3.8 C
Kocaeli
Cuma, Kasım 14, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 96

Orhun Dergisi

Dergiler muharrir ve fikir adamı okuludur: İbnülemin Mahmud Kemal İnal (1871-1957) Hüseyin Câhit Yalçın (1874-1957), (Orhan Seyfi Orhon (1890-1952), Fâlih Rıfkı Atay (1894-1971), Peyami Safa (1899-1961), Ahmet Hamdi Tanpınar (1901-1962),Ahmet Kabaklı (1924-2001) gibi Rahmet-i Rahman’a uğurladığımız pek çok yazarın ilk kalem denemeleri dergilerde olmuştur.  Dergiler aynı zamanda fikir fidanlığıdır. Okuyucusu olduğu dergilerle fikir dünyasındaki yerini belirleyen çok insan vardır. Dergiler, gazete gibi günübirlik değil, en azından haftalık, aylık sürelerle, el altında-göz önünde bulunduğundan kalıcıdır. Kitabın resmî soğukluğundan uzaktır, cana yakın ve sevimlidir. 

Türkiye’de ilk Türkçe dergi, Vekayi-i Tıbbiye adı ile 26 Mart 1849 târihinde, Aylık yayın programı ile İstanbul’da yayınlandı.

Mekteb-i Tıbbiye-i Şahâne Nezâreti tarafından yayımlanan dergi, Hekimbaşı Abdullah Molla’nın başvurusu üzerine  pâdişahın izni ile  yayın hayatına başladı. Dergide, tıp alanındaki ülke içi ve dışı gelişmeler yer alıyordu. Halk sağlığı, ilâçlar ve tıp gereçlerinin tanıtılması gibi konularda tercüme yazılar bol idi. Sağlık alanındaki yeni kanunî düzenlemeler de hekimlere duyuruluyordu. Denilebilir ki devletin yayın organı idi. Derginin yayını 1851 yılına kadar devam etti.

Sonraki dergi için 11 yıl beklemek gerekti. Mecmûa-i Fünûn,  Mayıs 1862’de, yayımlanmaya başladı. Münif Mehmed Paşa yönetimindeki dergi.  Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye isimli kuruluşun yayın organı idi.  

Osmanlı’nın son dönemlerine girilirken dergi yayıncılığı Anadolu şehirlerine yayılmıştı.

Mizah, eğitim, kadın, çocuk, gençlik, spor, sanat, moda… ve akla gelebilecek her konuda yayın yapan dergiler, Cumhuriyet döneminde de yayınlarına devam etti.

Türk Yurdu Dergisi’nin ilk sayısı 24 Ocak 1911 târihinde yayınlanmıştı. Cumhuriyet döneminde de yayınına devam ederek günümüze kadar ulaştı.

01 Kasım 1922 târihinde Osmanlı Devleti resmen târih sahnesinden çekildi. Osmanlı döneminde yayın hayatına girip Cumhuriyet döneminde bir kasmı aynı isimle bir kısmı da değişik isimle yayınlanmaya devam etti. Cumhuriyet döneminde 1. sayı ile yayına başlayan ilk dergi Akbaba oldu.

***

Hüseyin Nihal Atsız’ın yayınladığı ilk dergi, ‘Atsız Mecmua’dır. 1931-1932 yıllarında 17 sayı çıktı.

Orhun Dergisi 5 İkinci Teşrin 1933 (5 Kasım 1933) târihinde yayın hayatına girdi. Pek çok defa kapatıldı. Bâzen aynı isimle bâzen de isim değiştirerek yayınına devam etti.

Söğüt ve Millî Mecmûa dergilerini tekrar kültür hayatımıza kazandırarak dergi yayınlamaya başlayan Ötüken Neşriyat, bu defa çok köklü bir dergiyi; Hüseyin Nihal Atsız’ın Orhun Dergisi’ni tıpkıbasım olarak kültür hayatımıza armağan etti. Atsız’ın diğer dergilerini da tıpkıbasım olarak kültür hayatımıza kazandırması ümit edilir.

Orhun Dergisi Kasım 1933-Temmuz 1934 döneminde 9, Ekim 1943-Nisan 1944 dönemlerinde 7 sayı olmak üzere toplam 16 sayı yayınlandı. Bu 16 sayı; 29,5 X 21,5 santim ölçülerinde bez kaplamalı sert kapak içerisinde, 1. Hamur kâğıda basılı 413 sayfadır.

Romen rakamıyla numaralandırılan asıl dergi dışındaki sayfaların 5. ve 6. Sayfalarında Hüseyin Nihal Atsız’ın uzunca bir hayat hikâyesi, 9.  Sayfada İçindekiler, 10. sayfadan 19. Ssayfaya kadar İlker Aytürk’ün ‘Atsız Efsânesinin Orhun Kökleri’ isimli, ilgi çekici bilgiler ihtiva den tahlil yazısı başlıyor. Yazının ara başlıkları, yazının muhtevâsı hakkında bilgi vermektedir: ‘Otuzlar ve Kırklar Türkiye’sinde Atsz Olmak’, ‘Orhun Hakkında Temel Bilgiler ve Mesleği’, ‘Irklar ve Irkçılık’,  ‘Atsız’ın Temel Kavramı: Millî Ülkü’, ‘Antikomünizm’, ‘Orhun’da Kadın’. Bu bölüm,  ‘Varia’ ile devam edip ‘Orhun’dan Sonra’  başlıklı bölümle bitiyor. Dergi sayfaları; 464. sayfaya kadar ‘Dizin’ ve ‘Genel Dizin’ bölümleriyle devam edip sona ermektedir.

Orhun’dan Sonra’ başlıklı son bölümün son paragrafı, Atsız’a saygılı Türk milliyetçilerine dolaylı bir mesaj mâhiyetindedir:

1 Nisan 1944 itibarıyla, yâni Orhun’un son sayısını yayımladığı gün Atsız artık bildiğimiz Atsız’dır. Orhun’dan Orkun’a, oradan Ötüken’e ilerleyen on yıllarda görüşlerinde küçüklü büyüklü bâzı değişmeler olacaktır, kadınların eşitliği meselesini tekrar gözden geçirecektir, biyolojik ırkçılık ısrarını yumuşatacaktır, İsrail’in kurulması ve 1967 Savaşı sonrasında antisemitizmi görünmez olacaktır ve en önemlisi, 1960’lardan itibâren ‘siyâsî ümmetçi’ dediği İslâmcılara açıkça savaş açacaktır. Evet, bu dönüşümler, değişiklikler olmuştur, doğrudur. Fakat Atsız da en bilinen yüzüyle ve artık iyi/kötü efsâneleşmiş kişiliğiyle 1944’te karşımızdadır. Orhun’un kapatılması, büyük Ankara nümayişi, Sabahattin Ali Dâvâsı, üç yıla yayılan 1944 Irkçılık-Turancılık Dâvâsı, ardından Süleymâniye Kütüphânesinde izole edilmesi, hep, 1944’e kadar oluşmuş şöhretini teyit edecektir.

Atsız’ın Türk milliyetçiliğinin panteonunda başköşelerden birinde oturduğuna şüphe yok. Ölümünden bu yana neredeyse bütün Türk milliyetçilerinin ve Türk sağından pek çok aydının saygı duyduğu ama pek de takipçisi olmadığı Atsız mirası, en kısa ifâdesiyle laiklik, bilimcilik, batılı hayat tarzı ve içeriği çok netleşmeyen ırkçılıktır. Fikirlerinin keskinliği ve tâvizsizliği, Türk seçmen kültürü ile uyumsuzluğu gibi sebeplerle Atsız siyâsî bir hareket inşa edemedi. Buna karşılık, baskın ve otoriter bir rejim karşısında dik durabilmenin örneğini verdiği için arkasında bir saygı hareketi kendiliğinden oluştu. Atsız’ı anlamak için Orhun’dan başlamak gerektiğini bilerek derginin yeniden basımının yeni akademik çalışmalara vesile olmasını diliyorum.   

Dergilerin ilk sayının ilk sayfasındaki, Frenklerin ‘Manifesto’ kelimesiyle andıkları yazı; beyannamedir, taahhütnamedir, derginin üstlendiği vazifenin açıklamasıdır ve sâiredir… Bu sebeple çok önemlidir. Okuyucu, sunuş yazısındaki ifâdelere göre, dergiyi almaya devam etmek veya abone olmamak hususunda karar verecektir.

Orhun’un sunuş yazısı başarılıdır:

Hayatın kasırgası arasında herkes bir yol tutarak yürümeye çalışıyor.

Bu kasırga arasında irili ufaklı sesler işitiyoruz.  

Bu seslerden kimisi geçmişe hasret çekiyor, kimisi geleceğe ümitle bakıyor.

Bize yabancı kaynaklardan haykıranlar da az değil. 

  Bâzılarının mânâsı hiç anlaşılmıyor. Bâzıları haykırırken bocalamakta…

Bâzıları da rengi belli olmayan bir bayrağın altına çağırıyor. 

Biz, bize geçmişteki büyüklüğümüzü anlatan, ilerisi için ders veren ORHUN adını seçtik. 

ORHUN geleceğe bakan geçmişin timsalidir.      

ORHUN on iki asır öncesinin destanıdır; fakat on iki asır ilerisine kadar yol gösterir.

ORHUN geçmişteki büyüklüğümüzü, gücümüzü gösteren ışıktır; ilerisini de aydınlatır.    

ORHUN ‘dün’ün, ‘bugün’ün, ‘yarın’ timsalidir.

  Bu timsal altında toplananlar ‘zaman’ı yapan ‘üç an’ın bir olduğuna inanmışlardır. 

Gelecek olan günler bugünün gününe karıştıkça vardır. ‘Bugün’ dediğimiz her gün ise esasen ‘dün’dür.        

Bir ip yumağı gibi dönen zamanın ucu geçmişte, bu geçmiş te Turfan’da, Hoçu’da, Orhun’dadır.Medeniyetimizin dalları geleceğin yüksek dehâsında, fakat kökü geçmişin olgun millî şuurundadır. Duygularını, düşüncelerini, sezgilerini bu kaynaktan almayanlar, batıdan kültür dilenenler müspet bir şey yaratamazlar.

Gücünü ve yaratıcılığını Türklükten alan bugünün Türk kültürü hasta, duygulu, menfî düşünüşlü olamaz, olmamalıdır. 

ORHUN’dan bize gelen ses marazî ve kozmopolit olmayan sağlam, erkek, milliyetçi ve hayat fışkıran bir sestir.

ORHUN’dan gelen yol Turfan’dan geçerek Ankara’ya uğrayan yoldur. Ankara, Adalar Denizi’nden Altay’ın daha ötesine kadar uzanan ulu bir varlığın kısaltılmış ifâdesidir… Bu yolun arkasında büyük bir ezeliyet, önünde yüce bir ebediyet vardır. Bu ebediyet bir ışıktır: Ankara’dan başlar, bütün Orta Asya’yı, oradan da cihanı aydınlatır.

ORHUN un yolcuları iyi insan değil, İYİ TÜRK istiyor. Dünyâda maddî, mânevî ne varsa bunlar birer vasıtadır. Ülkülerin ülküsüne: her şeyden üstün en büyük Türkiye!

Bize göre: kâinatı çevreleyen hava Türk kanını kızartmak içindir. 

Türk bir vazife için yaratılmıştır. Bu vazife, kâinat Türkleştiği zaman biter.

Derginin ilk sayısında yer alan makale başlıkları ve yazarları:

*Millî Pragmatizm: Suut Kemal (Yetkin); *Dün Gece-Şiir: Atsız; *Üç Nehir-Şiir: Orhan Şâik (Gökyay); *Türk Târihi Üzerine Toplamalar: Atsız; 1-Türkeli, 2-İlk Türkler: İmzâsız; *Irkçılar (=) Rasistler karşısında Biyolojik Haile: Ö. Bedii; *Kahvehâne: Emin Kemal; *Eski Bir İddia ve Cevâbı: (Ş. Fahri); *En Eski Türk Müverrihi Bilge Tonyukuk: Atsız; *Mûsıkî Aruzu: Ahmet Yektâ; Düşünceler: Çobanoğlu Vasfi; *Türk Kadınının Hak ve Vazifeleri: Tolunay; Bu Gece (Şiir): Pertev Nailî (Boratav); *Yine Niçin Kaçtın? Tolunay;  *Denize Karşı: Suut Kemal (Yetkin).

5 Birinci Kanun (Aralık) 1933 târihinde yayınlanan 2. Sayıda: *Türk Dili, *Hakîki Ebediyet; *Türk Târihi Üzerinde Toplamalar (3. ve 4. Bölüm); *Goethe’nin Pedagojik Düşünceleri; *Köy Müşâhedeleri; *Köyde Yedi Gün; *Mûsıkî Aruzu; *Hücrede Suyun Oynadığı Hayatî Rol; *Trakya’da Derlenmiş Sözler; *Kastamonu’da Köy Düğünleri; ve *Yolda başlıklı 10 makale; *Ovada Akşam, *Kastamonu Mânileri, *O Gece, *Gurbet ve *Yolda başlıklı 5 adet şiir vardı.

5. sayı, 21 Mart 1934 târihli olarak Atsız imzâlı 4 adet makale ile okuyucuya sunuldu.

Kısa bir aradan sonra yayınlanan 10. sayıda Atsız’ın 4 makalesi yanında Dr. Mustafa Hakkı Akansel, Nejdet Sançar, Besim Atalay, Nihat Sâmi Banarlı, Prof. Dr. Zeki Velidi Togan, Ahmet Ersoy, Özbekoğlu, Mehmet Hayri Bayrı, Yusuf Kadıgil ve T. Bayındırlı imzalı makaleler vardı.

Orhun isimli Dergilerin sonuncusu, 16 numaralı ve Nisan 1944 târihli idi. Sonraki dergiler, Orkun, Atsız ve Ötüken isimleriyle okuyucuya sunuldu.  Atsız’ın Başvekil  Saraçoğlu’na ihtâben yazdığı ‘Açık Mektup’, bu sayıda idi. 16. sayıdaki diğer makalelerin yazarları: Fahriye Arık Kemaloğlu. Nejdet Sançar, Nedim Tunçsiper, Muvaffak Akman, Süleyman Çopur, M. Kemal Vural, Hasan Basri Çantay, Câvit Büyükakpınar, Sepicioğlu, Ali İhsan Karağaç, Bandırmalı Özâşık, Muharrem Doğdu, Selma Gücüyener, Basri Gocul, Mehmet Eker ve Usta Ozan imzalarını taşıyordu.

Cesur, Türkiye’nin geleceğini tehdit eden tehlikeleri açık ifâdelerle ortaya koyan, suçluların isimlerini ifşa eden, vatanseverlik duygularıyla kaleme alınmış satırlardır. Denilebilir ki uzun yıllar tesirleri devam eden ve Atsız’ın ismini ölümsüzleştiren kitâbe türünden yazılı belgelerdir. Kasıtlı ve yanlış bir isimlendirme ile ‘1944  Irkçılık ve Turancılık Dâvâsı’ şeklinde etiketlenen târihî dâvâ bu mektuplar sebebiyle açıldı. Mazlum ve mağdur milliyetçilere, ‘Tabutluk’ denilen işkence odalarında  zulmedildi.

Mazlum ve mağdur Türk büyüklerinin alfabetik sırayla isimleri ve (bulunabilenlerin) doğum-vefat tarihleri:

Alparslan Türkeş (Lefkoşe, 25.11.1917 – Ankara, 04.04.1997) Cihat Savaş Fer, Demircioğlu Cebbar Şenel,  Fazıl Hisarcıklılar, Fazlıoğlu Cemal Oğuz Öcal (Seydişehir, 1913 – İstanbul, 1971) Fehiman (Altan) Tokluoğlu,  Dr. Fethi Tevetoğlu (İstanbul, 31.01.1916 – Ankara, 27.12.1989), Hamza Sâdi Özbek,  Dr. Hasan Ferit Cansever (Antalya, 1891 – İstanbul, 20.06.1969), Hibetullah İdil, Prof. Dr.  Hikmet Tanyu  (Ankara, 09.01.1918 – İstanbul, 11.02.1992), Hüseyin Nâmık Orkun   (İstanbul – Kasımpaşa, 15.08.1902 – Ankara, 23.03.1956) Hüseyin Nihal Atsız  (İstanbul, 25.01.1905 – İstanbul, 11.12.1975) Av. İsmet Tümtürk  (İstanbul, 06.06.1916 – İstanbul, 26.02.1998) Muzaffer Eriş,  Nejdet Sançar  (İstanbul, 01.05.1910 – İstanbul, 15.02.1975)   Nurullah Barıman, Orhan Şaik Gökyay (İnebolu, 16.07.1902 – İstanbul, 02.12.1994) Ord. Prof. Dr. Reha Oğuz Türkkan  (İstanbul,1920 – İstanbul  18.01.2010) Sait Bilgiç   (Şarkikaraağaç, 1920 – İstanbul, 13.08.1988) Sâlim Bayrak, Yusuf Kadıgil,  Zeki  (Özgür) Sofuoğlu (Adana, Karaisalı 24.07.1922-İstanbul, 18.04.2014)  Ord. Prof. Dr. Zeki Velidî Togan (Başkırdistan,  10.12.1890 –  İstanbul, 26.07.1970)

Duruşmaların ikincisi, 3 Mayıs 1944 târihinde yapılmıştı. Dâvâ, aslında, ‘Türk Milliyetçilerini sindirme – ezme maksadı’ ile açılmıştı. Fakat duruşmadan sonra Türk Milliyetçilerinin sindirilemeyeceği, asla ezilemeyeceği muhteşem bir şahlanışla cihana ilan edildi.

Bu şahlanışı kutlamak maksadıyla 1945 yılından sonra 3 Mayıs günleri, ‘Türkçülük Günü’ olarak değerlendirildi.

1992 yılında, Başbuğ Alparslan Türkeş, ‘Türkçülük’ kelimesinin ‘ırkçılık’ kavramını çağrıştırdığı gerekçesiyle, ‘Milliyetçiler Günü’ isimlendirmesinin daha doğru olacağını belirttiler.

Değerli dostlarımızın bir kısmı, her milletin milliyetçisi olduğunu ileri sürerek bu tavsiyeye sıcak bakmıyorlar. Haklıdırlar.

Şu üç hususu göz önünde bulundurmakta fayda var: 1-Irkçılık-Turancılık Dâvâsı’nı açanlar, Türkçülüğün, ırkçılık olduğunu iddia ediyorlardı. Kesin bir gerçektir ki Türk’ün kanında ve aklında ırkçılık geni ve düşüncesi yoktur. Diğer taraftan, günümüzde, Türklük aleyhtarları ve konunun câhilleri (Peyami Safa merhumun tâbiri ile mâhutlar ve gafiller); ‘Türkçülük’ kelimesinin ‘ırkçılık’ kavramını çağrıştırdığını her vesile ile iddia ve ilân ediyorlar. Böylece, 1944’teki yanlış isimlendirmenin izini tâkip ediyorlar. Onlara bu imkânı vermemek, akıllı bir tercih olur. 2- Başbuğun tavsiyesini kâale almakla, O’nun aziz hâtırasını tâzim etmiş oluruz.  3- Bir kısım dostlarımızın ‘Türkçülük Günü’, bir kısım dostlarımızın da ‘Milliyetçiler Günü’ demeleri, korkulur ki günün birinde ayrışmalara sebebiyet verebilir.

3 Mayıs’ı ‘Türk Milliyetçileri Günü’  olarak kutlamak suretiyle yukarıdaki üç mahzuru önlemiş oluruz.

Bu duygu ve düşüncelerle Türk Milliyetçisi dostlarımın-kardeşlerimin 3 Mayıs gününü tebrik ederim.

Her 3 Mayıs’ta yaşanan millî iman tâzeleme işleminin yeni ve daha muhteşem şahlanışlara vesile olmasını Cenab-ı Allah’tan niyaz eder, sevgi, saygı ve selâmlar sunarım.

Kurt ulur, At şahlanır…

 At şahlanır,  kurt ulur

Türk milleti kurtulur.

 Türk milleti şahlanır; nizam-ı âlem kurulur.

 Dünya kurtulur… insanlık kurtulur…

3 MAYIS TÜRK MİLLİYETÇİLERİNİN BAYRAMI KUTLU OLSUN

Selâm olsun Turan ülkesinde uyanılacak sabahlara Tanrı Dağ’ın direnişçilerine selâm…

Kerkük’te, Musul’da, Beşir’de, Telafer’de, Halep’te, Manas’ta, Saban’da kam ateşlerinde yüreklerini tutuşturanlara Almıla’lara, Ayyüce’lere, Aybala’lara, Kür Şad’lar yetiştirenlere selâm…

Alp Er Tunga sancağında erisin gönüller. Kırk yiğitle yedi düvel, dört bucak şan yürüsün Orhun’dan, Selenge’den Çin yurduna can yürüsün.

Selâm olsun Tanrı Dağ’ın yiğitlerine Mete Han’dan bugüne Kür Şad’dan Kül Tegin’e selâm…

Selâm olsun Ergenekon’dan Malazgirt’e Börteçine’nin gök gözlerine selâm…

Selâm olsun Enver’in buz tutan hayallerine Kuşçubaşı Eşref’in Kür Şad misali 40 eriyle cenge duruşuna selâm…

Selâm olsun Peygamber’in övdüğü Fâtih’in ordusuna Çanakkale’den Kafkaslara; Galiçya’dan Trablusgarp’a cephe cephe cenge duranlara selâm Selâm olsun,

Selâm olsun için için kaynayan ve uyanan Arpat’ın torunlarına Atlarının ayak sesleriyle Roma’yı titreten Attila’ya bin selâm…

Selâm olsun Kırım’da Gaspıralı’nın yaktığı ateşi kor kor yüreklerde taşıyan yiğitlere bin selâm…

Selâm olsun ‘sütüm sana helal olmaz saldırmazsan düşmana‘ diyen şehit analarına selâm…

Cudi’de, Gabar’da, Hakurk’ta, Mezi’de, Ari’de, Basyan’da, Kuringam’da, Beyazdağ’da, Balkayalar’da, Mezargediği’nde, Yüksekova’da, Dağlıca’da yurt için can verip, hâin kelleri alanlara Türk yurdundan yurt verilmez diyenlere Güneşi yükseltenlere selâm…

Ya istiklâl, ya ölümse bunun adı Yıkılsın Habur, yıkılsın dağlar yüz binlerce can yürüsün diyenlere selâm…

Selâm olsun Türk’ün dinini, sevgisini yaşayıp yaşatanlara, Türk yurtlarını koruyup, kollayıp, kuşatanlara Hakk buyruğu üzre kardeşini gözetip, mazluma yetişenlere, Sırayı şaşırmayanlara Sabrımızı taşırmayanlara Töre üzre yaşayıp töreyi yaşatanlara selâm…

Selâm olsun aydınlık ufukları gözleyenlere Yeniden Türk asrını özleyenlere selâm…

Selâm olsun çocuklarımızın Türk bakışlarına Mustafa Kemal’lere, Atsız’lara, Türkeş’lere, Muhsin’lere selâm…

Kahrolsun Türk düşmanları, Kahrolsun emperyalizm, Kahrolsun emperyalizmin yerli işbirlikçileri…

 Yaşasın Kızıl Elma’mız. Yaşasın büyük Turan ülkümüz. Yaşasın büyük Türk milleti.

İl, devlet devlet kükreyecek Şan, ordu ordu yürüyecek Türk’ün olsun.

Mazlumların kurtuluşu, insanlığın huzuru için cihan mülkün; mülk Türk’ün olsun. Tanrı Türk’ü korusun!

(Alıntılarla derlemedir.)

Türkiye İttifakına İhtiyaç Var

Narin Güran isimli 8 yaşındaki bir kızımız Diyarbakır’da çok acı bir cinayete kurban gitmiştir. İnsan kisvesi altındaki bazı yaratıklar ona acımamışlar ve hayattan koparmışlardır. Bu çok üzücü ve düşündürücü olay muhakkak ki Türk Milletini adeta yaralamış ve büyük bir üzüntüye sebep olmuştur. Narin’e Allah’tan rahmet diler, ailenin değil; ama Türk Milletinin başı sağolsun deriz. İnsan kılıklı canileri ortaya çıkarmak için polis, jandarma, hakim, savcı ve diğer görevliler yoğun bir gayret göstererek ellerinden geleni yapmaktadırlar. Maalesef suçlular ve Narin’in yakın çevresi delil yok etme çabası içine girmişlerdir. Çok çirkin ve acıdır ama Narin’in annesi, ağabeyi, amcası, bazı akraba ve yakınları gözaltına alınmış; suçlanmış ve tutuklanmışlardır. Tutuklulardan bazıları daha sonra da serbest bırakılmıştır.

Cinayet, öldürme ve yaralama gibi şiddet olayları ülkemizde maalesef yayılmakta ve yargının uzamasından ümidini kesenler yanlış bir yol seçerek kendi işlerini kendileri çözmeye çalışmaktadırlar. Çok sık bir şekilde dikkatimizi çeken kadın cinayetleri, toplum yapısındaki bazı hastalıkları da ortaya çıkarmaktadır. Topluma mensubiyet şuuru zayıfladıkça; yasalar yoluyla kan dökücü olaylar önlenemediği sürece cinayetler artmaktadır. Rehberlik müessesesinin gerektiği kadar işleyememesi, bizzat ailelerin çocuklarına rehber olamamaları, belirli bir yaştan sonra çocukları sapma davranışlara itmektedir. Bu bakımdan, ailelerin ve örnek alınan siyasilerin tutumları ve ekrandaki hoş olmayan görüntüler yanlış sonuçlar vermektedir. İlim adamları, emekli bazı şahsiyetlerin hayattan kopuşu, sanatçılar, sporcular kadar yazılı ve görüntülü basının ilgisini pek çekmemektedir. Son yıllarda başta bazı basın olmak üzere, herkes neredeyse polisliğe, hakim ve savcı olmaya, hukukçu ve iktisatçılığa özenmiş gibidir. Yeni yasaların çıkarılması ve mevcutların tekrar gözden geçirilmesi şart iken; Anayasa üzerindeki oyunlar bazılarını daha fazla ilgilendirmektedir. Yazılı ve görüntülü basın, medya yaşadığımız ortamda iç ve dış siyasette sanki bu cinayet kadar ilgi çeken konu kalmamış gibi bu cinayetle ilgilenmiştir. Olay çok yönlü kurcalanmıştır. Mahkemeye verilen ifadelerin bazı yayın kuruluşları tarafından elde edilmesi ve açığa çıkması, yetkililerin görev yapmalarının zorlaştırılması, basın görevini yapıyor şeklinde yorumlanamaz. Günlerdir toplum psikolojisi adeta dinamitlenmiş ve acı ve üzüntü verici olay aylarca sürecek pehlivan tefrikalarına çevrilmiştir. İç ve dış politikada birçok gündemi dolduracak olay; mesela senelerdir arzulanan Türk devletlerinin ortak alfabeye geçmesi, Ege ve Akdeniz’deki yeni gelişmeler, Filistin’deki utanç verici soykırım neredeyse bir tarafa atılmış anlaşılan sene sonuna kadar bu toplumu yaralayan cinayet bazılarının vitrininde kalacaktır.

Vatandaş ısrarla “nereye gidiyoruz ve götürülüyoruz” sorusunun cevaplarını aramaktadır. İnsanların tavuk gibi öldürülmesi, yaralanması, hiddet, şiddet, istismar, intikam hırsı, suiistimal, rüşvet ve torpil gibi sosyal hastalıklar neredeyse alışılmış normal davranış şekilleri gibi kabul edilmeye sebep olmuştur. Hoşgörü, dayanışma, karşılıklı sevgi ve saygı zayıflamış, internette satılan silahlar ve silahlanma marifet sayılmıştır. Düğün ve benzeri toplantılarda serseri kurşunlarla hayatlarını kaybeden veya yaralanan birçok vatandaşımız vardır. Kavga ortamından sözde şikayetçi olanlar, kavga kokan üsluplarıyla üstelik kavgadan şikayetçi olanlar, bu ortamın içinde yer alarak geleceğe olan güveni sarsmaktadırlar. Bazı siyasetçiler usanmadan birbirlerine sürekli elense çekmekle ve sandalyelerini kaybetmemekle uğraşmaktadırlar. Burada parti ayırımı yapmak anlamlı değildir. Erken seçim beklentisi ve arzusu bazılarını aşırı etkilemiştir. Bazıları o kadar şaşırmıştır ki; Filistin sorunu onlara göre herkesin davasıymış ama bu sorun bilhassa solun davasıymış. Anlaşılan gün gelir “orada ne işimiz vardı” deyip işin içinden çıkmaya çalışacağız. Sorun da kendi kendine çözülecek!

Şunu iyi anlamalıyız ki, milli tarih artı ve eksileriyle bir bütündür. Osmanlı’ya küfrederek Cumhuriyeti yüceltemeyeceğimiz gibi, Cumhuriyeti ve Milli Mücadeleyi yaparak milli bağımsızlığı Türk Milletiyle beraber sağlayan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e hakaret ederek ve içimize sindiremeyerek Osmanlı’ya da bir şey kazandıramayız. Partilerimiz farklı da olsa Türkiye İttifakını ihanetlere, dış ve dıştan kumandalı saldırılara karşı istesek de, istemesek de birleşme mesuliyetimiz vardır. Ahlaki bozulma ve davranış bozukluklarının, Türk ailesine yapılmakta olan saldırıların, dış destekli kurulmuş derneklerin var ve faal olduklarını görelim ve ona göre davranalım. Liyakati her alanda sadakatin önüne geçirelim. Örf ve adetlerimizi diğer ciddi ülkeler gibi sürdürelim. Türkiye’nin geleceğini düşünmek yerine, şahsi menfaatlere dalmayalım. Teğmenler ve diğer bazı olaylarda olduğu gibi yapay konuları gündeme taşıyıp ve garip yorumlayıp birbirimizle itişmeyelim. Türkiye, bu vatanı gönülden sevip bağlı olanların ve onu yücelteceklerin vatanıdır.  

Toplumsal Deprem

1999 Kocaeli Depremini yaşadığımızda o bitmek bilmeyen 45 saniye boyunca süren şiddetli sarsıntı hiç beklediğimiz bir şey değildi. Daha önce yaşadığımız, büyüklüğü ve süresi daha düşük depremler gibi olacak, “ha bitti ha bitecek” diye beklediğimiz saniyeler bir türlü bitmemişti. Daha da korkuncunu ilerleyen dakika ve saatlerde gördüğümüz yıkım manzaralarıyla yaşamıştık.

Oysaki, bu depremin olacağını ve ne türlü tahribat yapacağını bilim insanlarının yıllar önceden haber verdiğini,alınması gereken önlemlerle ilgili sempozyumlar yapıldığını, raporlar ve makaleler yazıldığını sonradan öğrendik. Biz sade vatandaşlar gibi devleti yönetenler de bu çalışmalardan habersiz veya duyarsız oldukları için depreme hazırlıksız yakalandık.

Şimdi jeolojik depremler yanında bir de toplumsal (sosyal) depremler yaşamaktayız.

Kadın, çocuk ve bebek cinayetleri yüzünden “insanlığımızdan utanacağımız bir tablo” içindeyiz. 8 yaşında cinayete kurban giden Narin, 2 yaşında cinsel istismara uğrayan komadaki Sıla bebek sosyal medya sayesinde gündemimizde.

Peki, sadece 2023 yılında işlenen 315 kadın cinayetinden, şaibeli şekilde ölen 248 kadından kaçımızın haberi var?

Çocuklara cinsel istismarda bulunmaktan 16 bin 472 sanığın yargılandığını, 218 bin çocuğumuzun çeşitli suçların mağduru olduğunu biliyor muyuz?

Uyuşturucu kullanımı ve ticaretinin korkunç boyutlara geldiğinin farkında mıyız?

Hadi bunların farkında değiliz. Ama etrafımızın Recep İvedik gibi tiplerle dolduğunu fark etmemiş olamayız. Bu kaba, ukala, görgü kurallarının hiçbirine uymayan, kuralsız, patavatsız, maganda tipler, ahlaki olmayan yöntemlerle sonuç alıyorlar. Çalışarak değil, hileyle ve çalarak zengin oluyorlar. Tahsili, terbiyesi olan, ehliyetli, liyakatli ve dürüst insanlar bu Recep İvedikler karşısında her zaman zelil ve gülünç duruma düşürülüyor.

Bu sağlıklı bir toplum yapısı değil. Türkiye bugüne gelişimizi görmüş ve önlem almış olmalıydı.

******************************

Kural Tanımazlık Artıyor

Aslında, tıpkı jeolojik depremlerde olduğu gibi, bilim insanları toplumsal deprem konusunda da çalışma yapmış ve uyarmış. Ama önlem alınmamış. Taha Akyol’dan aktaralım:

Ülkemizin önde gelen sosyal bilimcilerinden Prof. Ali Çarkoğlu ve Prof. Ersin Kalaycıoğlu 2010 yılında bir “anomi” açıklaması yapmışlardı.

ANOMİ… Yani kural tanımazlık, ahlaki ve toplumsal değerlerin aşınması… Suçların yaygınlaşmasından trafik kuralsızlığına kadar… Hele de “cezasızlık” dediğimiz “yapanın yanına kâr kalacağı” düşüncesi, adamını bulunca her şeyin yapılabileceği kanaatinin yaygınlaşması, “torpil”in “liyakat”i katletmesi… Bunların yaygınlaşması hep anomisorununu işaret ediyor.

Araştırmada “deneklerin %89’unun 50 puan ve üzerinde anomik, yani kurallara uymaz veya önemsemez kimselerolduğu” ortaya çıkmıştı. Hele bir yüzde 39’luk kesim vardı ki, bunlar “yüzde 80’in üzerinde kuralsız” davranıyorlardı.

Ali Çarkoğlu “kural tanımaz bir toplum yapımız olduğu” tespitini yıllar önce kamuoyu ile paylaşmış.

Bu araştırma 2010 yılında yapılmış. İlk Recep İvedik filmi 2008’de vizyona girmiş. Şahan Gökbakar toplumdaki bu değişimi çok iyi görmüş olmalı. Bu yıl sonuna doğru “Recep İvedik 8” sinemalarda olacak. Yedi bölümün de seyirci rekorları kırması toplumun bu filmlerde kendinden bir şeyler gördüğü anlamına geliyor.

****

Tanzer Ünal Recep İvedik filmleri konusunda şu yorumları yapıyor:

“İnsanlar, kim bilir, belki kendilerini görmek için Recep İvedik filmini izliyorlardır. Kendilerinin arzu edip de yapamadıklarını filmde görünce, rahatlayıp gülüyorlardır.

Toplumdaki kültür erozyonunun, toplumsal çürümenin en çarpıcı örneği… Halkın ilgi, beğeni ve değer yargılarının seviyesi…

Yıllardır bilgisi, görgüsü, milli ve dini değerleri aşağı çekilen toplumun, Recep İvedik’e ilgi göstermesi kadar doğal ne olabilir ki?

Recep İvedik’in bu kadar ilgi görmesi sosyolojik bir olaydır. Yıllardır belirli siyasilere gösterilen ilgi de aynı kaynaktan beslenmektedir.”

******************************

Toplumsal Depreme İktidarın Katkısı

Gerek ilmi araştırmalar ve gerekse Recep İvedik filmleri bize toplumsal depremin geleceğini işaret etmişlerdi. Ama “ahlaktan kopuk bir dindarlık” olabileceğine inananların getirdiği durum belli.

“İnsanlığımızdan utanacağımız” bu günlere gelirken, iktidarda tam bir nesildir “dindar/ alnı secdeye değen” bir kadronun olması ilginçtir.

Yaşanan anomi (kural tanımazlık) o hale geldi ki iktidarın Anayasaya ve Anayasa Mahkemesi kararlarına uymaması bile taraftarlarında hiçbir rahatsızlık yaratmıyor. Hatta en büyük ve tek büyük liderin sınırlanamaz gücünü görmekten bahtiyar oluyorlar.

“Bir defadan bir şey olmaz”, “çocuğun da rızası varmış” gibi gerekçelerle Kur’an Kurslarında, cemaat ve tarikatlarda yaşanan (tecavüz, çocuk yaşta evlendirme gibi) rezilliklere göz yummak hatta hoşgörü göstermek toplumsal depremin öncü sarsıntılarını görmemekti.

Taha Akyol’un tespitiyle “İktidar toplumu kutuplaştırarak, yandaşlarını kayırarak, kurumları zayıflatarak, adalete güveni sarsarak toplumda ‘norm’ kültürünün aşınmasına katkıda bulunuyor. Enflasyon ve ekonomik krizlerin anomiyi körüklediği de Durkheim’den beri bilinen bir gerçektir.”

Geleneksel sosyal değerlerimiz çözüldü. Yerine Batı’nın şehirleşme, sanayileşme ve bilgi toplumu olma sürecinde geliştirdiği gibi köklü ve sağlam normlar yerleştiremediğimiz açık. İktidar böyle bir ihtiyacın farkında bile değil. Bu durumda yaşadığımız toplumsal depremin devam edeceğini öngörebiliriz.

Hüda-Par Anayasa’nın Kilidini Zorluyor Anayasanın Kilidini Kırdırmayacağız.

HÜDA PAR Genel Başkanı Zekeriya Yapıcıoğlu çıktığı bir televizyon programda “Biz, Anayasa’nın 4’üncü maddesi olmasın diyoruz. Değiştirilemez maddelerin olması hukuk tekniği açısından da siyaseten de doğru değil.  4. madde gelecek nesillerin iradesine ipotek koymaktır.”

Anayasa; devletin kuruluşunu, yönetim biçimini, niteliklerini, yasama, yürütme, yargılama güçlerinin nasıl kullanılacağını, kişilerin devletle ilişkilerini ve yurttaşların kamu haklarını düzenleyen temel hukuki metindir.

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 4. maddesi, “devletimizin şekli, Cumhuriyetin nitelikleri, devletin bütünlüğü, resmî dili, bayrağı, milli marşı ve başkenti” ile ilgili ilk üç maddenin “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez” hükmünü ortaya koyan maddedir. Bu madde, Anayasa’nın kilididir. HÜDA PAR, bu kilidi zorluyor.

Anayasanın 4. maddesinin güvenceye aldığı ilk üç maddeye bir göz atalım.

Madde 1. Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.

Madde 2. Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir.

Madde 3. Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir. Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Millî marşı “İstiklal Marşı”dır. Başkenti Ankara’dır.

HÜDA PAR Genel Başkanı Yapıcıoğlu, kendini çok uyanık, bizleri de geri zekalı yerine koyuyor. Anayasa’nın kilidini kırılınca, devletimizin kimliğini belirleyen ilk üç maddesini tartışmaya açacak. Eğer anayasanın 4. maddesi değişirse, önce devletin niteliklerinden olan laiklik kavramının çıkarılması,  ana dilde eğitim yapılması ve  66. maddedeki “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür” şeklindeki millet tanımının değiştirilmesi istenecektir.  

Amma şu hususun da altını çizmek gerekir. Yapıcıoğlu, birçok siyasal İslamcı ve bölücünün söylemek isteyip de söyleyemediği bir dileği cesaretle ortaya koyuyor. “Yeni Anayasa” söylemini dillerine pelesenk edenler, yeni Anayasanın neden değişmesi gerektiğini, Yapıcıoğlu kadar cesaretle ifade edemiyorlar.

Yeni Anayasalar, bir devletin kuruluşu sırasında veya milletin kaderini derinden etkileyen sosyal ve siyasi olaylardan sonra bir kurucu meclis tarafından yapılır. Bu konuda Yapıcıoğlu diyor ki: “Yeni anayasayı kurucu Meclis yapar demek; anayasa yapmanız için darbe yapmanız gerekir demektir.”

1982’de kabul edilen Türkiye Cumhuriyeti Anayasası 177 maddedir. Kabul edildiği tarihten bugüne kadar geçen 42 yılda anayasanın 58 maddesi hiç değişmemiş, 119 maddesi ihtiyaçlara göre bazıları birkaç defa olmak üzere değiştirilmiştir.

Batının gelişmiş ülkelerinde sık sık anayasa değiştirilmez. Amerika’da Birleşik Devletlerin kuruluşunda kabul edilen Anayasa 1788 yılından bu yana 232 yıldır hâlâ yürürlüktedir. 230 sene içinde Anayasada sadece 17 değişiklik yapılmıştır. İngiltere (Birleşik Krallık) de bir anayasa devletidir, fakat yazılı anayasası yoktur. İngiliz Anayasası’nın büyük bir bölümü kanunlar, mahkeme kararları, uzman çalışmaları ve antlaşmalar gibi yazılı metinler doğrultusunda şekillenmiştir. Bu dağınık yazılı metinlere rağmen, İngiltere bir anayasa metni hazırlamayı düşünmüyor. Çünkü demokrasi kuralları düzenli bir şekilde işliyor. Nerede sık sık Anayasa değişiyor? Afrika ülkelerinde… Afrika ülkelerinde, gelişmiş ülkelerden farklı olarak, tam bir anayasa çöpe atma ve yenisini yapma geleneği vardır. Afrika’da, 1960 – 1990 yılları arasında  130 yeni anayasa, 1990 – 2017 arasında 48 yeni anayasa yapılmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, Başlangıç bölümünün sonunda; “Türk milleti tarafından, demokrasiye âşık Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi olunmuştur.” O zaman bu ulvi emaneti savunma durumunda olan bir Türk evlâdı olarak diyoruz ki, hiçbir kişiye, siyasi kuruluşa veya örgüte, 4. maddeyi değiştirmelerine izin vermeyeceğiz.

ANAYASANIN KİLİDİNİ KIRDIRMAYACAĞIZ.

Devleti Sorgulamak Ne Haddime!

Devlet, vatandaşı için vardır. Vatandaş ise tebası olduğu devletin sınırları içinde rahat, mutlu, huzurlu, güvenli ve istikrar içinde yaşamak ister.

Devlet, vatandaşın namus, onur ve mülkiyet haklarınında koruyucusudur.

Bizde yani Türkiye’de, yaptığımız bu tanımlamaya uyan bir devlet yoktur. Bundan dolayı, vatandaş, devlet için vardır. Eğer devlet yoksa vatandaşında önemi yoktur. Onun için hep “devletin bekası” ile uğraşır dururuz.

Türk insanı yüzyıllardır rahat, mutlu, huzurlu ve güvenli değildir. İstikrar içinde yaşamamaktadır. Her an namus, onur ve mülkiyet hakları tehlike altındadır. Tarihi olaylar ve bugün yaşadıklarımız bunun ispatıdır.

Bu durum, devlet işleyişinden sorumlu olan, insan yapısından kaynaklanmaktadır. Kanaatimce bu insan tipi yüzyıllardır Türk’e hizmet edeceği yerde, zulüm etmiştir ve etmektedirde.

Bunda Fatih’in İstanbul’u feth etmesi ile başlayan süreç ile Türk devletinin devşirmeler eliyle yönetilmesinin büyük etkisi olmuştur.

Çandarlı Halil Paşa’nın idam edilmesi ile devşirme ve dönme vezirlerin devri açıldı. Bundan böyle devlet üst yönetimi, çoğunlukla Türk soylu olmayanların elinde oldu. Bu durum günümüzde de sürüyor.

Dün Osmanlı’da bugün Türkiye’de hakim olan anlayışa göre “milliyet önemli değildir” denilmekte ancak dün Osmanlı – Türk Devleti’nin bugünde Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin zirvesinde bulunan gayri Türkler, pekala kendi soylarının milliyetçiliğini yapabilmektedir.

Bir devlet düşününüz ki; kuruluş harcında Türk kanı bulunsun ve asli unsuru Türk’ten oluşsun ama Türk’e, o devletin üst makamları şu veya bu biçimde kapalı olsun. Yetmedi “Türk” sözcüğü hakaret sıfatları ile beraber anılsın! İdraksiz Türk ve Türk Milliyetçiliğinin ayaklar altına alınması gibi…

Halbuki Basralı Cahiz, 9. yüzyılın ortalarında kaleme aldığı risalesinde Türklerden şöyle bahseder “… Eyer üstünde dayanmaya gelince sınır eri, postacı, muhafız, mutaassıp bir harici bütün meziyetlerini bir araya getirseler bile alelade bir Türk ile boy ölçüşemezler. Ahlaki vasıfları ise maddi değerlerini de aşar: Enerjik, canlı, faal ve zekidirler, kanaati miskinlik, savaştan feragati soysuzlaşma sayarlar… Yurtseverlik Türklerde çok kuvvetlidir.”

Sen gel böyle güzel bir karaktere sahip olan insanına, zulüm eden ve ona hakaret edilmesine göz yuman bir devlet ol! Dünyanın küresel patronları acaba böyle bir insan tipine sahip olsalar neler yaparlar? Bunu tavassur etmek çok kolay!

Eğitim yılına girerken pkk okullar açtı, hakimler Türkiye’yi hukuksuz dinletti, yargı insanları canından bezdirdi, vergide adaletsizlik en üst seviyede, trafik terörü, kadın cinayetleri, iş kazaları, maden felaketleri, köylü ve çiftçiyi çökertme operasyonları, gelir dağılımındaki bozukluk, fakirlik ve yoksulluk, gelecek endişesi, mülkiyeti ve mülkiyetin değerini koruyamama, uyuşturucu kullanımı, can ve namus güvenliği, 46 vatandaşımız Işid’in elinde, sağlık sorunları, gıda ve beslenme felaketleri, ülkenin bölünmesine seyirci kalınması vs. gibi olaylar hep devleti yönetenlerin kararları ve uygulamaları ile ortaya çıkıyor. Çünkü devlet, sivil siyasetede müdahil olmuş durumda…

Bizim devlet; hem vatandaşa sorun çıkarmakta olup hem de ortaya çıkan sorunları vatandaş lehine çözmemek adına büyük bir ustalık içindedir!.. Örneğin, eğitime nasıl başlayıp nasıl bitireceklerini bilmeyen çocuklarımız yada farklı emekli maaşı alan insanlarımız gibi…

Devletin adı Türk ama herhalde kendi Türk değil ki; en sadık tebası ve kurucu unsuru Türk’e bu kadar eziyet ediyor. Belkide İsmail Hakkı Danışment’in dediği gibi durum: “Devşirmeler, ana-vatanlarıyla eski dinlerine karşı olan ruhi alakalarını hemen daima muhafaza etmişler ve fırsat buldukça Türklüğe ihanette kusur etmemişlerdir.”

Ben tebasına ve kendisine sıtkı sadakatle bağlı olan insanlarına, eziyet eden değil artık hizmet eden bir devlet arzu ediyorum. Devletin icraatları ile geleceğe ümitle bakmak istiyorum.

Rum, İtalyan veya Frenk olduğu tartışmalı Pargalı İbrahimler, Alevi Türkmenleri insafsızca katleden Hırvat Kuyucu Muratlar, İtalyan Cağaloğlu Sinanlar tarafından yönetilmek istemiyorum.

Bu nedenle “Kutsal Devlet” anlayışını sorguluyorum. Benim için “Kutsal Devlet” Türk Milletini efendi olarak tanıyan ve ona karşılıksız hizmet eden devlettir. Eğer kutsallık varsa bu devlete değil onun asli unsuru olan millete aittir. Türk Milleti bu topraklarda var olmak ve ülkesini böldürmemek istiyorsa, gelecek günlerde bu konuyu ehemmiyetle tartışmalıdır.

Özcan PEHLİVANOĞLU

“15 Eylül 2014’de yazmışım… En düşündürücü şey zamanın Türkler için donmuş olması.. İnşallah günümüz ile mukayese yapma imkanı bulanlar için bir uyanışa vesile olur..”

     Milletin Adı Yok

Kurucularından olma şerefini taşıdığım Millî Egemenlik Platformu, geçtiğimiz Haziran’da, Amasya Kongresi’nin 105. yıldönümünde “Milletin Azim ve Kararı” başlıklı bir toplantı tertipledi. Toplantının adı, Amasya Tamimi’nden alınmıştı: “Vatanın tamâmiyeti, milletin istiklâli tehlikededir. Hükûmet-i merkeziyemiz İ’tîlâf devletlerinin te’sîr ve murâkabesi altında mahsûr bulunduğundan der’uhde etdiği mes’ûliyetin îcâbâtını îfâ edememekdedir. Bu hâl milletimizi ma’dûm tanıtdırıyor. Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararı kurtaracakdır.”

“Milletin Azim ve Kararı” Bu toplantının adıydı. Tamimdeki bir başka ifade de ilgi çekici. Atatürk, komutanlığının ve devlet adamlığının dışında, bir entelektüel,  Türkçeyi çok güzel kullanan bir hatip ve yazardır. Belli kelimeleri dikkatle seçmiş: “ma’dum tanıttırıyor”. Günümüz Türkçesine “yok tanıttırıyor” diye çevirebiliriz. Amasya Valiliği’nin sitesinde “Bu durum, milletimizi adı var, kendi yok durumuna düşürüyor.” diye verilmiş. Bugünkü hâlimiz milletimizi nasıl tanıttırıyor? 105 yıl öncesine hem benziyor hem benzemiyor. Bugün milletimizin, aziz milletimizin, tek milletimizin, kahraman milletimizin övgüsü var ama adı yok. Adı olmayınca da kendisi var mı yok mu tereddüde düşüyoruz. Bu hâl de milleti ma’dum tanıttırmıyor mu?

Amasya’dan sonra Sivas

Platform, 7 Eylülde Sivas Kongresi’nin 105. Yılında, Sivas’ta toplandı ve “Modern Manda ve İşgale Hayır” başlıklı on maddelik bir sonuç bildirisi yayımladı. Sivas Kongresi’nin bildirisi de on maddeydi. Sonuç bildirisini Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun okumuş. Şu bağlantıda bulabilirsiniz. Yazılı metni de sağ olsun Akit gazetesi yayımlamış.

Akit’in kullandığı başlık şöyle: “Milli Egemenlik Platformu’ndan ırkçı bildiri!  ‘Ortak vatan’ söylemine karşı çıktılar!” Dinbazların Türk, Türk milleti, Türk Devleti kavramlarına düşmanlığı açıktır ve malumdur. Ancak bu düşmanlığı yaşatırken PKK’nın “ortak vatan” kavramını kullanmalarına ilk kez şahit oluyorum. “Devletimizin eşit ve şerefli üyeleri olan vatandaşlarımız, ırklara ve mezheplere ayrıştırılamaz“ diyen bildiriyi “Irkçı” bulmuşlar. Muhtemelen “Türk” kelimesinin geçmesindendir. Gazetemizin bazı kadrolu yorumcuları da Türk dendiğinde aynı tepkiyi verir. Kadrolu dedimse, bizim gazetenin kadrosunda değil. Muhtemelen Alman stiftunglarının (vakfının) kadrosundalar.

Ben bu “ırkçı” ithamını asıl anlamında değil, küfür niyetine kullanıldığı kanaatindeyim. Küfür kelimeleri kullansalar başları derde girecek. “Irkçı” dediklerinde böyle bir tehlike doğmadığını düşünüyorlar. O hâlde onlara nasıl karşılık vermek lazım? Şöyle: Misliyle iade ederim!

Öcalan’ın ortak vatanı

Evet, “ortak vatan” PKK’nın sloganıdır. Öcalan’ın “Yol Haritası”nın bir ilkesidir. Onlar ortak vatanı niçin kullanırlar ve biz niçin reddederiz? Çünkü “ortak” birden fazla kimlik demektir. Türkiye Türklerin değildir. Sık sık söylendiği gibi birçok “ırkın” tesadüfen bir arada bulunduğu, Dubai Havaalanı transit salonu gibi bir yerdir. Siyasi ümmetçiler de bu anlayışın “yoldaşı”dır. Dinbazlar millet kavramını bilmezler. Anlamazlar. Milleti ırk sanırlar. Kavim sanırlar. Muhakkak ki asıl ırkçı düşünce budur. Bir kısmı bunu kasten yapıyor. Bir kısmı da dediğim gibi cehaletten: Millet denilen ve bugün dünyada devletlerin dayanağı olan toplum birimini anlamadıklarından, kavrayamadıklarından.

Bu kadar ırka bir anayasa yetmez

Peki, “Devletimizin eşit ve şerefli üyeleri olan vatandaşlarımız, ırklara ve mezheplere ayrıştırılamaz.”ı ırkçı buldunuz. Ne yapacağız? O hâlde vatandaşlarımızı ırklara ve mezheplere ayrıştıracağız. Her “ırk”a muhtariyet tanıyacağız. (PKK’cada buna  demokrasi deniyor.) Her ırkın başında o ırktan bir lider olacak. Böylece “ortak vatan”da paşa paşa oturacağız.

İyi de bu ortak vatana hâlâ “Türkiye” mi diyeceğiz? Nihayet bu ortak vatanın sınırları niçin bugünkü gibi olacak? Bunun bir mantığı var mı? Her “ırk” kendi sınırları içinde yaşasa daha iyi olmaz mı? İsterseniz ABD’ye bir soralım. Ülkeyi bölüp petrolü de garantiye aldıktan sonra Irak’tan askerlerini çekiyormuş ama bölgeyi bütün bütün terk etmediler. Hâlen Suriye’de “ortak vatan” kurmakla meşguller. Irak’taki ortak vatanı başarıyla böldüler. Suriye’de de o yolda emin adımlarla yürüyorlar. Suriye deki  işlerini bitirip ayrılmadan elimizi çabuk tutup rica etsek “ortak vatan” tesisinde bize de yardımcı olsalar. Mesela, Irak anayasasını ve ortak parçaların anayasasını yapmışlardı. Bizim de halkımız, canhıraş şekilde “Yeni anayasa isteriz! Yeni anayasa olmazsa yaşayamayız!” diye bağırıp duruyor ya. Yeni anayasamız yazılırken tecrübelerinden bizi de yararlandırsalar.

Sahi tek bir anayasa yeter mi? Her ırka ayrı anayasa daha uygun değil midir? Irak’ta öyle. Bizim ne eksiğimiz var? https://millidusunce.com/milletin-adi-yok/

Âkif  ve  İnsan  (4)

     Meâdın, mebdein, hâlin ki üç müdhiş muammâdır…

     Durur edvâr-ı müstakbel gibi karşında hep hâzır.

     (Ebedî dönüş yeri olan Âhiretin, var oluşunun başlangıcı ve şu andaki hâlin; üç bilinmez bir

     Muammâ ve bir sırdır.

     Aslında hepsi de, gelecek devirler gibi, karşında hâzır vaziyettedir.)

x

     Koşarsın bunların sevdâ-yı idrâkiyle durmazsın,

     Hakîkatten velev bir şemme duymazsan oturmazsın.

     (Bu meçhul bilmeceleri anlamak için, koşup durursun.

     Hakîkatten velev ki, bir kokucuk olsun almadan oturmazsın.)

x

     Serair perde-pûş-i zulmet olsun varsın isterse…

     Düşürmez düştüğün yeldâ-yı hirman rûhunu ye’se.

     (İsterse sırlar; karanlığı örtücü olsun;

     Düştüğün mahrumiyet gecesi, ruhunu ümitsizliğe düşürmez.

     Zira yeis / ümitsizlik, her türlü ilerlemenin başta gelen engelidir.)

x

     Emel meş’al-keşin, bir reh-nümâ, hem-râhın olmuşken,

     Tehâşî eylemezsin sîne-i deycûra girmekten.

     (Emel; meş’ale taşıyıcın, bir kılavuzun hem de yol arkadaşın olmuşken,

     Asla korkmazsın karanlıkların içine girmekten.)

x

     Gelip bir gün tecellî etse mâhiyyât-ı masnûât,

     Taharrîden geçer, bir dem karâr eyler misin? Heyhât!

     (Gelip bir gün tüm varlıkların içyüzü tecellî etse / açığa çıksa,

     Araştırmaktan vazgeçer misin? Bir an yerinde sayar, araştırmaları bırakır mısın? Ne gezer…

     Çünkü kâinatta sergilenen İlâhî hikmetlerin anlaşılması bitmez, sürüp gider. Her açılan kapı;

     Açılması istenen yeni kapılar olarak karşına çıkar.)

x

     Tutar mâhiyyet-i Sâni’, o en heybetli mâhiyyet;

     Olur âteş-zen-i ârâmın, artık durma cevlân et!

     (En heybetli mahiyet, yani nitelik ve özellik sahibi olan san’atla Yaratıcı Allah’ın mahiyeti; olur

     Senin için, durmayı yakıp atan, ortadan kaldıran. Öyleyse durma kalma hareketten geri asla.

     Kendini diğer varlıklarla kıyaslama. Dön dolaş gerçekler peşinde koş. Hayatta senin için ey

     İnsan! En hoş hakîkat işte budur.)

x

     Tevakkuf yok seninçün, daimî bir seyre tâbi’sin…

     Ne zîrâ hâle râzısın; ne müstakbelle kaani’sin!

     (Ey insan senin için durmak yok. Dâimî / sürekli bir şekilde yola devam etmekle mükellef ve

     Yükümlüsün.

     Çünkü ne hâle razısın! Ne de gelecek ile kanaat edecek gibisin!)

Nereye Kadar?

Artık öyle bir durumdayız ki; her kim hamasî nutuklarla “vatan, bayrak, șehitlik” diye bağırıyorsa, kim din- iman diye ortalığı inletiyorsa orada bir kușku duymamak elde değil. Altından illa ki ya bir yolsuzluk ya da usulsüzlük çıkıyor. Bu nasıl bir yozlașmadır?. Toplum çürümeğe doğru gidiyor. Bir adım ötesi yokoluşa doğru. Seksenli yılların sonlarında, doksanlarda maneviyat yükselen bir değerdi. Millî değerler de öyle. O yıllarda kișinin onuruna, șerefine dokunmak, kurșun yemek gibiydi. Buna izzeti nefis denirdi ve arınmak istenirdi. Kişiliği hakkında îma bile edilse gururuna yediremezdi. Bu değerler nasıl böyle sahte ve çakma bir forma dönüștü, anlamak zor. Haysiyet ve onur kavramları önemsenmeyen, sıradan sözlere dönüștü. Artık yalan, iftira diz boyu. Yalanı-dolanı kınayan da yok. Onurlu duruș adeta saflık, naiflik gibi görülüyor. Böyle temel değerlerden yoksun ve yapanın yanında kalırcasına bencil, güvensiz bir toplumun yarına umudu olabilir mi?. Gençlerin, böylesi muğlak bir ortamda geleceğe dair hayalleri olabilir mi. Artık her șeyin, bütün kavramların yeniden sorgulanması ve tanımlanması gerekiyor.

Sayısal yöntemlerde veri dağılımının düzenli akışı sırasında rutin olmayan, ani ve sert değişimi önemlidir. Bir süreksizlik ya da kırılma noktası olarak yorumlanır. Ortalama değerlerden uzaklaşılır ve kutuplanmalar oluşur. Bunun gibi her toplumda bazı aykırı ve radikal görüşlü kesimler olabilir. Toplumbilimciler bunun nedenlerini araştırırlar. Kısa zamanda söz konusu aykırılıklar, hızlı ve sert eğilimdeyse bunu endişe verici olarak görürler.  Böyle durumlar, yakın gelecekte birer potansiyel tehlike olup, toplumsal kırılmalara zemin hazırlar. Ayrıca kutuplanmaların da nasıl büyük hasarlar verdiğini yașayan bir ülkeyiz.

Bilindiği gibi, ideolojik bağımlılık insanların davranışlarına yön verir. Hangi politik kimliğe, siyasal inanca sahip olursa olsun, bu kaçınılmazdır. Dolayısıyla bu yapıdaki insanların hayata bakışında gri alan diye bir kavram olmaz. Yani, “ya bizdensiniz, ya da hiç” duruşu yadırganmaz. Bunların dünyasında; zamana göre yorumlama- güncelleme, yenilik, sorgulamalar da olmaz.  Daha çok itaat geleneği ve muhafazakârlık vardır. Söylemler ezberden ve tekrardan ibarettir. Bu nedenle marjinal-keskin davranışlı kesimin gelişimine katkı sağlamış olunur.

Sonuçta eğer, uygar dünyaya dâhil olarak daha mutlu, refah içinde, daha çok üreten ve paylaşan bir ülke olmak isteniyorsa; hukukun üstünlüğü, adaletin tesisi, akıl, ahlak, bilim gibi evrensel değerlere yeniden yönelmek lazım. Özellikle bunca deneyimden sonra, yeni yeni maceralara girme lüksümüz de artık olmamalı. Ayrıca bilinmelidir ki, temelde ahlak yoksa bir toplumun geleceğe güven içinde bakması beklenemez. O nedenle, toplumsal hayatta ahlak etkili değilse, dinin toplum düzenini sağlamada belirli bir etkisi olmayacaktır. Bireysel ahlakla birlikte, toplumsal ahlakın, iș ahlakının, ticari ahlakın, siyasi ahlakın, kamusal ahlakın da yaşaması lazım.  Bunlar olmazsa, kavramlar içi boș retoriklerden öte olmaz. Mesela muhafazakârlık nedir?. Bu toplumda kim, neyi ve nasıl muhafaza ediyor?. Eğer bunca zaman dini bütün ve muhafazakar bir toplum idiysek, bu toplumsal çürümeler neden oldu?. Aile içinde bilmem hangi sapkınlıkla aylarca TV dizileri olacak boyutta.  Bizler de bu durumda, “hamdolsun bir șeyleri muhafaza ettik” diye nasıl deriz. Neresinden tutsanız elinizde kalıyor. Her şeyden önce; çağıyla çatışmayan, bilimi ve toplumsal aklı esas alan, daha çok tahammüllü, daha çok demokrat, hür düşünceli ve makul ölçülerde olmak zorundayız. Selam ve sağlıkla.

Mevlit Kandiliniz Mübarek Olsun!

Mübarek Mevlit Kandili’nin Türk – İslam âlemine hayırlara vesile olmasını diliyoruz.

Kocaeli Aydınlar Ocağı

İlâhiyatçı Prof. Dr. YÜMNİ SEZEN ile ‘PARA VE EKONOMİ’ Hakkında Konuştuk.

Oğuz Çetinoğlu: Bir makalenizin başlığıPara ve Ekonomi’ idi. Para ve ekonomi niçin yan yana geldi? Sâdece ekonomiden söz etmek, parayı içine alacağı için yetmez miydi? Belki ‘Para Ekonomisi’ denilebilirdi…

Prof. Dr. Yümni Sezen: Artık parasız ekonomi olamayacağına göre… Öyle değil. Para, paradan ibâret olmamıştır. Para ekonomisi de ekonomiden ibâret değildir. Bilindiği gibi paranın olmadığı devirlerde de iktisâdî hayat vardı. Ekonomi diye bir bilinç hâli, bir ilmî alan teşekkül etmemişti ama iktisâdî hayatın kendisi vardı. Takasla, klan çöplüğü ile bu çöplükteki sessiz değişim ve ihtiyaçların giderilmesi ile insanlık yüzyıllar, binyıllar geçirmiştir. Para belâsını ama mecbûrî ve problemli bir belâyı buluncaya kadar…

Çetinoğlu: Başka bir paradan bahsediyor olmalısınız…

Prof. Sezen: Hikâyemizdeki para, sâdece zimmete geçirilen, çalınan paraları, katilliğe aday olmuş paraları, merkez bankalarının bir türlü denge kuramadıkları parayı temsil etmiyor, insanları güldüren veya ağlatan parayı da hikâye ediyor.

Para bir vasıtadır’ demek, herkesin bildiği sıradan bir lafı tekrarlamak olur. Ancak vasıta kavramı önemlidir. Para ile ekonomi ilişkisi, kalem ile yazı, kalem ile kitap, kalem ile bilgi ilişkisi gibidir. Kalem de bir vasıtadır. Ancak kalemle iyi veya kötü şeyler yazabiliriz. Dahası onunla bir insanın gözüne batırıp onu kör edebiliriz. Yâni tabîi yolunu ve gayesini bozup değiştirebiliriz. Demek ki vasıtalık görevi, kullanmaya bağlıdır. Bütün iktisâdî faaliyetler, ahlâk ve fazilet, iman yollarının, kısaca adâletin önünün açıcısı da olabilir, tıkayıcısı da. Kullanmaya ve kurduğumuz düzene bağlıdır.

Çetinoğlu: Konuyu biraz açar mısınız?

Prof. Sezen: Düzen kapitalist bir düzense, parayı ve mârifetlerini anlatmak ve anlamak daha kolaydır. Kapitalizm, kapital (sermâye) kavramının gerektirdiklerinden öteye geçmiş, öyle bir zihniyet ve buna dayalı öyle bir sistem oluşturmuştur ki, para denilen âlet ile güneş ışığını, teneffüs ettiğimiz havayı, denizleri alıp satmaya kalkışır hâle gelinmiştir. Fâizdeki gibi ‘zamanı’ alıp sattıktan sonra…

Ticâretini sevdiklerimizden biri dindir. Sistem din ticâreti yapmayı sever. Dini, bir meta gibi, bir menfaat vasıtası olarak gören dindar tip, yahut saklanmış bir dinsiz tip, kapitalizmin arayıp bulamadığı tip olmuştur.

Sermâye önemlidir. O olmazsa, yarın ve yarınlar tehlikeye girecek demektir. Fakat o sermâyeyi kimin, kimlerin kullanacağı da sermâye kadar önemlidir. Namuslu, vatansever birilerinin, adâletten ayrılmayan bir fabrikatörün elinde olabileceği gibi, hayâli ihracatçının elinde de olabilir.

Paradan söz edince ve onu öne alınca, demek ki bir düzenden, kapitalist düzenden söz ediyoruzdur. O halde onun ana başlıklarına bakmak gerekir. Kapitalizmde rekabet esastır, reklam önemlidir. Üretim de tüketim de kazanma ve edinme psikolojisine sıkı sıkıya bağımlıdır. Genel olarak bu psikolojinin iki yetkilisi vardır: Zekâ ve akıl. Bu yetkililer, ekonomi alanında maddî bir sembol kullanmaya başlamışlardır: Para. Paraya açılan psikolojinin sosyal alana açıldığı ana kapı, Bryan S. Turner*’in dediği gibi, kolay ‘etkileyişimcilik’tir. Para, etkileşimciliği kolaylaştırır. Çünkü temsil ettiği ve arkasında bulundurduğu güç, çok câziptir. Kapitalist düzen, kendine sosyolojik düşünce dünyâsında da dayanak bulmuştur. Pozitivist* Auguste Comte*, hak kavramını ferdî hakka indirgemiştir.

Çetinoğlu: İndirgemeden sonraki son durak ne olmuştur? 

Prof. Sezen: Comte’a göre göre genel ve felsefi (!) hak kavramı, pratikte kamu hakkı meselesi, metafizik bir kavramdır ve geride kalmıştır. İnsanlığın geçirdiği üç halden (üç hal kanunu)* üçüncüsü olan pozitif dönemde, bir metafizik olan genel hak kavramı kaybolmuştur. ‘İnsan hakkı’, anti-sosyal ama gerçekçi bir haktır. İnsan hakkından doğan ‘ferdî hak’ önemlidir. Toplum hâlinin amacıyla birleşen bu haktır. Hukukun da gayesi budur. Böylece fert ve ferdiyet kutsallaştırılmıştır. Gerçekte Auguste Comte sosyolojisindeki tezatlardan biridir bu. Ama kapitalizmin işine yaramıştır. Sonuçta ferdiyetçi olan kapitalist sistem, bir din gibi olmuştur.

Çetinoğlu: Bir de ‘Pazar’ meselesi var…

Prof. Sezen: Diğer bir ana başlık, ‘pazar’ meselesidir. Bunun ana kucağı, daha doğrusu üvey ana kucağı kapitalizmdir. Burada ilmî bir dayanak, olmazsa olmaz olduğuna inanılan bir kural bulunur: Arz-talep kuralı. Serbest pazar (serbest piyasa) anlayışı buraya dayanır.

Çetinoğlu: ‘Serbest piyasa anlayışı’na bakabilir miyiz?

Prof. Sezen: Yoksulluk sınırının altında yaşayanlar pazara giremezler. Yâni arz ve talebi, dolayısıyla serbest piyasayı etkileyemezler.

-Maddî olmayan hayatî ihtiyaçlar pazarın dışında kalır.

-Gerçek ihtiyaç kavramı, gerçek talep kavramından geniştir. Gerçek ihtiyaç pazar dışında oluşabilir.

Bu dediklerimizi, ekonomi uzmanları yazıp durdular. Ama hayat, eğrisiyle doğrusuyla, çirkini ile güzeli ile ilmin dışında cereyan edip duruyor.

Çetinoğlu: Pazarı kim etkiler?

Prof. Sezen: Pazarı, milletlerarası durum da etkiler. Bazılarını daha iyileştirir, bazılarını kötüleştirir. Dışa bağımlı bir ülkenin pazarı da parası da bağımlıdır. Pazarın tarafsızlığı burada neredeyse ortadan kalkmıştır. Bugün globalizm, çok şeyi altüst etmiştir. Pazar, kapitalist sistemin kendi zihniyeti doğrultusunda kullandığı bir kaide istismarından ibâret olmuştur. Eşitsizlik, pazar mekanizmasıyla daha da kötüleşmiştir.

Çetinoğlu: İktisattaki biriktirme ve fâiz kavramlarına da bakabilir miyiz?

Prof. Sezen: Kapitalizm ve para ekonomisi deyince, iki konu başlığı daha akla gelecektir. Biriktirme ve fâiz. Mânevî dünyâmızın odağı dinimiz, yatırım veya meşrulaşmış adıyla tasarruf gibi bazı amaçlar dışında para ve mal biriktirmeye karşı çıkar. Bu çeşit biriktirme, dolaşıma girmediği için, adâleti, iktisâdî canlılığı bozacaktır. Kötü niyetli olan ve ticârî bencillikle yapılan mal biriktirmeye ihtikâr (karaborsa hazırlığı) deniyor ki, topluma ve fertlere zararı açıktır. Emeği ve malı temsil edecek olan, etmesi gereken para da dolaşımda olmalıdır. Olumlu ve âdil kullanılan para dolaşımı, ekonomik hayatın damarlarındaki kan gibidir. Bu kan dolaşımında oluşabilen hastalıklardan biri fâizdir. Fâiz, kan hücrelerine musallat olan kanser hücreleri gibidir. Şahsî tefeciliklerden sonra, yâni göçebelikten sonra, fâizin anavatanı bankalar olmuştur. Bankalar artık mecbîridir, tamam doğrudur. Anavatan da öyledir. Fakat siz anavatanda kiracı gibi, yıllık ücret karşılığı oturtulursanız nasıl olur? Rahatsız olan vicdanlar, fâizsiz bankacılığı keşfettiler (!). Fâizsiz bankada iştirakçi, kâra da zarara da ortaktır deniyor. Burada bir aldatmaca vardır. Kapitalizme uygun görevini yapıyorsa, siz hiç zarar eden banka gördünüz, duydunuz mu? Özel olarak batırılan bankalar başka bir şeydir. Bankadaki kazancın (!) üretime ve yatırına aktığını, çok nâdir istisnalar dışında, söyleyebilir miyiz? Bankadan para çekenler veya hissedarlar, parayı üretimde ve yatırımda kullanıyorlar mı? Banka böyle bir şart koşarak mı veriyor krediyi? Mağdur olup mecbur kalmışların dışında, para ticâretini devam ettirenler çoğunluktadır.

Çetinoğlu: Bu kadar kötümserlik haksızlık değil mi?

Prof. Sezen: Türkiye’deki, özellikle son çeyrek asrı görenler, tanıyanlar bize hak vereceklerdir. Bütün ülkelerde böyle midir? Kapitalizmin yüzsüzlüğünün hakkı veriliyorsa, böyledir. İyice geri kalmış toplumlar, zâten bu top sahasına çıkmamışlardır. Batı ülkelerinin birçoğu, değişik unsurlarla aşırı durumları frenlemiştir. Üretime ağırlık vererek, çaktırmadan devletçi olarak (devlet destekleri) zararlar törpülenmiştir. Ancak, dış ülkeleri sömürmenin ihmal edilmediğini, yönetimlerine destek olduğunu unutmamalıdır.

Çetinoğlu: Faizsiz bankacılık hakkındaki düşüncelerinizi lütfeder misiniz?

Prof. Sezen: Bankaya para yatırmakla, hele hissedar olmakla, üretime, hizmetlere, yatırıma destek olmaktan ziyade, ki böyle olması gerekir, para ticâretine ortak oluyoruz. Bu gerçeği kim inkâr edebilir? Fâizsiz banka olmaz diye bir şey yoktur, ama mevcut şekliyle değil. Bankalar önce millî olmalıdır. Paranın dini imanı, milliyeti olmaz derler. İşte burada hile başlıyor demektir. ‘Millî Piyango’ gibi, şans oyunlarında kullanılan paranın millîsi oluyor da başka yerde olmuyor. Paranın dini, imanı, milliyeti olmaz ama onu kullananın olur. Millî bankanın hedefi, paranın kendi toplumundaki üretimde, meşru-kanunî hizmetlerde, âdil tüketimde, iş gücünü yönlendirmede, kalkınmada kullanılması olmalıdır. Bir ülkede kullanılan esas para tek ve millî olmalıdır. Dış ekonomik işler için kullanılacak yabancı paraya ait devletin özel tedbirleri olmalıdır. Devlet bankalarında bu işe tahsis edilmiş banka olabilir. Devletin ve dışarıyla iş yapanların dışında, toplumun insanlarının yabancı parayla ne iş olur? Benim cebimde veya banka hesabımda doların ne işi var? Ekonomist geçinen ukalaların ilmî pozlarına bakmayın siz. Onlar çok gerekçe uydururlar, unutmayın, insanın, irâdesinin, arzularının, inançlarının, değerlerinin müdâhalesinin dışında, tabiat kanunları türünden bir iktisâdî dünyâ yoktur. Tabiat kanunları bile insandan geçerek, insan ışığını emerek değerlendiriliyor.

Para, hayat şartlarında bir araç olmalıyken, fert arzularının, hayallerinin, kısaca egosunun tutkusu hâline gelmekte, araç olmaktan çıkıp amaç haline gelmektedir. Hayâlî ihracatla, düzenbazlık ve entrikalarla, para amaçlı dönen dolapları gördük.

Çetinoğlu: Bu olumsuzluklar insânî değerleri yıpratıyor mu?

Prof. Sezen: İnsanın değerli bir varlık oluşu, ancak yer aldığı konuma, gösterdiği tavra bağlıdır. Bir kâğıt veya demir parçasına esir ve köle olan bir varlığın gücü, değeri, üstünlüğü, bu hâliyle tartışılabilir.

Çetinoğlu: Hak paylaşımının, adâletin, hak çatışmalarının giderilmesinin, yâni normal ve meşru bir düzenin vasıtası nedir?

Prof. Sezen: Parayı da amaca uygun kullanılmasına yardımcı olan, yön veren bir güç olmalıdır. Bu güç devlettir. Haksızlıkların ve çatışmaların giderildiği, giderilmesi gerektiği bir güçtür devlet. Zorbalığa ve yanlış işlere sokulmamışsa, o günün iktidarından ibâret hâle gelmemişse, hak ve adâlet sureci onunla kemâle erme yolunda devam ediyorsa, devlet, paranın da vasıtası olduğu iktisâdî-sosyal hayatın gereklerini yapar ve yönetir. Ancak devlet, tersine sömürünün aracı olursa, istismarlara ortak olur, son asırların modası parti devleti olursa, daha ötede sırf paranın ve zorbalığın devleti, mafya devleti olursa, işler daha kötüye gider. Ne yazık ki bunlar yaşanmış ve yaşanmaktadır.

Çetinoğlu: Bu olumsuz uygulamaların sebebiyet vereceği tehlikeli neticeler neler olabilir?

Prof. Sezen: Her şeyi paraya çevirmeye çalışan bir siyâsî yönetimin niyeti kötüdür. Üslubu da yanlış ve tehlikelidir. Parayı iç ve dış borca bağlayacak yahut büyük emek ve fedakârlıklarla yapılmış tesisleri, özelleştirme adıyla satacak, Allah’ın bahşettiği güzel tabiat çevresini bile bozguna uğratıp paraya çevirecek, yahut da aşırı vergiler koyacak, rüşvet, iltimas, vurgun, yolsuzluk yollarını âdeta meşrulaştıracak, tabîileştirecektir. Çünkü paraya ihtiyaç vardır. Böylece devlet, rayından çıkacaktır. İhânetler çoğalacaktır. Uyuşturucu trafiğine katılan Orta Amerika devletleri gibi devletleri gördü bu dünyâ.

Çetinoğlu: Yönetim bakımından ve halis olmayan niyetle, parayla neler yapılabilir?

Prof. Sezen: Ekonomi yönetimi, borç-harç-sat sav, para bas dur, elde edilen parayla yandaş satın almaya, besleme taraftar toplamaya indirgenir. Partizan niyetlerle üretilen projeler için zaman kazanılır. Sırf para ekonomisi belirli niyetlerden ötürü uygulandığı için gerçek yüzü bu olur. Üretime, meşru hizmetlere, âdil paylaşıma yönelmiş bir ekonomiyle saydıklarımız yapılamaz. Çünkü orada paranın sarf edileceği yerler bellidir.

Çetinoğlu: Bu uygulamalarla para ekonomisi nerelere uzanır?

Prof. Sezen: Uzanacağı yerler üç başlık altında toplanabilir:

1-Fertleri, toplumu ve devleti korumakla vazifeli olan hukuk bozulur.

2-Herşeyi kendi hakkı gibi gören bir ferdiyetçiliği ve sonuçta anarşiyi dâvet eder.

3-Devlet ortadan kalkmayacağına göre bir mafya devletine yol açar.

Çetinoğlu: Bütün suç parada mı?

Prof. Sezen: Para deyip duruyoruz. Olumsuzlukların fâili, bir nesne olan para değil, niyetle en iyi uyuşan bir vasıta olmasıdır. Niyet ve para çok iyi uyumlaşabilmiştir. Bilime, felsefeye konuyu getirip, lafı kuyruğundan anlayabilecekler için, bir ilkokul öğrencisine söyler gibi hatırlatıyoruz: Bir evi, bir bahçeyi gasbedebilirsiniz ama çalamazsınız. Fakat onların ederi olan parayı hırsızlayabilirsiniz. Bahsettiğimiz para budur.

Çetinoğlu: Bu ekonomi hikâyesinden sonra, ülkemize bakarsak neler görürüz?

Prof. Sezen: İnsanlarımıza, özellikle gençlerimize ekonomik meseleyi doğru dürüst anlatmak mecbûriyetindeyiz. Neoklasik ekonomik düşüncesi, heteredoks yaklaşım kopuşu, davranışlara bağlı ekonomi, nöroekonomik düşüncesi, heterodoks ekonomi literatürü gibi entelektüel maskaralıklarla görevden kaçışı gençlere göstermeli, ufuklarını açmalıyız. Gençlerden, çalışmayı, yardımlaşmayı, israftan kaçınmayı, gösterişten ve tüketim çılgınlığından uzak olmayı istemeliyiz ama, bunları isteyebilmek için üretimi arttırmalı, hizmet ortamı hazırlanmalı, onların öğrenim, iş hayatlarını garantiye almalıyız. Bizim mânevî dünyâmız almaktan, istemekten önce vermek ve adâlet üzerine kuruludur. Buna ne kadar uyarsak, o kadar mes’ut oluruz. Maksada sâdece para ve paranın sağlayacağı güç olduğu, her şeyin paraya dönüştürüldüğü bir toplumda, adâletsizlik, sosyal-ekonomik uçurumlar, kavga, güvensizlik, hile-entrika eksik olmaz. Sâhaya inip bakarsak nüfusumuzun çoğu fakir, onların bir kısmı açtır. Yüzde 20 gibi zengin ve daha zenginler, sâdece aradaki uçurumun göstergesidir.

Eşitliği doğru anlamalıyız. Hak, fırsat, imkân eşitliği esasıyla adâlet sağlanabilir. Beden, güç, kabiliyet, zevk, arzu, tercih gibi fizikî ve psikolojik farklılıkları inkâr etmeden, bunlar da dâhil, şartların, fertten ve toplumdan gelen zorlamaları aşarak, adâleti sağlamak mümkündür. Tam eşit değil ama, eşitliğe yaklaşan bir adâlete, hiçbir şey engel olmamalıdır. Şahsî farklılıklar, hürriyet istismarı, alışkanlıklar, adâleti ortadan kaldırmamalıdır. Uygun bir hukuk sistemi, siyâsî yapı, iktisâdî düzen, bunları sürekli kılacak ve uygun eleman yetiştirecek bir eğitim-öğretim sistemi olmalıdır. Bunları sağlayamayan, sağlamayan devlet, devlet değildir. Kendine devlet süsü veren, gerçekte oligarşik, monarşik, mafyatik bir teşkilâta imkân verilmemelidir.

Prof. Dr. YÜMNİ SEZEN 1938 yılında Urfa’nın Birecik ilçesinde doğdu. Aynı yerde ilk ve ortaokul öğreniminden sonra 1957’de Gaziantep Lisesini bitirdi. 1961’de Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlı çeşitli okullarda öğretmen ve yönetici olarak çalıştı. 1975’de İstanbul Ortaköy Eğitim Enstitüsünde öğretmenlik yaptı. 1976-1978 İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu Müdürlüğü görevinde bulundu. 1985’de Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne öğretim görevlisi olarak geçti. Bir yıl sonra İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Sosyal Yapı ve Sosyal Değişme Anabilim Dalı’nda doktorasını tamamladı. Sırasıyla Yardımcı Doçent, Doçent ve sonra Profesör unvanlarını aldı. Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nde Din Sosyolojisi öğretim üyeliğinden emekli olarak çalışmalarına devam etmektedir. Çalışmaları felsefe, sosyoloji, din sosyolojisi ve İslâmî sosyoloji üzerinde yoğunlaşmıştır. Yayınlanmış kitapları: 1-Günümüzde İslâmiyet ve Milliyetçilik (1978), 2-Sosyolojiye Göre Halk-Millet-Devlet (1982), 3-Târihî Maddeciliğin Tahlili ve Tenkidi (1984), 4-Hayatın Mânâsı, Gerçek ve Ötesi (1984-2004), 5- Sosyoloji Açısından Din (1988, 1993, 1998, 2003), 6-Sosyolojide Temel Bilgiler ve Tartışmalar  (1990, 1997), 7-Türk Toplumunun Laiklik Anlayışı (1993), 8-İslâm Sosyolojisine Giriş (1994), 9-Maddeci Felsefenin Çıkmazları’ (1997, 2000, 2004, 2008), 10-Çağdaşlaşma, Yabancılaşma ve Kimlik’ (2003), 11-İslâm’ın Sosyolojik Yorumu’ (2004), 12-Kur’ân Işığında İnsan, Akıl ve Toplum (2004) 13- Kurban ve Din’ (2004), 14-Dinlerarası Diyalog İhaneti (2006), 15-Evrenselden Özele Kültür (Fransızca’dan tercüme 2009) 16-Kültür ve Din (2011), 17-Osmanlı’dan Cumhuriyete İki Devrin Müftüsü Mustafa Sırrı Sezen (2011), 18-Kapitalizmin Zulmü’ (2017), 20- Kapitalizmin Zulmü. Marksizmin Muhasebesi, İslâm’ın İlke ve Hedefleri / Yanlışlara Kurban Edilen Doğrular (2017), 21-Aldatılmamak İçin Anlamak (2019), 22-Aşk Sarhoşu Dervişlerin Dini: Tasavvuf’ (2020), 23-Var Olmak Sorumluluğu. (2021) Ayrıca çeşitli dergi ve gazetelerde makaleleri yayımlandı. Evli ve üç kız babası, dört torun dedesidir.

*klan çöplüğü:

*Bryan Stanley Turner: (1945-) İngiliz sosyolog. Din sosyolojisi uzmanı. Uzun müddet Avustralya’da kaldığı için ‘Avustralyalı’ olarak anılır.

*üç hal kanunu: Auguste Comte’a göre toplumlar üç safhadan geçer: 1-Teolojik (dînî safha), 2-Metafizik, 3-Pozivitist felsefenin bir dalıdır. İlk felsefeciler tarafından, ‘fizik ilimlerinin ötesinde olan’ mânâsına gelen ‘metafizik’ kelimesi ile felsefeye kazandırılmıştır.

*Pozitivist: Tecrübe ile doğrulanmayan her hükmü reddeden felsefî görüş. Pozitivistler, tanrının varlığı ispatlanmadığı görüşünden yola çıkarak tanrının varlığını da reddeder.

*Auguste Comte: (1798-1857) Fransız filozof, matematikçi ve yazardır. Pozitivist düşüncenin kurucusudur.