12.7 C
Kocaeli
Cuma, Kasım 14, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 93

Cengiz Aytmatov’un Gün Olur Asra Bedel Romanı Ve Mankurt Kavramı

            Bu yazı Cengiz Aytmatov’un “Gün Olur Asra Bedel” romanı ve Ali İhsan Kolcu’nun “Bozkırdaki Bilge Cengiz Aytmatov” isimli eserinden özetlenmiştir.

Gün Olur Asra Bedel

Romanda anlatılan bir günün hikâyesidir. Ama yüzyıldan fazla süren bir günün, yüzyıllık bir süreye yayılan olayların hatırlandığı bir günün hikâyesidir bu… Yedigey, sevgili dostu Kazangap’ın öldüğü gün kendi hayatını ve Sarı Özek bozkırının bütün geçmişini hatırlar. Neler olmamıştır ki bozkırda? Juan Juanlar tarafından kaçırılıp başına deve derisi geçirilerek şuûrları kaybettirilip birer “Mankurt” yapılan gençlerden, ekolojik bozukluğun müsebbibi olan uzay araştırmalarına kadar birçok şey Sarı Özek bozkırının kaderinde rol oynamaya devam etmişti.

Boranlı Yedigey, arkadaşı Kazangap’ın cenazesini, onun vasiyetine uygun olarak kutsal Ana-Beyit mezarlığına gömmek ister. Burası onların atalarının mezarlığıdır. Kazangap’ın dejenere olmuş, çağdaş bir “Mankurt” olarak nitelendirebileceğimiz oğlu Sabitcan, mezarlığın bir günlük mesafede olması sebebiyle buna karşı çıkar. Yedigey’in Sabitcan’a kızması üzerine cenaze Ana-Beyit mezarlığına getirilir. Mezarlık alanı uzay araştırmaları istasyonunun arazisi içinde kaldığı için cenaze mezarlığa sokulmaz. Yedigey’in bütün ısrar ve gayretleri bir sonuç vermez. Kazangap’ın cenazesi Ana-Beyit mezarlığının yakınında bir yere, müslüman geleneklerine uygun olarak defnedilir. Arkadaşının vasiyetini yerine getiremeyen Yedigey, üzüntü içinde Boranlı istasyonuna geri döner .

Roman, yazarın diğer eserlerinde görüldüğü gibi iç-içe birkaç hikâyeden meydana gelmiştir. Toprağın gizli tarihine ait unsurlar, yakın geçmişte cereyan etmiş acı hadiseler, bizzat şahit olunan ve yaşanan garip olaylarla millî kültüre ait hayat tezahürleri ve nihayet teknoloji çağının sebep olduğu buhranlar, bir bütünün parçası dâhilinde eserde kendisine yer bulmuştur. Tarihî olaylar ve millî kültüre ait unsurlar hâl’in şartları içinde dikkatlere sunulur .

Gün Olur Asra Bedel romanının başkarakteri Boranlı Yedigey’dir. Bütün gençliğini Boranlı istasyonunda geçirmiş, savaşa (II. Dünya Savaşı) katılmış, savaştan sonra yine bir yere tutunmak arzusuyla Boranlı istasyonuna yerleşmiştir. Burada Ukubala ile evlenmiş, çoluk çocuğa karışmıştır. Dinine ve törelerine bağlıdır. İnandığı değerler için mücadele etmekten kaçınmaz. Fakat bilgi eksikliği bu mücadeleyi pasifize etmektedir. Zaman zaman sinirlenip, celâllendiği olur. Onun bu yönünü yazarın diğer eserlerindeki kahramanlarından ayırmak zorundayız. Beyaz Gemi’deki Mümin Dede, tavizkârdır, pasiftir, inandıklarını ifade etmekten, onlar için mücadeleden âcizdir. Elveda Gülsarı’daki Tanabay ateisttir. Devrin modasına uygun olarak ideolojiye, rejime büyük bir imanla bağlıdır. Gelenekleri yıkmaktan çekinmez. O yüzden Tanabay ile Yedigey zıt kutuplardadır. Bu meyanda Yedigey’in temsil ettiği kültürel kimlik nedeniyle, neslinin son temsilcilerinden biri olarak kabul edilebilir. Zira yeni yetişen gençlik ya birer Mankurt olma ya da hiçbir şeye karışmamaya, susmayı bir hayat tarzı olarak benimsemeye gönüllü görünmektedirler .

Yedigey, birçok tezadı bünyesinde taşıyan bir insandır. Kimi zaman romantikleşir, âşık olur, kimi zaman çocuklaşır; fakat her zaman çalışkan ve kararlıdır. Zaten Aytmatov’un eserlerinde devrim sonrası birinci kuşak hep çalışkan ve emeğe saygılı kahramanlar olarak karşımıza çıkarlar. Tembellik ve çalışmadan, kazanmadan rahat yaşama arzusu ikinci kuşağa ait kahramanlarda kendini gösterir .

Aytmatov, kahramanı Yedigey’i romanın merkezine yerleştirir. O bir bakıma statik Sovyet hayatı içinde bir iç dinamizmi temsil eden avantgarde’dır(yenilikçi). Millî tercih ve tezâhürlerin sembolüdür. Yazar, kendisiyle yapılan bir mülâkatta Boranlı Yedigey’in savaş sonrası Sovyet toplumunun örnek alması gereken bir karakter olarak takdim etme arzusunda olduğunu ifade eder . Yedigey’in şahsiyetinde millî hayata ait tezahürlerin aksettiği görülür. O, hadiseleri millî hayatın gelenekleri doğrultusunda yorumlar, çareler düşünür ve icra eder. Yaşayış olarak dış dünyaya, rejimin idealize ettiği hayat tarzına muhaliftir .

Romanda Yedigey kadar, Sarı Özek bozkırına ait bir unsur olarak karşılaştığımız Kazangap, zaman zaman geriye dönüşlerle anlatılan hayatına rağmen, asıl ölümü / ölüsü ile mühim bir yer teşkil eder. Kazangap sıradan bir ölü değildir. Bu ıssız Sarı Özek bozkırının, Boranlı istasyonunun ilk sakinlerinden, yakın geçmişinin en önemli şahitlerinden biridir. Yedigey, Kazangap’ın ölümü ile birtakım değerlerin de öldüğünü anlar .

MANKURT(LUK)

Kazangap’ın oğlu Sabitcan, küçük yaşlardan beri yatılı okullarda okumuş, rejimin ilmihaline göre yaşayan, duyduğunu satan, bilgiçlik taslayan, öz benliğinden kopmuş, millî ve dinî geleneklerine düşman çağdaş bir Mankurt’tur. Babasının cenazesini sıradan bir vak’a gibi görür. Zaten bu törene de “lütfen” katılmıştır. Törenin gereksizliğinden dem vurur. Olayları materyalist bir bakış açısıyla değerlendirir.

Bir söyleşide Aytmatov, V. Korkin’in sorularına cevap verirken Sabitcan’ın temsil ettiği temel felsefeyi de irdelemekten geri durmaz. Yukarıdaki alıntının devamında aşağıdaki görüşlerini sıralar :

“Korkin -Bittabiî haklısınız; tarihin bize öğrettiği en zor ders, tanrıların öldürmek istediğini onlar ilk olarak delirtirler. Tam bir trajedi. Görülebildiği kadarıyla daha acısı hiçbir kim¬senin deliyi kınamaya veya alaya almaya kalkışmayacak olma¬sı. Yine kişi Tanrı tarafından değil de bizzat kendi akrabaları tarafından hatıradan mahkum edilir ve bizzat kendi anasını öl¬dürebilir bir hilkat garibesi haline dönüşürse daha kötüsü bu- dur. Aynı kitapta söylediğimiz Mankurt’lar efsanesini kastedi¬yorum. O bir masal değil mi?

Aytmatov -Ne düşünüyorsunuz?

Korkin -Olduğunu düşünmüyorum. Bundan daha kötü in¬sanları da biliyorum. Onları gönüllü Mankurt diye adlandırıyo¬rum. Sizin Sabitcan karakterini alalım meselâ; Sabitcan bizzat kendi hür iradesiyle insan değil robot olmayı seçti. Onun gibi insanlardaki en tehlikeli şey, onların robot olma ve aynı seçimi yapabildikleri ve bundan yararlanabildiklerinin farkında olma¬yan diğer insanlardan bunu gizlemeden meydana geldikleri memnuniyettir. Şunu iktibas ediyorum; “Zaman gelecek in¬sanları da tıpkı robotlar gibi radyo vasıtasıyla kontrol etmek mümkün olacak. ” Anlıyor musunuz? Halkı, bebelerden dedele¬re kadar bütün halkı kontrol ediyorsunuz! Bunun mümkün ol¬duğuna inanmak için yeterince İlmî bilgileri elde ettik, ilim bize en üst sebeplerden imkân verdi. Diğer şeyler arasında, Sabitcan kendisini “üst sebepleri”nin farkında olan bir tür Süpermen gibi yeni bir adam olduğuna ikna etmek istiyor.

Aytmatov -İşte onun böylesine gülünç olmasının sebebi! Benim fikrim, onun felsefesinin bayağılığını ve saçmalığını vur¬gulamak idi. Felsefesinin menşei hiç de yabancı değil; manevî yoksulluk ve tüketicilik .”

Eserde ön plâna çıkarılan Mankurt motifi esas itibariyle, geçmişe ait bütün izleri yok etmek, hafızayı silmek, mensubu olduğu milletin örf, âdet, gelenek ve görenekleri ile mukaddes saydığı bütün değerlere karşı çıkmak, efendilerinin emir ve direktifleri doğrultusunda büyük bir sadakatle hizmet etmektir. Mankurt motifi eserde Nayman Ana efsanesi ile kendini gösterir .

Nayman Ana Efsanesi

Sarı Özek bozkırının eski devirlerinde Juan Juanlar esir aldıkları düşmanlarının kafasını kazıdıktan sonra, yeni yüzülmüş deve derisini esirin kafasına geçirip, elleri kollarını bağlanarak kızgın güneşte bekletirlerdi. Bu deri esirin kafasını sımsıkı kavrar, büyümeye başlayan saçlar deriden geri dönerek birer iğne gibi kafaya saplanırdı. Bu kurbanların çoğu bu acıya dayanamayıp ölür, sağ kalanlar ise hafızalarını yitirerek, geçmişlerini hatırlayamayan birer Mankurt olurlardı. Mankurt’lar, efendilerinden aldıkları emirleri tereddütsüz yerine getirirlerdi. Hafıza kaybı olduğundan bir Mankurt’un ailesini, yakınlarından birini, kendi milletine ait insanları tanıması mümkün olmazdı .

Cengiz Aytmatov’un romanlarında kullandığı Sarı-Özek menkıbelerinin epik kaynakları üzerine değişik yorumlar vardır. Özellikle Mankurt tiplemesinin kaynağı konusunda tartışmaya açık hususlar kendisini göstermektedir. Pariza Mirza Ahmedov, Mankurt tipinin kaynağı üzerine yaptığı bir değerlendirmede, Aytmatov’un, Mankurt tiplemesini Kazak yazarı Abış Kekelbaev’in bir romanından aldığını iddia eder :

“Aytmatov bu kendi efsanesinin temelini meşhur Kazak yazarı Abış Kekelbaev’in Geçmiş Yılların Balladı adlı hikâyesinde, ‘uzaylıların esir aldıkları tutsakların hafızasını silmek (yok etmek) için, onların kafasına taze deve derisi giydirdiklerini’ anlatan bu olayından almıştı. Bir zamanlar bu bozkırlarda hayatî alan oldukları için bitmeyen mücadelede düşmanların yaptıkları karanlık ve sağır zalimlikleri ve hınç ölçülerini göstererek, Kekelbaev bu korkunç olayları ayrıntılı olarak anlatmıştı. Kekelbayev’in balladında bu törenin ne kelime sıfatı var, ne hafıza kaybına uğratılan (Mankurt) kişinin ismi, ne de o dazlak kafaya geçirilen ve özenle yapılan o deri parçasının (siri) ismi vardır. Kekelbaev’de bu sadece bir kabilenin diğer kabilenin gözünün korkuttuğunun anlatıldığı bir vakadır. Aytmatov’da ise sadece, Mankurt tiplemesi roman efsanesinin merkezi değildir. Romanın parabolik yapısında en önemli rolü oynamakta ve mânâsıyla ile sanat merkezi olmaktadır. ‘Sir’ kelimesinin imgesi Aytmatov için görülmemiş metafordaki işlevi kazanmakta ve anlamı uzay boyutuna kadar büyümektedir. Yer’in kafasına geçirilen roket çemberi. “

Ahmedov’un yukarıdaki ifadeleri, Mankurt efsanesinin aynı adla olmasa bile, sözlü edebî ürünlerde yaşadığını gösterir. Öte yandan, Abış Kekelbaev’in bu efsaneyi alarak kabileler arası bir işkence ve zulüm unsuru olarak kullandığını da gözlemlemekteyiz. Dolayısıyla Kekelbaev’in bu efsaneyi sadece mahalli plânda değerlendirdiği anlaşılmaktadır. Yine Pariza Mirza Ahmedov’un ifadelerinden, Aytmatov’un bu efsaneyi Kekelbaev’in Geçmiş Yılların Balladı adlı romanından aldığını, fakat ondan farklı olarak daha geniş bir platformda işleyerek uzay boyutuna da dikkati çektiğini söyleyerek Aytmatov’un hakkını teslim etmektedir. Yani Aymatov, bu mahalli hikâyeden evrensel bir tip yaratmasını bilmiştir .

Pariza Mirza Ahmedov’un bu efsanenin kullanımı ile ilgili düşünceleri sözlü edebiyattan yararlanma aşamasında sanatçıların kudret ve yeteneklerini gösterme ve karşılaştırma fırsatını vermektedir. Aynı coğrafyada yaşayan ve aynı sözlü kültürden gelen iki kardeş yazarın aynı motifleri kullanmaları kadar tabiî ne olabilir. Burada aranması gereken ustalık ve maharetin ne ölçüde sergilendiği gerçeğidir. Öte yandan Aytmatov’un hususiyle Mankurt hakkındaki ifadeleri, yazarın yukarıdaki iddialarını doğrulamaktan uzaktadır. Aytmatov’un Mankurt efsanesi ile ilgili kaynağı, kendi ifadesiyle, tamamen Manas destanıdır.

MANAS DESTANINDAN ESİNLENME

Cengiz Aytmatov yakın arkadaşı Muhtar Şahanov’la birlikte sohbetlerinden oluşan ve Türkiye Türkçesinde, Kuz Başındaki Avcının Çığlığı adıyla yayınlanan hatıra-sohbet eserinde, bu konu hakkında ve beslendiği kaynakları göstermek açısından mevzumuzu aydınlatacak önemli şeyler söylemektedir .

“Asırdan da Uzun Gün romanını yazarken, mangurt konusunu inceden inceye araştırdım. Çocukluğumuzda, yön-yötıtem bilmeyen birilerine “Hey! Mangurt musun?” dediklerini çok duymuştuk. İnsanın mangurta nasıl dönüşeceğini bilmesek de, kemiklerine işleyen ağır bir söz olduğunu sezerdik.

Mangurtluk hakkındaki ilk bilgilerden birine, on asır önce cırlanıp Kırgız halkının kahramanlık ve kültür ansiklopedisi haline gelen Manas Destanı’nda rastlanıyor. Orada çocuk Manas’ın yaramazlığı ve dayanılmaz gücünden korkan Kalmaklar, onu mangurt edelim deyip söz bağladıkları şöyle cırlanmıştı.

Balayı tutup alalım Başına çember takalım Eve götürüp azap verelim Altı boy Kalmak’ın Ayak-başını yığalım.

Altmışlı yılların içindeydi sanıyorum; ünlü Sayakbay Karalayev’den mangurt ve şire’nin manasını sormuştum. O zaman değerli ihtiyar biraz düşündükten sonra konuşmaya başladı.

Geçmişte Kalmak ve Kırgız çatışması sırasında iki taraf, mal mülkle birlikte, kul etmek için birbirinden tutsak alırdı. O tutsak, mal peşinde sallanıp yürümekle birlikte, günlerden bir gün çaresini bulup kaçar gider. Birileri aracılığı ile kendi hakkında halkına haber göndermesi, hatta diri can olduktan sonra kız-kadına takılması da şaşılacak şey değil. Çocukluğunda ele geçirilen gücü-kuvveti yeterli tutsak, beş yıl belki on yıl ‘buyrun’ diye hizmet eder. Ne de olsa o da insanoğlu, içinde gururu uyanıp, eline silâh alıp karşı koyması mümkündür. Bu yüzden en emin yolu onu mangurt etmektir. Bunun için önce tutsağın saçını kazıdıktan sonra, yeni kesilmiş devenin veya sığırın derisini başına sararlar. Buna Kırgızlar şire derler. Kayıştan delip yapılan bağlarla sarıp şakaktan sıkarak sağlam olarak bağlıyorlar. Böylece kavurucu güneş altına, eli ayağı bağlı bırakıyorlar. Tutsak o zaman iki azaba birden düşermiş. Önce yaş deri sıcaktan kurudukça büzülüp başını sıkarak kemiklerini kıracak gibi oluyor; ikincisi yeniden çıkan saç, kuru deriyi delemeyip tekrar dönüp kafa derisine iğne sokulur gibi girip bütün sinir duygusunu öldürür; yani akılda tutabilme, anlama yeteneğini yok ediyor. Bir hafta veya on gün sonra, ya ölür ya mangurta döner. Ölürse azaptan kurtulur, diri kalırsa; adını geldiği soyu, bütün geçmiş hayatını unutur; sadece kendi efendisinin istediğini yerine getiren kaba güç sahibi haline gelir… İnsanoğlu zulmün tepe saçını dikleştiren nice türünü keşfetmiştir. Ancak bu felâketin dengi olamaz.

Totaliter sistem zamanında bütün topluma, onun içinde senin de benim de, hepimizin aklına fikrine, anlayışına ideolojik şire kondu. Bu bir rejime körü körüne bağlayıp, kelepçelemek amacıyla yapılmıştı. “

Yukarıdaki ifadelerden de anlaşılacağı üzere Aytmatov’un bu konudaki kaynağı büyük Manasçı Sayakbay Karalayev’dir. Karalayev’in Mankurt efsanesi ile ilgili söyledikleri ile yazarın Manas destanından aldığı mısralar aynı anlam etrafında şekillenmektedir. Böylece bu tiplemenin gerçek kaynağı doğrudan doğruya Manas destanı olduğu ortaya çıkmaktadır .

Bunun dışında Literaturnoye Obozreniye dergisinde çıkan bir mülakatında da aynı konuya daha geniş bir açıklama getirmektedir.

“Mankurt, halk ağzında dolaşan efsane, benim anlattığım gibi bulunmaz. Fakat bu efsanenin prototipi Kazak halkında mevcuttur. Ben onları yüksek düzeye çıkarmam, felsefî anlamını derinleştirmem gerekirdi. İnsanoğlunun geleceğini düşünmek, alnı açık, iç dünyası zengin, kusursuz insan olmak için engel olduğunu Mankurt hakkındaki efsaneyi yeniden yorumlamaya beni mecbur etmişti .”

Mankurt’tan-Mankafa’ya

Halk arasında sıradan bir efsane gibi dolaşan Mankurt Aytmatov’un usta kaleminde yeniden fakat başka bir konteks içinde hayat bulmaktadır. Yazarın; “Çocukluğumuzda, yön-yöntem bilmeyen birilerine “Hey! Mangurt musun?” dediklerini çok duymuştuk.” sözleri Mankurt hakkında bizleri de düşünmeye şevketti. Anadolu coğrafyasında ve Türkiye Türkçesinde de Aytmatov’un ifade ettiği biçimiyle yön-yöntem bilmeyen, anlayışı kıt insanlara ‘Mankafa’ denildiği ve bu kelimenin hali hazırda yaşadığı bilinmektedir. Bu açıdan bakıldığında Mankurt ya da Mankafa kelimeleri aynı kaynaktan yani Türk destan ve sözlü geleneğinden çıkıp geniş bir coğrafyada kullanım alanı bulmuştur, denebilir .

Bütün bunların yanında önemli olan yazarın bu kavrama yüklediği anlam ile romandaki işlevidir. Yazar kendisiyle yapılan bir söyleşide bu konuya açıklık getirmektedir:

“-Çok eski efsanelerden çıkarıp modern bilime, sosyolojiye hediye ettiğiniz kavramlar var; Mankurtlaşma gibi. Duvarlar yıkıldı, pek çok ülke -Kırgızistan da dahil olmak üzere- bağımsızlıklarım kazandı, demokrasinin lafı daha çok ediliyor, bireyin önem kazandığı kamusal devlet söylemleri pekişiyor. Ancak bu ötekileşmeyi, hatta var olan bozkurtların bile giderek Mankurtlaşmasını engelleyemiyor, siz ne dersiniz?

-Mankurt mitolojik bir terimdi ama bizim zamanlarımızı anlatmak için de önemli bir imkândı. Totalitarizm bizi standartlaştırmak istese ve bunda kararlı olsa da bizim buna karşı direnmemizin hayati önemini anlatmak istemiştim, bu tiplemeyi eski çağlardan getirmemin nedeni buydu. Ancak Mankurt sadece eski çağların trajik yaratığı değil. Her dönemin Mankurtları var. Bu zaaflarıyla malul insanoğlunun kaçınılmaz yazgısı. Mankurtlar, Mankurtlaşalar ve zaaflarına karşılık ayakta kalmaya çalışanlar, bunlar hep olacak.”

İşte Sarı Özek bozkırında yaşayan Nayman Ana’nın oğlu da bir savaşta Juan Juanlara esir düşer. Nayman Ana’ya oğlunun ölüm haberi gelir. Bu habere inanmayan Nayman Ana, oğlunu aramaya çıkar .

Nayman Ana’nın oğlunu aramaya çıkmadan önce “Büyük Türk mutasavvıfı Hoca Ahmet Yesevi’nin bir veli olarak Kazak-Kırgızlar üzerindeki manevi tesirini romana yansımış folklorik bir hususiyet olarak zikretmek gerekir .

 “Nayman Ana’ya ev işlerinde yardım eden eltisinden başka avılda onun yola çıktığını gören bilen olmadı Nayman Ana esneye esneye kalkan eltisinden bir gün önce torkunlarına( kendi akrabalarına) oradan da kendisiyle birlikte gelmek isteyen olursa Kıpçak ülkesindeki Evliya Yesevi dedenin türbesine ziyarete gideceğini söylemişti”

            Yazarın (her eserinde olduğu gibi bu romanında da ) folklorik malzemeyi işlerken dikkat ettiği bir husus da vakaları tarihi zemin ve mekân unsurlarına yerleştirmiş olmasıdır. Ahmet Yesevi’nin türbesi Nayman Ananın Juan juanlar tarafından kaçırılan oğlunu bulmak, çaresizliği içinde, vakanın gidişatında yerini alır. Yazar böylece tahkiye (rivayet etme-anlatma) dokusu içinde zaman zaman fiktif (kurmaca) alemin varlığını bir an olsun okuyucuya unutturma başarısını gösterir .

            Nayman Ana uzun aramalardan sonra oğlunu çobanlık yaparken bulur. Hafızasını kaybeden oğul, annesini tanımaz. Zira o artık efendisinin emirlerini yerine getirmeye hazır tam bir Mankurt olmuştur. Nayman Ana oğlunu görmek ister, ama Mankurt efendisinden aldığı emir üzerine annesini okla öldürür. Nayman Ana ölürken ak yazmasından beyaz bir kuş uçarak bağırmaya başlar .

“Nayman ana merakla her tarafa göz gezdirirken, Mankurt oğlunun bir devenin ardında diz çökmüş, yayını germiş, ok atmaya hazır beklediğini göremiyordu. Mankurt’un gözüne güneş ışığı düşüyor ve bu yüzden tam  nişan alabilmek için uygun ânı bekliyordu.

Oğlunun başına bir şey gelmiş olmasından korkan Nayman Ana ise, seslenmeye devam etti:

-Colaman! oğlum!

Nayman Ana birden eyerin üzerine döndü ve oğlunun kendisine nişan aldığını gördü.

– Dur atma!

Ancak bunu diyecek kadar zamanı olmuştu. Deveyi mahmuzlayıp hızlandırmak istemişti ama fırlatılan ok vınlayarak sol böğrüne saplanmıştı bile!

Darbe öldürücüydü. Nayman Ana’nın başı sarktı, devenin boynuna sarılmak istediyse de tutunamadı, yere yuvarlandı. Ama kendisinden evvel beyaz yazması düştü başından. Ve bu beyaz yazma bir kuş olup havalandı. Ana’nın ağzından çıkan son sözleri tekrar ede ede gökyüzüne uçtu gitti: “Adını hatırla! Kim olduğunu hatırla! Babanın adı Dönenbay! Dönenbay! Dönenbay!”

İşte o gün bu gün Dönenbay kuşu Sarı-Özek bozkırında geceleri uçar dururmuş. Bir yolcuya rastlayınca onun yanına sokulur, “Adını biliyor musun? Kim olduğunu biliyor musun? Babanın adı Dönenbay! Dönenbay! Dönenbay!” diye ötermiş. 

Mankurt ve Robot İnsan

Yazarın bu romanda dikkatlere sunduğu Mankurt motifi hem geçmiş hem hâl hem de gelecekteki hayatı yönlendirecek robot-insan tipinin temsilcisidir. Geçmişte, Nayman Ana örneğinde olduğu gibi Bir Mankurt’un kendi annesine nasıl düşman edileceğini, onu nasıl gözünü kırpmadan öldürebileceğini gördük. Hâl’de ise, Sabitcan ve Uzay alanı muhafızı Tansıkbayev’in şahsında Sovyet rejiminin nasıl bir insan tipi arzuladığını okuyucuya gösterir. Sabitcan ve Tansıkbayev efendilerinden aldıkları emirlerden asla şaşmayan, beyinlerini ve enerjilerini efendilerinin hizmetine vermiş birer robot-insandırlar. Yazar geçmiş ve hâl’deki Mankurt tipinin dahi tekâmül etmediği kanaatindedir. Bu tekâmülün son safhası robot-insan idealidir. Yazar, gelecekte arzu edilen insan tipini Sabitcan’ın ağzından nakleder :

“Sabitcan kendisini ayran budalası gibi ağızları açık dinleyen Boranlıları iyice şaşırtmak, ezmek kararındaydı. Böylece, kızkardeşi ve eniştesiyle yaptığı kavgadan dolayı kendini küçük görenlere bir ders vermiş, bunu onlara ödetmiş olacaktı. Bu yüzden âdeta coşmuş, bilimin yüksek başarıları ve inanılmaz mucizeleri üzerine nutuk çekmeye başlamıştı. Bu arada sık sık votkasını yudumluyor, hemen ardından kımız içmekten de geri kalmıyordu. Sarhoş olmuştu bile. Öyle saçma sapan şeyler anlatmaya başladı ki, zavallı Boranlılar hangisine inanıp hangisine inanmayacakların t bilemez oldular.

Sabitcan, her kımıldanışında parlayan gözlük camlarının gerisinden ve büyüleyici bakışlarıyla dinleyenlerini süzüyor ve devam ediyordu anlatmaya:

-Düşünün bir kere bizler insanlık tarihinin en mutlu kişileriyiz. Bak Yedike, içimizde en yaşlısı sensin Her şeyin eskiden nasıl, şimdi nasıl olduğunu hepimizden iyi bilirsin. Niçin böyle diyorum? Bak anlatayım: Eskiden insanlar Tanrılara inanırlardı. Eski Yunanistan’daki inanca göre güya bu Tanrılar Olimpos dağında yaşarmış. Ne biçim tanrı imiş onlar? Saçmalık işte! Ne gelirdi elerinden? Durmadan birbirleriyle kavga etmek. Asıl özellikleri birbirleriyle didişmek, hiç anlaşamamaktı. İnsan hayatını değiştirmek, insanın mutluluğuna en ufak bir katkıda bulunmak gelmezdi ellerinden. Zaten böyle bir şey düşündükleri de yoktu. Aslında Tanrılar da yoktu. Bir efsane, masal, uydurma idi bütün bunlar. Ama bizim Tanrılarımız bambaşkadır ve hemen şuracıkta, Sarı-Özek Uzay Üssü’nde yaşıyorlar. Ve biz bu Tanrılarımızla bütün dünyaya karşı övünüyoruz, gururlanıyoruz. Aramızdan hiç kimse tanımıyor, göremiyor onları. Yasalar buna izin vermez. Onları görüp tanımak da gerekmez zaten. Öyle her önüne gelen bir Mırkınbay bir Şırkınbay (Ali, Veli) “Merhaba, nasılsın?” diye el uzatamaz onlara. Asıl gerçek Tanrılardır bunlar. Bak Yedike, az önce sen, uzay gemilerinin telsizle yönetildiğini öğrenince şaşıp kaldın değil mi? Oysa o iş bir çocuk oyuncağı, hem modası da çoktan geçti. Gün gelecek insanlar da telsizle yönetilecek, tıpkı şimdiki otomatlar gibi. Anlıyor musun, büyük küçük herkes radyo dalgalarıyla yönlendirilecek. Bu konuda deneyler başladı bile. İnsanlığın yüksek çıkarları için çalışan bilim çok önemli sonuçlar, çok önemli veriler elde etmiş bulunuyor .

(…) İnsan ancak merkezden verilen programa göre hareket edebilecek. Keyfince yaşadığını, dilediğince hareket ettiğini sanacak ama aslında her şey i, aldığı nefesi bile yukarıdan verilen programa uygun olacak. Oradan ayarlanacak her şey. Bir şarkı söylemen mi gerek? Merkez bir sinyal verecek ve sen şarkı söyleyeceksin. Dans etmen, oynaman mı gerek? Başka bir sinyal verecekler ve sen başlayacaksın oynamaya. Çalışmak mı istiyorsun? Yine sinyalle çalışacaksın, hem de ne çalışmak! Hırsızlık, soygun ya da başka bir suç işlemek olmayacak artık. Bütün bunlar eski kitaplarda kalacak.

(…) Meselâ, savaşta olduğumuzu kabul edelim. Orada da her şey merkezden verilen sinyallere göre olacak. Hemen ilk safta ateşe mi atılmak gerekiyor, atılacaksın. Paraşütle mi atlanacak, göz kırpmadan atlayacaksın. Tankın altına sokup mayın mı patlatacaksın? Hemen yapacaksın o işi. Nasıl ve niçin? diye soracaksınız bana. Anlatayım. Merkezden canlı akımla cesaret aşılanacak ve insanda korku diye bir şey kalmayacak. İşte böyle olacak her şey!…

Uzun Edilbay pek şaşırmıştı. Aklından geçeni olduğu gibi söyleyiverdi:

– Amma da palavracısın ha! Bunca yıl okuduktan sonra bunları mı öğrendin? Başına akıl koyan olmamış hiç! “

Yukarıdaki uzun iktibasta Sabitcan’ın cümleleriyle gelecekteki Mankurt ya da itaatkâr, köle (robot-insan) insanın, rejimin arzuladığı “homo sovieticus” tipinin portresi çizilmiştir. Bu bilimin başarısı olarak lanse edilmeye çalışılıyor. Buna göre insanlar sinyallerle yönetilen birer canlı robot olmaktan öteye geçemeyecektir. Yazar bu endişeyi sıcak tutmak için Yedigey’in aklından geçenleri dikkatimize sunar :

“Bununla beraber Yedigey birden korkuya kapıldı. Bu palavracının böyle konuşması hiç sebepsiz, hiç temelsiz olamazdı. Çünkü bütün bu söylediklerini uydurabilecek yeteneği de yoktu onun. Herhalde birşeyler duymuş olmalıydı. Aslında hep kötü haberleri aklında tutardı o. “Ya söylediklerinde gerçek payı varsa? Ya bazı bilim adamları Tanrı olmak hırsına kapılmışlarsa? Kendilerini Tanrı yerine koyarak bizi yönetmeye kalkarlarsa?” diye düşündü. Korkusu da bundan ileri geliyordu .”

Aytmatov, Kazak- Kırgızlar için eski ve yeni düşmanların metod bakımından nasıl birbirlerine benzeyen usuller kullanıldıklarına dikkati çeker. Geçmişte Juan Juanların esirlerin kafasına geçirdikleri deve derisi dünün Sovyetler Birliği’nde hâkim rejimdir. Rejim kendi prensipleri doğrultusunda eğitim yapan yatılı okullarda hafızası, milliyeti, inancı, geçmişi, hiçbir değer yargısı olmayan insanlar (Mankurt) yetiştirmektedir. Geçmiş ve hâl’de karşılaşılan durum şu şekilde şemalaştırabiliriz .

zaman  Kurban Düşman           Metod  Sonuç

Uzak geçmiş    Kırgızlar ve öteki Türk kavimleri           Juan Juanlar     Başa geçirilen deve derisi        Mankurt (kölelik)

Hâl       Kırgızlar ve öteki Türk kavimleri           Sovyet rejimi   Yatılı okullarda verilen eğitim   Mankurt (kölelik) (Marksist ideoloji)

İstikbâl Tüm insanlık     Sovyet / Amerikan ortak teknolojik gücü         Tüm insanlığı şâmil zihnî kalkan (tekno-ideolojik propaganda)  Mankurt (kölelik) robot insan

Yazarın Mankurt motifini belirgin bir şekilde ön plâna çıkarma arzusunun temelinde çağımızın insanının efendilikle kölelik arasında bir tercih yapmasının gerekliliği düşüncesi vardır. Yazarın deyimiyle “Mankurtizasyon” hâlâ devam etmektedir. Aytmatov kendisiyle yapılan bir mülâkatta Mankurt hakkındaki düşüncelerini şöyle ifade eder :

“-Robot adam Mankurt hakkındaki düşünceleriniz nedir?

-Fazla birşey diyemeyeceğim. Müsaade ederseniz benim size bir sorum olacak. Kitapta nasıl  sergilenirse sergilensin aca¬ba Mankurt hikâyesinin realiteyle bir ilgisi var mı?

        -Tabiatiyle devrimizin insanı bu.

Aytmatov kahkahalarla: “Bunu diyen siz misiniz? dedi. Kitap Rusya’da çıktığından beri görünen o ki, Mankurt ortak bir isim oldu ve daha umûmi bir isim olan “Mankurtizasyon” uyduruldu. Bir Mankurt, ana-babasını itaatle öldürmeye muk¬tedir bir varlık – tenkitçi Vladimir Lachine, Le Monde’da böyle yazıyordu – “düşünme yeteneği olmayan veya muhakeme yürü¬temeyen, benzerlerinin acılarını hissetmeyen, farklı manevi de¬ğerleri kabul etmeyen biri. Mankurt öyle birisi ki zamanlama hususunda bir profesörü geride bırakır. Yedigey’in ve onun ce¬naze kervanının cedlerinin mezarlığına girmesine müsaade et¬meyen bir muhafız teğmenidir. “Çağdaş bir Frenkeştayn tara¬fından bilinçlendirilip yapılan zavallı Mankurt hiç de hayalî bir tip değildir . ”

Aytmatov, Beşir Ayvazoğlu’na verdiği bir mülâkatta da Mankurt tipinin Sovyetler Birliği ve Kırgız kültürü içinde geç¬mişteki ve bugünkü durumuna temas eder:

“Bildiğiniz gibi bu Mankurt efsanesini bir romanımda anlattım, ama laf olsun diye değil, bugünkü siyasi hayatla bağ¬daştırarak… Eskiden aslını unutmuş, robotlaştırılmış insanlara ‘Mankurt’ denirdi. Bugün de aynı şekilde duygusuzlaştırılmış, kökünden koparılmış, neyi ne için yaptığını bilmeyen ve kendi¬sine verilen emirleri hiç düşünmeden uygulayan insanlar da bir çeşit ‘Mankurt’tur. Türk Cumhuriyetlerinde hâlâ Mankurtların bulunup bulunmadığına gelince; vardır şüphesiz. Ama ne kadar olduklarını kestirmek pek kolay değil ”

SONUÇ

Dünya barışını koruma zorunluluğunun, günün konusu olduğu bir sırada Aytmatov, bir insan kişisel üzüntüleri dışına çıkıp, tüm insanlık için ne yapmalıdır diye sorar. Buradan yola çıkarak edebiyatın ne yapması gerektiğini sorgular. Ona göre edebiyatın görevi, insanları, gerçeği ve adaleti elde etmek isteğinde, hayat, barış ve gelecek hakkında beslenen sevgide, sonsuz sevgide insanları birleştirmektir. Gerçek insanın, Yedigey gibi her türlü dış engelleri, umutsuzluğunu, ıstıraplarını, can sıkıntısını yenmeye hazır olmasını sağlamaktır .

Herkesin, özellikle de aydınların bu anlamda borcu vardır. Ya Yedigey ne yapacaktır? İnsan ruhunun iyilik ve güzelliğini çoğal¬tarak, sessiz ve sıkıcı hayatına devam edecektir. Toprağa, tabiata bağlı kalarak, savaş, acı, aşk, açlık, fırtına gibi birçok sınavlara katlanarak, bunları kabullenip kötü yazgısını lanetlemeyerek, hayat¬tan öç almayarak, öfke duymayarak kişiliğine varır. Aytmatov, geçmişten bugüne getirdiği iyilik ve kötülüğün ne olduğunu kavrayan ruhunu yansıtan bir eser vermiştir. Yazar, eski bir asker ve demiryolu işçisi Yedigey açısından dünyaya ve hayata bakmaya çalışarak, en önemli konusu, emekçi insan olan sosyalist gerçekliğin temel ilkeleri karşısında aldığı tavrı ve görüşünü vurgular . Bu incelemenin son cümlesini Ahmet Hamdi Tanpınar’ın aydın sorumluluğunu vurgulayan bir sözü ile bitirmek uygun olacaktır. Çünkü toplumun aydınları (münevver) mankurtlaşırsa o toplum için çöküş kaçınılmaz olacaktır. Tanpınar diyordu ki: “Hayat, şüphesiz, bütün cemiyetindir. Fakat mesuliyetleri yalnız münevverindir. Yükünü kaderin ve tesadüfün ayırdığı paya göre hep beraber taşırız. Fakat tarih karşısında hesabını münevver verir. ”

Kaynaklar:

1-         Cengiz Aytmatov(1991), Gün olur Asra Bedel, Çev: Refik Özdek, Ötüken Yayınevi, İstanbul.

2-         Cengiz Aytmatov-Muhtar Şahanov(1998), Kuz Başındaki Avcının Çığlığı, Toklun yayınevi, Ankara.

3-         Ali İhsan Kolcu(1997), Millî Romantizm Açısından Cengiz Aytmatov, Ötüken Yayınevi, İstanbul.

4-         Ali İhsan Kolcu(2002), Bozkırdaki Bilge Cengiz Aytmatov, Akçağ Yayınları, Ankara.

5-         N. Kübra Erbay(2002), Cengiz Aytmatov’un Eserlerinde Tabiat, T. C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara.

Ahmet Hamdi TANPINAR (1970), “Hayat Karşısında Münevver”, Yaşadığım Gibi, (Hazırlayan: Dr.

Newyork’ta Değil Türkiye’de Belediye Başkanı Olsa

Amerika’nın New York kenti Belediye Başkanı Eric Adams’ın başı ciddi dertte. Hakkında “rüşvet ve yasa dışı kampanya finansmanı” ile suçlandığı bir iddianame hazırlandı.

“ABD’de bir Belediye Başkanının yargılanmasından bize ne?” diyemiyoruz. Çünkü iddianamede Türkiye’yi de doğrudan ilgilendiren önemli suç iddiaları da yer aldı.

“İddianame temel olarak, Adams’a Türkiye’nin üzerinde nüfuz kurmasına izin verecek şekilde hediye ve yasa dışı bağış kabul etme suçlaması yöneltiyor.”

Daha açık ifadeyle, bir Türk yetkilinin Eylül 2021’de Başkan Adams’a rüşvet verdiği ve karşılığında Başkanın New York İtfaiye Departmanı’na baskı yaparak yangın denetimi olmadan Türkevi’nin açılmasını sağladığı belirtildi.

Ayrıca iddianameye göre, “Adams ve beraberindekiler en az bir Türk hükümet yetkilisinden Türk Hava Yolları (THY) ile ücretsiz sağlanan lüks uluslararası seyahatleri kabul etti.”

Dahası da var bir Türk diplomatının “saman bağışlarda” aracılık yaparak Adams’a yasadışı kampanya desteği sağladığı iddia edildi. “Saman bağış” yani “bağışçı gösterilen kişinin gerçek bağışçı olmaması” orada suç kabul ediliyor.

Newyork Post’un geniş haberinde, Adams’ın ilişkide olduğu beş Türk’ün adına da yer verildi.

****

Amerikanlar için bunlar çok önemli konular. Peki biz Türkler için ne ifade ediyor?

Mesela Adams’ın yaptıklarını Türkiye’nin büyükşehirlerinden birinin belediye başkanı yapsa vatandaşlarımız ve yargımız bunu dert edinir mi?

Mesela Ulaştırma Bakanı bakanlıktan en büyük ihaleleri alan bir firmanın özel jeti ile Almanya’ya gitti. Üstelik Bakan “Bakanlığa büyük iş yapan ilgili firmanın sözleşmesinde ulaştırma ile ilgili yurt içi ve yurt dışındaki eğitim, sempozyum ile ilgili masraflar bilabedel olmak üzere taraflarından karşılanır diye bir imkan var.” “Biz buna göre şirketin jetiyle seyahat ettik” diyerek aklımızla alay etti. Çünkü uçak masraflarının “bedelsiz” olmadığı açık, bedel ihale ile peşin olarak ödenmiş.

Bu olaydan hiç rahatsız olmayan ahalimiz “kayıt dışı yardım, rüşvet” gibi iddialardan da rahatsız olmazdı sanıyorum.

Bir Ticaret Bakanının kendi şirketinden bakanlığına malzeme almasını dert ettik mi? Bir yüksek bürokratın büyük bir ihaleyi verdiği şirkete üst yönetici olmasına şaşıranımız oldu mu?

Diyelim ki iddianamedeki Türkiye hakkındaki iddialar doğru. “Türk yetkili, bir Türk hükümet yetkilisi, bir Türk diplomatı” olarak zikredilen kişiler hakkındaki iddialar bizim için ve savcılarımız için suç mudur? Yoksa “iş bitirici” bürokrat ve siyasetçilerimizin hünerlerini gösteren eylemler midir?

Yangın denetimi olmadan Türkevi’nin açılışını sağlayan her kimse herhalde çok “becerikli” biri sayılabilir. THY’nın ucuz veya bedava biletle VIP uçuşu yaptırıp lüks otellerde ağırladığı Belediye Başkanı ile iyi ilişkiler geliştirmek “ülkemiz yararına” olduğundan takdirle anılabilir.

Ama buradan Türkiye bir ceza alırsa hepimiz, Şener Şen’in başrolünü oynadığı, “Namuslu” filmindeki gibi davranırız. ABD yargısına “Kahrolsun namussuz namuslu!” diye bağırırız.

*****************************

SİYASETİN FİNANSMANI

Yasaktır ama Türkiye’de ismini gizlemek isteyen bir kişi, başkasının adını kullanarak, desteklediği siyasi partiye bağış yapabilir.

Yasal olarak bir siyasi partiye bir kişinin yapabileceği bağışın üst sınırı var. (2024 yılı için kişi başı 351.134 TL)Daha yüksek meblağlarda bağış yapmak isteyenler de yasal sınırın üstündeki miktarları, yasayı arkadan dolanarak, başka isimler üzerinden bağışlayabiliyor. Kaldı ki bunlar kayıtlı finanslar. Bu yüzden kimse bu tür bağışları yasadışı ve ahlaka aykırı saymaz.

Bir de çeşitli gerekçelerle kayıt dışı verilenler var.

CHP İstanbul İl Binasında para sayma görüntüleri ve sözleşmede gerçek bedelin altında değer gösterilmesi de galiba bu türlü işlemler sebebiyle ortaya çıkmış.

Bir de devletten veya belediyelerden alınan ihalelerin belli yüzdelerini, yönlendirilen vakıf ve derneklere, bağış adı altında vermek zorunda kalanlar var. Bunlar için Prof. Dr. Hayrettin Karaman “Devletten ihale alanların, gönülsüz bile olsalar hayır kurumlarına –zoraki- bağış yapmalarına” cevaz vermemiş miydi?

Siyasetçilerin ve kamu görevlilerinin vakıf ve dernekler üzerinden rüşvet alma mekanizmasının tartışıldığı bir ortamda bu fetvaya “dindar halkımızın” olumsuz bir tepkisi olmamıştı.

****

“Bizde işlerin böyle yürüdüğüne” alışmış yetkililerimizin Newyork’ta aynı yöntemlere başvurmasını da ahalimizin anlayışla karşılaması çok muhtemeldir.

Fakat “elin gavuru” öyle düşünmüyor. Her yerde rüşvetçi ve ahlaksızlar çıkabilir. Ama orada kurallar var ve kurumlar çalışıyor. Hukuk sistemi ve halk, kamu gücünü ve milletin parasını kullanma yetkisine sahip olanların, bu tür ahlaksızlığına göz yummuyorlar.

Türkiye gibi “imanlı ve dindar” bir halkın yaşadığı ülkede siyasetin finansmanı flu ve karanlık bir ortamdadır. ABD gibi ülkelerde ise siyasetin finansmanı şeffaf, halka açık ve tamamı kayıtlıdır.

Siyasetin finansmanı konusunda bu düzeye ulaşamazsak, gerçek bir demokrasi ile yönetilmemiz mümkün olmayacak.

Erdal Güzel’in Anlatımıyla Zevkli Ve Heyecanlı Moğolistan Seyahati…                                                                               

(Üçüncü (Son) Bölüm)                                                                                                              

Oğuz Çetinoğlu: Oh Nihayet… Ben de sabırsızlanıyordum. Söyledikleriniz, gözümün önünde canlandı. Gitmiş, görmüş gibi oldum. Çok teşekkür ederim. En heyecanlı bölüm Orhun Kitâbeleri… Zevkle ve dikkatle dinleyeceğim. Buyurunuz Efendim…

Erdal Güzel: 09,30 da hareket ettik. Karakurum’dan geçip Bilge Kağan Karayoluna doğru yol almaya başladık.

Araçta, ‘Çırpınırdı Karadeniz’ ve ‘Ötüken Yolu Yokuştur’ nağmeleri yükseliyordu.

Bahtiyardık. ‘Ötüken’den başka yurt yok’ yazılı Kültigin Anıtı’yla, ‘Türk Oğuz Beyleri, işitin! Üstte gök çökmedikçe, altta yer denizi delinmedikçe ilini töreni kim bozabilir?’ Mesajının olduğu Bilge Kağan Anıtı’na gidiyorduk.

Yaklaşık 50 km sonra üzerinde Bilge Kağan Karayolu yazılı kemeri görünce sevinçten uçtuk. Gençlerimiz, Cemal Enginyurt’u kıskandıracak şekilde heyecanlarını sergilediler.    

Hemen araçtan inip kemerin altında bolca fotoğraf çektirdik. Bu arada motosikletli Singapurlu Müslüman bir grupla karşılaştık. Onlarla selamlaşıp fotoğraf çekildikten sonra Bilge Kağan Müzesi’ne geçtik.   

38 harf ve işâretin kullanıldığı Orhun alfabesiyle yazılan yazıtların olduğu müzede, Bilge Kağan ve Kül Tigin Han’ın anıtları vardı.  

Türklüğün parmak izi olan bu anıtları görünce bu fırsatı veren rabbimize şükrettik.

732-735 yıllarında yazılan bu yazıtlar, 1889 yılında bulunmuş ve 1893 yılında Danimarkalı dil bilimci Wilhelm Thomsen tarafından okunarak bilim dünyasına açıklanmış,.

Dikili taş şeklinde olan taşların 4 yüzü vardı. Ön ve iki yan yüzünde Orhun alfabesiyle yazılmış yazılar arka yüzünde ise Çince yazılar vardı.

Târihe tanıklık eden bu yazıtlar, bulunduğu yerlerden çıkarılarak bu müzeye taşınmış ve koruma altına alınmış.     

Müzede, kadın erkek balballar, gümüş geyik heykeli, altın süslemeler, altın kap ve tencereler, Bilge Kağan’ın altın tacı, taştan yapılmış, kaplumbağa, koyun, aslan heykelleri vardı.

Türklüğün ilk yazıtları olan bu ortamda, birkaç arkadaşla birlikte anıtların etrafında dokuz defa dönmeyi de ihmal etmedik.

Müzeyi doya doya gezdikten sonra dışarı çıkıp yazıtların bulunduğu orijinal mekâna gitmek için ayrıldık.

Saat 11,40’da müzeye çok yakın mesafede olan Bilge Kağan yazıtının bulunduğu alana gittik.

Etrafı duvarlarla çevrili alanın giriş kapısı kilitliydi. Rehberimiz Dashka anahtarı getirmek için hareketlendi. Biraz sonra motosikletli bir Moğol gelerek kapıyı açtı. Kapıda TİKA’nın bilgilendirme levhası bulunuyordu.

İçerisi boş bir araziydi. Bilge Kağan Anıtı’nın bir kopyası bulunuyordu. Heyecanımız had safhadaydı. Hep birlikte ‘Târihi Çevir Nal Sesi Kısrak Sesi Bunlar. Delmiş Roma’nın Kalbini Mızrak gibi Hunlar Göktürkleri, Uygurlar, Oğuzlar Peçenekler Türkün Yüce Târihine Bin Zafer Ekler’ marşını söyledik ve bu toprakta, iki rekât şükür namazı kıldık. On dakikalık bir mesafeden sonra Kül Tigin Anıtı’nın bulunduğu yere geldik.

Anıtın bulunduğu yerde yine orijinalinin kopyası sergilenmişti.  Geçmişimizin ayak izlerinin olduğu bu toprakta bolca gezip, fotoğraf çektirdikten sonra tek şerit toprak yoldan Ugi Gölü’ne gitmek için yola çıktık. Zevkli bir yolculuktan sonra muhteşem manzaranın eşliğinde Ugi Gölü göründü.  

Gölün kenarındaki tesise gelip, el böreği ve dondurma yedik.

Gölün kıyısında üst üste yığılmış taşlardan olan ve üzerinde renkli bezlerin bağlı olduğu direk bulunan Budist ibâdet yeri vardı. Biraz ileride ise döndürülen silindir şeklinde çarklar ile secde tahtası bulunuyordu.    

Mahallî kıyâfetler içinde bir Budist Moğol gelerek başka yerde bulunan taş kümesinden üç tane taş alıp direğin olduğu taş yığınının üstüne koydu ve çarkı döndürerek duânın nasıl yapılacağını gösterdi.

Muhteşem bir göl manzarasından sonra trafiğin hiç olmadığı toprak yoldan giderek Karakurum’un yakınından geçen Orhun Irmağı’na geldik.

Gençliğimiz de Orhun vâdisi ve Orhun Nehri ile ilgili neler okumamıştık ki. ‘Ruhumuzu kandırdık Orhun’un kaynağından’ diye az mı marşlar okuyup heyecanlanmıştık. Şimdi Orhun’un kıyısındaydık. Sanki geçmişe yolculuk yapıyorduk.

Buraya gelmişken Orhun Irmağı’na girmemek olmazdı. Hemen paçalarımı sıvayıp Orhun Irmağı’na girdim.

Birbirlerinden ayrı kalmış iki dostun kavuşması gibi hasret giderdik.

Yanı başımızda bir grup öğrenci Orhun’da yıkanıyordu.

Orhun Irmağı ile doya doya hasret giderdikten sonra kamptaki çadırımıza dönüp istirahat ettik ve yemek yedik.

Kaldığımız tesis içerisinde Moğol kıyâfetlilerin müzik eşliğinde sergilendiği defileyi izledik.

Defileyi sunanlar, otel çalışanlarıydı ve çok amatörlerdi. Utangaç tavırlarıyla acemiliklerini de sergiliyorlardı. 

Oteldeki diğer turistlerin de seyirci bu ortamda ‘Erik Dalı Gevrektir’ oyun havası çalınca, pist bir anda bizim gençlerin hâkimiyetine geçti.

Harun, Serhat ve Çetin’in başını çektiği ekibe diğer arkadaşlar da katılınca kendimizi Anadolu’da ki bir düğünde hissettik. Biraz sonra Çinli ve Avrupalı turistler de işin içine girince müthiş bir eğlence seyretmiş olduk.

Vakit ilerleyince keyifli bir gecenin ardından sabah 06,30’da uyanmak üzere çadırlarımıza girdik.

Cuma günü kahvaltımızın ardından saat 07,30’ da aracımıza bindik. Hava son derece soğuktu. Otel çalışanları topluca çıkıp bizi yolcu edip el salladılar. Turizm konusunda yeni yeni bilinçlenmenin olduğu her yerde hissediliyordu. Hizmet sektöründe çalışanlar çok saygılı, sempatik ve disiplinliydiler.

Otobüsümüz yol alırken Akçakoca FM. Ve Fındık FM canlı yayınlarına başlamışlardı. Bu yayınlarda ağabeyimiz Alaattin Büyükkaya’nın tecrübelerinden istifade ederken, Cengiz Argat’tan, Rus özelleştirmesinin detaylarını, Şükrü Bayram’dan makas değiştirirken ne hayal kırıklıkları yaşadığını, Genco Günay’dan tasavvuf öğretilerini, Burak Alpay’dan Fotoğraf koleksiyonculuğunu, Abdullah Köktürk’ten aromatik bitkileri öğreniyorduk

At sürüleri bozkırda akıp gidiyordu. Gördüğümüz bir sürünün çobanı motosikletliydi.

Saat 12,30’da Mongol Nomadıc Tourıst Camp isimli yerde yemek molası verdik.

Girerken bizi yöresel kıyafetli sempatik kızlar karşıladı. Menüde, pirinç çorbası ve üzeri ince bir hamurla örtülmüş, altında fırında pişirilmiş et vardı. Sosları çok farklı ve lezzetliydi.  

Yemek sırasında kızlar şarkı söyleyip, yöresel danslarından örnek sergilediler. Dışarda çadırlardan oluşan bir çarşıda hediyelik eşyalar ile tablolar satılıyordu.

Yolda, Akçakoca FM ve Fındık FM tarafından ‘Gezinin En’leri yarışması yapıldı ve aynı ödülle birinci gelenler fotoğraf çektirdi.

Gezi boyunca araçta arkadaşlar arsında hoş takılmalar da oluyor, şakaların ardı arkası gelmiyordu… Bu yakıştırmalardan bende  ‘Erdali Karakurumi’ ismiyle nasibimi almıştım.

21 kişilik gezi gurubumuzla saat 14,00’de Ulanbatur’a geldik. Otelimize yerleştikten sonra bir heyet hâlinde Khan-Uul semtindeki belediyeye misâfir olduk. Abdullah Köktürk önceden randevu aldığı için bizi karşıladı.

Altı kişilik belediye heyetiyle görüştük. Tercümanlığı, İstanbul’da tahsilini tamamlamış Bayar Saikhan yaptı. 

Belediye Başkan vekili Tseron B’nin THY ve İstanbul Havalimanıyla ilgili övgü dolu sözleri bizleri gururlandırdı.

Geldiğimiz belediye 300.000 nüfuslu ve 8 semtten oluşuyormuş. Ülkenin zenginleri ve ünlüleri bu semtteymiş.

Karşılıklı iyi niyet temennilerinden sonra belediyeden ayrılıp ekiple buluştuk ve alış veriş merkezine gittik.

Fiyatlar pahalıydı. Genelde hediyelik eşya alışverişi yaptık ve yemeğimizi yedikten sonra sabah 04.00’de uyanmak üzere otelimize gidip odalarımıza çekildik.

Sabah, otel görevlileri tarafından verilen kahvaltı paketlerimizi alıp saat 05,00 de aracımıza binip Cengiz Han Havalimanı’na geldik. Günün en renkli olayı, Genco Günay’ın, Orhun Vadisi’nde bulduğu dana kellesinin, her türlü engellemelere rağmen kafileden kopmaması ve tâbir yerindeyse kapıdan atılıp, bacadan girerek tüm gümrükleri aşıp, İstanbul’a gelmesiydi…

Pasaport, bilet ve bagaj işlemlerimizden sonra 08,10’ da THY uçağına binip, sekiz buçuk saatlik bir yolculuktan sonra ‘Dünya’nın İncisi’ İstanbul’a indik.

Ahenkli ve dolu dolu geçen bir geziyi geride bırakırken yeni dostlar edinmenin ve kültürümüzün ana kaynağını görmenin mutluluğu ile vedâlaşıp ayrıldık.

Çetinoğlu: Çok teşekkür ederim Erdal Bey, Gezide aranızda bulunamayışının hüznünü yaşarken, mükemmel anlatımınızla, ben de kafiledeymişim gibi haz ve heyecan duydum. Minnettarım.

ERDAL GÜZEL: Erdal Güzel, ailesinin ikinci çocuğu olarak, 1955 yılında Erzurum’da dünyâya geldi.  Gazi İlkokulu’nda başladığı ilköğrenimine Dumlupınar’da devam edip Cumhuriyet İlkokulu’nda bitirdi.  Güzel, Ortaokulu Gazi Ahmet Muhtar Paşa Ortaokulu’nda, liseyi de Erzurum Lisesi’nde tamamladı.   Liseyi bitirdikten sonra 1972-1973 eğitim öğretim yılında Kâzım Karabekir Eğitim Enstitüsü’nün FKB bölümünde bir yıl okudu. Ertesi yıl yeniden üniversite sınavına girerek Eczacılığı kazanan Erdal Güzel, 1976 – 1977 eğitim-öğretim yılında da Gazi Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’nden mezun oldu. İki yıl Sağlık Bakanlığı bünyesinde, kamu eczacısı olarak çalıştı. Daha sonra vatanî görevini 1979 -1980 tarihleri arasında İstanbul’da yaptı.   İki yıl Erzurum Meslek Yüksek Okulu’nda ‘Kimya Öğretmenliği’  yaptıktan sonra, iki yıl da Atatürk Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’nde ‘Hasta ve Eczacı İlişkileri’ derslerini verdi.   1980’den bu yana serbest eczacı olarak çalışan Erdal Güzel, sorumluluklarının bilincinde sosyal yönleri gelişmiş bir kişi olarak değişik sivil toplum kuruluşlarında görev almıştır.   Gönüllü Erzurum elçisi, yazar, sivil toplum kuruluşu takipçisi, gönül insanı, Erzurum sevdalısı birisi olan Erdal Güzel, eczacılık mesleğinin yanında, çeşitli gazete ve dergilerde güncel ve sosyal içerikli yazılar kaleme almakta, özellikle Erzurum’un mahalleleri ve çarşıları ile ilgili yazıları şehir kültürüne ciddi katkı sağlamaktadır.   Türkiye Yazarlar Birliği üyesi olan Erdal Güzel’in ‘Güzel Erzurum’, ‘Erzurum’dan Güzel Hâtırâlar’ , ‘Sözün Güzeli Erzurum’, ‘İnsan ve Vicdan’ ile ‘Güzel Gezginin Anıları’ isimli yayınlanmış beş kitabı bulunmaktadır.   Erzurum’a gelen sığınmacılara maddî ve mânevî destek sağlayan Güzel, sığınmacılar tarafından ‘Büyükbaba’ olarak tanınmaktadır.   Uzun yıllar 13.Bölge Eczacı Odası Haysiyet Divanı Başkanlığı, Erzurum Cumhuriyet Başsavcılığı Koruma Kurulu üyeliği, Erzurum Büyükşehir Belediyesi Kent Konseyi Çevre Şehir ve Kültür Meclis Başkanlığı, Yakutiye Belediyesi Kent Konseyi üyeliği, Kuzeydoğu Anadolu Kalkınma Ajansı Kalkınma Kurulu Başkanlığı , Halk Sağlığı Müdürlüğü Hareketli Yaşam Kurulu üyeliği, Erzurum Emniyet ve Trafik Hizmetlerini Geliştirme Derneği üyeliği, Atatürk Üniversitesi Rektörlüğü Tıbbi ve Aromatik Bitki ve İlaç Araştırma Merkezi Müdürlüğü Danışma Kurulu Üyeliği, Atatürk Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dış Danışma Kurulu Üyeliği, İl İnsan Ticaretiyle Mücadele Koordinasyon Komisyon Üyeliği,Erzurum Valiliği Sosyal  Dayanışma ve Yardımlaşma Vakfı üyeliği, Türkiye Yazarlar Birliği Erzurum Şubesi üyeliği, ve Türk Ocağı Erzurum Şubesi üyeliği, Erzurum Tarih Derneği üyeliği  gibi sorumluluk isteyen görevlerde bulunmuş olan Güzel, Palandöken Masterler Koşu Grubu Sporcusu olup, on sekiz  yıldan beri de Erzurum’un en büyük sivil toplum örgütü olan Erzurum Kalkınma Vakfı’nın (ER-VAK) Yönetim Kurulu Başkanlığı’nı sürdürmektedir TURYAK tarafından 2016 yılında “Örnek Kıdemli Vatandaş” seçilen Güzel, 2023 yılında Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesi Tarih Bölümü’nden mezun olmuş şu an aynı üniversitenin İş Sağlığı ve İş Güvenliği Bölümü’nde okumaktadır evli ve üç çocuk babasıdır.

(BİTTİ)

Kocaeli Aydınlar Ocağı, 40. Yıl Etkinliklerine Kıbrıs Barış Harekâtı İle Başladı

Kocaeli Aydınlar Ocağı, 2025’in Mayıs ayında kuruluşunun 40. yıldönümünü kutlamaya hazırlanıyor. 40. yılında bir seri etkinlik planlayan Kocaeli Aydınlar Ocağı, 28 Eylül Cumartesi günü tramvay yolu üzerindeki Sivil Toplum Kuruluşları Merkezi’nde bu etkinliklerin ilki olan ve Sema Aktemur Akçay’ın konuşmacı olarak katıldığı “Kıbrıs Barış Harekâtının Kocaeli Basınına Yansımaları” adlı bir konferans düzenledi.

Konferansa Kocaeli Aydınlar Ocağı’nın önceki dönem başkanları Dr. Halil İbrahim Kahraman, Selçuklu Düşünce Kulübü Başkanı Tarihçi Dr. Süleyman Pekin, Kocaeli Aydınlar Ocağı Yönetim Kurulu Üyeleri Prof.Dr. Tahir Serkan Irmak, Salih Işık, İdris Türkten, Gökhan Önal, Yunus Batmaz, Av. Fatih Kürşad Atalay, Hikmet Baltacı, Kocaeli Milli Kuruluşlar Birliği Başkanı Yücel Alpay Demir, Kocaeli Tokatlılar Derneği Başkanı Turan Şahin, Kocaeli Çankırılılar Konfederasyonu Başkan Vekili Mustafa Çalım, KOSKAD Başkanı Recep Sarısakal, Kocaeli Sağlık Çalışanları Derneği (SAĞLIKÇA) Başkanı Adem Yaman, Hürriyetçi Sağlık Sen Kocaeli İl Başkanı Ercan Öztürk, Hürriyetçi Eğitim Sen Kocaeli Üniversitesi Baştemsilcisi Doç. Dr. Ali Talip Akpınar, Güney Mahallesi Yardımlaşma Derneği Başkanı Oktay Yaşar, Tüm Sanatçılar ve Şairler Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Mustafa Söğüt, Yeniden Aydınlanma Derneği Kurucularından Ali Osman Aydın, Turan Asrı Gençlik Derneği Başkanı Güneş Şahin, Cemil Uslu, Osman Ölçer, Mehmet Pamuk, Av. Emre Kalaycı, Orhan Yılman, Kıbrıs Gazisi Hüseyin Akçay ve çok sayıda izleyici katıldılar.

 Kocaeli Aydınlar Ocağı Yönetim Kurulu Üyesi Av. Fatih Kürşad Atalay’ın sunuculuğunu yaptığı program saygı duruşu ve İstiklal Marşı ile başladı. Açılış konuşmasını Kocaeli Aydınlar Ocağı Başkanı Av. Gürkan Uysal gerçekleştirdi.

 Kocaeli Aydınlar Ocağı Başkanı Av. Gürkan Uysal konuşmasında, Kocaeli Aydınlar Ocağı’nın kuruluşunun 40. yıldönümü kapsamında bir dizi etkinlik planladıklarını ve 2024 yılının Kıbrıs Barış Harekâtının 50. yıl dönümü olması nedeniyle Kıbrıs Barış Harekâtının Kocaeli Basınına Yansımaları adlı konferansla başladıklarını söyledi. Uysal konuşmasına, “Bugün Kıbrıs dendiği zaman TRt5ğ5üşrkiye’de maalesef legal kumarhane algısı hâkim.  Ancak Kıbrıs, stratejik konumuyla, tarihiyle, ekonomik boyutuyla Türkiye için son derece hayati önemi haiz bir ada. Harekât 1974 yılında yapıldı ama harekâtın hazırlıkları 60’ların başında yapılmaya başladı. Oradaki soydaşlarımıza bir jenosit uygulanacağını ön gören devlet aklı daha 60’lı yılların başında hatta 50’lerin sonunda Kıbrıs’a silah sevkiyatı gerçekleştirerek ve oradaki soydaşlarımızı eğiterek direnişi örgütlediler. Kıbrıs Barış Harekâtında Kocaeli çok önemli bir rol oynamıştır. O dönemde iktidarda bulunan koalisyonda hem cumhuriyet Halk Partisi’nden hem de Milli Selamet Partisinden Kocaeli milletvekilliği yapan bakanlar görev yapmaktadır. Ve elbette Harekâtın Kocaeli basınına da yansımaları vardır ve bu yansımaları bizlere Sema Aktemur Akçay Hanımefendi anlatacak” dedikten sonra sözü Sema Aktemur Akçay’a bıraktı.

 Sema Aktemur Akçay, konuşmasında Kıbrıs’ın tarihini, Osmanlı Devleti’nin Kıbrıs’ı fethettikten sonra yüzyıllarca hâkimiyetinde tuttuğunu, adanın daha sonra İngilizler tarafından ilhak edildiğini anlattı. Kıbrıs’ta soydaşlarımıza karşı başlayan soykırım hareketinden sonra Türkiye’nin adaya yaptığı müdahale sürecini aktardı.

Sema Aktemur Akçay Kıbrıs Barış Harekâtında Kocaeli’nin çok önemli bir rol oynadığını, Donanma Gölcük’te yer aldığı için çıkarma faaliyetine katılan gemilerin ve askerlerin Gölcük Donanma’dan yola çıktıklarını, o dönemdeki hükümette Kocaelili iki vekilin CHP’li Hurşit Güneş’in Dış İşleri Bakanı MSP’li Şevket Kazan’ın Adalet Bakanı olarak görev yaptıklarını, Kıbrıs Barış Harekâtı için düzenlenen bağış kampanyasında Kocaeli’nin bağış rekoru kırdığını, Kıbrıs Barış Harekâtı’nda Rumlar tarafından işkenceyle şehit edilen pilot Cengiz Topel’in Kocaelili olduğunu, Cumhuriyet tarihi boyunca Atatürk’ün cenaze töreninden sonra en büyük katılımın Cengiz Topel’in cenaze törenine gerçekleştiğini, Cengiz Topel’in isminin okullara, caddelere ve havalimanına verildiğini aktardı. Akçay sözlerini Kocaeli basınının Kıbrıs Barış Harekâtına tam destek verdiğini aktararak sona erdirdi.

 Konferansın ardından Kocaeli Aydınlar Ocağı Başkanı Av. Gürkan Uysal, Sema Aktemur Akçay’a teşekkür etti ve günün hatırası olarak İzmit’in sembolü olan Saat Kulesi biblosu hediye etti.

 Hediye merasiminin ardından Sema Aktemur Akçay, Kıbrıs Barış Harekâtının Kocaeli Basınına Yansımaları adlı kitabını imzaladı. Katılımcıların fotoğraf çekiminden sonra konferans sona erdi.

Dinleyicilerden bir fotoğraf karesi

Konferans sonrası toplu çekim

Çocuk Eğitiminde İletişim

            “Temelinde sevgi olan hiçbir eğitim başarısızlığa uğramaz.” Pestalozzi

Aile eğitimindeki en önemli ilke, ailede iyi bir iletişim ortamının oluşturulmasıdır.İletişim, kişiler arasındaki karşı­lıklı bilgi, duygu, tutum, beceri yani davranışların paylaşılması demektir.

Aile içi iletişim, eşlerin birbirleriyle, ço­cuklarla ve diğer aile bireyleriyle bilgi alış verişi demektir. Çocuk, iyi bir eğitimi, iyi bir aile ortamında edinir. Bunun için eşlerin birbiriyle iletişimlerinin iyi olması gerekir.

Aile iletişiminin iyi olması, aile bireylerinin hayatı paylaşmalarıyla mümkündür. Evi paylaşmak, hayatı paylaşmak anlamına gelmez. Hayatı paylaşmak, evde iş bölümü yapmak da değildir.

Evde sadece maddî şeyler değil, manevî şeyler ve duygular da paylaşılı­yorsa, birlikte yaşanıyorsa hayat paylaşılıyordur. Hayatı paylaşmak, hayatın güçlüklerini beraber karşılamak, sevinçlerini beraber yaşamak ve bundan da keyif almaktır.

Sağlıklı bir ilişkinin oluşmasında, anne babanın ruh sağlığı da önemlidir. Mutsuz aileler, eşinden yeterli ilgi görmeyen, ekonomik sıkıntılar ve gerginlikler içinde yaşayan anne babalar, çocuklarıyla iyi bir iletişim ortamı kuramazlar.

Birbirlerini seven eş­ler çocuklarına duygusal olarak daha iyi bir gelişme imkânı sunarlar. Evlilikte kaçınılmaz bazı sorunlar, anlaşmazlıklar olabilir. Çocuk için önemli olan sorunların varlığı değil, anne babanın bu sorunları karşılama biçimidir.

Örneğin, eşlerin, başkalarının yanında tartışmaları, birbirlerine rencide edici sözler söylemeleri, hem kendileri, hem de çocuk için so­nun başlangıcıdır. Eşlerin birbirlerini tamamlamaları ise çocuk için mutluluk, huzur ve güven kaynağıdır.

Empati, iyi iletişim kurmayı kolaylaştırır. Empati, bir insanın, kendisini karşısındaki insanın yerine koyarak onun duygularını ve düşüncelerini doğru olarak anlama­sıdır. Bir çocuğa etki etmek, onu eğitmek, onunla olumlu iletişim kurmaya bağlıdır. “Zorla güzellik olmaz.” atasözü bunu açıklar. Birisinden nefret eden bir çocuk, ondan hiçbir şey öğrenemez.

Aile içi iletişiminin nasıl olduğunu değerlendirmek isteyen­ler şöyle düşünebilirler: Evinizde birçok ka­mera var,  sizin tüm hareket ve konuşmalarınızı kaydediyor. Siz ertesi gün çekilen görüntüleri izliyorsunuz. İzlerken, konuşmalarınızdaki güzel sözlerinize artı puan, “azarlama, bağır­ma, tehdit, alay gibi” olumsuz sözlerinize eksi puan verin.

Bakın artılarınız mı fazla, eksileriniz mi fazla? “Be­nim ağzımdan hiç kötü söz çıkmaz, ben melek gibi bir insa­nım” diyenlere de “evet benim hatalarım olabilir” diyenlere de denemelerini tavsiye ederiz.

İyi örnek veya model olmak, yaşayarak eğitmek, iyi davranış ör­nekleri sunmak eğitimde önemlidir. Sağlam kişiliğin temel taşlarından olan; sevgi, şefkat ve güven duygusu ancak sıcak bir aile ortamında yaşanılarak kazanı­lır.

Etkili bir dinleme birçok sorunu giderir. Sorunlarına çözüm bulunan çocuklar kendilerine daha çok güvenir ve daha güçlü olurlar.

Anne babası tarafından dinlendiğini, duygularını rahatlıkla ifade ettiğini gören çocuk, kendine önem verildiği ve sevildiği duygusunu yaşar. Söz hakkı verilmeyen, sürekli sözü kesilen çocuk, huysuzluk, saldırganlık veya eşyaya zarar verme gibi uyumsuz davranışlar gösterir. Ya da içine kapanıp duygu ve düşün­celerini aktarmada aşırı zorlanır.

İyi dinleyici anne baba; “söz kesmez, yargılamaz, çocuğun ne söylediğinin farkındadır. Göz teması kurar, tüm dikkatini çocuğuna verir.” Çocuk konuşurken dinlenildiği zaman; konuşma yetene­ği, kelime hazinesi gelişir, kendini rahatlıkla ifade eder. Çocuk derdini davranışla göstermek yerine, sözle ifade ederek rahatlar.

Anlaşıldığını hisseden çocuk, kendini huzurlu ve güven­li hisseder. Sorunlarını konuşarak halleder. Çocukla anne baba arasında yakınlık doğar, çocuk onlara danışır, diyalog kurar. Söyledikleri dinlenen çocuk, anne babasını dinler. Kendisine değer verildiğini hisseder. Etkin dinleme için anne babanın alacağı tavırlar:

 -Çocuğun söylediğini duymak istemelisiniz. Bu, onu din­lemek için zaman ayırmak istemeniz anlamına gelir. O andaki soruna yardımcı olmayı gerçekten istemelisiniz.

-Duyguları sizin duygularınızdan farklı olsa da, onun duygularını kabul etmelisiniz.  Çocuğun, onlarla baş edebilece­ğine ve sorunlara çözüm bulacağına güven­melisiniz. Bu güveni, çocuk sorunlarını çözerek kazanacaksınız.

-Duyguların sürekli değil, geçici olduğunu anlamalısınız. Duygular değişir, nefret sevgiye dönüşebilir. Çocuğunuzu, sizden ayrı bir birey olarak görmelisiniz. Sorunları olduğunda onun yanında olmalı ama karışma­malısınız.

Ailenin ortak sorunları rahatça konuşulabiliyor ve birlikte sohbet havasında paylaşılıyorsa sağlıklı aile içi iletişimi var demektir. Aile içi iletişim bozukluklarının temelinde, anne-baba­ların etkili iletişim yollarını kullanamamaları yatar.

Anne babalar, bazen çocuklarına; “emir vermek, yönlendir­mek, uyarmak gözdağı vermek, ahlak dersi vermek, öğüt ver­mek, çözüm ve öneri getirmek” veya baskıcı iletiler; “yargılamak, eleştirmek, suçlamak, isim takmak, alay etmek, utandırmak, yo­rumlamak, tanı koymak, analiz etmek, öğretmek, nasıl yapılaca­ğını söylemek” gibi yanlış çözüm iletileri gönderirler.

Yanlış iletişim, çocuğun suçluluk ve pişmanlık duymasına, annesi ve babası tarafından sevilmediğini hissetmesine neden olur. Kendilerini yetersiz ve değersiz hissederler.

Aile içi ilişkilerde tartışmalar doğaldır. Bu anlaşmaz­lık ve tartışmaların nasıl sonuçlandığı önemlidir. Çocuk anne ve babasının sorunlarını tartışarak olumlu bir şekilde çözdük­lerini gördükçe, kendi yaşamında karşılaşabileceği problemlere hazırlanma fırsatı bulur.

 “Emir cümleleri, korkutmak, sadece öğüt vermek, yargılamak, suçla­mak, eleştirmek, aşağılamak, lakap takmak, sorgulamak, konu­yu saptırmak, alay etmek, sınamak” vb. gibi davranışlariletişimi engeller.

Çocuğun kişiliği de zarar görür. Çocuk kavgacı olur ve saldırganlaşır sa­vunmaya geçer, kızar, küser, güven duygusu zayıflar, sevilmedi­ği duygusuna kapılır. Sürekli olarak sıkı takip, her şeyin en iyisinin yapılmasını istemek, suçlama, konuşma yasağının aşırı şekilde uygulanması fayda yerine zarar verir.

Çocuğun hatalı davranışı eleştirilmelidir, çocuğunkendi değil. Çocuğa kendi düşünce ve isteklerini ifade etme şansı tanı­mak, onun birey ve güçlü olma arzusunu güçlendirir. Tartışmayı sert tepkiler vererek kesmek, ona ve düşüncelerine saygısızlık anlamına gelir.

Tartışmalarda anne babanın kullandığı söz, ses tonu ve tavırları çocuğa örnek olur. Tartışma, mutlaka galibi olması gereken bir yarışma, mücadele ya da savaş değildir.

Çocuğuna karşı haksızlık ettiğini düşünen anne baba, özür dilemeyi bilmelidir. Bunu yapamayanlar, çocuğa doğruyu gösteremez ve hatadan dönmenin erdemini anla­tamaz.

Çocuğun kişiliğine yönelik olumsuz mesajlar tepkisel davranışlar oluşturur. Yaptığı hatadan dolayı ço­cuğa, “aptal, sen adam olamazsın, geri zekâlı” gibi sözler söylemek, çocuğun üzülmesine, anne babaya kızmasına ve iletişimin kopmasına neden olur. Çocuk ya kendini tamamen geri çeker, ya da saldırgan olur.

Anne babaların; “sana şu televizyonun sesini kes dedim!..” gibi sert ifadeler kullanması, mesajın açık olmadığını ifade eder. Bunun yerine, “televizyonun sesinin bu kadar açık olması beni rahatsız ediyor” ifadesi duygularımızı daha güzel anlatır.

“Çocukları iyi eğitenler, onları onurlandırırlar. Çünkü onlara sadece bir hayat değil, yaşama sanatı kazandırırlar.” Aristo

Sevgiyle kalın…

İnsan Denen Muamma!

   “Muhabbetten oldu Muhammed hâsıl,

     Muhammedsiz muhabbetten ne hâsıl?”

     Hz. Muhammed’e “İlâhî Muhabbet”in sebebi; Allah’ın ilmindeyken, O’nun tarafından sevilmiş olması, Allah’ın O’nu kendine muhatap olarak seçmesidir.

     Allah’ın Hz. Muhammed’i muhatap seçmesinden; her insan kendine bir pay çıkarabilir. Hz. Muhammed’in şahsında insan; Allah tarafından seçildiğini, has bir muhatap kılındığını. Dünya denilen ziyafet sofrasında ağırlandığını. Sonrasında ise, Âhiret’te devam etmek üzere, orada ebediyyen kalacağını düşünmeli. Ve bu seçilişi insan; kendisi için, en büyük bir şeref saymalı.  Yüce Allah’a muhatap  olmayı en büyük paye bilmeli. Bunu, gayelerin gayesi olarak hedef edinmelidir.

x

     Bu meşhur beyti, bir de şu şekilde ifade edebiliriz:

   “Muhabbetten oldu insan hâsıl,

     İnsansız muhabbetten ne hâsıl?”

     Çünkü, Hz. Muhammed’in şahsında insan, masnuatın / sanatla yaratılanların en mükemmeli, en harikası ve mahlûkatın en câmii (çok yönlüsü)dür.

     Böylece insan, bu İlâhî muhabbet ve rağbetin ve bu niteliklerin en mümtaz / en seçkin mazharıdır.

     Bu özellikleri yüzünden hilkat / yaratılış ağacının, yani kâinatın şuurlu ve bilinçli bir meyvesidir.  

x

     Bunun içindir ki, Yüce Allah nezdinde, kâinat değil insan;  

     Allah’ın gözdesi, âdeta bir tanesidir. 

     O’nun için insan, âdeta Allah’ın biçilmiş kaftanıdır. Bu yüzden, Allah’ın tercihi insandan yana ağır basmaktadır.

     Çünkü, bu hakikati en güzel şekilde ifade eden, şöyle bir rivayet vardır:

   “Ne arz beni içine alır, ne de sema.

     Mü’min kulumun kalbine yerleşirim.” (Prof. Dr. Şadi Eren: Aclûnî, II, 195)

x

     Ey insan sen! Parçası ve mensûbu olduğun kâinattan önce plânlandın. Düşünüldün. Donatıldın.

     Sonra da, rûhun; maddeye yani ete kemiğe büründürülerek; dünyaya ve lâyık olduğun yere konuldun.

     Ölürken ve batarken de, yeni doğuşlarda olacaksın.

     Korkmana sebep yok!

     Çünkü nisyana / unutulmaya gark olmayacaksın!

     Bu defa daimî olarak, varlığını hep sürdüreceksin!

x

     Çünkü,

      Mademki Allah bâkî,

     Sen de onunla,

     Olacaksın daimî!

     Ya ne sanıyordun?

     Ey insan kendini;

     Sen yolda bulunmadın ki,

     Elbette,

     Olacaksın ebedî.

 

Erdal Güzel’in Anlatımıyla Zevkli ve Heyecanlı Moğolistan Seyahati…

(İkinci Bölüm)

Güzel: Gelecek elbette…

Çetinoğlu: O halde sıra ile gidelim. Devam buyurur musunuz Efendim…

Güzel: Pazar günü sabah kahvaltımızı ettikten sonra aracımıza binip Saat 09.00’ da Millî Târih Müzesi’ne geldik. Müze, TİKA (Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı) tarafından yapılmış. Müzenin bahçesinde metalden yapılmış büyük bir çan vardı. Girişin hemen sol tarafında Katar’a ait bir bölüm bulunuyordu. Müze, Moğol Târihinden ve kültüründen zengin eserler barındırıyordu.

Kültigin Anıtı’nın replikası (kopyası) vardı. Savaş âletleri, elbiseler, kumaşlar, paralar, mühürler, çadır (yurt), mancınık gibi eserler sergilenmişti.

Müzeden ayrıldıktan sonra Tsonjin –Boldog bölgesinde bulunan Cengiz Han heykelini görmek için yola çıktık. Yaklaşık bir saatlik yolculuktan sonra at üzerindeki Cengiz Han’ın muazzam heykelini gördük.

Üzerinde CHINGGIS KHAAN yazılı Kemerli bir kapıdan, heykelin bulunduğu alana giriliyordu. Kapının üzerinde bir kartal heykeli ve en üstte ise at üzerinde Moğol savaşçılarının heykelleri vardı.

200 ton paslanmaz çeliğin kullanıldığı heykel muhteşemdi ve pırıl pırıl ışıldıyordu. Guinness Rekorlar Kitabı’na giren 40 m yüksekliğindeki heykelin içerisinden asansör ve merdivenle yukarıya çıkılıyordu. Merdiveni kullanarak çıktığımız heykelin üst kısmından seyrettiğimiz manzara doyumsuzdu.

Heykelin alt kısmı müze görünümündeydi. Sol tarafta çok büyük Moğol çizmesi vardı. Korkunç görüntülü heykeller ve duvarda Cengiz Han ile hanedanın resimleri bulunuyordu.

Heykelin bulunduğu alanda atlara ve iki hörgüçlü develere ücretle biniliyordu. İnsanı ürküten görüntüleriyle kartallar fotoğraf çektirmek isteyenlere öfke ile bakıyorlardı. Ok atma platformunda ise yine ücret karşılığında atış yaptırılıyordu.

Cengiz Han heykelinden sonra geceyi geçireceğimiz kampa geldik. Çadırlarımız çok güzeldi ve beş yıldızlı otel odası konforundaydı.

İçeride iki yatak, banyo ve taharet musluğu olan tuvalet mevcuttu. 

Kadim dostum, meslektaşım Ecz. Selçuk Arslan’ın ilk işi paylaştığımız 7 numaralı çadırımıza şanlı bayrağımızı asmak oldu.

Çadıra eşyalarımızı koyduktan sonra Trejli Ulusal Parkı’na gidip, meşhur Kaplumbağa Kayası’nı gördük.

Kayanın civârında yine kartal ile fotoğraf çektiren hevesliler vardı. Moğolistan gezimiz süresince çok yerde taştan yapılmış kaplumbağa heykellerine rastlıyorduk. Türk mitolojisinde kaplumbağanın sabrı ve uzun ömrü simgelediğini biliyorduk.

Fotoğraf çekip manzarayı seyrettikten sonra aracımıza binip bozuk yollardan geçerek Arya Pala Tapınağı’na doğru yol aldık.

Uzaktan görünen tapınağa varmak için aracımızdan indik ve yaya yürümeye başladık.

Yolda aralıklarla dizilmiş ve üzerlerinde Moğolca ve İngilizce yazan tabelalar vardı.

Tabelalardaki yazıları Cengiz Argat Bey’in çevirisiyle anlamaya çalışıyorduk.

Basit bir adamdan, basit bir adama öğreti komedidir’ gibi anlamlı yazılar vardı. Tapınağa gelenler arasında gelin ve damatların olması bildiğimiz bir geleneğin yansımasıydı.

Dik bir yokuşu yürüdükten sonra 108 basamakla çıkılan tapınağa vardık. 108 sayısı Budistler için çok önemliymiş. 108 beyaz, 8 ise siyah mânâsındaymış yâni iyilik ve kötülük ifâde ediyormuş.

Rehberimiz Dashka Budist’miş. Tapınağa girince kendi geleneğini uyguladı ve duâsını yaptı. Biz de içeriyi inceledikten sonra Harun kardeşimizin okuduğu Fatiha ve üç İhlası Şerif’i geçmişlerimize bağışladık.

Tapınağın giriş kapısının elçekleri fâre şeklindeydi. İnançlarına göre fare refah ve zenginlik ifâde ediyormuş.  Bunları görünce çadırımızdaki dolapların aşık ’tan yapılmış elçeklerini hatırladık.    

Tapınaktan ayrıldıktan sonra dağın yamacından yürüyerek Buda heykelinin olduğu başka bir ibâdet mekânına geldik. Heykelin önüne meyve ve para bırakılmıştı.

Yorucu bir yürüyüşten sonra aracımıza binip çadırlarımızın olduğu kampa geldik. Yemekte Türk dünyasında yaygın olan mantı vardı ve çok lezzetliydi.

Çetinoğlu: Yorucu bir gün yaşamışsınız. İyi geceler, huzurlu istirahatler. Yattığınız yeri beğeneceğiniz muhakkak…

Güzel: Gece yağan yağmurun sesine, Guguk Kuşu’nun ötüşü eklenenince harika bir gece geçirmiş olduk.

Pazartesi sabah erken kalktık. Kahvaltımızda brokoli çorbası vardı. Sabah 08.00 de yola çıktık. Hava çok serindi ve Erzurum’u aratmıyordu.

Yöre, kayalık ve ormanlıktı. At sürüleri ve mantar gibi araziye serpilmiş çadırlar, görüntüler arasındaydı.

Yolculuğumuz keyifli geçiyordu. Kafilenin ikramları öyle bereketliydi ki, ağzımız tabir yerindeyse hiç boş kalmıyordu. Gençlerimizden Serhat Duyar ve Harun Reşit Karagöz’ün sunduğu Akçakoca FM ile Fındık FM’nin ortak canlı yayınları hepimizi neşelendirdi.

Yolcular sırasıyla canlı yayına katılarak kimi, deneyimlerinden bahsetti, kimi şiir okudu, kimi fıkra anlattı, kimi târih dersi verdi, kimi hayattan esintiler sundu, kimi türkü söyledi velhasıl herkes kucağındaki taşları döktü.

Canlı yayında ‘Çırpınırdı Karadeniz’ marşının birlikte okunması heyecanları zirveye taşırken yolculuğun vazgeçilmezi şarkısı ise ‘Ötüken Yolu Yokuştur’ oldu.

Görüş alanımıza giren ortamlarda Cengiz Han, at ve bozkurt resim ve görüntüleri fazla miktardaydı.

Yol üzerinde gördüğümüz elektrik hatları çok eski ve kabaydı. İki ayaklı elektrik direklerinin ayaklarının yarısı betonla yere çakılmış, diğer kısımları ise ağaçtandı. Ulanbatur’a doğru girerken büyük bir alana kurulmuş olan pazara geldik. Baraka türü yüzlerce işyerinden oluşan pazar daha yeni açılıyordu.

Pazar, bizim yarım asır öncesindeki bitpazarlarını anımsatıyordu. Ulanbatur’da yeni yeni modern yapılaşmanın canlılığı göze çarpıyordu. Belediyecilik hizmetleri iyi sayılmazdı. Eczaneler pek belirgin değildi. Kısa boylu, çekik ve küçük gözlü Moğol erkekleri kilolu, bayanları ise zarif ve ince yapılıydılar.

Ulanbatur’u gezerken ilk işimiz Ankara Caddesi’ne gitmek oldu. Caddenin başındaki levhada ‘Ankara Caddesi’ ismi vardı. Cadde üzerinde 2016 yılında TİKA tarafından yaptırılan Atatürk Okulu’na gittik. İlk ve orta eğitimin olduğu okulun bahçesinde bulunan Atatürk büstü gururumuzu okşadı.

Yine cadde de kültürümüzü yansıtan bir Mevlevi derviş heykeli çok ilgi çekiciydi. Güzel duygular içerisinde bulunduğumuz bu ortamdan ayrılıp çağlar öncesine ait fosillerinin olduğu NATURAL HİSTORY MUSSUM’a geldik.

250 milyon yıl önce yaşamış olduğu tahmin edilen Dinazor iskeleti muhteşemdi. 4 m. yüksekliği 12 m. uzunluğu olan bu canavar tam 3 ton ağırlığındaymış.

Müzede fosillerden örnekler sergilenmişti. Mamut, fil, gergedan kalıntıları geçmişten ipuçları vermekteydi.

Sergilenen Dinazor yumurtaları bir hayli ilginçti.

Üst katta çeşit çeşit kuşlar, geyikler, böcekler, balıklar, ayılar, keçiler ve diğer canlılar sergilenmişti.

Bu müzeyi gezen ilk Türk Kafilesi olmamız güzel bir ayrıcalık oldu.

Müzeden ayrıldıktan sonra Zafer Anıtı’na gitmek için aracımıza yöneldik. Park ettiğimiz yerin ilerisindeki bir pasajın içerisinden geçip, asansörle birkaç kat çıkıp dışarıya açılan kapıdan geçerek bir hayli basamak çıktıktan sonra tepedeki Zafer Anıtı’na ulaştık. Sovyet döneminden kalan bu anıt 2.Dünya Savaşı’yla ilgiliydi ve Sovyet propagandasını yansıtan duvar resimleriyle bezeliydi.

Bu tepeden Ulanbatur’u seyrettik. Bizdeki TOKİ yapılanmasına benzer hareketlilik hemen göze çarpıyordu.

 Bolca fotoğraf çektirip basamaklardan inerek pasaja girdik. Bazı arkadaşlar buradaki mağazadan Moğolistan’a özgü hediyelik eşya aldılar.

Otobüsümüzün ilerisinde rampa üzerine yerleştirilmiş eski model bir tank vardı. Bu tank 1943 yılında Berlin’e gitmiş ve 1945 yılında getirilerek burada sergilenmiş.

Aracımıza binerek yola koyulduk. Bir buçuk saat sonra kalacağımız Millî Park’a geldik. Burada bize ayrılan iki minibüse binerek Yılkı Atları’nı görmek için yola çıktık. Eko sistemin korunduğu Hustari Millî Parkı’na geldik.

Bu arada rehberimizle konuşurken bir koyunun 100, keçinin 120, dananın 500 USD doları olduğunu öğrendik. Hele koyun etinin kilosunun 3,5 USD doları olduğunu duyunca ülkemizdeki et fiyatlarını hatırladık.

Tozlu, toprak yolda, uzun bir mesafe yol aldıktan sonra Yılkı Atları’nı göreceğimiz tepeye geldik.

Atın atası olarak kabul edilen bu atlara Moğollar ‘Taki’ diyorlarmış. Bölgede 1000 civarında olan bu atlar 16 yıl yaşıyorlarmış. 1992 yılında Hollandalıların yardımıyla çoğaltılan bu atların hüzünlü bir de hikâyesi varmış. Polonyalı bir ilim adamının keşfettiği bu atların varlığı duyulduktan sonra avcılar bu atların peşine düşmüşler tâbir yerindeyse büyük bir kısmını yok etmişler.

Tepeye doğru yürüdükçe atları görmemiz mümkün oldu. İçlerinde tay olan altı tane Yılkı Atı grup hâlinde yürüyorlardı. Onların bu tabîi hallerini kekik kokuları içinde seyretmek hârikaydı. Atlar, su içmek için yakınımıza doğru geldiklerinde onları daha net görme imkânımız oldu.

Aracımıza bindiğimizde hava kararmak üzereydi. Kampa vardığımızda çok yorulmuştuk, Kampa gelip yemek yedikten sonra yarım saatlik bir yürüyüşün ardından geceyi geçirmek için çadırlarımıza döndük.

Kampta tek gözü olmayan beyaz renkli Huasky cinsi köpek vardı. Sabah uyandığımızda hava bir hayli serindi. Emre Bey’in getirmiş olduğu zeytin ve siyah çay takviyesi ile kahvaltımızı yapıp aracımıza binerek saat 09.00 ‘da yola koyulduk. Akçakoca FM ve Fındık FM yayına Mehter Marşı ile başlayıp, ‘gök girsin, kızıl çıksın’ ile devam ettiler.

Uçsuz bucaksız bozkırlar, çadırlar, at, koyun ve keçi sürüleri, taş yığınları üzerine dikilmiş ve üzerinde mâvi beyaz bezlerin bağlandığı ağaç direk, sık gördüğümüz manzaralardı.

Şaman geleneğinden gelen bu taş yığılı tapınak şeklini Budistler devam ettirmişler. Öyle ki üç taş alan Budist, bu yığına taşları koyduktan sonra iki defa yığının etrafında dönerek duâ ediyormuş.

Bir müddet yol aldıktan sonra mola vereceğimiz ve tanışacağımız Moğol ailenin kampına geldik. İlerimizde kum tepeleri gözüküyordu.

Kafiledeki bazı arkadaşlar iki hörgüçlü develere bindiler. Birkaç arkadaşla birlikte bizde yaya olarak kum tepelerine vardık.

Deve turu 15 USD dolarıydı. Bâzı turistler at binmeyi tercih ediyorlardı. Burada kalan ailenin çadırlarına misâfir olduk. İlk önce burnumuza çekmek için koku verdiler. Ortada, bizim Karadeniz yapımına benzeyen bir soba vardı. Sobanın üstünde kötü ruhları kovmak için bir tütsü bulunuyordu.

Çadırın sağ tarafında Buda heykelinin olduğu bir ibâdet köşesi vardı.

Âile reisi çadırdaki soğutucudan çıkardığı Kımız’dan ikramda bulundu. Ata içeceğimiz olan Kımız’ı içip sanki de ruhumuzu arındırdık. Kımız, kefir tadında bir içecekti.

Çetinoğlu: Seyahatin en muhteşem bölümüne, Orhun Kitâbelerini görmeye sıra geldi mi Efendim?

Güzel: Kaldığımız kampa geri dönüp geceyi geçirdikten sonra Çarşamba sabahı erkenden uyandık. Eşim Hülya Hanımefendi’nin yapmış olduğu Erzurum kete ve çöreklerini kahvaltımıza takviye yaptık. Gece telefona bakarken, okuduğum ‘İş Sağlığı ve Güvenliği’ bölümünden sınıfımı geçtiğimi öğrenince keyfim daha da artmıştı.

Saat 09. 30’ da araçta yerlerimizi alıp 10 km. Uzağımızdaki Karakurum’a gitmek üzere yola çıktık. Hava bir hayli soğuktu. Kafile, kışlıklarını giymişti. Karakurum çok küçük bir şehirdi. Yazın 1000 kişinin yaşadığı şehir, kışın biraz daha yoğun oluyormuş.

Kısa bir yolculuğun ardından Karakurum Müzesi’ne geldik. Müze görevlileri İngilizce bilmiyordu.

Sunumda, 7. yüzyıla ait bir Türk aristokratının bulunan mezarı hakkında bilgilendik. İçinde 550 parça materyalin bulunduğu mezar, 42 m uzunluğunda,1,8 m eninde ve 7,5 m yükseklikteymiş. Camekân içerisinde küllerin olduğu tabut vardı.

Müzede, çamurdan heykelcikler, kadın ve erkek giysileri, para ve mücevherler, altın sikkeler bulunuyordu.

Zeminde üzeri camla muhafaza edilmiş fırın vardı.

Müzeden çıktıktan sonra bazı arkadaşlar para bozdurmak için bankaya gittiler. Banka işlemlerinin ardından 300 yıllık bir geçmişi olan meşhur ‘Erdenzov’ Budist Tapınağına geldik.

Etrafı duvarlarla çevrilmiş ve büyük bir alana yerleşmiş olan tapınağın girişinde sobaya benzeyen döküm bir mum yakma materyali vardı. Girişin üstünde tapınağın baş tapınak olduğunu gösteren aralarında sembol olan iki fil heykeli vardı.  Budizm’in tercih ettiği kırmızı ve yeşil renkleri her yerde görmek mümkündü.

Girişte büyük bir çan vardı. İçerisi heykelle doluydu. Tapınağın üç bölümü vardı. İlk önce Pagoda denilen tapınağa geldik. Ortada bir vitrin vardı ve içerisinde Budist inancını yansıtan objelerle doluydu. Arkada Buda Heykeli bulunuyordu.

Buradan ayrılıp başka bir bölüme geçtik. İçeride yedi Budist râhip oturuyordu. Râhipler, önlerindeki kitapları okumakla meşgullerdi.     

Diğer bir bölüme geçtiğimizde bizdeki üfürükçülüğü hatırlatan bir tabloyla karşılaştık.

Elinde makbuza benzer bir kâğıtla gelen bay veya bayan inanç sâhibi, makbuzu râhibe vererek onun karşısına oturuyordu. Aralarında bir konuşmadan sonra râhip, önündeki kartları karıştırarak bir tânesini okuyor ve seremoniye başlıyordu. Râhip, elindeki tütsüyü şahsın etrafında dolaştırıyor, ara sıra elindeki zili çalıyor ve ellerini çırpıyordu. Ritüel bittikten sonra ayağa kalkan vatandaş, yandaki sudan, kâseye doldurup içiyordu ve duâ seansı da bitmiş oluyordu.

Bu arada Budizm hakkında da yeni yeni şeyler öğreniyorduk ve bizim kültürümüzle olan benzerliklerini tartışıyorduk.

Tapınağın etrafında saat yönünde iki defa dönüp taş atmak, kafesteki kuşları salmak, tutulan balıkları nehre bırakmak, beyaz elbise giyerek bir hafta boyunca tapınakta kalmak, oruç tutmak, evde yemek yapıp tapınağa getirmek gibi uygulamalarla günahlarından arınacaklarına inanıyorlarmış.

Tapınaktan ayrıldıktan sonra biraz ileride bulunan çarşıya gidip alışveriş yaptık. Bu çarşının favori pazarlıkçısı Çetin olmuştu. Ticaretin en çok tercih edileni ise kalpaktı. Alışveriş yapıp hafifledikten sonra Kampımıza geldik. Brokoli çorbası, salata ve tavuk’tan oluşan yemeğimizin ardından kaldığımız kampımızda bizlere sunulacak olan musiki dinletisi için yerlerimizi aldık. Yöresel kıyafetler içerisinde bir hoca ve iki öğrencisi Moğol musikisinden örnekler verdiler.    

At başı keman eşliğinde şarkıları söyleyen Hoca’nın gırtlak nağmeleri nefisti.

Şarkılar at temalıydı. Öğrencilerden küçük olanı müzik eşliğinde dans gösterisi sundu. At yürüyüşü şeklinde olan bu dans, Moğol yaşam felsefesini yansıtıyordu.

Musiki hocası, Moğol atları, eski atlar, at yarışları, bin atın koşusu, Karakurum gibi şarkılardan sonra kanuna benzeyen Earp isimli müzik aletiyle Cengiz Han’la ilgili bir parça seslendirdi.

Konserin sonunda okunan ‘Altay Dağları’na olan dua’ isimli Türk şarkısı gönüllerimizi fethetti.

Bu güzel müzik ziyâfetinden sonra fotoğraf çektirdik. Genelde fotoğraflarımızı rehberimiz Dashka çekiyordu. Dashka’nın çekim esnasında one, two, three demesi hepimizi gülümsetiyordu.   

Akşam yemeğinden sonra cemiyetçi Ahsen Okyar’ın organize ettiği bir söyleşiyle, grubumuza yeni katılan Genco Günay ve Naki Burak Alpay’ın hayat serüvenlerini dinledik.

Kaldığımız kampın ana binası Çin mimarisi özelliğinde ve çok büyüktü. İçerisinde restoran mağaza vs vardı. Akşam kampın sevimli köpeğinin bekçiliğinde uzun bir yürüyüş yaptık.

Selçuk Arslan’la kaldığımız çadır 13 numaraydı. Akşam, gençlerin çadırlarında çay içme faslı günün yorgunluğunu gideren hârika bir ortamdı.

Perşembe günü uyandığımızda Orhun Anıtlarına gideceğimiz için çok mutluyduk.

(İKİNCİ BÖLÜMÜN SONU. ÜÇÜNCÜ VE SON BÖLÜM YARIN VERİLECEKTİR.)

Kitap Okunmuyor mu?

Türk aydınının bir derdi eğitimse öbür derdi de yayın dünyasıdır. Kitap da yayın dünyasının önemli bir parçası şüphesiz. Bütün yayın çeşitlerinde, yeni teknolojilerin ve özellikle internetin dönüştürücü, bazen de yıkıcı etkileri oldu, olmaya devam ediyor. Teknolojide “yıkıcı ~destructive, disruptive” kelimesi, her zaman olumsuz anlam taşımıyor. Hele yıkıcı yenilikleri-inovasyonları kollarımız açık karşılıyoruz.

Gözlediğim şu: Yıkıcılığın olumsuz tarafı daha fazla göze çarpıyor, topyekûn sonucun menfi olduğunu sanıyoruz. Bazen haklıyız ama bazen de yanılıyoruz.

Mesela görüntülü ve yazılı yayınlarda kısa cinslerin uzunlardan daha çok ilgi gördüğü sanılıyor. Hâlbuki istatistikler bunu göstermiyor. İnsanlar YouTube’da senaryolu uzun videolarda, kısalardan daha çok vakit geçiriyor. Bir kitabın internet ortamında yayımlanması, kâğıt baskısının satışını düşürmüyor, aksine, reklam işlevi görüp basılının satışını arttırıyor. E-kitabın basılı kitabı yok edeceği sanılıyordu ama hızlı bir yükselişten sonra e-kitap, toplam kitap yayımcılığının belli bir kesri olarak sabitlendi. E-gazete, kâğıt gazeteyi baskıladı ama gazete zaman kayıtlı güncel haber taşır. Bu yüzden basılı gazete tirajları azalırken internet tirajları zirveye tırmandı. Kitapta böyle bir zaman kısıtı yok ve çoğunluk hâlâ basılmış kitabı tercih ediyor. (Ben hâriç.)

Sosyal medya kitabı öldürüyor mu?

Bir toplantıda değerli bir dostum, üzüntüyle, sosyal medyanın, kitap yayımcılığını öldürdüğünü söyledi. Daha doğrusu söylenen mealen şuydu: Gençler sosyal medyanın kısa, telegrafik iletişimine alıştı. Oturup da uzun uzun kitap okumuyor. Ben o kanaatte değildim. Oturup sizin için ve dostum için araştırdım. Sonuç şu: Kitap yayımcılığı belli bir tempoda hep büyümüş. Fakat sosyal medya öyle bir gürültü ve öyle bir hızla patlamıştı ki uzaktan bakıldığında hakikaten diğer yayın cinslerini silip süpürdüğü sanıldı.  E-kitaba geçiş de kâğıt kitabı yok etmedi. Peki, mesela son on yılda kitap yayıncılığına ne oldu?

 İbrahim Kahveci üstadıma öykünerek, bulduğum sonuçları üç grafikte özetlemeye çalıştım. Birincisi, 2013-2023 arasında, Türkiye’de alınan toplam ISBN’yi gösteriyor. Milletlerarası standart kitap numarası anlamına gelen ISBN, her yeni kitap için alınıyor. Dolayısıyla bir yılda alınan ISBN, kabaca, o yıl yayımlanan yeni kitapların sayısıdır. Birinci şekil, yeni kitap yayımının on yıl boyunca dalgalanarak arttığını gösteriyor. Dalgalanma var ama eğilim kesinlikle artış yönünde. İkinci grafikte alınan kitap bandrolü sayılarını görüyorsunuz. Bandrol, kabaca fizikî basılan kitap sayısını gösteriyor.  Her kitaba bir adet yapıştırıldığına göre basılan kitap sayısında da 2021’e kadar düzenli artış görülüyor. Fakat 2022’den sonra sert bir düşüş var. Yeni kitap sayısı, başka bir söyleyişle başlık sayısı artıştayken basılan kitap sayısının düşmesi ne demek? Şu demek: Giderek daha çok yeni kitap çıkıyor ama bu kitaplar daha az miktarlarda basılıyor.  

Kitap sayısı artıyor baskı sayısı azalıyor

Kâğıttan mürekkebe hemen bütün ham maddeleri dövize bağlı olan yayıncılıkta, piyasa vadeyi terk etmiş. Çünkü ham maddeleri yarın kaça alacağı belli değil. Hâlbuki kitap, doğası itibarıyla vadeli bir maldır. Çünkü kitap, hazırlanır, basılır, dağıtılır ve kitapçılarda tek tek satılırdı. Bir kitaba yapılan yatırımın geri dönmesi aylara hatta yıllara yayılır. İşte 2022, nas ve zorla düşen faiz, hızla çıkan döviz krizinin ekonomiyi vurduğu tarihtir. Yayıncılar kendilerini korumak için bir seferde çok basmak yerine azar azar, talep geldikçe basmaya dönmüşler. Bir cins “tam zamanında – jit” denilen strateji. Elektronik baskı imkânlarının gelişmesi de böyle davranmayı kolaylaştırdı. Elektronik baskı, bir bakıma kitabı bildiğimiz matbaa usulü yerine fotokopi tekniğine benzer şekilde basmaktır. İnternet üzerinden kitap satışı yapan firmalar da bağımsız yayıncılığı teşvik etti. Yazar eserini firmaya yolluyor. Firma kitabı yayına hazır hâle getiriyor ve kataloğuna koyuyor. Talep geldikçe ve ancak talep geldikçe basıyor. Bütün bunların sonucu: Yeni yayımlanan kitap artıyor, baskı sayısı azalıyor. Üçüncü ve son grafikte ISBN başına bandrol sayısını verdim. Daha çok kitabı daha az basma eğilimi burada çok açık görülmekte. Bu eğilim, teknolojinin verdiği imkân sayesinde 2017’de başlamış. Sonra hızlanarak artmış. Bir başlık ortalama 7.000 adet basılırken bu sayı 10 yılda 4.000 civarına düşmüş. Teknoloji, tam zamanında baskıyı ve talep üzerine baskıyı kolay ve ucuz kıldıkça bu eğilimin tersine dönmesi beklenmez.

Sonuç: Hayır. Kitap okuma azalmıyor, artıyor. Fakat yayınevi de kitapçı da kitap stoklamıyor. Satıldıkça basıyor, satıldıkça alıyor.

Erdal Güzel’in Anlatımıyla Zevkli Ve Heyecanlı Moğolistan Seyahati… Gitmiş, Gezmiş Ve Görmüş Gibi Olacaksanız

(Birinci Bölüm)

Oğuz Çetinoğlu: Seyahat etmeyi seven, dünyayı tanımak isteyen dostlar grubu olarak Moğolistan’ı ziyâret ettiniz. Neden Moğolistan?

Erdal Güzel: Maksadımız Orhun Anıtları’nda geçmişi yâd etmekti.

Toplumların genetik kodları, târih sahnesine çıkmış oldukları coğrafyalarda gizlidir. Bir nevi parmak izine benzeyen bu özellik, o toplumun kimliğini ifade etmektedir. 

Dünyanın en köklü milletlerinden biri olan Türklerin kültür kodları, Orhun Irmağı’nın suladığı ata yurdumuz Ötüken’de bulunmaktadır. 

Gençlik yıllarımızdan beri en büyük hayalimiz, ata yurdumuza gitmek ve Orhun Anıtlarını görmekti.

Çetinoğlu: Gençlik yıllarında okuduğunuz kitapların yönlendirmesi söz konusu mu? 

Güzel: Evet! Nihal Atsız’ın romanlarında okuduğumuz bu toprakları ziyâret etmek, ‘Bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı’ diyen şâirin sözüne kulak vermek, Orhun Irmağı’ndan ruhumuzu doyurmak düşüncesi içimizi yakıp tutuşturuyordu. 

Yüce Mevlâ’nın nasip etmesiyle dünyanın çoğu ülkesini gezmek ve Hac münâsebetiyle mukaddes topraklara gitmek nasip olmuştu. Türk Dünyası’nın çoğunu gezmeme rağmen Türklüğün ana kaynağı Ötüken topraklarına gidememiştim. 

Bu özlem ile beklerken, kıymetli dostlarımın bulunduğu Kocaeli’nde ki Akça Koca Kültür Platformu’nun böyle bir gezi yapacaklarını duydum. Sevinçle tura katılmak istediğimi söyledim. Hazırlıklarımızı yaptıktan sonra 31. Mayıs 2024 günü 21 kişilik arkadaş gurubuyla İstanbul Havalimanı’ndan Moğolistan’ın başkenti Ulanbatur’a gitmek üzere uçakta yerimizi aldık. 

Çetinoğlu: Seyahatinizin başlangıcındaki duygularınızı anlatır mısınız?  

Güzel: Gençlik yıllarımdan beri Demirperde arkasındaki Türk dünyasını hep hayal ederdim. Suyun kaynağına ulaşmak ve o kaynaktan içmek düşüncesi aklımdan hiç gitmiyordu. Orhun Anıtlarını görmek ne zaman nasip olur düşüncesi içimde hep taze kaldı.

Nihayet Kocaeli’nde ki dostlarımın organize ettiği seyahatle bu arzuma kavuşacağımın heyecanı ve sevinciyle Erzurum’dan İstanbul Havalimanına saatler önce geldim. Bu süreçte târihî bilgilerimi tazeleyip kendimi yolculuğa hazırladım.

Anlatılmaz bir duygu fırtınası içerisinde İstanbul Hava Limanı’nda kafileyi bekledim.

Ömrümüzün sonbaharında buraları bir daha görebilir miyim endişesiyle ‘inşallah bir aksilik olmaz’ diyerek duâ ettim.

Moğolistan’a gidecek uçak havalanınca benim de keyfim yerine gelmişti

Çetinoğlu: Yolculuğunuz nasıl başladı?

Güzel: Saat 18,10’da kalkması gereken THY uçağı bir saat sonra havalandı. Yolcuların büyük çoğunluğu Moğolistanlı ve başka ülkelere ait insanlardı. 

Yaklaşık sekiz buçuk saatlik bir yolculuktan sonra Ulanbatur’un Cengiz Han Havaalanı’na indik. Türkiye ile Moğolistan arasında beş saatlik bir fark vardı. Yani, Moğolistan yerel saatine göre sabah 08. 30 civarıydı.  

Çetinoğlu: Moğolistan’da ilk işlemleriniz nelerdi?

Güzel: Bavullarımızı alıp, pasaport işlemlerimizi yaptıktan sonra havaalanındaki döviz bürosunda 100 ABD doları verip 334.000 Moğolistan parası Tugriki aldık.  1000 Tugriki bizim parayla yaklaşık 9,50 TL ediyordu. Tugrik’in üstünde Cengiz Han’ın resmi bulunuyordu.

Çetinoğlu: Tugriki ile uyum sağlayabildiniz mi?    

Güzel: Bu paraya ilk önceleri alışmamız kolay olmadı. Havaalanında alışveriş yapmak isteyen arkadaşlardan bazıları hesaplamada bir sıfırı atlayınca ilk şoku yaşadılar ve aldıklarını geri vermek mecbûriyetinde kaldılar. Velhasıl, evdeki hesap çarşıya uymadı gerçeği ile karşılaştılar. 

Çetinoğlu: Cengiz Han Havaalanı ve binası nasıldı?

Güzel: Cengiz Han ismi büyük olsa da havaalanı küçük ve mütevazıydı. 

Bavullarımızı alıp bizi bekleyen otobüsümüze bindik. Rehberimiz, ismi Dashka olan Moğolistanlı bir gençti ve İngilizce biliyordu. 

Seyahatimiz boyunca otobüsümüzün kaptanlığını yapan Baska, işini çok iyi bilen sempatik bir Moğol’du. 

Rehberimiz Dashka ve Kaptanımız Baska ile tanıştıktan sonra otobüsteki yerlerimiz aldık ve Ulanbatur’a gitmek üzere yola çıktık. Yol üzerinde, ‘Yurt’ ismi verilen meşhur Moğol çadırları ve yoğun şekilde at sürülerini gördük. Yaklaşık 50 Km sonra hedefimize vardık.  

Şehir, Sovyet dönemi hâtıraları ve yenileşme çabalarıyla göze çarpıyordu. Japon markalı araba sayısı bir hayli fazlaydı ve araçların büyük kısmında direksiyon sağdaydı. 

Çetinoğlu: Moğolların kıyâfetlerinde dikkatinizi çeken neler vardı?

Güzel: Gençlerin ve orta yaş grubunun giyim ve kuşamları modern görüntüler ifâde ediyordu. Çok az olsa da mahallî kıyafet giyen çocuk ve yaşlılar vardı.     

Çetinoğlu: Moğolistan hakkında coğrafi bilgiler olarak neler söyleyebilirsiniz?

Güzel: Moğolistan, 1.500.000 km2 yüzölçümüne sahip, (Türkiye’nin yaklaşık 2 katı) denize kıyısı olmayan, 3.500.000 milyon nüfuslu, (Türkiye’nin 25’te 1’i kadar) Rusya ve Çin gibi iki dev ülkenin arasında kalmış emekleme döneminde olan bir ülke.

Çetinoğlu: Dînî inançlarından bahseder misiniz?

Güzel: Tibet Budizm’inin hâkim olduğu Moğolistan’da, halkın, % 53’ü Budist, %39’u dinsiz, %3’ü Müslüman, %2 Hristiyan, %3’ü ise Şamanmış.

Çetinoğlu: Moğolistan’da kişi başına düşen millî gelir?

Güzel: Kişi başına düşen Millî gelirin 12.500 USD olduğu söylendi.

Çetinoğlu: Moğolistan’ın umûmî görünümü hakkında neler söylemek istersiniz?

Güzel: Moğolistan, uçsuz bucaksız bozkırların olduğu ve iklimi Erzurum’a benzeyen bir ülkedir.

Çetinğlu: Bayrakları?

Güzel: Ülkenin bayrağı, kırmızı, mavi ve kırmızı renklerden oluşan üç sütün şeklindedir. Sağ kırmızı sütün da ‘soyombo’ adı verilen millî amblem bulunuyordu.

Bu amblemin üstünde üç alev vardı. Bu alevler dünü, bugünü ve yarını ifade ediyormuş. Alevin altında sonsuzluğu çağrıştıran Güneş ve Ay vardı. Onun altında ise yer ve su ile denge ifade eden ‘Taijitu’ vardı. İki üçgen iç ve dış düşmanları, yandaki iki sütun ise ülkenin sınırlarını gösteriyormuş.

Çetinoğlu: Moğolların alkollü içkilerle arası nasıl?

Güzel: İçki tüketiminin fazla olduğu söylendi.

Çetinoğlu: Alfabeleri? Rusyarın ‘Kril’i mi, Çinlilerin ‘Pinyin’i mi? Veya kendi alfabeleri mi var?

Güzel: 21 harfli yukarıdan aşağıya yazılan ve Göktürk Alfabesi’nden esinlenen bir alfabe kullanılıyor.

Çetinoğlu: Ülkede okuma yazma oranı hakkında bilgi edinebildiniz mi?

Güzel: Okuma yazma oranının % 99 olması çok dikkat çekiciydi.

Çetinoğlu: Moğollarla amca çocukları olduğumuz söylenir.  Ortak kelimelerimiz var mı?

Güzel: Ortak kelimelerimizin varlığını rehberimiz Dashka’dan öğreniyorduk. Moğollar, su’ya ‘us’, Süte ise ‘su’ diyorlardı. Yolculuk esnasında ekmeğe ‘talkh’ merhabaya ‘seno’, ete ‘makh’, evete ‘Za’, hayıra ‘ugyi’, teşekküre ise ‘bayırla’ dendiğini öğrendik. 

Yolumuzun üzerindeki Ankara Caddesini, Mevlevî heykelini ve Türk Büyükelçiliği ile Kazak bir iş adamının yaptırdığı cami inşaatını görünce çok memnun olduk.  

Şehirde, Çin, Kore ve Japonya’nın etkisi hemen göze çarpıyordu. Ruslardan kalma köhne binalar, termik santraller bir dönemin yorgunluğunu anlatıyordu. Diğer Sovyet şehirlerinde olduğu gibi caddelerin ortasında parklar vardı.

Çetinoğlu: Doğu Türkistan, Kırım ve Kazan Türklerinde ‘batur’ kahraman demektir. Başşehir ‘Ulanbatur’ mânâsı hakkında bilgi edinebildiniz mi?

Güzel: Moğolca ‘Kızılbahadır’ mânâsına geliyormuş

Çetinoğlu: Dikkatinizi çeken hususlardan söz eder misiniz?

Güzel: Ulanbatur’a girince etrafta anne ve babalarının elinden tutup yürüyen rengârenk elbiseleriyle çocuklar dikkatimizi çekti. Rehberimiz, ‘1 Haziran, Anne ve Çocuk Bayramı’ dediğinde işin gerçeğini anladık ve 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramımızı hatırladık.   

Ulanbatur’un caddelerinden geçip etrafı temaşa ettikten sonra ünlü Gandan Tapınağı’na geldik.      

Kapı girişinde yağlı boya tablo satıcıları vardı. Tablolar genellikle at ve bozkır manzaralıydı.

İçerisinde muhtelif tapınak ve binaların bulunduğu tapınak geniş bir alana kurulmuştu. Dışarıya yansıyan ses, devamlı metin okuyan birini çağrıştırıyordu. Bâzı yerlerde Budistlerin elleriyle çevirdikleri silindir şeklinde duâ çarkları vardı. Budistler, mâbetlerin etrafında iki defa, saat yönünde dönüyorlardı. Muhtelif yerlerde, Budistlerin ayakta iki ellerini birleştirip başlarının üzerine kaldırdıktan sonra uzanıp secde ettikleri yan yana dizilmiş tahtalar vardı. Bazı arkadaşlar bu ritüeli denerken çok keyif aldılar. Tapınaktaki binalar 1910 yılına kadar Ulanbatur’un en yüksek binalarıymış. Rus devriminden sonra çoğu yıkılan tapınaklardan geriye askerî amaçla kullanılan bu tapınak kalmış. 

İkinci Dünya Savaşı’nda tapınakta bulunan büyük Buda heykeli Moskova’ya götürülerek eritilmiş ve silah yapılmış. Ülke bağımsızlığını kazandıktan sonra heykel tekrar inşa edilmiş. Stalin döneminde tapınağa girişler gözetim altında yapılıyormuş.

Buda heykellerindeki el ve bakışların bir anlamı varmış. Büyük Buda heykelinin olduğu binada duâ çarkları ve çeşitli heykeller vardı.

Tapınak, Çin mimarisinin örnekleriyle doluydu. Nihayet sesin geldiği büyük tapınağa girdik. Etraf kalabalıktı. Budist râhiplerin çokluğu dikkat çekiyordu. Üst kata çıktığımızda yerde oturan büyük bir dinleyici kitlesi vardı. Onların ilerisinde yarım ay şeklinde yan yana oturmuş ve ellerinde büyük tespihleri olan râhipler bulunuyordu. Tam karşıda üzeri heykellerle ve tütsülerle dolu bir masa ve onun arkasında mukaddes metinleri devamlı okuyan râhip bulunuyordu.

Râhip aralıksız okuyordu. Bâzı Budistler ellerindeki kitaptan okunanları tâkip ediyorlar, bazıları ise tespih çekiyorlardı.1-9 Haziran dua günü olduğu için tapınak çok hareketliydi.

İçerisi başka bir gezegendeymişiz gibi bir izlenim veriyordu. Tapınaktan çıktıktan sonra kalacağımız otele geldik.

Uzun bir yolculuk yapmış, beş saatlik bir zaman farkı vardı dolayısıyla bir hayli yorulmuştuk. Odalarımıza yerleşip iki saatlik bir istirahatten sonra tekrar Ulanbatur caddelerine döndük.

Çetinoğlu: Yemeklerine intibak edebildiniz mi?

Güzel: Karnımızı doyurmak için gittiğimiz lokantada ilk önce sütlü bir çorba, peşine büyük bir fincan içerisinde bizim kelle paçayı andıran yemek geldi. Daha sonra içerisinde bolca et olan güveç benzeri yemek servis edildi. Lokantalarda ilgi çekici olan husus, ekmek bulunmamasıydı. Fazlaca et tüketen Moğolların yemek kültürlerinde ekmek yoktu. Tatlı yerine dondurma ikram edilen lokantada, siyah çay dahi vardı.

Yemekten sonra trafiğe kapatılmış olan caddeden yürüyerek Anne ve Çocuk Bayramı’nın kutlandığı parlamento binasının önüne geldik.    

Etraf şenlik görüntüsündeydi. Aileler süsledikleri çocuklarıyla meydanı doldurmuşlardı. Çadırlarda hediyelik eşya satan dükkanlar, dondurmacılar, oyuncak satıcıları, aşık’la fal bakanlar, altı kişilik bisikletlerle tur atan çocuklar, halkacılar, gibi eğlence adına ne ararsanız vardı.   

Çetinoğlu: Parlâmento binası nasıldı?

Güzel: Parlamento binası görkemliydi. Binanın ön cephesinde ortada Cengiz Han’ın diğer iki yanda oğulları Kubilay ve Ogeday’ın heykelleri bulunuyordu. Parlamento binasının önünde büyük bir meydan vardı ve burada kurulmuş olan platformda müzik gösterileri yapılıyordu.  Meydanın ismi Moğolistan’ı Çin ve Beyaz Ruslardan kurtaran kahraman Sukhbaatar’dan geliyormuş. At üstündeki Sukhbaatar’ın heykeli de meydanın tam ortasında yer alıyordu.

Bayram yeri görünümdeki ortamdan yaya olarak ayrıldıktan sonra Nomadic Legend gösteri binasına geldik. Kapıda bizi folklorik elbiseli genç bir Moğol kızı karşıladı.

Salon doluydu. At başlı keman ile Moğol millî çalgılarının olduğu ve birbirinden güzel Millî kıyafetler içerisinde sahnede olan sanatçıların gösterileri mükemmeldi. Gırtlaktan şarkı okuyan sanatçıların performansları görülmeye değerdi.

Hele, iki Moğol kızın akrobasi hareketleri ise bu kadarı da olamaz dedirtti. Gösterinin ayakla ok atma bölümü ise harikaydı.    

Yaklaşık bir buçuk saat süren bu muhteşem gösteriden sonra aracımıza binip geceyi geçireceğimiz otelimize geldik.

Çetinoğlu: Şanslı imişsiniz. Sözünü ettiğiniz gösteriler muhtemelen Anne ve Çocuk Bayramı’na mahsustu. Seyahatiniz bu bayrama denk gelmiş. Peki Efendim, Orhun Kitâbelerine de sıra gelecektir Herhalde…

(Devam Edecek)