmuştur. Bu yazıyı Hz. Peygamberin “Cennet kılıçların gölgesi altındadır” sözlerini tekrar ederek noktalayalım. Allah Şanlı Ordumuzu ve Kılıçlarımızı (en modern silahlarımızı) başımızdan eksik etmesin. Silah’ın namusuna sahip çıkanlardan Allah ve Şanlı Resulü Hz. Muhammed Mustafa ( O’na, Ashab-ı Güzine, Ehl-i Beyti’ne Selam) razı olsun.

EBEDÎ DUAMIZ “EY YÜCE TANRI’M; BU CENNET VATANA GÖZ DİKENLER’İN KILIÇLARI KIRILSIN, TÜRK ORDUSUNUN KILIÇLARI YILDIZLAR GİBİ YÜCELERDE PARLASIN” AMİN.

KAYNAK ESER

Prof. Dr. Kemal Arı, Üçüncü Kılıç İzmir’in Kurtuluşu ve Yüzbaşı Şerafettin, Zeus Kitabevi, İzmir, 2012.

Kitaplar, Kitaplar; İmam-I Maturidi

Hekimlik mesleğinde 50.yılımı doldurmam vesilesiyle Akçakoca platformundaki arkadaşlarımın verdiği yemekli toplantıya katılanlardan biri de Mürsel Gündoğdu ve eşiydi. Kendilerine verdiğim önemli bir sağlık hizmetim onları bu yemeğe getirmiş ve onları daha yakından tanıma imkÂnını sağlamıştır.

Mürsel Gündoğdu, ilahiyatçı bir yazar olup Milli Eğitim Bakanlığı’nda yöneticilik dahil muhtelif hizmetleri olan bir eğitimcidir. Kendisi 900’lü yıllarda yaşamış büyük Türk mütefekkiri ve   önemli bir bilim insanı olan Farabi üzerinde doktora çalışması yapmıştır. Mürsel Gündoğdu’nun üretken bir yazar olduğunu da bu vesileyle öğrenmiş oldum.

Yazarın, Vezir isimli eserini daha önce okumuş ve kütüphanemdeki tarihi romanlar arasına koymuştum. Yazar bu eserinde Selçuklu döneminin bilge veziri Nizam-ül Mülk’ün hayatı üzerinden o dönemi anlatmıştır. Selçuklu sultanları Tuğrul Bey, Alpaslan ve Melikşah dönemindeki olaylar ile ilim ve alime verilen değerlerin etkisinin anlatıldığı bir eserdir. Yazarımız bu eserinden sonra da yeni eserleri ile tarihimize ışık tutmak ve daha doğru bilgiler edinmemize katkı vermek istemiştir.

Yazar Hakan isimli romanında Karahanlı sultanı Saltuk Buğra Han zamanında Türklerin İslam’a geçişi anlatmaktadır. Roman, bir türk tarihi hocasının Çin’deki dostunu ziyareti ve Çin seddinin tanıtılması ile başlar. Daha sonra Kaşgar’a geçişi hikâye edilir. Saltuk Buğra Han’ın şehzadeliği döneminde bu bölgeye islam tebliği yapmak için gelip yerleşmiş olan tüccar ve aynı zamanda Samani şehzadesi olan Ebu Nasır Samani ile tanışması ve Müslüman oluşu anlatılır. Olaylar ve coğrafya çok güzel tasvirlerle yazılmış olup bu eser tarihe ilgisi olanlar için bilgi kaynağı vasfındadır.

İmam-ı Maturidi adlı eserde ise onun hayatı üzerinden akıl ve bilginin Müslümanlar için önemi anlatılmaya çalışılmıştır. O dönemde de çeşitli görüş farklılıkları olup bunlar arasında bugün olduğu gibi gruplaşmalar mevcuttur. Eserde bu hizipleşmeler yanında Maturidi’nin İslam inancında akıl ve bilginin önemini vurgulayan tespitlerini okumaktayız. Bunlardan biri de “Nasıl ki renk karmaşıklığını ayırt etmede iyi bir göze, ses karışıklığında iyi bir kulağa ihtiyaç var ise; birbirine karışan fikirlerin doğrulanması için de bilgiye dayalı düşünmeye ve akıl yürütmeye ihtiyaç vardır.tespitidir. Maturidi’nin hayatı üzerinden daha doğru bir İslam dini anlayışının roman tarzında anlatıldığı bu kitap zevkle okunacak bir eserdir.

Diğer bir kitap Taşları Konuşturan Adam’dır. Burada Mimar Sinan’ı okumaktayız. Onun Kayseri Ağırnas Köyü’nden hristiyan bir Türk olduğu, dedesinin bölgenin iyi bir inşaat ustası olan Togan Yusuf olduğu bilgisi ilginçtir. Yavuz Sultan Selim zamanında ilk olarak anadoludan devşirme olarak alınan Sinan, inşaat ustası  özelliğiyle 22 yaşında olmasına rağmen İstanbul’a getirilip Yeniçeri ocağına yazılmıştır. Eserde, Mimar Sinan’ın 90 yılı aşan ömründe yetiştirdiği insanlarda birlikte, Sultan Süleyman ve Sultan Selim

dönemlerinde İstanbul, Edirne, anadolu ve balkanlardaki cami, medrese köprü, han ve hamam gibi imar faaliyetlerinin nasıl yapıldığı güzel tasvirlerle anlatılmaktadır.

Yazar, Müderris isimli 2 ciltlik kitabında ise büyük İslam alimi İmam-ı Gazali’yi anlatmaktadır. Bu eser, onun tabiriyle “İslam düşüncesini asırlardır sulayan ve fikirleriyle batı düşünce sistemiyle etkisi olan bir mütefekkirin çile dolu hayat hikâyesi.yazılmaya çalışılmıştır. İmam-ı Gazali’nin Bağdat’taki hayatı, daha sonra Kudüs’e gidişi, El Halil ve İskenderiye’deki günleri, buradan Hicaz’a gidişi güzel tasvirlerle anlatılmaktadır. Buralardaki çalışmaları ve bu bölgenin insanlarıyla ilişkileri, daha sonra Bağdat’a dönüşü ve bu zaman dilimlerinde onun düşünce hayatı ile eserlerini ortaya koyuşu hikâye edilmektedir. Bu yazımızı onun şu nasihati ile bitirelim;

“Ey oğul! Heveslerine ve nefsine uyan aşağılık çukurlarına yuvarlanır. Zarif görünümlü insanlar fazla ilgini çekmesin. Dış görünüşe pek aldanma. Çünkü insan kalbiyle, düşüncesiyle ve diliyle adamdır, kıyafetiyle değil. Benzi soluk, zayıf kimseleri hor görme. Çünkü insan 2 küçük et parçasıyla ölçülür: Kalbi ve dili.

Öyleyse insanların bu iki değerinden istifade etmeye çalış; gerisi et, kan ve kemiktir.

Farabi ile devam edecek…