7.7 C
Kocaeli
Cuma, Kasım 14, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 95

Prof. Dr. Niyazi Kahveci İle Netâmeli Konuları Konuştuk: -Dindarların Sayısı-Devlet Adamlarının Yanlışları -Sekülerleşiyor muyuz? -Ezan Okumak…

Oğuz Çetinoğlu:  Şöyle bir iddia var: ‘Şekil ve sembolleri bolca kullanılan dînî kelime ve kavramları ölçü alırsak, ilk bakışta dindarlaşma artıyor zannederiz… Gerileme var.’ Bu konudaki görüşünüzü lütfeder misiniz?

Prof. Kahveci: Türkiye’nin kimlik üretme problemi vardır. Kimlik üretemiyor. Bu sebeple başkalarının ürettikleriyle kimlik edinmeye çalışıyor. Bunlardan biri dindir. Din, tanrı dahi olsa, başkasının ürünüdür. Dinden kimlik olmaz, dinden din olur. Türkiye dini, din değil, kimlik olarak kullanıyor. Ama bu dînî kimlikle dünya kamuoyunun önüne çıkamıyor. Mesela kapalı kapılar ardında kapalı devre kendi aralarında dincilik yapıyor ama açık kapılar önünde dinci olarak bilinmek istemiyor. Paradoks!

Çağımızdan önceki devirlerde kimlik oluşturmak, başkasının ürünü olan din ve etnisite ile yapılıyordu. Şimdi ise özgün felsefî ve ilmî ürünler üretmekle yapılmaktadır. Türkiye’nin kimliği, başkalarından ithal edilen ürünlerle doldurulmuş İslâm ve Türklük gibi nominal bir kimliktir. Topluma İslâm’ın ve Türklüğün ne olduğu sorusu sorulduğunda cevap verememektedir.

Türkiye aksiyolojik değil, fenomenolojik muhafazakârdır. Yâni değerlerle değil dış görünüş ve duyguya dayalı sembol ve simgelerin muhafazakârıdır. Yâni motorla ilgilenilmemekte, kaportanın düzgün olması için çalışılmaktadır.

Dindarlaşmanın ne olarak algılandığı önemlidir. Şimdi bu konuda bilim ve felsefe perspektifinden söylenmesi gereken o kadar çok şey var ki, hangisinden başlayacağımı bilemiyorum. Ama şunu tespit edebiliyoruz ki Türkiye’de dindarlaşma değerlerle değil, şekillerle görüntülerle alakalıdır. Düşünme işlemi yapmayıp fikir üretemeyen toplumlar, dînî sembol ve simgelere yapışırlar. Bu dindarlaşma görüntüdedir, yâni fenomenaldir, kaportayla sınırlıdır. Numenal yâni özle, motorla ilgili değildir. Motor, düşünme işlemi ile çalışır. Sembol ve simgeler tanrı vergisi doğal duyu organlarına hitap ederler. Halbuki günümüz, duygulara değil zihinlere hitap edilen bir çağdır. Duygulara din adamları hitap ederler ve çok kolay bir iştir. Bu işi yapmak için eğitime gerek yoktur.

Fikirlere fikir adamları hitap edebilir ve çok zor bir iştir. Ülkemizin düşünürü yoktur. İşin daha kötüsü, düşünlere hitap etmesi gereken ilahiyat profesörü akademisyenler dahi din adamlarının yaptıklarını yapabiliyorlar, düşünürlerin yapması gereken işi yapamıyorlar. Bir fikrî iktidarsızlıkları var ama haksız şekilde bu fikir katmanının işgal ediyorlar. Bir profesör, şikâyet ettiği şeyin fikrî kuramını ve paradigmasını ortaya koyması gerekir. Ama yapamıyor, çünkü düşünme işleminin nasıl yapılacağını bilmiyor. Gerçi bu çok zor bir iştir. Kafa ile yapılabilir. Zor işten kaçıp, Allah vergisi ağız gibi doğal aygıtlarla bu işi yapıyor. Yâni elin oğlunun bugünkü binlerce filozoflarının bu işleri nasıl yaptıklarını çalışsınlar, onlar da aynısını yapsınlar. Ama ne gerek var ki? Bunu yapmadan ve bu yapmadıkları işin ağlamasını yapmakla ülkenin DİB Başkanlığı gibi, en üst makamlarına gelebiliyorlar. İşte ülkeye en büyük ihânet, sorumluluğu olan görevi yapmadaki acziyeti ve ihmali topluma ağlayarak gidermeye çalışmaktır. Bu kişiler görev ihmâli yaptıklarından ve ülkeye görev zararı verdiklerinden yargılanmalıdırlar.

Bir DİB Başkanının, ülkenin bir problemi üzerinde kafa ürünü bir kuramını gördünüz mü? Göremezsiniz. Şimdi bir DİB Başkanının yaptıklarını analiz edelim. Üç haftalık Kurân Kursu eğitimi ile yapılabilen pratisyenlik işlerini yapıyor. Mesela VİP cenaze imamlığı, camide vaazlar, namaz kıldırmak, hutbe okumak gibi. Yâni bunları yapsın diye mi kırk yıl bu millet onu profesör yapmak için para harcamış?

Profesör DİB Başkanlarının yaptıklarını analiz edelim. Ortaya yeni fikre dayalı paradigmalar ve kuramlar koymaları gerekirken, bu acziyetlerini, ihmallerini ve iktidarsızlıklarını, geçmişte üretilen sembol ve simgelerin dozajını ve alanını artırarak kamufle etmeye, örtmeye, şehirleri köylere döndürmeye çalışıyorlar. Mesela ezanın ses tonunu artırıyor, harfleri aşırı uzattırıyor, ortalığı cami ve minare dolduruyor, köylerde ölüm haberini vermek için uydurulan salayı bütün şehirlerde okutuyor. Cuma akşamları ve günleri saatlerce sala okutuyor. Halbuki diriliş olan Cuma, ölümleştiriliyor. Tabîi diriliş yapmak kafa ila alakalı lojik iştir, ölüm ise biyolojik bir iştir. Doğal aygıtlarla yapılır, kolay iştir. Şimdi canı sıkılıp eline mikrofon geçiren kişi sala okuyorum diye vakitli vakitsiz ortak alanda bağırıyor. Deşarj oluyor, tatmin buluyor. Yine camilerin içi fikirle aydınlatılamadığı için, başkalarının hatta gayrimüslimlerin icatları olan avizelerle, dışları da projektörlerle aydınlatılıyor.

Toplum çelişkiler içerisindedir. Mesela Türkçe müziği haram görür ama ezan ve Kur’ân’ın müziksiz okunmasını da haram görür. Hatta Allah kelamını güfte ve beste malzemesi yapmada bir sakınca görmez. Bunun ruhsatını Allah’tan almaya çalışmaz. Kendisi önce hareketi yapar, sonra ona dinden meşruiyet bulur.

Çetinoğlu: Devlet adamının yanlışları, ‘devletin yanlışı’ olarak yorumlanabilir mi?

Prof. Kahveci: Devletin de dinle ve çağdaşlıkla hattâ anayasasıyla çelişkileri vardır. Bir çelişki sosyolojiktir: Meselâ millet ve lâiklik kavramlarına göre bir ülkenin ortak alanları nötr olmak mecburiyetindedir. Ülkenin ortak alanı bir dine, mezhebe, etnisiteye, sosyal ve ekonomik tabakaya dayalı düzenlenemez. Tıpkı bir apartmanın ortak alanlarına, ondaki bir dairenin zihniyetinin hâkim kılınması kanunla yasak olduğu gibidir. Kanunlarımız bunu suç saymıştır. Ortak alanlar toplumun ortak yararına ve iyiliğine göre düzenlenmek mecburiyeti vardır. Türkiye, ortak alanda dînî unsur olan ezanla kolektif kimlik üretmeye çalışıyor. Bu, çağdaş millet ve lâik bir ülkede çelişkidir.

Çetinoğlu: Ezan hakkında söylediklerinizin, çan sesinden rahatsız olmayan İslamiyet’e mesâfeli kişilerin söylemleriyle örtüştüğü söylenebilir. Şüphesiz siz; ‘ezan okunmuyor, ezanın canına okunuyor’ diyenler gibi nezâhet ve estetik arayışındasınız.

Röportajı önce yanlış yorumlara sebebiyet vermemek için, ezan okumakla alakalı olarak söylediğiniz sözlere açıklık getirir misiniz?

Prof. Kaveci:Din açısından ezan okumak farz değildir.’ Dedim. Farz olan namaz kılmaktır. Ezan namaz için bir araçtır. Ama namazın ne farzlarından ne de sünnetlerindendir. Bu sebeple Fıkıh kitaplarına göre ezansız namaz geçerlidir. Şimdi devlet sünnet dahi olmayan ezanı devlet eliyle ortak alanda okutup herkese zorla dinletirken, farz olan namazı zorlamıyor. İşte bu durum, çağdışılığın, çağdaş çözüm bulamaması acziyetidir. Türkiye lâik ve millî bir ülkedir. İslâm cumhuriyeti değildir. İran, İslâm Cumhuriyeti olmasına rağmen, ezanları özel alanlar olan camilerin içinde okutmaktadır, ortak alana taşırmamaktadır. Hakîkaten bu durum bile İran’da bir çeşit felsefenin varlığını gösterir. Bizim durum ise, ülkemizde hiçbir çeşit felsefenin var olmadığının göstergesidir. Çağdaş çözümler bulamıyoruz. Çağdaş sorunlar kafa ile alakalı meselelerdir. Onların çözümleri ancak düşünme işlemi yaparak kafa ile çözülebilir ki maalesef bizde bu işlem yapılamamaktadır.

Türkiye’de ne dindarlık ne de medenîlik vardır. Yâni çağımız standartlarında sosyal insan olmak problemi vardır. İnsan olmak da eğitimimizin hiçbir kademesinde öğretilmiyor. Öğretecek kişi de yok. Öğretenlerde aynı problem mevcuttur. Mesele insan malzemesinin kalitesidir.

Çetinoğlu: Hocam, hoşgörünüze güvenerek söylüyorum. İmam Hatip’li ve İhâliyatcı olarak söyledikleriniz çok dikkat çekici hususlar… Salâ hakkında söyledikleriniz kabul edilebilir olmakla birlikte, ezanla ilgili sözleriniz üzerinde durmak gerektiği kanaatindeyim.  Bin dört yüz küsur yıllık geleneğin devamına karşı çıkıyorsunuz. Türkiye bu iddiaları kaldıramaz.  Peygamber Efendimiz’in Bilâl-i Hâbeşî’ye ezan okutması sünnettir. ‘Ezan okunmasına karşı mısınız?’ diye sormayacağım. Çünkü karşı olmadığınızı biliyorum. Ancak, sözlerinizi; ‘Kahveci Hoca, ezana karşı çıkıyor’ şeklinde yorumlayanlar mutlaka olacaktır.

Bu bahsi kapatıp bu röportajın son sorusunu sorayım:

Çevremizdeki insanlara ve haklılık derecesi tartışılabilir iddialara bakarsak, ‘İnsanlarımızda sekülerleşmeye doğru bir gidiş’ olduğu söylenebilir. Bizi sekülerleştirmek isteyen dış güçler, iç mihraklar var. ‘Sekülerleşme’ kavramını açıklayarak değerlendirmelerinizi lütfeder misiniz?

Prof. Kahveci: Dış güçler bizi sekülerleştirmek istemezler. Çünkü sekülerleşirsek çağdaşlaşırız ve ayıklanıp yok olup gitmeyiz. Bilakis bizim dînî kalmamıza çalışıyorlar. Nitekim Atatürk’e düşman olmaları ve Atatürk’ten sonraki lâikliğin hâkimliğinde geçen bir asırda çağdaşlaşmamızı eğitim sisteminde engellemeleri bundan dolayıdır.

Sekülerlik her şeyden önce bir düşünüş biçimidir. Fakat bizim, düşünme ile işimiz olmadığı için sekülerliği fikrî bazda algılayamıyoruz. Onu dînî ve siyâsî anlıyoruz. Çünkü bizde sâdece siyâsî ve dînî algı kalıpları mevcuttur. O sebeple sekülerliği, bu kalıplara dökerek, ‘din ile devlet işlerini birbirlerinden ayırmak’ şeklinde algılayabiliyoruz. Halbuki sekülerlik, 18. asra kadar geçerli olan ve dînî düşünme adı verilen düşünüş biçimiyle değil, insan aklı ile düşünmektir. Nötr ve objektif bir düşünmedir. Taraflı ve sübjektif değildir.

Sekülerlik başta olmak üzere bugünkü çağdaş sistemler Batılılar için de yeni sistemlerdir. 18. asra kadar bunlar onlarda da yoktu. Bunları Batı toplumu da icat etmedi. Hasbelkader Batı’da yaşamış olan düşünürler ve ilim insanları bunları icat etti. Batı toplumu önceleri bu icatları kendisine, özellikle dinine yabancı gördüğü ve onu korumak için bunları icat edenlerin bazılarını diri diri yaktı, kimilerini zehirleyerek öldürdü, kimilerini hapsetti. Ama daha sonra bu yeniliklere adapte oldu. Şimdi bu yeni değerlerle oluştu ve eskilerin muhafazakârlığının mücâdelesini vermiyor.

Çetinoğlu: Teşekkür ederim Hocam.

Konu hakkında daha fazla ve Prof. Dr. Niyazi Kahveci hakkında bilgi edinmek isteyenler için:www.ulusaldemokrasienstitusu.org 

 Prof. Dr. NİYAZİ KAHVECİ Trabzon’a bağlı Köprübaşı ilçesinin tanınmış bir köyü olan Yılmazlar Köyünde doğdu. İstanbul Beşiktaş’ta büyüdü. Amcaoğlu olan Adnan Kahveci, Merhum Vali Recep Yazıcıoğlu ve Diyanet İşleri Başkanlığı, YÖK üyeliği, milletvekilliği gibi sıfatları bulunan, Devlet Bakanlığı yapan Mustafa Sait Yazıcıoğlu da bu köydendir ve akrabadırlar.   Niyazi Kahveci İlk ve ortaokulu İstanbul’un Beşiktaş ilçesinde okuduktan sonra Fatih İmam Hatip Lisesi’nden mezun oldu. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde lisans eğitimini tamamladı. İhtisasını Haseki Eğitim Merkezi’nde yaptı.   İngiltere’de Manchester Üniversitesi Sosyal İlimler Fakültesi Felsefe dalında master ve doktora derecelerini aldı. Diyanet İşleri Başkanlığının her kademesinde görev yaptı. TC Londra Büyükelçiliğinde diplomatik görevde bulundu. Anavatan Partisi genel Başkan Yardımcılığı yaptı. Kırşehir Ahi Evran üniversitelerinde İktisâdî ve İdârî İlimler Fakültesi’nde Dekan Yardımcısı, Adıyaman Üniversitesi İslâmî İlimler Fakültesi’nde Dekan ve Rektör Yardımcılığı yaptı. Hâlen Yıldız teknik Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak akademik hayatını devam ettirmektedir.   Meslek hayatı boyunca verdiği dersler: İnsan ve Toplum bilimleri, milletlerarası İlişkiler, Felsefe, Sağlık Sosyolojisi, Ekonomi, Eğitim Felsefesi, Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi, Sosyoloji, Siyâset Bilimi, Siyâsî Düşünceler Târihi, Milletlerarası Politikada Din, Sosyal Yapılar ve Târihî Dönüşümler, Din Sosyolojisi, Ahlâk Sosyolojisi, Gençlik Sosyolojisi, Bilgi Sosyolojisi.      Millî ve milletlerarası bilgi şölenlerinde sunulmuş çok sayıda Türkçe ve İngilizce tebliği ve ilmî makaleleri bulunan Prof. Kahveci’nin kitap hâlinde yayınlanmış eserlerinden bâzıları: Mutezile ile Şi’a Arasında Siyâsî Tartışma, Tevrat’ta Sosyal Düşünce, Tevrat’ta Siyâsî Düşünce, İslâm Siyâset Düşüncesi, İniş Sırası ve Sebepleriyle Kur’ân-ı Kerim Tercümesi, Kuran’ın İngilizce Tercümesi, Çağımızda Türkiye, Düşün ve Bilim Alanları.

Hafta Sonunda Türk’ün Aklına Kar Suyu Kaçırmak İstedim!

Ahmet Besim Uyal (1931-2017) Urla’nın eski belediye başkanlarından biri. Eline bir vesile ile Urla’dan Yunanistan’a göç etmiş Nıkos Miloris‘in Yunanca yazılmış “Bir Zamanlar Urla” adlı kitabı geçmiş ve cebinden para harcayarak bu kitabı tercüme ettirmiş ve 2003 yılında yayınlatmış… Bu kitabı kaç adet bastırmış ve nerelere dağıtmış bilgim yok. Ancak tercüme eden arkadaş kendinde bulunan bir nüshayı bana hediye edince kitabın varlığından haberim oldu.

Bana göre çok önemli bir kitap çünkü dün yaşananları anlatarak bugünümüze ayna tutuyor. Bende sizlere bunları anlatmak istedim. Keşke sizlerde bulup okuyabilseniz ve dün yaşadıklarımızla bugün yaşadıklarımız arasındaki benzerliklere şaşırıp kalsanız. Ama bir toplumu bilgiden mahrum bırakırsanız o toplumu benzer oyunlarla kolayca tuzağa düşürmeniz mümkün oluyor. Bugün bizim yaşadıklarımızda bundan ibaret… Bunun için bunlar bize anlatılmamış ve halen de anlatılmıyor.

Bu kitapta Urla’da Yunanlıların yaşadığı bir devir anlatılıyor. Bunlar elbette Rum’dur ama Yunan dememizdeki maksat Yunanistan tebasına mensup Rum oluşlarıdır. Osmanlı’nın yıkılışından önce Urla’ya nasıl ve hangi amaçla gelmişlerdir, mal ve mülklerini nasıl edinmişlerdir, sosyal ve ticari üstünlüklerinin nedenleri nelerdir kitapta geniş olarak üzerinde durulmuştur.

Hali ile gün geçip semirdikçe memleketin asil sahibi Türklerle lokal olarak çatışmalar yaşamaya başlamışlardır. Yunanlı Rumlar, Urla’da ciddi ve zengin bir koloni oluşturunca buranın sahibi gibi davranmışlar. Hatta Türklerin, İstiklal Harbi ile vatanlarına sahip çıkışlarını da, çok gereksiz görerek “Urla’da ne işiniz vardı, biz burada rahattık, zengindik ve Urla bizimdi…” demeye getirmişlerdi.

Kitapta Yunanlıların Osmanlı Devleti ve Türkler tarafından kabul gördükleri, benimsendikleri, zengin olmalarına izin verildiği hatta teşvik edildikleri, Osmanlı’nın hükümran olduğu bu topraklarda Yunan Kralı için doğum günü kutlamaları yaptıkları ve Türklerin bu şımarıklığın küstahlığa dönüşmesine sessiz kalmaları ve ahmaklık hali içeren bu büyük hoşgörünün ne derece istismar edildiği de, anlatılmaktadır.

Ya Osmanlı İmparatorluğu vatandaşlığına kabul edilmiş gençlerin Urla’dan kaçarak Yunan Ordusunda savaşmalarına, Yunan ordusunun İzmir’i işgalinde gösterdikleri coşkuya ve Yunan askerlerinin Urla’ya gelişinde gösterdikleri sevgiye ne diyelim?

Yunanistan’dan ve Ege’deki adalardan gelip Urla’ya yerleşen Rumlar; Urla’yı sanki bir Yunan toprağı gibi algılamışlar ve Yunan ordusu İzmir’i işgale başlayınca önceden hazırlanmış bayraklar sandıklardan çıkarılmış ve binlercesi her yere asılmıştır.

Yunanlı Rumların bu hale gelebilmesi için en az yüzyıllık bir hazırlık dönemi geçirilmiştir. Bu süre zarfında Türklerle iyi geçinmişler ve Türk ağalarını topraklarını da satın almak suretiyle kendi işçileri haline getirebilmeyi başarmışlardır.

Türkler dört bir cephede savaşıp genç ve üretken nüfusunu yitirirken bu Yunanlı Rumlar; zora düşmüş Türklerin malını, bağını ve tarlalarını yok pahasına ellerine geçirmişlerdir. Askere gitmeyen çocuk ve yaşlı erkekler ile kadınlar çalışıp üretebildiklerini Rum tüccarlara satarak geçinebilirken, Türk toplumu yavaş yavaş eriyerek Yunanlılara çalışan bir azınlık haline düşmüş ve tevekkül içinde gününü gün etmeye başlamıştır. Bu arada Yunanlı Rum nüfusun sayısı 30.000 binin üzerine çıkarken Türklerin sayısı ise 7500’ün altına gerilemiştir.

Yazar Nıkos Miloris’in yazdıklarından anlıyoruz ki; Türklerin “Kurtuluş Mücadelesi” bile Urlalı Rumların “Yunanlılık” hevesine gölge düşürmemiştir.

Yunanistan’ın ve Ege adalarındaki sefaletten kaçıp, Urla’da ırgatlık yapanlar, İzmir’e gidip evlerde hizmetçilik yapan Rum kadınları zaman içinde ihya olmuşlar ve kendilerine vatandaşlık veren Osmanlı Devleti’nin yıkımı ve asli unsur olan Türklerin yok oluşu için ellerinden geleni yapmışlardır.

Şimdi gelelim günümüze!

100 yıl önce Urla’da ve tüm Osmanlı’da yaşananların günümüz Türkiye’sinde yaşanmadığını söyleyebilir misiniz?

Ülkemiz dört bir yandan göç almakta, vatandaşlık imkanları kolaylaştırılmakta ve ülkemizin demografik yapısı bozularak Türkler azınlık haline getirilmeye çalışılmaktadır. Topraklarımız satılmıştır ve satılmaya devam etmektedir. Toprak sahiplerinin kendi toprakları üzerinde asgari ücretle sürünmeye mahkum edildiği topraklara bir örnek de, Trakya’mızdır. Gidin oralara eski toprak sahiplerinin hikayelerini dinleyin ve ne hale düşürüldüklerini görün. Elbette bunlar yaratılan algılar ve bilerek çıkartılan ekonomik krizler nedeniyle kendi rızaları ile olmuştur. Gelenler ile memlekete düşman olan Gayrı Türkler gizli bir el tarafından teşvik edilerek zenginleştirilmekte adeta memleketin sahibi haline getirilmektedir. Dün Urlalı Türk uyumuş bugün ise Türkiye’deki bütün Türkler uyumaktadır.

Dün Urla’da bugün Türkiye’de, göç etmiş bütün yabancılar azınlık ve göç psikolojisi ile insan üstü bir çalışkanlık göstermekte, tüm becerilerini ortaya koymakta, dayanışmalarını en üst seviyeye taşımakta ve uluslararası ilişkiler bağını çok iyi kullanmaktadır.. Bu husus Türkler aleyhine büyük bir handikap oluşturmaktadır. Yani bu tür göçlere asla müsamaha ile yaklaşmamak lazımdır…

Urla İzmir’den üç gün sonra kurtarılmıştır. Sebebi ise bu Yunanlı Rumların Urla gibi zengin bir yeri bırakmak istemedikleri için gösterdikleri büyük direniştir. Yani bırakıp gitmek istememişlerdir. Anlayacağınız, insanlar kazandıklarını öyle kolay bırakmazlar. Şimdi gelip Türkiye’nin üzerine konan yabancı sermayenin, Suriyeli, Iraklı, Afganlı, Afrikalının kolay bırakıp gideceğini mi zannediyorsunuz?

Ben söyleyeceğimi söyledim… Bu bilgilerin bize ulaşmasını sağlayan Ahmet Besim Uyal’dan Allah razı olsun ve ondan rahmetini esirgemesin. Bu vesile ile Nıkos Miloris’in yazdıkları doğruyu görmemiz için sebep olsun!

Narin ve Narinler!

Günlerdir insanlar bir habere kilitlenmiş, dillerinde dua, endişeyle bekliyordu. Ve maalesef korkulan oldu. Küçük ve masum Narin’e kıymışlar.

İnsan ne kadar vahşileşebiliyor! Küçücük bir yavrunun kime ne zararı olabilir?

Başka hesaplar nasıl masum bir beden üzerinden görülebilir?

Ne kadar merhametsiz bir dünyada yaşıyoruz?

Hemen her gün ne narin güller soluyor!

İşledikleri haksızlıkların günah kirleri ile kalpleri kararmış zalimlerin hesaplarının kurbanı hep nazik ve narin bedenler oluyor!

Öte tarafta yaklaşık bir yıldır binlercesi toprağa düşen Narin’lere şahit oluyor dünya!

Duyarsız ve vicdansız dünya.

Yeryüzünün egemenleri kendilerinden başka kimseyi umursamıyor.

Belki başka yerlerde yüzlerce narin beden kirli ve azgın başka zalimlerin kurbanı oluyor.

Dünyaya ahlak lazım!

Dünyaya merhamet lazım!

Dünyaya adalet lazım!

*

Kim medeniyeti taşıyacak bugün dünyaya?

Hadi teknolojimiz, bilimimiz yeterli değil diyoruz, peki merhametli olmamıza kim engel olabilir?

Adil olmaktan kim alıkoyabilir?

Ahlaklı olamayaşımıza geçerli bahane bulabilir miyiz?

İslam’ın yaşandığı beldeler selam/barış beldeleri olmalı.

İman edenlerin yurdu güven yurdu olmalı.

Dünya İslam’a muhtaç!

Dünya İslam’ı yaşayan Müslümanlara muhtaç.

*

Maalesef, ilim, hikmet ve erdemin kaybolduğu, cehaletin ve şiddetin yaygınlaştığı, insan onur ve haysiyetinin yok sayıldığı günlerden geçiyoruz. Toplumsal hayatı etkisi altına alan bireysellik, bencillik, dünyevileşme ve yalnızlaşma gibi sorunlar, başta çocuklarımız ve gençlerimiz olmak üzere hepimizi tehdit etmektedir. Böylesi zamanlarda bize düşen; cehalet toplumunu asr-ı saadete dönüştüren Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s)’in rahmet yüklü mesajlarını kendimize örnek almak, onu çağımızın insanıyla buluşturmaktır. Şahsiyetimizi Allah Resûlü (s.a.s) gibi imanla inşa etmek, ibadetlerle yoğurmak, güzel ahlakla kemale erdirmektir. Yüce Rabbimizin “İman edip dünya ve ahiret için yararlı işler yapanlara müjdeler olsun! Onların varacağı yer ne güzel yerdir.”[3]  müjdesine nail olmak için; iyiliği yayıp kötülüğe engel olmak, doğrudan ve haktan yana tavır almaktır. Haramdan sakınmak, helale koşmak; her türlü kötülük ve günahtan korunmaktır. Merhameti kuşanmak, öfkemizi kontrol etmektir. Zalimin karşısında, mazlumun yanında durmak; zulme ve zalime asla rıza göstermemektir.

Mollalar Monşerleri Hep Yener!

Geçtiğimiz günlerde İzmir’in şirin bir ilçesinin köylerinden birine giderken ilginç bir diyaloğa şahit oldum. Köyün minibüsü, her saat başında kalkıyor. Ben de 15 dakika öncesinden yer kalmaz endişesi ile araca bindim.

Gittiğim köyde yaşayan kadınlarda minibüsün içinde seyahat etmek üzere hazır olup ve herkesin rahatlıkla duyabileceği bir şekilde yüksek sesle konuşuyorlardı.

İçlerinden bir kadın: “Molla’ya sorsaydınız” deyince, konuşulanları daha dikkatli takip etmeye başladım.

Kadınlar minibüs hareket edinceye kadar her konuda “Molla”ya danışılması ve öyle hareket edilmesi konusunda konuşup durdular.

Şaşkındım! Çünkü Ege Bölgesi ve İzmir havalisinde dini ve dünyevi konularda danışılabilecek insanın, ünvanının “Molla” olduğunu ilk defa duyuyordum.

Daha önce imam, müezzin, vaiz, müftü, hoca efendi, şeyh, diyanet gibi sözcükleri bu bölgede duymuştum ama “Molla” kelimesi ile ilk defa karşılaşıyordum.

Üzüldüm! Türk Milletine “Türkiye Cumhuriyeti; şeyhler, şıhlar, dervişler, müritler, meczuplar ülkesi olamaz, en doğru hakikat ve en gerçek tarikat uygarlık tarikatıdır. Uygarlığın buyurduğu ve istediğini yapmak insan olmak için yeterlidir.” diyen Atataürk’ün ülkesinde, dünyevi ve uhrevi konularda akıl danışılacak adam ismi bile meçhul bir “Molla” olmuştu. Vah ki ne vah!

Burada kendimi de monşer olarak kabul ettiğimi belirtmek isterim. Ancak benim monşerliğim bilinenin aksine halkla buluşmak için kendi kabuğunu kırmaya çalışan ve gerçekleri kabullenen bir monşerlik…

Fırsat buldukça belediye otobüsü, minibüs, tren, metro, tramvay, metrobüs, Marmaray gibi ulaşım araçlarını bütün gittiğim şehirlerde kullanmaya, çarşı pazar gezmeye, psikolojik ve sosyolojik gözlemler yapmaya çalışıyorum.

Bu kez de öyle oldu! Burada bahsettiğim köylü kadınlara illa da “Molla” dedirten mualesef devlettir. Devlet acziyet içindedir ve uzun yıllardır görevini yerine getirmekten uzaktır. Ortaya “Molla” diye tutturan insan tipinin çıkmasında; eğitim ve diyanet işleri başta olmak üzere birçok hususu eline yüzüne bulaştıran devlet suçludur.

İkinci suçlu ise fanusun içine tıkanıp kalmış ya da halk arasından fanusun içine atlayıp bir daha geldiği yere geri dönüp bakmamış olan monşer tipli Türk aydınıdır.

Ahmet Cevdet Paşa, ilim adamı yetiştiren medreselerin, cehalet ve taassup ocaklarına dönüşmesini Osmanlı – Türk Devleti’nin çöküşünün başlıca nedeni olarak göstermiştir.

Günümüzde üniversitelerin ve ilahiyat fakültelerinin aynı duruma düştüğünü üzülerek izliyorum. Buralardan adam (!) çıkmayınca halkın önüne de böylece “Molla”lar çıkmış oluyor…

Kanaatimce Türk Milletinin topla tüfekle yıkılması mümkün değildir. Ancak 21. yüzyılda bu kadar akıl ve düşünce geriliğinde olmakta çok korkutucudur. Aynı zamanda bu bize, toplumsal psikolojimizin gerileme dönemine girdiğinide göstermektedir.

Bu Atatürk’ün “Geri cephede sessizlik” diye işaret ettiği durumun ortaya çıkışına sebebiyet vermektedir.

Akıl ve düşüncesi “Molla”lar tarafından ele geçirilmiş ya da kontrol altına alınmış bir milletin istikbali hakkında doğru kararlar vermesi de beklenemez. Onca hadise karşısındaki suskunluk bundan dolayıdır.

Bu sebeple Türk Aydını “Monşerlik Fanusu”nu kıramadığı sürece “Molla” hep kazanacaktır. Kabahati başka yerde aramadan, kendimize öz eleştiri için bir ayna tutmayı başarabilsek, ne iyi olacak!

“Diyanet, tarikat, şeyhler, ezan, başörtüsü, imam hatip falan diye bu konuyla ilgili tartışmalar sürerken bendeniz tam 10 yıl önce bunları yazmışım! Hatırlatayım dedim…”

Sevgisiz Çocuklar

“Bana sevgi vermeyip, sadece bilgi vereni çabuk unuttum. Bilgi yerine sevgi sunanları zor unuttum; hem sevgi hem de bilgi verenleri hiç unutamadım.” Çağlı

Nasıl tüm ağaçların güneşe, suya veya çevreden edinecek­leri besinlere gereksinimleri varsa, tüm çocuklar da kendi çevre­lerinden edinecekleri güvenliğe, sevgiye ve statüye gereksinim duyarlar.

Sevgi çocuğu üretmeye, üretmek ise bilgilenmeye iter. Wilhelm Reich; “Sevgi, çalışma ve bilgi, yaşamamızın kaynak­larındandır, dolayısıyla, yaşamı onların yönetmesi gerekir.”Derken sevginin olmadığı yerde güçlü bir üretkenliğin ve üret­kenliğin olmadığı yerde de bilgilenme isteğinin zor oluşacağını anlatmaktadır.

Sevgi konusunda Erich Fromm diyor ki: “Sevgi, sevgi üre­ten bir güçtür. Güçsüzlük sevgi üretememektir.” Evet! Sevgi güçsüzlüğün panzehridir. Güçsüzler sevmekten korktukları için güçsüzdür. Sevmekten korkanlar paylaşma güdüsü zayıf olanlardır.

Sevilme ihtiyacının yaşam boyu devam eder. Sevgi, açlık ve susuzluk gibi sürekli doyurulmak isteyen bir duygudur. Yaşamda sevgi boşluğunu dolduracak, onun yerine geçebilecek başka bir şey gösterilemez.

Sevmeyen, “kin, nefret, acı, korku ve doyumsuzluk” içinde bulunan kişi hastadır. Pek çok psikolojik ve bedensel rahatsız­lıkların temelinde sevgisizliğin yattığı söylenebilir.

Sevmeyen, sevilmeyen, başkaları ve toplum tarafından benimsenmeyen kişi, tüm silahlardan daha tehlikelidir. Çünkü her türlü tutarsız davra­nışın kaynaklarından biri de sevgisizliktir.

Böyle biri, yalnızlığa ve tutarsızlığa itilmiştir. Sadece biyolojik ve güven gereksinimleri giderilen çocuğun, sevgi ve benimsenme ih­tiyacı karşılanmayınca, nelerin olabileceğini, ilerlemiş toplumlarda; “uyuşturucu, madde alışkanlığı, saldırganlık, cana kıyma, hippilik, ilkel dinlere dönüş, soygun, savaş, çatışma vb.” gibi olgu ve olaylarda gözlenebilir.

Psikolojide, kişilik gelişimini engellediği için, aşırı koruma­cı sevgiye “hastalıklı sevgi” denilmektedir. İlk altı ay içinde şu veya bu sebeple anneden ayrılan çocuklarda hem fiziksel hem de ruhsal bozukluklar ortaya çıkmakta; annenin yerini tutacak biri­si bulunmadığı takdirde ölüm riski artmaktadır.

Ormanlarda dev ağaçların di­binde bodur kalmış, bir türlü boy atamamış, serpilememiş küçük ağaçlar vardır. Hastalıklı sevgi ile büyütülmüş çocuklar da böyledir. Bunlara “gölge tipler” denilmektedir.

Bu çocuklar annelerinin gölgesinde yaşar­lar. Şımarıkları da, içe kapanık olanları da aynıdır. Kendi ayakları üzerinde durmayı öğrenememişlerdir. Özgüvenleri yoktur, kendi başlarına bir iş beceremez, karşılaştıkları problemleri anne baba­nın yardımı olmadan çözemezler. Yanlış yapmaktan korktukları için sorumluluk almak istemezler.

Bazı ailelerde ana-babalar çocuğa sevgi göstermedikle­ri halde, onun kendilerini sevmeye ve bu sevgiyi gösterme­ye mecbur olduğunu sanırlar. Bu hüsrana uğramış sevgisizlikten çocuklarda saldırganlık ortaya çıkar.

Kendisine değer verilmeyen çocuk, zamanla kendisine değer vermemeye başlar. Herhangi bir şeyi yapmak için çaba göstermez. Hatta yaşamak için bile çaba göstermez. Sürekli olarak itilen ve dışlanan çocuk, ken­disine yaşama hakkının verilmediği kanısına varır.

Kendisine kimsenin ilgi göstermemesi, onun dış dünyaya olan ilgisizliğini artırır. Bu da anti-sosyal davranışın “suç işle­menin” sebebi olabilir. Böyle bir durumda, anne ve babanın, Bu çocukla uğraşmaya değmez!”diyerek olaya olumsuz yaklaşma­ları, yapılan yanlışlık ve kötülüğü daha da artırır.           

Günümüz çekirdek ailelerinde, anne ve babanın dışarıda ça­lışmasıyla çocuk yalnızlaşarak anne baba sevgisinden yoksun kalmaktadır.

Çağdaş kentlerin ortaya çıkardığı; “baskılar, gerginlikler, bu­nalımlar ve sorunlar” ana baba sevgisine duyulan isteği daha da arttırmaktadır. Ayrıca boşanma oranının artışı ile çocuğun anne ve baba sevgisinden yoksunluğu da bir sorun doğurmaktadır. Boşanma ile çocuğun anne ya da babası ile ilişkileri değişmekte­dir.

Özerk bir varlık olarak haklarına saygı gösterilmeyen “red­dedilen ya da sömürülen” çocuk “sevgisiz” kalır. Sevgisiz kalan çocuk bu duruma öfke duyar. İçin için sürdürdüğü ve çoğu kez varlığından haberdar ola­madığı bu kızgınlık, bilinçli düzeyde “değersizlik duygusu”ve “insanlardan korkma”biçimine döner.

 “Ne bileyim çocuğun ne zaman, ne kadar sevgiye ih­tiyacı olduğunu! …” söyleyen anne babalar bilmeli ki; dünyada açlıktan ölenlerin unutulması gibi, sevgisizlikten ruhları ölenler de, ta ki kendile­rinden bir zarar gelene kadar unutulurlar. O zaman da vakit çoktan geçmiş olur. Çünkü sevgi teneffüs et­tiğimiz hava, oksijen gibidir. Ona her an herkesin ihtiyacı vardır.

Temelin­de sevgi olan hiçbir eğitim başarısızlığa uğramaz. Bu gün artık şiddet, haksız rekabet, kin ve nefret içerikli yayınların artması gibi pek çok sorunla örülü dünyamızda çocuklarımıza verebi­leceğimiz eğitimin ilk adımı, onlara bir sevgi gözlüğü armağan etmektir. Bu ise, ilk önce kendi sevgi gözlüklerimizi takmakla mümkün olacaktır. Yani sevmeyi öğrenmekle.

Kişiler arası ilişkiyi, barışı, güveni, fedakârlığı hoşgörüyü, başarıyı oluşturan önemli özelliklerden biri sevgidir. Sevginin olduğu alanlarda yenilikler, güzellikler ve başarılar gelir. Ümi­dimizi, yaşama sevincimizi, güçlülüğümüzü sevgilerden elde ederiz. Duyguların en yücesi, bahçemizin en güzeli, en anlamlısı sevgidir.

Dünyamızın hızla döndüğü ve kabuk değiştirdiği günümüz­de değişmeyen, kalıcı değerlerimizden biri sevgidir. Bizim yaşa­yabilmemiz için sevgiyi tüm olumsuzluklara rağmen yaşatmamız gerekir.

Niçin ve nasılları bir kenara bırakarak, insanları, ağaçla­rı, hayvanları, toprağı, suyu kısaca tüm canlıları tadında sevmeli, sevgi dolu kalplerle yaşamayı bilmeliyiz.

Çocuklarımızı seversek onlarda bizi sever. Sevilen çocuk sevmeyi öğrenmiş olur. Verdiğimiz sevgi çoğalır ve tekrar bize döner. Bu bakımdan en karlı yatırım, sevgiye yapılandır.

Sakin, huzurlu ve sevgi dolu bir yuvada büyüyen çocuklar ileride kendi kuracakları yuvada da huzurlu olacaklardır. Huzur­suz yuvalar ise çocukların hırçın veya tamamen içe dönük bir tip geliştirmesine sebep olur.

Görülüyor ki çocuğun mutlu olarak gençlik dönemine gire­bilmesi, sevecen biri olarak hayata atılabilmesi için çevresinden ve özellikle anne ve babasından yeterince sevgi ve ilgi görmüş olması gerekir. Aksi takdirde çocuk suç işleme potansiyeli olan bir genç veya topluma faydası dokunmayan içe kapanık biri ola­caktır.

Bireysel mutsuzluğumuzdan eğitim-öğretimdeki aksaklıkla­ra, toplumsal kargaşadan dünyada yaşanmakta olan ekonomik krizlere kadar bütün insanlık sorunlarının kaynağında sevgisizlik bulunmaktadır.

Başarılı ve mutlu olmak istiyorsak, dünya barışını korumak ve insanların, insan gibi yaşamasını istiyorsak sevgiyi, her eylemimizin temeline almak ve bunu doya doya yaşamak zorundayız.

Çocuklarımıza çok değerli birer hazineymiş gibi bakalım, onları ve kendimizi onurlandıralım.

Sevgiyle kalın…

Bakıştan Görüşe Geçiş

     Ey dünya lezzet ve saadetini gaflette ve inançsızlıkta bulan ve bu vehimle yaşamak isteyen insan!

     Bir an için kendini, iki yüksek dağ üstünde kurulmuş bir köprü üzerinde san ve gör ki: Köprünün altında, son derece derin bir vâdi var. Dünya, içindekilerle beraber karanlığa gömülmüş!

     Sağ tarafın olan geçmiş zamana bakınca, müthiş yokluk karanlıklarından başka bir şey görünmüyor!

     Sonra dönüp geleceğin olan soluna bakınca, dehşet içinde kalıyor; tehdit edici karanlıklardan başka bir şey görmüyorsun!

     Sonra alt tarafa göz atıyorsun; aşağıların en aşağısına doğru bir uçurum yer alıyor!

     Sonra yukarı tarafa bakınca sadece gam, yetimlik, ümitsizlik ve sefalet yağdıran dilsiz, sağır bulutlarla karşılaşıyorsun!

     Sonra önüne nazar edince, karanlıklar arasından parçalamak için diş gıcırdatan ifrit, akrep ve aslanlar görüyorsun!

     Sonra geriye bakınca, farkına varıyorsun ki, ne bir medet var, ne de bir yardıma gelen!

x

     Böyle bir ortamda, dehşet, ümitsiz ve pişmanlıklar içindeyken; birden Rabbinden gelen bir hidayet / yol gösterişle uyandırılıyorsun!

     Ve görüyorsun ki, mahlûkata İslâm kameri / ayı ve İslâm güneşi doğmuş.

     Hayat köprüsü Subhanî  / İlâhî nimetlerin bahçeleri arasından geçip, Rahman’ın rahmet cennetinde son bulan bir yol olmuş.

     Sağ tarafın olan mazi, aslında altlarından zamanın nehirleri akarken, kendileri beka âleminde ebediyete mazhar olan sâlih zâtlarla çiçek açmış. Nebî ve Velî meyveleriyle nurlanmış bostanlar imiş.

    Sol tarafın ise, Hannan-ı Mennan / ihsan ve merhameti çok olan Allah’ın rahmetiyle emel ve temennîlerin çiçek açtığı Firdevs cennetleriymiş.

     Evet, aslında ey insan! Üzerindeki rahmet bulutları; üstüne ab-ı hayat boşaltıyor. O bulutların arasından; hidayet ve ebedî saadet nurları ile güneş; insana tebessüm edip gülümsüyor.

     Önündeki mevcûdat ise, daha önce dalâlet zulmetinin ürkütücü vahşiler olarak tasvir ettikleri kardeşlerin, dostların ve mûnis ehli hayvanlar olup, insana şu âyeti okuyorlar:

     “Allah, inananların / iman edenlerin (dostu, koruyucusu ve yardımcısı olmakla onların) velisidir. Onları (yapmış oldukları tercihlerin sonucu olarak, her türlü zihnî, kalbî, içtimaî, siyasî)  karanlıklardan / zulümattan aydınlığa / nûra çıkarır. İnkâr edenlere / kâfirlere gelince, onların velîsi de (insanları Allah’a karşı isyana sevkeden her şeyin; ortak adı olan) tâğûttur, onları aydınlıktan / nurdan alıp karanlığa / zulümata götürür. İşte bunlar (yapmış oldukları tercihlerin sonucu olarak) cehennemliklerdir. Onlar (küfrü / inaçsızlığı imana karşı tercih ettikleri için) orada devamlı kalırlar.” (Bakara: 257 -Veli Tahir Erdoğan-)

x

     Çünkü, insan istidat ve yeteneğinin çok yönlü oluşu bize haber verir ki, beşer / insan yaratılış ağacının bir meyvesidir. Meyve gibi en mükemmel ve en uzakta olmakla beraber, onun şeffaf yüzü karanlığa ve dünyanın bâtını / içyüzü olan yokluk fezasına yöneliktir.

     Ancak insanın çok yönlü kabiliyetindeki ibadet edişi bize haber verir ki, “İnsan baş aşağı olsun, fânilik / geçicilik içinde dâimî kalsın!” diye yaratılmamıştır. Aksine ondaki ibadet kabiliyeti; onun şeffaf yüzünü zulmetten nura, yokluk fezasından vücuda, münteha / sondan mebdee / başlangıca, faniden bakiye ve halktan Hakka çevirmek içindir.

     Sanki ibadet; hilkat / yaratılış dairesindeki münteha /son ile mebde / başlangıç arasında bir ittisal / bitişme halkasıdır.

     İşte fıtrat bu lisan ile, tanınmak için mahlûkatı, ibadet etmeleri için de cin ve insi yaratan zâtın vücub-u vücuduna / varlığının elzem oluşuna şehadet eder.

Bile Bile Lades

Son iki yılda herkes bütün sabit gelirlilerin alım gücünün düştüğünden, gıda, konut ve eğitim gibi en temel ihtiyaçlara erişimin güçleştiğinden yakınıyor. Bunu artık iktidar kanadı da itiraf ediyor.

Mesela Ekonomiden sorumlu bakan Mehmet Şimşek bile “sıkıntıların farkındayız, vatandaşlarımız şikâyette haklı. Bir geçim sıkıntımız var” dedi.

AKP Genel Başkan Yardımcısı Mustafa Şen de yakınmaları haklı bulanlardan: “Diyorlar ki ‘Fiyatlar şöyle.’ Doğru söylüyor. Dediği doğru mu? Doğru. Ya da emekli maaşları. Vatandaş doğru söylüyor. Evet, artırdık. Kat olarak 20 sene öncesine göre oranlarsanız yüksek ama bugünkü fiyatların aşağısında, düşük kalıyor. Vatandaş da bunu söylüyor. Doğru söylüyor.”

Fakat rakamlara bakarsanız AKP hükümeti ve yöneticilerinin böyle ezik ifadelerle “vatandaş geçim sıkıntısı şikâyetinde haklı” dememesi gerekir.

İbrahim Kahveci yazdı. Son iki yılda ücretler, yapılan zamlarla, TÜİK’in açıkladığı gıda, kira ve eğitim fiyatları artışlarından daha fazla artmış. Hem asgari ücret ve hem de ortalama ücret artışları bu en temel harcama kalemlerinin fiyat artışlarından daha fazla olmuş.

Bu durumda vatandaş son iki yılda daha rahat geçiniyor olmalı değil mi? Böyle olsa iktidar kanadı her seviyeden “halkımızı enflasyona ezdirmedik, refahını artırdık” diye caka satmaz mıydı?

Bu çelişkili görünen durumun sebebini herkes biliyor. Devletin en güvenilir kurumu olması gereken TÜİK’in verileri doğru değil. Bağımsız ekonomistlerden oluşan ENAG’ın enflasyon rakamlarını dikkate alırsanız yoksullaşmanın sebebi ve boyutu çok açık çıkıyor.

“Biz devletin kurumuna güvenmek zorundayız.”

Ama işte mızrak çuvala sığmıyor. Derin bir yoksullaşma süreci yaşanıyor. İktidar kanadı bile bunu inkar edemiyor. Buna rağmen TÜİK rakamlarıyla ülke ekonomisini yönetmeye çalışıyorlar.

****

İbrahim Kahveci başka bir tespit daha yapmış: “Türkiye kesintisiz 14 yıldır büyüyor ama yoksul sayısı azalmadığı gibi tersine artmaya devam ediyor. Hatta son 3 yılda çok hızlı büyümeye rağmen yoksul sayısı 2021’de 17 milyon 636 bin kişiden 2023 yılında 18 milyon 219 bin kişiye yükseldi. Türkiye’de büyüme yoksulluğu azaltmadığı gibi tersine artırmaya devam ediyor.

Bir başka sebep, gelir dağılımında bozulma. “Erdoğan Cumhurbaşkanı olduğunda en zengin yüzde 5’in gelirden aldığı pay yüzde 19,56 düzeyindeydi. Şimdi bu pay yüzde 24,74’e çıktı.” Yani zengin daha zengin, fakir daha fakir hale geldiği için ortalama gelir biraz yükselse bile fakire bir faydası olmuyor.

Bunu devleti yönetenler elbette biliyor. Ama Mehmet Şimşek’in aldığı istikrar kararları hep fakirden tahsil etmek üzere. Çok zenginlerden vergi almak, devletin israfını bitirmek adına yapılan bir şey yok.

Yazının başlığı olan “Bile bile lades” bir olayın sonucunun kötü biteceğini bilerek bu olayı devam ettirmek anlamında kullanılır. Ben de bu yüzden iktidarın yaptıklarına “bile bile lades” diyorum.

**********************************

Siyasette Bile Bile Ladesler

Cumhur İttifakının yani iktidarın en küçük ortağı Hüdapar Genel Başkanı Zekeriya Yapıcıoğlu’nın Anayasa’nın dördüncü maddesinin kaldırılması talebi tartışma yarattı.

Hüdapar’ın bu talebine CHP ve İYİ Parti Genel Başkanları sert cevaplar verdiler. Fakat CB Erdoğan sadece “Anayasa’nın ilk dört maddesi ile ilgili tartışma yok” dedi. Küçük ortağına sitem bile etmedi. MHP’den Genel Başkan Yardımcısı “MHP, yıllardan beri Anayasa’nın malum 4 maddesi konusundaki titizliğini bütün kararlılığıyla göstermiştir. Bu konuda asla taviz de hesap da vermeyiz” dedi. Fakat O da Hüdapar Genel Başkanına bir laf etmedi.

Çünkü Hüdapar, domuz bağları, işkenceler, mezar evler, Gaffar Okkan suikastı gibi olayların faili “Hizbullah terör örgütünün” siyasi uzantısı olarak biliniyor. Önce “Mustazaflar Derneği” adıyla örgütlenmişlerdi. Bu dernek “Hizbullah terör örgütünün amacı doğrultusunda faaliyetlerde bulunduğu” gerekçesiyle kapatıldı. Bunun üzerine 2012’de partileşme kararı alındı ve Hür Dava Partisi yani HÜDA PAR kuruldu.”

Bu partinin programında “Anayasanın değiştirilemez nitelikte hiçbir maddesi olmamalıdır” yazılıdır. Yani Anayasanın sadece 4. Maddesinin değil değiştirilemez ilk 4 maddenin tamamına karşı olduğu İttifak ortaklarınca bilinmektedir.

Buna rağmen Erdoğan, Bahçeli, Destici ve (AKP listesinden milletvekili seçtirilen) Hüdapar başkanının el ele sahneye çıkması, “bile bile lades”tir.

Hüdapar Genel Başkanı Zekeriya Yapıcıoğlu “Hizbullah ve PKK’ye terör örgütü demiyorum” diyen biridir. Malazgirt Zaferinin yıldönümü törenlerinde Türk Silahlı Kuvvetlerinin üst komuta kademesinin bu zatla birlikte poz vermesi de “bile bile lades”tir.

**********************************

Özel’e Ve Bahçeli’ye Atatürklü, Erdoğan’a  Atatürksüz FB Forması

Fenerbahçe Spor Kulübü Başkanı Ali Koç, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ve CHP Genel Başkanı Özgür Özel’e, üzerinde Atatürk silueti olan Fenerbahçe forması hediye etmiş.

Fakat daha sonra ziyaret ettiği Recep Tayyip Erdoğan’a aynı formanın Atatürk silüeti olmayanından hediye etmiş. Sosyal medyada tartışılan bu konudaki yorumlardan biri dikkatimi çekti: “Nabza göre şerbet dedikleri bu olsa gerek.”

Erdoğan’a hediye edilirken Atatürk silüeti olmayan formanın tercih edilmesi ve vatandaşın “nabza göre şerbet” değerlendirmesi Erdoğan ile Atatürk arasında bir sorunun varlığının kabulü anlamına geliyor.

Bu kanaate varılmasında belki de Atatürk düşmanı Fesli Kadir’i ölmeden önce hastanede ziyareti etkili olmuştur. “Atatürk’ü sevenler cenazeme gelmesinler” vasiyetine rağmen bu “meczubun” cenaze namazına bir çok bakanının katılmış olması da…

Atatürk’ün makamında oturan bir kişinin Atatürk’le sorunlu olduğunun kabulü bana ağır geliyor.

Bilgisiz muhafazakâr kesimin Atatürk’e soğuk baktığı bir gerçekliktir. Fakat muhafazakâr kesimden gelen Turgut Özal bile Cumhurbaşkanı olduktan sonra Nutuk’u okuyunca Atatürk’ün dehasını anlamıştı. “Nutuk’u okuyunca anladım: Atatürk muhteşem bir beyinmiş. Değerlendirmeleri, kararları, öngörüleri, reformistliği gerçekten inanılmaz. Meğer ben Atatürk’ü hiç tanımıyormuşum, kendisine hayran oldum…” diye itiraf etmişti.

İnşallah Erdoğan da Nutuk’u okumuştur.

Atatürk Döneminde Türkiye – ABD İlişkileri (1923-1938) – (3)

                ABD kuruluşundan itibaren düzenini sömürü üzerine kurduğundan, bir taraftan Osmanlı devletine sudan sebeplerle baskı yapmaya çalışırken, diğer yandan da ekonomik inisiyatifi rakiplerine kaptırmak istemiyordu. Birinci Dünya savaşının hemen akabinde, Lewis Heck’i İstanbul’a komiser olarak atadı. Kısa bir süre sonra Heck’in yerine Amiral Mark Lambert Bristol atandı. Bristol 1927 yılına kadar Türkiye’de ABD’yi temsil edecekti.

                4 Kasım 1920’de Ankara Hükümetinin Samsun’a temsilci olarak atadığı İsmail Bey, Ankara’ya gönderdiği telgrafta, bölgesi dâhilinde ABD tarafından atandığını iddia eden bir Amerikan temsilcisinin bulunduğunu haber verdi. ABD, İstanbul Hükümetine her istediğini yaptırdığı için Ankara’ya da aynı taleplerde bulunurum ve kabul ettiririm havasındaydı. Fakat ABD burada yanılıyordu. Samsuna atadığı temsilcisini Ankara reddetti. Çünkü Amiral Bristol, Samsun’a temsilci atarken, Ankara’yı haberdar etme gereğini bile duymamıştı.

                Aynı ay içerisinde Amiral Bristol, Samsun’da yarı resmi statüde bir temsilci görevlendirmek için izin istedi. Ankara Hükümeti ise ABD temsilcisine karşılık Washington ile resmi ilişki kurmak istediğini dile getirdi. Fakat Amerika, Ankara ile diplomatik ilişki kurmak istemiyordu.

                Milli mücadele yılları boyunca Türkiye ile resmi ilişkiler kurmaktan kaçınan ABD, 20 Kasım 1922’de toplanan Lozan Konferansı’na gözlemci olarak gönderdiği heyetten yalnızca iki nokta üzerinde durmalarını istedi. Bunlardan birincisi, Kapitülasyonların muhafazası ve bu arada dini eğitim kurumlarına çalışma hürriyeti tanınması. İkinci talep ise barış zamanında bütün devletlerin savaş ve ticaret gemilerine Boğazlardan geçiş serbestliği tanınması idi. Lozan’da ABD görüşüne yakın bir anlaşmaya varılmakla birlikte, Kapitülasyonlar konusunda Türk görüşü başarı kazandı ve Osmanlı döneminde yabancılara tanınan bütün imtiyazlar artık tarihe karıştı.

Türk – Amerikan Lozan Anlaşması:

Türkiye ve ABD 6 Ağustos 1923’te, aralarında yeniden diplomatik münasebet sağlamak maksadıyla Türk – Amerikan Lozan anlaşmasını imzaladılar.

                Başlangıçta ABD, Türkiye ile bir anlaşma yapmak konusunda oldukça isteksizdi. Türkiye ise tam aksine ABD ile yapılacak bir anlaşmaya büyük önem atfediyordu. Ancak daha sonraki görüşmelerde de anlaşılacağı gibi, zamanla değişen siyasi konjonktür Türkiye’yi rahatlatırken, ABD’nin durumunu zayıflattı.

                Milli Mücadele döneminden sonra Türkiye ile ABD arasında bir anlaşma imzalamak üzere yapılan ilk girişim, 15 Kasım 1922’de Roma’da, Ankara Hükümetinin İtalya Büyükelçisi Celalettin Arif Bey’in, ABD’nin İtalya Büyükelçisi Richard Washburn Child ile yaptığı görüşmedir.

                İsmet Paşa, Lozan Konferansının 2. Safhasında Child’in halefi Joseph Rew’e önce 22 Nisan sonra 5 Mayıs 1923 tarihlerinde bir dostluk ve ticaret anlaşması yapma talebinde bulundu. Bu teklif üzerine ABD Dışişleri Bakanlığı Grew’e: “ Resmi müzakerelerin üzerinde temellenebileceği bir zeminin bulunup bulunmadığını anlamak üzere gayrı resmi müzakerelere” başlama yetkisini verdi.16 Mayıs 1923’te uzmanlar arasında yapılan toplantıyla, müzakereler gayrı resmi olarak yapılmaya başlanmış oldu.

                İsmet Paşa, Müttefiklerle imzalanacak anlaşmanın son halinin belli olmasından sonra, (21 Temmuz) Amerikalılara karşı büyük bir psikolojik üstünlük yakalamış olmanın rahatlığıyla Grew’e adeta ültimatom taşıyan şu sözlerle: “Türkiye tam bir samimiyetle ABD ile politik ve ekonomik ilişkiler kurmayı istemektedir. Ancak, Türkiye verebileceklerinin tamamını ortaya koyduğundan artık bundan sonra müzakerelerde hiçbir konuda geri adım atmayacaktır. Bunlar bizim Türk tarafı olarak en son sözlerimizdir.”

                Bu sözlerden bir gün sonra aynı tavırla yine İnönü: “Türk – Müttefik Lozan Anlaşması’nın maddeleri, Türkiye’nin geleceğini inşa edeceği prensiplere uygun olarak belirlenmiştir. Eğer ABD bu prensipleri şeklen ya da ruhen sınırlamaya kalkarsa, yeni Türkiye’nin geleceğini üzerine inşa edeceği yapıyı ve ruhu da incitmiş olacaktır.

                İnönü’nün bu sözlerinden sonra ABD temsilcisi artık pabucun pahalı olduğunu anlayacaktır. Grew, İsmet Paşa’nın yüksek perdeden söylediği bu sözlere karşılık, gayet masum ve mazlum bir tavırla: “ABD’nin Türkiye ile anlaşabilmek adına elinden geleni yaptığını, fedakârlıkların sadece ABD’den istenmemesi gerektiğini, kendilerinin dünya devletlerinin birbirleriyle imzaladıkları en modern anlaşmalara dayalı olarak bir anlaşma taslağı hazırladıklarını, Türk beklentilerini karşılamak adına bu taslağı neredeyse tamamen değiştirdiklerini” beyan ettiyse de, İsmet Paşa’yı yumuşatamadı.

Atatürk Dönemi Türkiye – ABD İlişkileri (1923-1938): Alıntı

Devam Edecek

Âkif ve İnsan  (5)

     Dururken böyle bî-payan terakkî-zâr karşında;

     Nasıl dersin ya “Pek mahdûd bir cirmim” tutarsın da.

     (Böyle sonsuz bir ilerleme ve yükselme alanı karşında dururken;

     Nasıl dersin “Cirmim pek sınırlı! / Varlığım pek değersiz, kıymetsiz!”

     Oysa ey insan sen! Yaratılmışların en mükemmeli ve en hârikasısın. Üstelik yaratılanların en

     Güzeli olup, istidat ve kabiliyetçe en gelişkin bir mahiyet içermektesin. Öyle ki, hilkat ve

     Yaratılış ağacının şuurlu bir meyvasısın. Senin her şeye ilgi duyan bir merak, bilinç ve şuurun

     Var. Kaldı ki, senin meşgul olduğun alan, sınırlandırılamıyacak kadar geniştir.)

x

     Meleklerden büyük, hem çok büyük tebcîle mazharsın;

     Tekâlîfin emanet-gâhısın bir başka cevhersin!

     (Meleklerden büyük, hem çok büyük övgülere lâyıksın.

     Allah’ın emir ve yasaklarının emanet edildiği bambaşka bir cevhersin sen.)

x

     Hayâtın eksik olmazken, ağır bin bârı arkandan;

     Ölümler, korkular savlet ederken hepsi bir yandan;

     Şedâid iktihâm etmekte müdhiş bir mekânetle,

     Yolundan kalmayıp dâim gidersin…Hem ne sür’atle!

     (Hayatın ağır bin yükü sırtından eksik olmazken,

     Bir yandan da, ölümler, korkular saldırırken;

     Şiddet ve sıkıntılar hücum etmekte. Hem de dehşetli bir hâl almışken, onlara karşı tahammül

     Eder dayanırsın.

     Yine de yolundan geri kalmaz, daima yol alırsın. Hem de büyük bir sür’at ve hızla.)

x

     Senin bir nüsha-i kübrâ-yı hilkat olduğun elbet,

     Tecellî etti artık; dur, düşün öyleyse bir hükmet:

     (Ey insan! Senin yaratılışın en büyük bir nüshası olduğun şüphesiz;

     Tecellî etti / artık göründü. Öyleyse dur, düşün ve sonra hükmet ve bir karar ver.)

x

     Nasıl olmak gerektir şimdi ef’âlin ki, hem-pâyen

     Behâim olmasın, kadrin melâikten muazzezken?

     (Kadrin, değer ve kıymetin meleklerden üstün ve değerli iken;

     Nasıl olur da, fiil ve hareketlerin hayvanlara denk olur?

     Çünkü: “İnsan -bu kadar câhillikleri ve zulümleriyle beraber- câmi (çok yönlü) bir istidat

     (kabiliyet) sahibidir. Sanki bütün âlemin bir nümunesi (örneği)dir. Ona kendisiyle ‘Kenz-i Mahfi

     (Gizli hazine)’yi bileceği ve açabileceği bir emanet tevdi edilmiş (verilmiş)tir. Kuva’ları (his ve

     Kuvvetleri) tahdit edilmemiş (sınırlanmamış), mutlak (serbest) bırakılarak salıverilmiştir. Ta ki

     Sultan-ı Ezel’in ulûhiyetinin (Ezel Sultanı olan Allah’ın İlâhlık) azametinin dairelerinde kemal

     Derecesinde olan haşmet-i celâlin (büyüklüğünün haşmet) şaşaasına bir nevi (bir çeşit) küllî

     (kapsamlı bir) şuuru olsun.” -Prof. Dr. Şadi Eren-)    

Ben Sandalyemi Seviyorum

Gün ortası. Hava sıcak. İnsanlar sahilde, tenlerini yalayan meltemin temasıyla mutlu. Karadeniz’in hafif dalgası ve mülayim uğultusu, kumsalda yatanların ninnisi olmuş. Bizimkiler şemsiyenin altında toplanmış, sohbet ediyorlar.

Sandalyemi aldım, yanlarına geldim. Amacım, konuşulanlara kulak misafiri olup gerektiğinde sohbete dâhil olmak. Kayınbiraderimin karşılama sözü, “Sandalyen bir hayli eskimiş, artık onu atma ve değiştirme vakti gelmiş.” oldu.

“Atmak ve değiştirmek”, bu iki kelime rahatsız etti beni. Neyi niçin atıyor ve değiştiriyorsun, dedim. Eşya veya canlı ne olursa olsun, bir şeyi atmak ve değiştirmek bu kadar kolay olmamalı…

Sandalyem hakikaten eskiydi. Demirleri paslanmış, oturma yerindeki ve kolluktaki kumaşlar yırtılmıştı. Ben pasları zımpara ile gidermiş, metal kısımlarına boya sürmüş, oturduğum yeri kalın iplerle güçlendirmiştim. Sandalyeyi bu vaziyette iki yıldır kullanıyordum. Ömrü uzamıştı.

“Beni terk etmeyeni terk etmem.” dedim.  “Eşyaya hizmet edersen o da sana hizmet eder.” sözünü ilk kez, kırk sene önce, yeni aldığı arabasını temizlerken gördüğü bacanağıma söylediğinde kayınpederimden duymuştum. Rahmetli annemin, “İşi biten eşyanızı atmayın, bir kenara koyun, bir gün lazım olur, ver paşam yerine ver köşem der, alır kullanırsın.” tavsiyesini hiç unutmamış, sözün gereğini hep yapmışımdır.

Eşyanın bir ruhu vardır, anlamak lazım; mazisi vardır, okumak lazım; üzerinde emek vardır, hakkı olanlara saygı duymak lazım; yaşanmışlığı vardır, idrak edebilmek lazım; maliyeti vardır, kıymet bilmek lazım. Hiçbir eşya, sadece bir şey değildir, çok şeydir. Eşyanın dili yoktur, lakin o, gözü, kulağı, aklı olanlara çok şey anlatır.

İsraf, haramdır inancımızda. Zamanımızı, bedenimizi, sermayemizi, eşyamızı, gıdamızı israf etmek haram kapsamındadır. Emanettir bunlar bize. Bu emanetlerden ihtiyacımız olan kadarından faydalanmak helal; fazlası, başkasının hakkıdır, bize haramdır.

Önüme konan yemeği en küçük parçasına, verilen ekmeği son lokmasına kadar yer, bardaktaki çayı veya suyu son yudumuna kadar içerim. Tabak veya bardak gülücükler saçar bana. Yemeği sıyırmak ayıp sayılırmış, görgüsüzlükmüş, köylülükmüş; hiç aldırmam böyle saçma anlayışlara. Bereketin, son lokmada ya da yudumda olduğuna inanmışımdır, inandırılmışımdır. Tabağında yemek artığı bırakanları hiç anlayamam, onların, yemeğin ya da ekmeğin sofraya gelinceye kadarki süreçte emeği olanlara saygısızlık yaptıklarını, nimeti değersizleştirdiklerini düşünür, bunu çevreme telkin ederim. Hakkını vermediğimiz her eşyada, ihtiyacımız olmadığı halde aldığımız her üründe, çöpe attığımız her nimette ona ulaşamayanların hakkı olduğunu bilirim, herkesin bu bilinçle hayatını kurmasını ve sorgulamasını isterim. Gazze’de bir parça kuru ekmek, bir kaşık çorba için sırada bekleyenleri, Afrika’da bir bardak çamurlu suyu içerek mutlu olanları hatırlatırım onlara.

Atılıp yok edilecek hiçbir eşya yoktur benim anlayışımda. Bir konumdaki işlevini tamamlayan bir eşya, maharetli bir ustanın elinde yeniden ete kemiğe bürünerek insanlığın hizmetine girebilir. Geri dönüşüme bırakılan, sokağa atılan her fazlalık, benim gözümde, yeni görevine başlamayı bekleyen eşya durumundadır. Çöp bidonunun kenarına bırakılan gardırop kapısını küçük bir tadilatla ve boya uygulamasıyla güzel bir boy aynasına dönüştürdüğümü söylememde sanırım bir beis yok. Komşumuz ve bacanağım Emin Bey, pergolasını yenilemeye karar vermiş, eski ahşap lambirilerini yakılmak üzere bahçeye bırakmış. Bu kadar değerin kül olmasına razı olamazdım. Aldım, bunları önce temizledim, zımparaladım, vernikledim; güzel bir banka dönüştürdüm. Artan lambirilerden de güzel bir sandık yaptım. Şimdi yeni kimlik kazanan lambiriler de mutlu, ben de onları kıymetlendirdiğim, bir eser ortaya çıkardığım için mutluyum. Yine, bir komşumun, hurdacıların alması amacıyla kapısının önüne bıraktığı metal salıncağı az bir malzeme ilavesi ve birkaç günlük uğraş sonucu şirin bir banka dönüştürdüğümü söyleyebilirim. Değişim ve dönüşüm, doğanın yasasıdır, her varlığın hakkıdır. Hangimiz, hayata başladığımız noktadayız? İsrafı önlemenin bir yolu da dönüştürmektir.

Yoksulluğun nedeni, israftır. İsraf, kalbi karartır, bereketi giderir; israf, kişiyi bencilleştirir, duyarsızlaştırır; israf, dayanışmayı azaltır; israf, kıskançlığı, düşmanlığı, güvensizliği artırır. İsraf, Allah’ın yarattıklarına, kulun hem kendisine hem ürettiklerine haksızlıktır. Müsrif, değerbilmez insandır. Müsrifler, toplumda, yük alanlar değil, yük olanlardır.

Vahşi kapitalizm, varlığını, adına “tüketim çılgınlığı” denen hastalıkla sürdürebilir. Türkiye’nin ünlü sunucusu bir zamanlar bir çorap reklamında “Atın, atın; eskimiş çoraplarınızı atın.” diye haykırırdı. Eskiden yırtıklar yamanır, sökükler dikilirdi. Yeni nesil, artık eşyadaki en ufak hasarda gözünü çöpe dikiyor. Halbuki atılan her eşya ile, hatıralarımızı kaybediyoruz, emeğimizi sömürenleri azmanlaştırıyoruz, çocuklarımızın ümitlerini karartıyor, geleceklerini, kendilerini efendi ancak insanlığı kendilerine hizmetçi olarak görenlere peşkeş çekiyoruz.

Ömrümüz, üçayaklı bir köprü. Ayaklardan her biri; hal, geçmiş ve gelecek. Dünyaya gelen her insan uzun veya kısa süre, bu duraklardan geçmek zorunda. Eşya, bizim yol arkadaşımız; yaşarken ihtiyaçlarımızı gideriyoruz onunla, sahip olma arzusuyla yarınlara taşıyor bizi, geçmişteki birlikteliğimiz dolayasıyla hatıralarımız oluyor. İnsanı hayata bağlayan da hayalleri, hatıraları ve yaşadığı an değil mi? Hatıralar, gıdamızdır yaşlılıkta; hayaller, enerjimizdir gençlikte; halihazırdaki an’ımız maziyle ati arasındaki bağımızdır. Bize geçmişimizi teneffüs ettiren, her ihtiyacımızda itirazsız yanımızda olan bir eşyamızı nasıl atabiliriz, ona nasıl vefasızlık yapabiliriz, ondan nasıl kolayca vazgeçebiliriz? Kadirşinaslık, yüksek bir insani değerdir.

İnsani değerlerin tersyüz edildiği, kolayca tüketildiği bir dünyada yaşıyoruz. Eşya da bundan üzerine düşen payı alıyor. Kapitalist ahlak, değersizleşmeyi körüklüyor. Sağımıza solumuza bakıp kendimize gelmek zorundayız. Dünyaya gelen çocuklarımız bir şekilde nasılsa büyüyor, aileler onları yetiştirme işini ihmal etmemeli.

Değerbilirlik, bir ahlak işidir. Bu da anlatmayla değil, yaşam tarzıyla öğretilir.