7.7 C
Kocaeli
Cuma, Kasım 14, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 94

Hz. ALİ’den Hikmetli Sözler

     “Üstün bir zekâya, güçlü bir mantığa, tertemiz bir kalbe sahip olan Hz. Ali’nin dillere destan hikmetli sözleri vardır. Bunlardan birkaçını sunalım:

x

     Dinin salâhı vera’ (takva)dandır. Bozukluğu ise, tamahtan.

     İlmiyle âmil olana (bilgisine uygun hareket edene) ne mutlu.

     Fırsat, bulut gibi geçip gider.

     Tokluk kalbi karartır.

     Şeref kök ve soyla değil, erdem ve edeple olur.

     Ahlâk güzelliği, fizik güzelliğinden daha değerlidir.

     Güzel huylulukta rızık hazineleri vardır (hoşgörülü, güzel huylu olanın rızkı bol olur).

     En güzel hazine, iyilik yapmaktır.

     Edepsizlikle şeref bir arada olmaz.

     Hasud (kıskanç) insan hiç rahat etmez.

     Sıkıntılarını gizlemek mürüvvet (mertlik)tendir.

     Kötülük edene iyilik edersen, onu düzeltirsin.

     ‘İyilik dili keser.’ Yapılan iyilik, gönül kazandırır, aleyhte konuşulmayı önler.

     Tatlı dilli olanın dostları çok olur.

     Doğruluğu az olanın, çok dostu olmaz.

     Kendisini ilgilendirmeyen şeyin peşine düşen, kendisine gerekli olanı kaçırmış olur.

     Hayırlı kimse ile arkadaşlık, ganîmettir.

     Ahmakla oturup kalkmak, dünyada eksiklik, âhirette hasret (üzüntü ve pişmanlık)tır.

     Başkasında gördüğün kötü bir şey, sana edep (ve öğüt) olarak yeter.

     Sen ne diyene değil ne dediğine bak (yani adama değil, söylediği söze bak).

     İnsanların hayırlısı, insanlara yararlı olandır.

     İnsan, dilinin altında gizlidir.

     Allah seni hür yaratmış iken, sen başkasının kölesi olma.

     İnsanlar bilmediklerine düşmandırlar.

     Değerini bilen kişi helâk olmaz.

     Yüz güleçliği, ikinci bir atiyye (bağış, ihsan)dır.

     Gücü varken affetmek, kudretin şükrüdür.

     Öğütlerin en etkilisi, ölülere bakmaktır.

     Ölümü anımsamak, kalplerin pasını siler.

     Nice söz vardır ki, ni’meti soyup götürür.

     Edep (terbiye) taze giysidir, düşünce ise berrak aynadır.

     Sakın arzulara umutlara bel bağlama, çünkü bu ahmaklık sermayesidir.

     İnsanlar uykudadırlar, öldükleri zaman uyanırlar.

     Hz. Ali’nin yanında bir cemaat oturmuş ‘iyilik’ hakkında konuşuyorlardı. Bunu fırsat bilen Hz. Ali, onları herkese iyilik etmeğe teşvik için şöyle dedi: ‘İyilik hazinelerinin en iyisi, ekilenlerin en güzelidir. Nankörlük edip iyiliği inkâr edenin davranışı, sizi iyilikten geri bırakmasın. Zira yaptığınız iyiliğin kendisine hiç ulaşmadığı Yüce Zatın size teşekkürü, iyiliğinizin ulaştığı kimselerin size teşekküründen daha iyidir. Sadece nefsine yaptığın iyiliği başkasından bekleme. İyilik ancak üç özellikle tamamlanır. Yaptığın iyiliği küçümsemek, örtmek ve çabuklaştırmak. İyiliği küçümsersen, onu büyütmüş olursun. Gizlersen tamamlamış olursun; çabuklaştırırsan kutlularsın.

x

     İşte bunlar, Hz. Ali’nin halkın dilinde pelesenk olan bazı hikmetli sözleridir.

     Bu sözler insanları derinden etkilemiş ve topluma yol göstermiştir.

     Onun hutbelerinin, konuşmalarının İslâm toplumuna yol göstermede büyük etkisi olmuştur.”

     (Hz. Ali, Prof. Dr. Süleyman Ateş, s: 225 – 229)

Allah Türklere “İngiliz Milliliği” Nasip Etsin!

Rahmetli Bülent Ecevit eşi ile birlikte yaşadığı zorlu Londra günlerine ilişkin İngilizlerle ilgili yaptığı tespitleri hatıralarında anlatır. Hatta denilebilir ki, İngiltere’de gördükleri, gelecekte Ecevit çiftinin yaşam biçimini şekillendirmiştir.

Ecevitler; İngiltere’de yaşadıkları süre içinde İkinci Dünya Savaşı’nda yerle bir olan İngiltere’nin nasıl ayağa kalktığına yakından tanıklık etmişlerdir.

Halbuki Türk toplumu, İngiltere’yi hep bir savaş galibi olarak görmüş ve yıkıma uğradığını pek düşünmemiştir. Ancak Ecevit’in hatıralarından anlıyoruz ki, İngiltere’de birçok ülke gibi savaş boyunca yıkıma uğramış ve savaş sonrasında değişen dengeler sonucu “süper güç” olma yeteneğini kaybetmiştir.

Bülent Ecevit eşiyle birlikte İngilizlerin toplum bilincinden çok etkilenmiştir. Bunu da şöyle anlatmıştır: “… İkinci Dünya Savaşı yeni bitmişti ve İngiltere’nin ekonomik sıkıntıları çok büyük ölçülerdeydi… Birkaç yıldan beri her şey karne ile veriliyordu ve çok sınırlıydı. Orada İngilizlerin bütün sıkıntıları ortaklaşa yaşamaları, ikimizi de çok etkilemişti. Mesela bir iki karaborsa yiyecek dükkanı vardı, sadece yabancılar giderdi ama İngilizler gitmezdi. O toplum bilinci, sıkıntılara birlikte katlanma anlayışı mükemmeldi. Su kıtlığı vardı. Ama herkes bilirdi ki, İngiltere kralının ailesi de aynı kurallara uygun davranıyordu.”

Bülent Ecevit: ” Toplum bilinci ve dayanışmayı keşfetmiş bir halkın, savaş sonrası sıkıntılarını nasıl birlikte ve sosyal adalet anlayışı içinde göğüsleyebildiğini yakından gördüm. Darlığı olan bir ihtiyaç maddesinin sıkıntısına herkes şikayetsiz katlanırdı. Çünkü herkes; bir köylü de, bir işçi de, bir küçük memur da bilirdi ki, kendisi ne kadar et, peynir ya da yağ yiyebiliyorsa, kraliçe de, başbakan da, lordlar da o kadarını yiyebilmektedir. İngilizler savaş yıllarının ve savaş sonrasının ağır sıkıntılarına ve koca bir imparatorluğu yitirmenin yoksunluklarına rağmen kendilerini böyle bir toplum dayanışması içinde kalkındırabilmiş ve yeni koşullara ayak uydurabilmişlerdi.” diye devam ediyor.

İşte bütün bunlara bana göre “İngiliz Milliği” denir. Şimdi bize dönüp bakacak olursak böyle bir millilikten söz edebilirmiyiz sorusunu sormak zorundayız.

Türkler ise yüzyıllardır hep savaştan çıkmış gibi yaşamakta ve sıkıntılar sadece fakir ve yoksul bırakılmış halkın üzerine yıkılmaktadır… Zengin ve yönetici sınıf keyif sürmekte ve halkla müreffeh yaşantısını paylaşmamaktadır.

Lafa gelince milliyiz ve milliyetçiyiz! Ne de olsa bu laflardan etkilenen bir halk var… Anlayacağınız başta ekonomi olmak üzere yaşadığımız sıkıntılardan kurtulabilmek için zihniyet devrimine ve bir “İngiliz Milliliği”ne ihtiyacımız var!

“Bugün ülkemizde görülen ağır fakirliği ne kadar paylaşabiliyoruz? sorusu Türkiye’nin gündemi olmalıdır.”

Akılsız, İradesiz ve Vicdansız Robot Üreten Merkezler

Son günlerde sosyal medyada karşıma çıktığı için okuduğum bazı yaşanmış cinayet hikayeleri yazıdaki başlığı attırdı bana. Bu olayları okudukça “Narin cinayeti” ve köylülerin cinayeti gizleme çabasını anlamlandırmak daha kolay oluyor.

İlk hikaye Rufai tarikatına bağlı İsmail Hikmet Öncel’in 2006 yılında öldürülmesi olayı. Fethi Yılmaz’ın “Katli Vacip” kitabında anlatılan cinayeti Cumhuriyet Gazetesi yazarı Barış Terkoğlu, “Cesedin başında göbek atan tarikat” başlıklı yazısında köşesine taşımış.

Katledilenin de katledenin de “imanlı Müslüman kardeş” olduğu cinayetin özeti şöyle:

Mürit İsmail Hikmet Öncel karısı ile kavga eder. Kavga sebebi karısı ile şeyhi arasındaki duygusal ilişkiyi öğrenmesidir. Bu aşamadan sonra eşiyle ve şeyhiyle ters düşen müridin öldürülmesi kararını veren şeyh “manevi bir emir” diyerek müridi de olan kardeşini ve bir başka müridini görevlendirir.

Bu iki kişi maktule 15 kurşun sıkıp bir çukura gömerler. Aynı günün akşamında “şeyhin diğer kardeşinin kına gecesi kutlaması ertelenmez. Arka bahçede İsmail Hikmet’in cesedi soğurken, bağ evinde oyun oynanır.”

Bu dergaha girerken cinayeti işleyen iki kişinin de daha iyi bir Müslüman olmak niyetinde olduklarından eminim. Fakat orada aldıkları eğitim gereği aklını, iradesini ve vicdanını şeyhin kapısında bırakıp huzura çıktıkları için cinayet talimatını sorgulamaksızın yerine getirmişlerdi.

Sonrasında yapılan yargılamada şeyh delil yetersizliğinden beraat ederken iki katil müebbet hapse mahkum oldu. Ancak bu kararı veren hakimlerden biri 15 Temmuz’un ardından önce görevden alındı, sonra tutuklandı, 2019’da FETÖ üyeliğinden ceza aldı. Heyetin diğer hâkimi de FETÖ gerekçesiyle ihraç edildi.

Barış Terkoğlu bu gelişmeleri “Tarikatların suçlarını FETÖ’nün temizlediği, FETÖ’den boşalan yerlere diğer tarikatların geldiği döngü, yeni bir aşamaya geçmişti” diye yorumlamış.

*******************************

İsmailağa Camii Cinayetleri

İkinci haber 2006 yılında Hürriyet Gazetesinde şöyle anlatılmış:

İsmailağa Cemaati’nin önemli ismi Bayram Ali Öztürk, dün sabah camide verdiği vaazın ardından 3 yıldır toplantılara katılan Mustafa Erdal tarafından bıçaklanarak öldürüldü, katil de olay yerinde cemaat tarafından linç edildi. Ancak polis raporuna göre katil kafasını mihraba vurarak intihar etti. Bu olaydan 8 yıl önce de Mahmut Hoca’nın damadı, camide vaaz verirken 7 kurşunla vurularak öldürülmüştü.

Bu olaylarda da katil de maktulde “imanlı Müslüman kardeşler” idi. Tabii ki katili linç eden cami cemaati de.

Daha iyi Müslüman olmak ve cenneti hak etmek için çok iyi niyetlerle cemaate katılan insanlar nasıl oldu da birer katile dönüştüler? Bu ortamlarda verilen eğitim ile aklını, iradesini ve vicdanını “Efendi Hazretlerinin” kapısının eşiğinde bırakanlar cinayet işleyen birer robot katile dönüşmüşlerdi.

*******************************

Fetöcü Robotlar

Sonradan “FETÖ” diye anılan “Gülen Cemaati” tarikat ve cemaatler arasında en eğitimli kadrolara sahipti. “Hizmet” ve “himmet” amacıyla yola çıkan bu kadroların içindeki büyük kısmın da “daha iyi Müslüman olmak emeliyle” bu örgüt içinde görev aldıkları kanaatindeyim. Sonradan, devlet organlarında örgütlenip gücü ele geçirdikçe, güçten yararlanmak için de örgüte katılanlar olmuştur. İlk grupta olan temiz ve iyi niyetli insanların bir kısmı soru çalarak kadrolaşma, Ergenekon kumpasları, TSK’nın vatansever subaylarının tasfiyesi ile İslam’a hizmet ettiklerini sanıyorlardı.

Bu “hizmet erlerinin” 15 Temmuz 2016 darbe girişimine katılmaları, kendi vatandaşlarımıza ateş açabilmeleri, kendi vatan topraklarını hatta Meclisi bombalayacak kadar yoldan çıkabilmeleri nasıl mümkün oldu?

Bunlar da kendilerine verilen eğitim ile aklını, iradesini ve vicdanını “Hocaefendi Hazretlerinin” kapısının eşiğinde bıraktırılarak, birer hain katile dönüştürülebilmişti.

****

Darbe gecesi ne için geldiklerini bilmeden Boğaziçi Köprüsüne getirilmiş gencecik askerler ve askeri öğrencilerden öldürülenler oldu. Çok ağır hapis cezaları alanlar oldu.

FETÖ’nün bankasında üç kuruş hesabı olanlar mahkum olurken, Bankanın bazı üst kademe yöneticileri devletin en üst makamlarında görevlendirildiler.

FETÖ’nün tasfiyesi aşamasında, AKP yetkililerinden bile, hep şu iddiaları duyduk: “At izi it izine karıştırıldı.” “FETÖ borsaları” ile gücü olanlar dışarıda, garibanlar içeride tutuldu. Çok zengin işadamlarından bazılarının milyarlık malvarlıklarına el konuldu. Bunlardan birileri zengin edildi.”

Bunları yapanlar da “mağduriyet yaşayanlar” da hep “imanlı Müslüman kardeşler” idi. Ancak her iki taraf da kutsal bir görev yaptıklarına inandırılmışlardı.

*******************************

Sinan Ateş Cinayeti

Eski Ülkü Ocakları Başkanı Sinan Ateş tetikçiler kullanılarak Ankara’nın göbeğinde katledildi. Ülkü Ocaklarının bazı yöneticilerinin, MHP’den bazı isimlerin cinayeti azmettirme, yardım ve yataklık yapma suçuna dahil oldukları iddia edildi. Mesela Sinan Ateş’in eşi Ayşe Ateş “MHP ve Ülkü Ocakları içine sızmış suç çetesi” olduğunu iddia etti.

Eskiden olsa bir ülkücünün diğer ülkücüye zarar vermesi iddialarını ciddiye almazdık.

Fakat bizzat Ayşe Ateş açıkladı: “Eşim (Ülkü Ocakları Genel Başkanı iken) birilerini dövdürdü. O zaman Sinan’ı karşıma alıp ‘Sen bir akademisyensin. Bu işler sana yakışmıyor neden yapıyorsun?’ dedim. Bana, ‘Ayşe, MHP Genel Merkezinden gelen talimatları yapıyorum. Eğer yapmazsam bana da ceza keserler’ dedi.”

Ülkü Ocakları ve MHP köklü birer siyasi organizasyon. Milyonlarca gencimize “milli şuur” veren bu kurumlar aklını, iradesini ve vicdanını liderin eşiğinde bırakmış, yukarıdan verilen talimatı sorgulamaksızın yapan robotların üretim merkezine mi dönüştü?

“Lider, Teşkilat, Doktrin” sloganını hiç sevmedim, doğru da bulmadım. Ama buna inandırılan ülkücü gençler olduğunu biliyorum.

Yukarıda anlattığım olaylardan, bunları anlatmaktan çok utanıyorum. Ancak gelinen bu kahredici noktaya dikkat çekmeyi milliyetçi ve dindar bir Türk olarak görev sayıyorum.

Atatürk’ün ifadesiyle, “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller” yetiştirmenin ne kadar önemli olduğu anlaşılsın istiyorum.

Araçsallaştırmak Ahlakı (!)

Bazı kelimeler, telaffuz edildiğinde kişide ruh zenginliği, anlam derinliği oluşturur. Söyleniş güzelliğiyle kulağımızın pasını siler.

 “Güzel”, kelimesini pek sever, anlamlı bulurum. “Güzel”den türetilen bütün kelimeler de böyledir benim için. “Güzel”in kıymetini ancak güzeller bilir.

 “Kelime” yerine kullanılan “sözcük” de kulağıma hoş gelir; ifademi güzelleştirir, meramımı kolaylaştırır, dimağımı çalıştırır, gönlüme neşe verir. “Söz”le ilgili türetilmiş bütün sözcükler, deyimler, atasözleri anlam dünyamda güzel mekânlar edinmişlerdir.

Diyarbakır’da, sekiz yaşındaki Narin kızımızın uğradığı vahşet dolayısıyla sıkça kullanılmaya başlanan “araçsallaştırmak” sözcüğünü hiç sevmedim. Telaffuzu sevimsiz, manası itici geldi bana. Kelimedeki sert sessizler kulağımı tırmaladı, anlamı içimi kararttı. Dilde sadeleşme iddiasıyla kalem oynatanların olur olmaz kullandıkları “-sal, -sel” ekine de bir türlü ısınamadım, bunu kullanmaktan hep kaçındım, kullananları, sözcük hazinesi zayıf kişiler olarak düşündüm. Bir tür dil züppeliği …

Araçsallaştırmak, hem teknik hem siyasi hem sosyolojik hem de psikolojik karşılığı olan bir sözcük. Sağı gösterip sola vurmak gibi bir şey ya da tam tersi. “Kendi zatında kıymetli bir şeyi kendisi için değil, başka bir gayeye ulaşmak için istemek, kullanmak” diye izah edebiliriz. Birtakım basit, süfli çıkarlar için sevgiyi, yardımseverliği, vefayı istismar etmek; bunları aynı zamanda araçsallaştırmaktır.

Narin kızımızın vahşice katledilmesi sonrasında olayla ilgili olarak, sosyal ve geleneksel medyada, kendilerine “klavye fahişesi” sıfatını uygun bulduğum birtakım kişilerin hedef saptırarak geleneği, hocaları, inancımızı, devlet kurumlarını aşağılamaları, ayrıştırıcı dil kullanarak toplumdaki kutuplaşmayı körüklemeleri, farklı inanç gruplarını birbirlerine karşı tahrik etmeleri, tam bir araçsallaştırma örneği oldu. Aile içi pis bir ilişkinin tanığı olma şanssızlığı nedeniyle öldürüldüğü söylenen kızımız, maalesef, kötü niyetli insanlar tarafından, özellikle olayın duyulduğu ilk günlerde, araç olarak kullanılmak istendi.

Her araçsallaştırma eyleminde, gerçeği örtme, kötü niyet taşıma vardır. İki yüzlülük, samimiyetsizlik araçsallaştırmanın gereğidir.

Bir hainin, ajanlık faaliyetlerini vatanseverlik duygusuyla maskelemesi, bir aşığın, sevgilisine yaptığı işkenceyi aşk duygusuyla izah etmesi, bir hâkimin, aldığı rüşvet neticesinde verdiği hakkaniyete aykırı kararı adaletin gereği diye savunması, araçsallaştırmaya birer örnektir.

Sahibine kızıp köpeğini dövmektir, belden aşağı vurmaktır, araçsallaştırma. Bir sorunu çözmek, bir yarayı tedavi etmek değil, yeni bir sıkıntı alanı oluşturmaktır.

Hepimiz, zaman zaman bu tür yönelimler içinde olabiliyoruz. Öğrenci, öğretmenin güvenini istismar edip kopya çekebiliyor, dilenciler merhamet duygusunu sömürüp para toplayabiliyor, siyasetçiler ölümü gösterip milleti sıtmaya razı edebiliyor, anneler çocuklarını öcülerle korkutarak susturabiliyor, amirler sicilini kirletme korkusu vererek memurlarına yanlış iş yaptırabiliyor.

Ülkemizde “ağabey, kardeş, İslam, demokrasi, laiklik, çağdaşlık, Atatürk” gibi sözcüklerin sıkça araçsallaştırıldığını, kirletildiğini, amacı dışında kullanıldığını, gerçek anlamları dışına taşındığını inkâr edemeyiz. Bu sözcükleri dillerine pelesenk yapanların iyi niyet taşımadıklarına şahidiz. Dinin gereklerini yerine getirmeyenlerin İslam adına hüküm vermesi ve muhatabını Allah adına yargılaması, faşist anlayışa sahip kişilerin demokratlık rolü oynaması, ülkemizde yapılan güzel işlere birtakım çevrelerin Atatürkçülük adına karşı çıkması ve eleştirmesi, vergi kaçıranların, askerlik yapmamak için çürük raporu alanların vatan millet adına beyanatlar vermesi, araçsallaştırma adına, tam bir kara mizah örneği.  

“Araçsallaştırmak”, hem eylem hem telaffuz olarak hiç sevimli değil. Neyi, ne kadar araçsallaştırdığımızı, cümlelerimizde bu sözcüğü ne kadar kullandığımızı görmek için kendimizi test etmeli, ölçüp biçmeliyiz. Alışkanlığımız olmamalı, karakterimiz haline gelmemeli bu eylem.

Dürüstlük ve tutarlılık, şeffaflık ve doğruluk hayat tarzımız olmalı. Beyaza beyaz, siyaha siyah demeliyiz. Kavramları hakkıyla ve yerli yerinde kullanmalıyız. Yoksa kelimeleri kirletmiş, içlerini boşaltmış oluruz. Bir toplumda sağlıklı iletişim, anlamından uzaklaştırılmamış kelimelerle sağlanabilir.

Kurumları ahenkli işleyen devletlerde, bireyleri arasında güven duygusu gelişmiş toplumlarda araçsallaştırmaya gerek kalmaz. İstikbale yürüyen dinamik toplumlarda kelimelerle, kelimelerin karşılığı olan eylemler birbirini karşılar, herkes aynı sözcüğün verdiği komutla aynı eylemi yapar, aynı yargıya varır. Tersi, anarşidir.

Basın ve yayında söz sahibi olanların, kanaatleriyle topluma yön verenlerin, memleket yönetimine hükmeden siyasetçilerin, yarınlarımızın sahibi çocuklarımızı eğiten öğretmenlerimizin araçsallaştırmadan kaçındığı bir ülkede vatandaş olmak, hepimizin özlemi.

Tuz kokmadan… Eğriye eğri, doğruya doğru demeliyiz. Herkes eteğindeki taşı dökmeli. Allah, insana bir beyin, bir ağız vermiş; ikincisine gerek yok. Fazlası, kendimize haksızlık, dışımızdaki insanlara zulümdür.

M â n â f e s t o

 Anlam-ı âlem: Hitâb-ı Âdem

Yolunu şaşırmamış bir atom

Ve affetmek bir devrim insanın kendi zihninde

Öze eleştiri ne kadar muhkemse tövbe o kadar zinde

Ruh sporları turnuvası

Ancak ‘kaybedenler kazanacak’

 Sanma ki bu dünya bir Varistan

Tepeden tırnağa günahla tornistan

Hepimiz herkese

Herkes de hepimize düşman

Sosyal sorumsuzluk şampiyonu çağdaş insan

Aslî ruh isyan ile malûl

Sunîsiyse nisyan

 Varlık bir sürur

Müslüm dinlemekse ibadet

Bizi bezdiren bizim gibiler

Ve yalnızlık Tanrıya varım

Alışkanlıklarınsa ahlâkı olmaz

Gözbağı duasına icâbet icâbetsizlik

İsabet isabetsizlik

Bir rahmet damlası olmaya bak[1]

 7-8 Eylül 2023 – Başiskele Serdar

[1] Nurettin Topçu’nun VAR OLMAK (Dergâh Yayınları) kitabının dura dura okunmasından kaynaklı esintiler bu ve birkaç günlük şiir yolculuğunun kilometre çizgileri hüviyetinde..

Kızılırmak Kızılca Kıyâmet

Bafralı yazar Mustafa Usta; 14 X 20 santim ölçülerindeki 407 sayfalık  ‘Belgesel Roman’ olarak vasıflandırdığı eserinin daha ilk sayfalarına Anadolu insanının sıcak ve samîmiyetli konuşmaları ile başlıyor. Bu samîmiyeti en mükemmel şekilde ve bütün teferruatı ile okuyucuya yansıtıyor: Anneler, evlâtları askere veya başka bir şehirdeki okula giderlerken de dönüşlerimde de ağlar. Ağlamak hem hüznün hem de sevincin göstergesidir.

Evin hanımı telaşlı bir şekilde ev işleriyle meşgulken, ortalıkta dolaşan kişileri; kızı veya evlâdı, beyi veya kardeşi… kim varsa, onlara olan sevgisini veya saygısını emâneten bir kenara koyar ve onları, ‘ayak altında dolaşmakla’ itham ederek otoriter davranışlara yönelir. Erkekler de bu lâfın altında kalmayıp ‘işlerini becerememiş olmanın hıncını benden alıyorsun’ diye karşılık verir. Gören, duyan kavga ettiklerini, meselenin büyüyeceğini zanneder. Bu sataşmalar, karşılıklı sevgi ve saygının dışa vurumudur.

Sonraki sayfalarda anlaşılıyor ki eserin birinci bölümünün kahramanı, olumsuzluklarla neticelenen iki hamilelik döneminde sonra dünyâya gelen tek evlâttır. Onun için bütün âile fertleri tarafından çok sevilir. Bu sevgi; ‘gel bakalım eşek sıpası’ diyerek ilân edilir. Neyse ki sevginin bu şekildeki tezâhürü, Bafralı her âilede yoktur.

İlk bölümün kahramanı Ruşen, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş döneminin başlarında askerden dönmüştür. Büyük bir ihtimalle romanın yazarı târihî bilgilere âşînadıdr. Osmanlı’dan Cumhuriyete geçiş dönemini, klasik roman anlayışının üslûbu ile Ruşen’in dili ile okuyucuya sunmaktadır: 

Osmanlı’da siyâsî düşünce ve akımların şekillenme dönemi, Tanzimat ve Müdâhale dönemlerinde olmuştur. (1839-1876) Bu dönemin bütün siyâsî olayları ve sosyal hareketlenmeleri, on dokuzuncu yüz yılda şekillenmiş Avrupa’nın etkilerini taşımakta ve Osmanlı Cihan Devleti’ni sarsan iç ve dış sebeplerin etkisi altında bulunmaktadır. Fakat bu dönemde gelişen akımlar için, henüz bir siyâsî parti tanımını yapmak mümkün değildir.

Bu oluşumlar ikiye ayırılabilir. Öncelikle, Avrupa kaynaklı millî akımların etkisiyle Osmanlı uyruğundaki halkların, hür bir devlet kurma isteğiyle oluşturmuş kuruluşları görmekteyiz. Ardından da, felâkete sürüklenen Osmanlı’nin daha hür, daha demokratik bir yapıya kavuşması ve eski görkemli günlerine dönmek için oluşmuş, Türk aydın teşkilatlarını güçlendirmektir. .

Sonuçları bakımından değerlendirildiğinde bu hareketlerin çok güdük ve etkisiz kaldığını görmekteyiz. Öte yandan bu teşkilâtlı çalışmaları, Birinci Meşrutiyet’in kabul edilişinin etkenleri arasında görmek gerekir. Özellikle etkileri açısından birinci Jön Türk hareketi diğerlerine oranla daha öne çıkmaktadır. Bu hareket 1876’da ‘Kanun-i Esasi ’yle amacına ulaşmış olmakla birlikte, iki yıl sonra Ana Yasanın askıya alınmasıyla başarısız kalmıştır.

Aslî vatandaş durumunda olmayan Osmanlı halklarının Avrupa’dan gelen ‘Milliyetçilik’ akımından ilk etkilenenler, Yunanlılar ve Ermenilerdir.

Başlangıcında Fransız Devrimi başarılı olamamıştı. Ama dünyâ üzerinde yarattığı tesir bakımından ele alındığında bütün dünyâyı saran milliyetçilik ateşi ilk orada yanmıştı. Avrupa’nın diğer devletleri Fransa’da gelişen yeni devrime karşı tavırları çok sert olmuştu. Çünkü bu akım bulaşıcı bir hastalık gibi yayılıyordu. Avrupa’nın feodalleri 1814’de topladıkları Viyana Konferansı’nda, yıkılan eski yönetimleri hûkukî olarak kabul eden bir karar almıştı. Ve Milliyetçilik akımına karşı sert önlemler almaktan kaçınmamışlardı.

Viyana’da alınan bu karar Avrupa halklarının tepkisini çekmişti. Devrim hareketi yüz yıllığına yer altına çekilerek savaşına devam etmek durumunda kalmıştı. Dönemin Avrupa basını bu durumu:

İhtilal yenilmiş fakat öldürülememiştir. O krallıkların satıhta yerleşmesini mümkün kılarak görünmeyen derinliklere çekilmiştir‘ diye nitelemişlerdi.

Ardından bağımsızlık savaşlarını devam ettirebilmek için birçok gizli teşkilât kurulmuştu. Bunlar model olarak İtalya’da kurulmuş olan ‘Karbonari Teşkilâtını örnek almışlardı. Programlarındaki farklılık ise yalnızca, ortaya konan maksatların teferruatında ortaya çıkıyordu. Meselâ İtalya’da Karbonariler maksatlarını: ‘Yabancı kralı atmak ve milli bir krallık oluşturmak‘ olarak programlarına yazmışlardı. Fransızlar: ‘Cumhuriyetçi bir yönetim oluşturmak‘, Almanlar ise, ‘Millî birliği sağlamak‘ diye yazmışlardı.

Avrupa nezle olduğunda, Osmanlı zatürree oluyor’ diye tanımlanan on dokuzuncu yüz yılda, Avrupa’da yaşanan gelişmelere Osmanlı halkları kayıtsız kalmamışlardı. Özellikle Müslüman olmayan Osmanlı halkları kendi millî şuurlarını bu dönemde geliştirmeye başlamışlardı. Artık onlar bağımsız bir devlet olabilmek için gizli olarak teşkilâtlanmıştı. Avrupa bu dönemde Osmanlı içinde uyanmaya başlayan bu şuuru ve örgütlenmesini, bütün varlığıyla destekliyordu.

Hattâ Türkçülük adına gelişmelere de gereken desteği vermekten çekinmiyorlardı. Önemli olan birleşmiş milletler görünümü veren Osmanlı’yı, bileşenlerinden ayırmaktı.

Avrupalılara bunu yaptıran sırf bir hürriyet hareketine sempati duymaktan öte, kendi kafalarında şekillenmeye başlayan yeni dünyâ düzenini hayata geçirmekti. Onların Osmanlı’nın geleceği ile ilgili başka türlü ve çeşitli hesapları vardı.

Osmanlı içindeki ilk teşkilâtlı hareketler sonucunda; Yunanlıların bağımsızlığını isteyen ‘Etnik-i Eterya’ ve Ermenistan’ın bağımsızlığım isteyen ‘Hınçak Komitesi’ ortaya çıkmıştı. Yunan halkı Osmanlı içinde ilk bağımsızlığını kazanan uyruk olduğu göz önüne alınırsa ‘Etnik-i Eterya’nın başarıya ulaştığını söylemek mümkündür. Bu örgüt Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanmasının ardından kendisini dağıtmıştı. Uzun bir uyku döneminin ardından Bafralların da başına belâ olacağı, Birinci Dünyâ Savaşı’nm ardından tekrar ortaya çıkacaktı.

Sonuca ulaşma açısından bakıldığında Ermeni örgütlenmeleri Yunanlılar kadar başarılı olamamışlardır. Özellikle 1860 yılında Ermenilerin bağımsız bir Ermenistan düşüyle, örgütlenmeye başladıklarını görmekteyiz. Dünyânın birçok ülkesine dağılmış olan Ermeniler Osmanlı’ya karşı ortak hareket etme kararıyla, çeşitli örgütlenmelere gitmişlerdi. Bu örgütler Fransa’nın koruması ve engin desteğiyle Avrupa’nın gündemine taşınıyordu. Ve bu tarihlerden sonra Osmanlı’nın imzaladığı her barış anlaşmasında Ermeniler, mutlaka maddelerden bir veya bir kaçında kendilerinden söz ettirmeyi başarabilmişlerdi.

Yine bu Ermeni örgütlenmeler Osmanlı içinde birçok örgüt başkaldırmış, özellikle doğuda birçok karışıklığa sebep olmuşlardı.

Avrupa’da çeşitli faaliyetler düzenleyen Hınçak Komitesi elini Kafkaslara da atmış, burada yaşayan Ermenileri Taşnaksutyun adıyla teşkilatlandırmıştı. Bu ok-imeler Bulgar ve Yunan komitacılarla işbirliği içinde olmuşlardır.

Eserin diğer bölümlerinde târihle ilgili bilgeler kronolojik sıralama ile verilmiştir. 

Eserin devamında olaylar, Ruşen ve arkadaşlarının hikâyeleriyle ilerler. İkinci bölümde Ruşen’in çocukluk yaşlarına dönülür. Ruşen’in yaşıtı Mitat ile ve diğer yaşıtlarıyla tanışması vesile edilerek Bafra’daki hayat, Kızılırmak üzerindeki köprü çevresinde devam eder.

Çeşitli vesilelerle Ruşen’in çevresinde bulunan insanların hayat hikâyeleri, ancak tahayyül gücü aklına, zihnine ve gönlüne, hattâ bütün bedenine sığmayan biri tarafından yazılabilecek zenginliklerle ve olağanüstü olaylarla dolu.

Ruşen’in arkadaşlarından Mitat’ın babası Çeto Memed’in hikâyesi:

On yıl hapis yattıktan sonra sağlığını yitirmiş, dağlara vedâ etmek mecbûriyetinde kalmıştı. O da Kezban gibi şifa yurdunda tedâvi görmüş, Kezban’la ev ocak olup sâkin bir hayat yaşamıştı. Ta ki, Millet kıraathanesinde karıştığı bir kavgada, iki kişiyi bıçaklayıp öldürene dek.

Kimse nasıl olduğunu anlayamamıştı. Bir bilinmezlik içinde mahkeme Çeto Memed’i ip ile idamına hükmetmişti. Kezban kucağında Mitat, Taşhan’ın önündeki çınar ağacının dalma asılı kocasının ölüsüne ağlamıştı. Sessiz ağlamıştı. Öyle feryat figan etmemişti. Bunda kocasmm vasiyetinin de etkisi olmuştu. Uzun konuşamamışlardı. Daha doğrusu Memed bir şeyler söylemiş, o da sessizce gözyaşı dökerek dinlemişti.

Eğer ben öldürmeseydim, onlar beni öldüreceklerdi. Ama şu kadere bak ki, yine de ölümden kaçamıyorum. Mitat’a iyi bak. O babasıyla hiçbir zaman utanmasın. Hakkını helal eyle’ diyebilmişti.

Ve bir hafta sonra Cuma sabahı, çınar ağacına asmışlardı onu. Cesedi ibret-i âlem olmak için üç gün ağaçta asılı kalmıştı. Üçüncü gün Kuru Aslan’ın oluşturduğu bir cemaatle Emir Mirza mezarlığına gömmüşlerdi onu.

Kezban’ın tek tesellisi ona vermeyi başardığı bir erkek evlat olmuştu. İki ölü çocuğun ardından Mitat Dünyâya gözlerini açmıştı. Üzerine titremişti Mitat’ın. Karasakallı hocanın dediklerini bir bir yerine getirmişti.

Çeto Memed öfkeli bir yapıya sâhipti. Asla kin tutmazdı. Siniri gelip geçiciydi. Ama öfkelendi mi, gözü hiçbir şeyi görmezdi. Korku nedir bilmezdi. Yakalanmadan önce Nebyan dağlarında her kuş ona tekmil verirdi. Dostu da çoktu, düşmanı da. Millet kıraathanesinde yaşanan olay da, eski bir hesabın görülmesinden başka bir şey değildi. Onca yılın çetesi mahpus edildiğinde ne dikili bir ağacı, ne de tek metelik kara gün akçesi vardı. Mahpus yattığı yıllar arkadaşlarına sık sık: ‘Acıyan, acınacak duruma düşer. Benim durumum size numune olsun’ derdi.

Gerçekten de acıma duygusu sonsuzdu. Korkusuz olduğu kadar da, eli açık bir adamdı. Ona uzanan el, asla boş dönmezdi. Paylaşmayı severdi. İnsanlardan ona kötülük gelmeyeceğini düşünürdü. Kurtçular köyüne dâvet edildiği düğüne gelirken yolda pusuya düşürülmüştü. Onun düğüne dâvet edilmesi, ona kurulmuş bir tuzaktı. Onu faka bastıranlara hiç kin beslemedi. Mahpustan çıktığında da, ihânet dâvâsını unutmuştu. O kendisine kızmıştı. Acemi eşkıyalar gibi yakalanışına hayıflanmıştı.

Aslında iyi oldu’ dediği de olmuştu. ‘Dağların sonu yok. Eşkıyacılığm tekaüdü  görülmemiş bir hülyâ’ deyip kendisini avutmuştu. Özlemi, sâkin bir hayat yaşamaktı, ama başaramamıştı işte.

Yağlı ilmek boynuna geçerken yalnızca doyamadığı oğlunu ve karısını düşünüyordu. ‘Çeto, sen ölüp kurtuluyorsun. Peki o biçare kadın ile günahsız sabi ne yapacak?’ diye kendisini sorgulamıştı.

Bir de duâ ediyordu; infaz edilişini karısı görmesin diye. Duâsı kabul olmuş, karısının haberi bile olmamıştı. Komşularından Muammer haber vermişti:

Allah geride kalanlara sabır versin. Memed Ağamı asmışlar’ diyebilmişti. Dünyâsı başına yıkılmıştı Kezban’ın. Çocuklarının ölümünden farklıydı kocasının ölümü. Çocuklarının ölümünde içinde sönmez ateşlerin yüreğini dağladığını hissetmişti. Bu yangın uzun zaman devam etmişti.

Kocasının ölü bedenini gördüğünde ise içinde bir şeyler yıkılıp tuzla buz olmuştu. Yıkılan evinin direği, göçen arkası olmuştu. Artık Kızılırmak’ın üstünde bir Mitat, bir de kendisi öyle yapayalnız kalmışlardı.

Hastalıklı oluşundan mı, yoksa başkaca bir sebebi var mıydı bilinmez; kapısına görücü gelmemiş, evlenme teklifiyle de karşılaşmamıştı. Belki bunda onun sık sık: ‘Kocam da oğlum Mitat da… Alın yazımız böyleymiş, böyle de olacak’ demişti.

Komşular ilk zamanlar:

Gençsin, güzelsin. Evlenirsen seni kimse kınayamaz’ demeye kalkmışlardı da, o hemen konuyu kapatma yoluna gitmişti. Bir Sekine kadm ona:

Namusunla otur oturduğun yerde. Bir kocadan yüzü gülmeyenin başka kocada yüzü güldüğü görünmüş bir şey değildir. Çocuğun erkek. Göz açıp kapayıncaya kadar boyunca herif olur çıkar; sen de anlayamazsın’ diye öğüt vermişti.

Doğdu doğalı, feleğin şamarını hep ensesinde hissetmişti. Kezban kadere boyun büküp teslim olmuş onu ne yana sürükleyecekse razıydı. Artık yirmi iki yaşında dul kalmış, bundan sonra ne kadar yaşayacaksa oğlu için yaşayacaktı. Kocasının emâneti Mitat’ı hayata hazırlayacak, onun evin yönetimini devralacağı günü iple çekecekti.

Bu gün Mitat dokuz yaşındaydı ve elinde tuttuğu balıkla, gelecek için Kezban’a umut saçıyordu. İşte onu böyle ağıtlar içinde koyan, feryat-figan ağlatan, yıllardır beklediği şeyle âni yüzleşmesiydi. Yüreği dolmuş, dilinden taşmıştı.

Mustafa Usta’nın başarılı eserinde bunlara benzer pek çok hikâye var. ‘Ağlamak ferahlatır.  Ağlamayı beceremeyenlere ağlamak gerek’ diyenler yanına birkaç mendil alıp kitapla baş başa kalabilir. Özellikle kendisinden kötü durumda olanlara bakıp şükretmek yerine, kendinden iyilere bakıp kıskanarak gönlünü, aklını ve bedenini ateşe atanlar okumalılar. Tâ ki,  ‘Şikâyetler mihneti, şükürler nimeti artırır’ diyene kadar.

Kitabı edinmek isteyenler için: otekicocuklar@yahoo.com 

MUSTAFA USTA: Yazar. 1967 yılında Bafra’da doğdu. Bafra Lisesi’nden mezun oldu.. 1991’de gazeteciliğe başladı. Bafra’nın mahalli televizyon kanallarından Kanal 2000’de haber programları yanı sıra Yeni Çizgi adlı siyasasî tartışma programını hazırlayıp sundu. ‘Bafra Nostaljisi’   adlı bir fotoğraf paylaşım sitesi kurdu. Burada Bafra`nın eski fotoğraflarını paylaşıma sundu. Daha sonra da özellikle Bafra`nın köylerini gezerek fotoğrafladı. Bu çalışmalarını yaygınlaştırarak iller bazında yapmaya başladı. Arkasında binlerce fotoğraf karesi, yazmayı tasarladığı onlarca hikâye, şiir, roman hayaliyle sabaha karşı  (29 Haziran 2014 ‘de) aramızdan ayrıldı. Yayınlanan kitapları: 1-Öteki Çocuklar (Roman, Kendi Yayını,2003) 2-Kızılırmak Kızılca Kıyamet,(Roman, Kendi Yayını,2004), 3-Maraşantiyanın Tanrıları (hikâyeler, yayına hazır).     4-Kızılırmak`ta Gülbiçen,(roman) 5-Şiir Olup Geceye Yağmak (şiir) Mustafa Usta, Osmanlı’nın son dönem Bafra’sı ve etrafında yaşanan bir takım acı olayları muhteşem bir kurguyla romanlaştırmış. Olayları târihi belgelerle de desteklemiş olması okuyucuyu gerçek yaşanmış bir hayatın içine alıyor. Hakkında yayınlanan haber: Facebook’ta Bafra Nostaljisi isminde  bir sayfa açarak Bafra’yı dünyâya tanıtan, topladığı eski fotoğrafları yayımlayan yazar ve Şâir Mustafa Usta geçirdiği kalp krizi sonrası 47 yaşında, 29 Haziran  2014 târihinde sabaha karşı Ebedî âleme intikal etti. . Musta Usta’nın cenâzesi bugün Bahçeler Mahallesindeki evinden alınarak Bahçeler camiinde kılınan ikindi namazına müteakip Asri mezarlığa defnedildi. Cenazeye Sivil Toplum Örgütü Temsilcileri ve vatandaşlar katıldı.  (Ömer Okay Çetinoğlu’nun katkılarıyla)

Hz.  Ali’nin  Yönetmeliği

     “(Hz. Ali), ümmetin malını ümmete dağıtırken de son derece titiz davranırdı.

     Kendisine bir pay ayırma noktasında gayet dikkatli olup,

     kimsenin hakkına tecavüz etmemekte de, büyük bir örnek idi.

     Kendisini Kûfe’de görenler, kışın soğuğunda ince bir elbisenin altında

     tir tir titreyerek camiye gittiğini aktarırlar.

     Devlet yönetici ve memurlarının nasıl davranmaları gerektiği konusunda

     şu yönetmeliği hazırlamıştı:

    x

     1. Halka karşı daima içinizde sevgi ve nezaket besleyin.

         Onlara bir canavar gibi davranmayın ve onları azarlamayın.

     2. Müslüman olsun olmasın herkese eşit davranın.

         Müslümanlar kardeşleriniz, Müslüman olmayanlar ise sizin gibi insanlardır.

     3. Affetmekten utanmayın.

         Cezalandırmada acele etmeyin.

         Emriniz altında bulunanların hataları karşısında hemen öfkelenip kendinizi kaybetmeyin.

     4. Taraf tutmayın, bazı insanları kayırmayın.

         Bu tür davranışlar sizi zulme ve despotluğa çeker.

     5. Memurlarınızı seçerken zalim yöneticilere hizmet etmemiş

         ve devletin suçlarından ve zulümlerinden sorumlu olmamış bulunmalarına dikkat edin.

     6. Doğru, dürüst ve nazik kişileri seçin ve çıkar ummadan ve korkmadan

         acı gerçekleri söyleyebilenleri tercih edin.

     7. Atamalarda araştırma yapmayı ihmal etmeyin.

     8. Haksız kazanç ve ahlâksızlıklara düşmemeleri için memurlarınıza yeterince maaş ödeyin.

     9. Memurlarınızın hareketlerini kontrol edin ve bunun için güvendiğiniz samimi kişileri kullanın.

   10. Mektuplara ve başvurulara bizzat kendiniz cevap verin.

   11. Halkın güvenini kazanın ve onları, kendi iyiliklerini istediğinize inandırın.

   12. Hiçbir zaman vaadinizden ve sözünüzden dönmeyin.

   13. Esnaf ve tüccara dikkat edin; onlara gereken önemi gösterin,

           fakat ihtikâr, karaborsa ve mal yığmalarına izin vermeyin.

   14. Ev işlerine yardım edin; çünkü bu yoksulluğu azaltır, hayat standardını artırır.

   15. Tarımla uğraşanlar devletin servet kaynağıdır ve bir servet gibi korunmalıdır.

   16. Kutsal görevinizin yoksul, sakat ve yetimlere bakmak olduğunu hiç aklınızdan çıkarmayın.

           Memurlarınız onları incitmesin, onlara kötü davranmasın.

           Onlara yardım edin, koruyun ve yardımınıza ihtiyaç duydukları her zaman

           huzurunuza çıkmalarına engel olmayın.

   17. Kan dökmekten kaçının, İslâm’ın hükümlerine göre öldürülmesi gerekmeyen kimseleri

           öldürmeyin.

x

     Hz. Ali bütün bu emirleri kendi nefsinde eksiksiz uygulayan bir halîfeydi.

     Beş yıllık halîfeliği çok önemli olaylarla, savaş ve sıkıntılarla geçmişti.

     Fitnelere karşı sonuna kadar doğru yolda sabırla mücadele etmek istedi,

     sonunda şehid oldu.

     Ahkâmın nazariyatından çok amelî keyfiyetine bakardı:

     ‘Halka anladıkları hadisleri söyleyiniz.

     Allah ile peygamber’in tekzip edilmesini ister misiniz?’ (Buhârî, ilim) demiştir.”

     (Hz. Ali, Prof. Dr. Süleyman Ateş, s. 12 – 14)

Kitaplar, kitaplar; Farabi

Farabi, 870 yılında Türkistan’ın Farab isimli yerleşim yerinde doğmuştur. Adı Ebu Muhammed Nasr’dır. Babası Farab’daki Vesic isimli şehrin güvenliğinden sorumlu bir asker, komutandır. Onun adı da Muhammed bin Turhan bin Uzluk’tur. Tam adı Ebu Nasr Muhammed bin Turhan Bin Uzluk El Farab olup 950 yılında Şam’da vefat etmiştir. Batıda ismi Alphfarabius olarak bilinir. Felsefe ilmindeki bilgeliği yanında hayatı boyunca hep çarığına kadar Türk giyim

kuşamını bırakmaması ile de ilginç bir kişiliktir. Felsefe ve mantığın yanında müziğe olan ilgisi ile de tanınır. Kanun isimli müzik aletinin mücidi olarak da bilinir.

İşte o dönemin önemli bir bilim insanı olan bu kişiyi Mürsel Gündoğdu’nun Farabi isimli romanında daha yakından tanıyoruz.Bu eserde o zamanlarda mantık ve felsefenin büyük isimleri olan Aristo ve Eflatun’un eserlerinin tercüme edilip okunulması yanında fikri değerlendirilmeler yapıldığını öğreniyoruz. Farabi’nin de onların eserlerine açıklamalar yaparak İslami değerlendirmeleri ile de yorumlar yaptığı; din ve felsefenin hayata bakışı ile ne-nasıl olması gerektiği düşüncelerini okumaktayız. Bu çalışmalarındaki verimliliği sebebiyle kendisine Muallim-i Sani (ikinci öğretmen) lakabı takıldığını, birinci muallimin ise Aristo olduğu bilgisini okuyoruz.

Romanda, Farabi’nin varlıklı bir aileden olduğu, kendisinin kadılık yaptığı ve bu iyi konumuna rağmen ilim ve felsefe aşkı ile her türlü konforu bırakıp Bağdat’a gelişi hikaye edilmektedir. O dönemin bir bilim merkezi olan Bağdat’taki Beytül- Hikme ile ilgili bilgiler, oradaki yapılan çalışmalar akıcı bir şekilde anlatılmaktadır. 30 yılı aşkın Bağdat’taki çalışma hayatı akabinde, bu şehirdeki siyasi karışıklığın artmasının sebep olduğu olumsuz ortam Şam’a gitmesine sebep olur

.Şam, ona daha rahat ve sakin bir çalışma ortamı sunar. Bu arada yazdığı İdeal Devlet eserini okuyan Halep emiri Seyfü’d Devle’nin sağladığı imkanlarla çalışma şartları daha da iyileşir. Bu dönemde eserlerini yeniden elden geçirir. Bu arada eski dönemlerin ilim merkezi olan Mısır ve İskenderiye’ye gidiş gelişleri akıcı bir dille anlatılmaktadır. Bağdat-Harran-Şam-Halep şehirlerindeki bilime ve alimlere gösterilen ilgi ve itibar yanında oralar hakkında bilgiler de vardır.

Farabi romanı, mantık ve felsefeye ilgisi olanlar için ayrıca cazip bir eserdir. Oradan aldığım şu alıntıları paylaşmak isterim:

  • Mantık ilmi, aklı ve doğru düşünmeyi geliştirir. Kur’an-ı Kerim’de ibret alma, tefekkür ve bilgi edinme hususunda açık emirler vardır.
  • İnsanların ilme sarılması dünyayı aydınlatır. Erdemli insanları çoğaltır. Ahlaka sarılması ise
    • dünyayı iyiliğe ve güzelliğe götürür. Bunun için yöneticiler:

Bilgi edinmeyi ve öğrenmeyi seven zeki, uyanık, hafızası kuvvetli ve dikkatli olmalıdırlar.

– Doğruluğu ve doğru insanları seven, yalan ve yalancıdan uzak duran, şefkatli ve her türlü kötülüğe karşı olmalıdırlar.

– Gümüş, altın gibi dünyevi araçlara değer vermeyen; yeme, içme ve cinsel zevklerin peşinde koşmayan; kumar türü alışkanlıkları olmayan karakterde olmalıdırlar.

– Yapılması gereken konularda azimli ve ısrarcı olmalı, korku ve zaaflı olmamalıdırlar.

………

Eser bu ve benzeri uyarıcı ve hatırlatıcı bilgileriyle de yol göstericidir. Mutluluğu aramak ve yolunu bulmak için çıkılan bir yolculuğun hikayesi olan bu eser zevkle okuduğum kitaplar arasında olmuştur.

Beşar Esad ile Görüşmeye Hazırız

AKP’lilerin “asrın dünya lideri” diye anmayı sevdiği Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan Suriye ve Esed politikasında U dönüşün en keskin virajını almak üzere.

Rusya’nın da desteklediği şekilde, “ilişkileri normalleştirme” adımlarını atmaya devam ediyor.

30 Haziran 2024’te “SAYIN ESED’le geçmişte nasıl yaptıksa ailece görüşebiliriz” mesajı vermişti.

Erdoğan, BM toplantısına gitmeden önce, yine benzer bir açıklama yaptı: “Biz, bu konuda çağrımızı yaptık. Türkiye ile Suriye arasındaki ilişkilerin normalleştirilmesi için BEŞAR ESAD ile görüşme irademizi de ortaya koyduk. Biz şimdi karşı taraftan cevap bekliyoruz. Biz buna hazırız. Halkı Müslüman iki ülke olarak artık bu birlikteliği, beraberliği bir an önce gerçekleştirelim istiyoruz.”

Daha önce “katil” dediği, iktidardan devirmeye çalıştığı biriyle görüşmek için şimdi bu kadar rica minnet etmeyi yadırgamış olabilirsiniz. Bir “dünya lideri” için bu edilgen çağrı üslubunu “rencide edici” bulabilirsiniz. “Katil Esed’in” üstten almasından rahatsız olabilirsiniz. Ama “yeni Türkiye’de” bunlara alıştık.

O kadar alıştık ki, bir sözde gazetecinin, büyük zararlara yol açan çelişkili dış politika tavırları için, “Erdoğan doğru yerde, doğru zamanda doğru tavır ortaya koyuyor. Bu da onun lider özelliklerinden biri” demesine de şaşırmadık. Çünkü “patlıcanın değil padişahın dalkavuğu olan” gazetecilere de alıştık.

Suriye politikasındaki büyük yanlışları çokça eleştirdim. Fakat normalleşme çabası için “zararın neresinden dönülürse kârdır” görüşündeyim.

**************************

Suriye Politikası Nereden Nereye!

AKP iktidarının dış politikada en büyük yanlışlarından biri Suriye politikası oldu. İlişkiler bir uçtan diğer uca savruldu.

Esad ve Erdoğan ailelerinin kanka olduğu, birlikte Boğaziçi gezileri yaptıkları, özel uçakla gidip Şam’a düğün davetiyesi götürdükleri ve iki taraf hükümetinin birlikte toplantı yaptığı bir aşk dönemiyle başladı ilişkiler.

Sonra tam tersi bir rüzgara kapıldık. Aşk nefrete dönüştü. AKP iktidarı “Şam’da Emevi Camisinde namaz kılma” romantizmine kapıldı.

Taraflar kanka iken Cumhurbaşkanımızın “Kardeşim Esad” dediği Suriye Devlet Başkanı, “katil Esed” şeklinde anılır oldu.

Bu süreçte Suriye’de yaratılan iç savaşla kısa zamanda devrileceği öngörülen Beşar Esad, İran ve Rusya’nın da Esad’ın yanında denkleme dahil olmasıyla, ayakta kalmayı başardı.

Ancak Esad’ın ülkesinin bir kısmında ABD destekli PYD (PKK) devleti kurulma aşamasında.

Esad’ın kontrol ettiği bölgede Rus askeri varlığı etkin. Rusya asırlardır hayal ettiği sıcak denizlere inme amacını Suriye’de konuşlanarak gerçekleştirdi.

Türkiye, Esad’ı iktidardan uzaklaştırmaya çalışan silahlı muhalif savaşçıların yıllardır başlıca destekçilerinden biri halinde. Kuzey Suriye’nin bir kısmı Türk Silahlı Kuvvetlerinin kontrolü altında.

Bu arada resmi rakamlara göre 5 milyon, muhalefetin iddiasına göre 10 milyondan fazla Suriyeli Türkiye’ye süpürüldü. Batı, Türkiye’ye bir miktar para vererek, ülkelerine göç akınını durdurdu. Göçün bütün sosyal, ekonomik yükünü ve diğer risklerini Türkiye üstlendi.

Bunlar olurken iktidar ve yandaşları, “Türkiye Esad ile görüşerek bu sorunu çözmeli” diyenleri “hain” olarak suçladılar. “Kendi halkını öldüren zalim Esed” ile görüşülemez” dediler.

****

Haziran ayında, Erdoğan “Suriye ile yeniden diplomatik ilişkileri kurmamak için bir sebep yok. Geçmişte nasıl yaptıksa yine yapabiliriz. Suriye’nin iç işlerine karışmak gibi bir niyetimiz yok. Biliyorsunuz ailece görüşmeye varana kadar sayın Esed’le geçmişte nasıl yaptıksa yeniden yapmamamız için bir sebep yok” diyerek Suriye’ye mesaj gönderdi.

Fakat, Rusya’nın da görüşmeye destek vermesine rağmen, Esad isteksiz görüntüsü veriyor. “Türk askerinin Suriye’den çekilmesi” ön şartını ileri sürüyor.

Türkiye ise “Askerimiz çekilince, bölgenin tekrar DEAŞ ve PKK tarafından doldurulmayacağına güvence istiyor.”

Bakalım, Erdoğan’ın bu son çağrısına Esad ne cevap verecek?

**************************

Keşkeler ve Normalleşme İhtiyacı

Nasıl ki Rus uçağını düşürdüğümüzde önce “emri ben verdim. Özür dilemesi gereken biz değiliz, hava sahamızı ihlal edenlerdir” dedi. Daha sonra özür diledi. (Ve Rusya ilişkilerimiz iyileşti. İyi de oldu.)

Nasıl ki Erdoğan daha önce ‘zalim’, ‘firavun’, ‘darbeci’, “Onunla aynı masaya oturmam” dediği, Mısır Cumhurbaşkanı Sisi ile bir araya geldi.

Nasıl ki Kaşıkçı cinayetinin faili “Katil” Suudi Prens ile ve “FETÖ’nün finansörü ve 15 Temmuz darbe girişiminin destekçisi” olarak ilan ettikleri BAE prensi ile kucaklaştı.

Bütün bu örnekler gibi yanlışta ısrar etmeyip, Esad ile de bir araya gelmesi de doğru ve gerekli.

Ama keşke ilk yanlışları yapmasak ve bu U dönüşleri ile milli onur ve gururumuzu rencide etmeseydik.

Olan oldu. Gerekirse “Dış politikada ebedi dostluk veya düşmanlıklar olmaz” bahanesine sığınabiliriz.

Türkiye- Suriye ilişkileri normalleştirmeli. Sınırlarımız karşılıklı olarak güvenli hale getirilmeli.

Erdoğan’ın ifadesiyle “Suriye dışındaki milyonlarca insan, vatanlarına dönmek için bekliyor.” Bunların çoğu Türkiye’de. Bu insanların vatanlarına dönmesi Suriye yani Esad ile ilişkilerin normalleşmesine bağlı.