ABD Büyükelçisi Joseph Grew ve 1930 yılı Kasım’ında Türkiye’ye gelen ABD Ticaret Bakan yardımcısı Julius Klein, Atatürk ve İnönü ile yaptıkları görüşmelerde Türkiye’nin Osmanlı borçlarının ödenmemesi durumunda Amerikalı bankerlerin Türkiye’ye kredi vermesini zorlaştıracağını belirtti. ABD bankerlerinden kredi alınabilmesi için Türkiye’nin ABD’ye uzmanlardan oluşan bir ticaret heyeti göndermesi gerekiyordu.
Eski Maliye Bakanı Şükrü Saraçoğlu ve onun tercümanlığını yapan Osman Bey’den oluşan iki kişilik bir Ticaret Heyeti 23 Ekim 1931 yılında ABD de New York’a gitti.
Heyetin amacı: “Amerikan iş çevreleriyle temaslarda bulunmak, sosyal hizmetler ve bankacılıkta kullanılmak üzere 50 ila 100 milyon dolar arasında kredi temin etmek, Türkiye’de pamuk endüstrisin geliştirmek için pamuk uzmanlarının Türkiye’ye gelmesini sağlamak, son olarak ta ABD’nin finans ve ekonomi sistemi üzerinde incelemeler yapmaktı.”
Türk Ticaret heyeti, ABD Başkanı, iş ve finans çevreleriyle görüşmeler yaptı. Bu görüşmeler kapsamında yukarıda sıralanan amaçların biri dışında hepsini gerçekleştirdi. Gerek Amerikan resmi çevreleri, gerekse özel Amerikan şirketleri ve sermaye piyasası Türkiye’ye kredi vermeyi kabul etmediler.
Saraçoğlu Heyeti’nin ABD’ye yaptığı bu ziyaret Sovyetler birliği tarafından endişe ile karşılandı. Sovyetler Birliği Dışişleri bakanı Litvinof 1931 yılı sonlarına doğru bu endişeyle Türkiye’ye geldi. Bu ziyaret sırasında 1925 yılında imzalanan Dostluk ve Saldırmazlık Anlaşması 5 yıl uzatıldığı gibi, iki devlet arasında iktisadi yakınlığı geliştirme çareleri de arandı. Aradan çok geçmeden 1932 Nisanında Sovyetler Birliği Türkiye’ye 8. 000 000 Milyon Dolarlık kredi açtı. Bu kredinin bir kısmı ile Kayseri Mensucat Fabrikası kuruldu.
ABD’nin Avrupa devletleri gibi doğrudan doğruya emperyalist politikalar izlememiş olması, Atatürk döneminde Türkiye – ABD ilişkileri, Avrupa devletlerine nazaran daha dostçaydı. Buna nazaran Türk – ABD ilişkileri, Türkiye – Avrupa ilişkilerine göre daha problemli ve karmaşalı oldu. Çünkü Amerikalılar Türkiye ile bugüne kadar hiç karşı karşıya gelmemiş ve Türkleri lâyıkıyla tanıyamamış ve yeteri kadar analiz edememişlerdi.
Amerikan Okulları Meselesi
Atatürk döneminde yaşanan Türk – Amerikan ilişkilerinde en problemli alan, Türkiye’deki Amerikan okullarıydı. Türkiye’deki Amerikan okullarının kökleri 19’uncu yüzyıla kadar uzanır. 1830 Türk – Amerikan Ticaret Anlaşmasının bir ve dördüncü maddelerine göre “en ziyade müsaadeye mazhar millet” statüsüyle kapitülasyonlardan yararlanma hakkını elde eden ABD’ye ait misyonerler, eğitim, Hıristiyanlığı yayma, hayırseverlik, sosyal tıbbi ve kültürel faaliyetlerle, Osmanlı Devletini bir baştan bir başa işgal ettiler. 1914 yılı itibarı ile Türk topraklarındaki Amerikan okullarının sayısı, 426 olup, 17 adet misyonerlik merkezi ve 9 adet te hastane bulunmaktaydı.
Birinci Dünya savaşını takip eden mütareke yıllarında Anadolu’daki Amerikan okulları en rahat, en şaşalı dönemlerini yaşadılar. Atatürk Nutuk’ta, Amerikalıların sadece Sivas’ta 23 tane okulları olduğunu yazıyordu. Bu yıllar, Amerikan mandası tartışmalarının yapıldığı, birçoğu Amerikan okullarında okuyan veya öğretmenlik yapanlar tarafından Türk Milletini Amerikalıların yönetimine teslim etmeyi hedefleyen Wilson Prensipleri Cemiyeti’nin kurulduğu döneme rastlamaktadır.
Bursa Amerikan Koleji Olayı
On dokuzuncu Yüzyılın ikinci yarısında misyonerler tarafından kurulan Bursa Amerikan Koleji, uzun yıllar gayrimüslim azınlıkları eğitmiş ancak, Cumhuriyetten sonra daha çok Türk öğrencilerine hizmet verir hale gelmiştir. Ne var ki, 1928 de meydana gelen din değiştirme olayı, okulu bir anda çok büyük tartışmanın odağına sürükledi.
1926 Yılında Milli Eğitim Bakanlığının İncil öğretimine son veren genelgesine rağmen bu öğretim Bursa Amerikan Kolejinde gizlice sürdürülmüş, yapılan uyarılar bir sonuç vermemiştir. Bazı öğrencilerin Hıristiyanlaştırılması sonucu, okuldaki bazı öğrenciler tarafından “Uyanık Yavrular Kulübü” adında gizli bir kulüp kuruldu. Bu kulüp, öğrenciler arasında Hıristiyanlığı yayan öğretmenleri ve din değiştiren Türk öğrencileri tespit etmek için kurulmuştu ve çalışmaları yurt içinde olduğundan fazla ses getirdi. Öğretmenlerden bazıları mahkeme sonucunda hapse mahkûm oldu.
Bursa Amerikan Kolejindeki hadise, Türk ve ABD yetkililerini zaman zaman sert tartışmaların içine çekti, karşılıklı muhtıralar verildi ancak söz konusu okul, bir daha açılmamak üzere tamamen kapatıldı.
Not: Yararlanılan Kaynak: Atatürk Araştırma Merkezi Yayınlarından “Atatürk Dönemi Türkiye – ABD İlişkileri” (1923 – 1938) Semih Bulut
Google algoritmasını değiştirmiş, işletmeler sıkıntıya düşmüş. X’ten Facebook’a, bütün sosyal medya uygulamalarının algoritmaları var. Bu algoritmaların fanatik gruplar yarattığını, katliamlara sebep olduğunu söylüyorlar. Son zamanlarda Yapay Zekâ algoritmalarından bahsediliyor.
Nedir bu algoritma?
Evvela isim. Algoritma, bizim Al-Harezmî’nin adını bir Hristiyan keşişin Latin harflerine yanlış geçirmesinden ibaret. Zaten Batı dillerinde “Al” ile başlayan kelimelerin çoğu Arapçadan alınmadır. Alkol’den Algebra’ya (Cebir) kadar. Hatta benim ismimin bile Batı’da Aleksander olmasının sebebi “İksender”in başına konulan “Al” harfi tarifi- artikelidir.
Algoritmayı Al-Harezmî’nin adıyla anıyorsak nedendir? Harezmî ikinci derece denkleminin çözümünü de bulmuş. Bulmakla kalmamış çözümün adım adım nasıl yapılacağının reçetesini de vermiş. “Evvela bütün terimleri eşitliğin bir tarafına al, denklemi = 0 hâline getir, saniyen… “ şeklinde.
Tavada yumurta algoritması
Evet; algoritma bir işleme reçetesi, bir çözüm reçetesidir. Öğrencilerime ders verirken tavada yumurta yapma algoritmasıyla başlardım. 1. Tavayı ocağa koy. 2. Az tereyağını tavaya koy. 3. Ocağın altını aç. 4. Erimesini bekle. 5. Yağ eridi mi? (Evetse 6’ya devam et, hayırsa 54’e dön.) 6. Yumurtayı kır… Görüleceği gibi algoritma sihirli bir şey değil. Bunu birbirine oklarla bağlı kutular ve başka şekiller kullanarak, şekilleri birbirine oklarla bağlayarak akış diyagramı denilen tarzda, daha yakışıklı yollarla da ifade edebilirsiniz.
Ben de Yapay Zekâ’da algoritma ile başlayıp devlette algoritma ile devam edeceğim şimdi.
Yapay Zekâ’nın birçok metodu var ve bunlardan çoğu algoritmalara, yani reçetelere dayanıyor. Bilgisayar programları da öyledir. Önce ne yapmak istediğinizin bir reçetesini yazarsınız. Bilgisayarcılıkta bu reçete hemen her zaman akış diyagramıyla ifade edilir. Sonra akış diyagramındaki adımları ve karar noktalarını programlarsınız. Yapay Zekâ ile algoritmanın sık sık bir arada kullanılmasının sebebi bilgisayar programcılığında algoritmanın ağırlığından olsa gerektir. Program bir hata yapar, yanlış çalışırsa da akışın neresinde aksadı diye arayıp aksamanın olduğu adımı bulur, düzeltirsiniz.
Sinir ağları başka
Ancaaak! Şimdi Yapay Zekâ’nın en çok sözü edilen cinsleri, sinir ağları denilen metodu kullanıyor. Sinir ağları beynin çalışmasını epey yakından taklit ediyor. Tıpkı beyin gibi düğümler ve o düğüm noktalarının birbirine bağlandığı çok sayıda bağlantılar var. Onun için “ağ” diyoruz. Bu yapı gerçi bir bilgisayarın içinde kuruluyor. Geniş bir hafızaya ve çok sayıda çok hızlı işlemciye sahip bir bilgisayarın. Yapay zekâ bilgisayarları birer servet. Sonra, tıpkı beyin gibi bunları eğitiyoruz. Cevabını bildiğimiz soruları soruyor, cevap doğruysa ayarı o yöne biraz daha kaydırıyor, yanlışsa ters yöne gidiyoruz. Eğitiyoruz… Öğreniyor…
Gördüğünüz gibi burada bir reçete yok. Gerçi nasıl eğitileceğinin algoritması var ama nasıl doğru cevap vereceğinin algoritması yok. Yapay Zekâ için söylediklerimden anlaşılması gereken önemli nokta şu: Yapay Zekâ’nın niçin o veya bu cevabı verdiğini bilmiyoruz. Bazen cevabı uyduruyor. Yani yanlış yapıyor. Bu uydurmalara, hayal görme “halüsinasyon” deniyor. Bir algoritma bulunmadığı için nerede hata yaptığını da bulmamız mümkün değil.
Yapay Zekâ algoritmalarla kuruluyor ama çalışmasının algoritması yok. Dolayısıyla “Chat-GPT’nin algoritması” gibi ifadeler yanlış. Gerçi Yapay Zekâ sonunda bir program ama eğitilirken kendi kendini yazmış bir program. Onu yaratanlar onun algoritmasını bilmiyor.
Devletin algoritması
Gelelim devlete… AlgoritmayıAlgoritmayı daha önce 2020’de yazmışımyazmışım. Eh, ne demişler: Et tekraru ahsen velev kane yüz seksen (!). Devlette algoritma için şunları söylemişim- şimdi de tekrarlarım:
“Algoritmalar sadece bilimde, teknikte değil; kanunların uygulanmasından banka muamelelerine, ihalelere kadar hayatın her cephesinde kullanılır. Ama demokrasilerde?”
“Mesela bir yere tayin yapılması… Algoritma, adayın KPSS puanından çıkarak bir dizi kuralın uygulanmasıyla yürür ve sonunda aday alınır veya alınmaz. İhale mi açıldı… Bir işe talipli ve yeterli şirketler ihaleye girer ve işi en iyi fiyatı veren alır. Bir denklem çözümü kadar objektif bir reçetedir bu. Âdil devletin çarkı algoritmalarla döner. Dolayısıyla mesela tayin, mesela ihale, mesela yargı işleri herkesin bildiği kurallara göre yapılır. Aynı özelliklere sahip vakalar aynı sonuca varır. Torpil, telefon, rüşvet işlemez. Bunu yönetim biliminde basit bir benzetmeyle anlatıyorlar: Oyunun kuralları bellidir, yarı yolda değişmez ve skor levhası daima göz önündedir. Bir ülkede ne kadar demokrasi olduğunu bu basit ifadenin ne kadar doğru olduğundan çıkarabilirsiniz…”
Sonuç olarak: Algoritma kolay kolay hata yapmaz, yaparsa düzeltirsiniz. Yapay Zekâ ve doğal aptallık hata yapar. Ancak kendilerini düzeltirlerse düzelirler.
Geçen hafta Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan’ın, “İsrail yönetiminin vadedilmiş topraklar hezeyanıylahareket ettiği” tezine dayanarak, “İsrail’in hedefinde Türkiye olduğunu” açıklayan sözlerini yorumlamıştım.
8 Ekim Salı günü Kocaeli Kitap Fuarında Müstafi Amiral Cihat Yaycı’nın 50 dakikalık konferansını izledim. O da bu konularda görüşlerini açıkladı.
Cihat Yaycı “Müstafi Amiral” sıfatını kullanmayı kendisi tercih ediyor. Çünkü “emekli edilmedim, kendim istifa ettim” mesajını vermeye çalışıyor. Amirallikten istifa ettikten sonra üniversitede öğretim üyesi bir bilim adamı ve bir düşünce kulübünün başkanı olarak daha rahat konuşma imkanı bulmasından mutlu olduğu anlaşılıyor.
Bu konuşmada önemli değerlendirmede bulunan Cihat Yaycı’nın konuşmasından aklımda kalanları paylaşmak ve yorumlamak istiyorum.
İsrail bir katliamcı değil soykırım suçu işleyen kural tanımaz bir devlet. Bir devlet kendisine ait olmayan bir ülkeyi işgal edebilir. Fakat o ülkede yaşayanların kökünü kazımayı amaç edinmişse bu soykırımdır ve bu suç için zamanaşımı yoktur.
İsrail için “vadedilmiş topraklar” bir hayal değil, bir gerçekliktir. O kadar gerçektir ki İsrail kabinesinde “Vadedilmiş Topraklar Bakanı” görev yapmaktadır. Türkiye’de bazı yorumcular saptırmaya çalışsa da vadedilmiş topraklar hülyası Fırat’tan Nil’e kadar bir alanı kapsamaktadır. Bu alan Türkiye’nin 22 vilayetini de içine almaktadır.
Türkiye’de solcu, sağcı, Natocu, Avrasyacı görünen ve kamuoyu oluşturucu etkisi olan kişi ve kurumların çoğu dışarıdan fonlanmaktadır. Bunların İsrail savunuculuğunda birleşmesi kimseyi şaşırtmasın.
Ben Natocu, Avrasyacı, ABD’ci falancı filancı değilim. Pergelimin merkezi Ankara’dır, Türkçü ve Türkiye’nin çıkarlarını gözeten bir kimseyim.
Fakat “Türkiye NATO’dan çıksın” diyenlerin de çoğu (Avrasyacı görünenler de dahil) ABD’den beslenmektedir.
NATO içinde bir Müslüman ülke olarak Türkiye’nin olması çok önemlidir. Dünyanın tek ve en etkin Silahlı Kuvvetler birliği örgütü olan NATO’da Türkiye’nin de diğer ülkeler gibi veto hakkı vardır. Türkiye buradaki gücünü kullandığı için İsrail ve Güney Kıbrıs NATO üyesi olamıyor. Eğer Türkiye NATO’dan ayrılırsa bu iki ülke derhal NATO üyesi olur. Buralara yapılan saldırılara karşı bütün NATO ülkeleri müdahale eder.
NATO Türkiye’yi NATO’dan korumaktadır. NATO Türkiye’yi Rusya’dan korumaktadır. NATO üyesi olmamız İsrail, Güney Kıbrıs ve Yunanistan ilişkilerinde avantaj sağlamaktadır.
Evet İsrail’in “Büyük İsrail” ideali ve vadedilmiş topraklara sahip olma hayali vardır. Ancak T.C. ordusu dünyanın en aktif ve savaş kabiliyeti yüksek ordularından biridir. Çünkü Türkiye’nin asker sayısı sadece ordu mensuplarıyla sınırlı değildir. Her Türk savaş anında birer asker gibi mücadele eder.
İsrail Türkiye’ye bir cephe savaşı açamaz. Ancak Türkiye sınırlarına yakın kurulmakta olan PKK/PYD devleti 140 bin kişilik donanımlı bir orduya sahip duruma getirildi. Suriye’de ABD ve İran’ın birlikte kontrol ettikleri alan Suriye’nin yaklaşık 2/5’i kadardır. İsrail Suriye’nin güneyinden girip PKK/PYD ve ABD’nin kontrol ettiği bölgeyle birleşirse İsrail Türkiye ile dolaylı olarak komşu olur. İsrail Türkiye ile doğrudan savaşamaz ama bu garnizon devlet vasıtasıyla vekalet savaşı yapabilir.
Bir diğer zayıf noktamız sığınmacılar sorunudur. Suriye iç savaşından gelen sığınmacılara “açık kapı” politikası uygulanması büyük hata idi. Kimliklerini bile doğrulamadan aldığımız milyonlarca sığınmacının kamplarda tutulması yerine şehirlerimize yerleştirilmesi dünyada emsali görülmemiş bir uygulama oldu.
İran’ın Irak ve Suriye’de kullandığı ve bu ülkelerin parçalanmasına sebep olan özel birlikleri vardır. Afganistan’dan geldiği söylenen tamamı genç erkeklerden oluşan binlerce sığınmacının İran’ın yetiştirdiği özel kuvvetler mensubu olmadığını söyleyemeyiz. Yarın ülkemizden çıkarmaya kalksak şehirlerimizi yakar bunlar.
ABD Güney Kıbrıs ile bir savunma işbirliği anlaşması yaptı. Bu anlaşma kime karşı yapılmış olabilir? Tabii ki Türkiye’ye karşı.
ABD’nin ilk Hamas saldırısından sonra İsrail’e destek için uçak gemileri vasıtasıyla yığdığı uçak ve diğer askeri güç Doğu Akdeniz’e sınırı olan Türkiye dahil bütün ülkelerinin toplamından fazla idi. Verdikleri mesaj da açıktı: “Bundan sonra Ortadoğu’da hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.”
Bütün bunlara rağmen karamsar olmaya gerek yok. Çünkü Türkiye her geçen yıl daha da güçleniyor. Ekonomideki sıkıntılar, yapılan yanlışlara rağmen Türkiye on yıl öncesine nazaran çok daha güçlü.
2016’dan önce FETÖ örgütlenmesiyle ordumuzun komuta kademesi hapse atıldı, etkisiz hale getirildi. FETÖ darbesiyle devletimiz ele geçirilmeye çalışıldı. Bunları atlattık. On-onbeş sene önce terörden gezemediğimiz illerimiz şimdi güvenli. Savunma sanayimiz eskisinden çok daha güçlü. Bu alanda en fazla ihracat yapan ülkeler sıralamasında dokuzuncuyuz.
Son 30 senede çevremizde olan 20 savaştan çok fazla etkilenmemeyi başardık.
Korkacak bir durum yok ama uyanık olmak ve risklere karşı tedbir almak zorundayız.
****
Cihat Yaycı’nın sözlerini aklımda kaldığı şekilde yukarıda özetledim.
Bu sözlerden eksik bulduğum hususları sorma fırsatı olmadı. Şimdi sizlerle paylaşıyorum.
Cihat Yaycı Büyük İsrail Projesi ile garnizon Kürt devleti kurdurmayı birlikte değerlendirdi. Ben en az on yıldır “Büyük Kürdistan- Büyük İsrail projeleri ile Büyük Ortadoğu Projesinin” entegre olduğunu yazıyorum. Cihat Yaycı BOP’tan bahsetmesini ve Türkiye Başbakanının (şimdiki CB) “ben BOP eşbaşkanıyım” sözlerini de değerlendirmesini isterdim.
İsrail bilim ve yüksek teknolojiyi kullanan bir devlettir. Her bakımdan ABD ile işbirliği içindedir. İsrail “Nil’den Fırat’a” şeklinde 3300 yıl önceki bir Tevrat ayetinin İsrail devleti tarafından bir stratejik hedef olarak benimsendiğini gösterir mi? Bu topraklardan olan Sina yarımadasını İsrail Eylül 1978 anlaşmasıyla neden Mısır’a geri verdi? Vadedilmiş toprakların ortasındaki Ürdün’e bir işgal tehdidi neden söz konusu olmadı?
Kaldı ki daha geçen sene Türkiye- İsrail ilişkilerini geliştirmek için Erdoğan ve Netanyahu el sıkışmış ve siyasi ve ticari ilişkiler geliştirilmemiş miydi?
Tevrat’taki ayetler yeni yazılmadı ve İsrail’in “vadedilmiş topraklar bakanlığı” yeni kurulmadı. Neden şimdi bu açıklamalar yapılır oldu?
Jeopolitik gerçeklik İsrail tehdidinin korkutucu boyutta olmayacağını gösteriyor. Ama Türkiye’ye sermaye akışını isteyen bir Cumhurbaşkanı bu korkuyu salmakla sermayeyi ürkütmüş olmadı mı?
Türkiye’de hep bir seçim tartışması sürüp gider… Bugün de öyle oluyor! Elbette Türkiye’yi kimin yöneteceği hepimizi ilgilendirir.
Ancak kimin yöneteceğinden ziyade bence yönetecek olanın ne yapacağı önemlidir.
İktidar da bulunanların ne yaptığını 22 yıldır biliyoruz bu sebeple gelecekte neler yapacağını da tahmin etmekte pek zorlanmıyoruz.
Asıl merakımızı celbeden husus bu iktidarın yerine geleceğini iddia edenlerin ülkemizin içinde bulunduğu ağır ekonomik sorunlara karşı ne gibi çözümler üreteceğidir.
Ben de merak ettiğim bazı soruların cevaplarını arıyorum…
Bunlardan bazıları şunlar;
İktidara gelecek olanlar IMF ve Dünya Bankası örneğinde olduğu gibi uluslararası para piyasalarını ve ekonomik gelişmeleri etkileyen kuruluşlarla nasıl bir ilişki içinde olacaklar?
Mesela yurtdışından aldığımız kredilerde faiz ve indirimine gidebilecekler mi? Dış borçlanmayı sonlandıracaklar mı? Örneğin buralardan danışma(n) hizmeti alacaklar mı?
İthalata dayalı ekonomiyi üretime ve dolayısıyla ihracata dayalı bir ekonomi haline getirebilecekler mi?
AB ile olan tek taraflı “Gümrük Birliği” anlaşmasını sona erdirebileceklermi ya da Türkiye’nin lehine olacak şekilde revize edebilecekler mi?
Türkiye’ye 1945’ten bu yana ağır mükellefiyetler yükleyen ikili siyasi ve ticari anlaşmaları Türk Milletine açıklayabilecekler mi?
Başta finans sektörü olmak üzere Türk ekonomisini elinde tutan yabancı sermayeyi bize afişe edebilecekler mi?
Türk Milletine ait olan yer altı ve yer üstü zenginliklerin hangi yabancılara arama ve işletme ruhsatları ile bırakıldıklarını alenen halkımıza söyleyebilecekler mi?
Adeta kapitülasyonlara dönüşen ve özelleştirme adı ile elimizden çıkan kuruluşlarımızı yeniden millileştirebilecekler mi?
Sığınmacıların yarattığı ekonomik tahribatı halkımızla paylaşabilecekler mi?
Ülkemizin yabancı şirketler ve dolayısıyla yabancı sermaye tarafından hangi oranda ele geçirildiğini ortaya koyabilecekler mi?
Dış borcumuzu yeni borçlanmaya da gitmeyerek sıfırlayabilecekler mi?
Denk bütçe yapmayı başarabilecekler mi?
Bütün bu konularda Türk Milletini de arkalarına almak suretiyle menfaatlerimizi korumak için ABD, İngiltere, İsrail, Rusya ve AB ülkelerine diklenebilecekler mi? Yoksa öncüllerinin yaptığı gibi işi bunlarla mı, sürdürmeye çalışacaklar?
Malumunuz bayrak size ait olabilir ama ekonominiz size ait değilse bağımsızlığınızdan söz edilemez! Tıpkı şimdi Türkiye’nin içinde bulunduğu durum gibi…
Ben ne iktidardan ne de iktidara talip olduğunu söyleyenlerden bahsettim hususlara ilişkin bir açıklama görmüyorum.
Ülke ekonomik olarak işgal edilmiş! Buna karşı bir “istiklâl mücadelesi” verilmek zorunda ama hep “o gitsin ben geleyim” tartışması var.
İyi de bunlar gitsin ama siz gelince ne olacak?
Ekonomide devrim niteliğinde kararlar alınmaz ve bir millileşme yaşanmaz ise fakirin fukaranın açlığı perişanlığı kaldığı yerden sürmeye devam eder… Değişen sadece isimler olur o kadar!
Türk Milleti artık Osmanlı’dan bu yana kendisinden başka herkesin sağdığı bir inek pozisyonunda yaşamak istemiyor. Kendi zenginliğimizin kendimize ait olmasını istiyoruz!
Ben cevaplar bekliyorum… Ancak bunlar “biz ilişkileri geliştireceğiz, daha çok yabancı sermaye gelecek, ucuz kredi bulacağız, AB’ye gireceğiz, yeni gümrük birliği anlaşması yapacağız” falan filan gibi olmasın…
Kendini iktidar karşılığında yabancılara teslim etmiş olanların yerine yine iktidar karşılığında kendini yabancılara teslim etmeye hazır adamları başımıza getirmenin dayanılmaz ağırlığını ben şahsen yaşamak istemiyorum… Sizi bilmem!
“05 Ekim 2024 günü Zafer Partisi İzmir İl Başkanı arkadaşım Naşit Birgüvi’nin daveti üzerine il kongrelerini izlemeye gittim. Bu kongrede Zafer Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Ümit Özdağ bir saatin üzerinde bir konuşma yaptı ve yukarıda sorduğum sorulara Türk Milletinden ve Türkiye Cumhuriyeti devletinden yana cevaplar verdi… Şu ana kadar muhalefetten işittiğim en olumlu sözler Özdağ’ın konuştukları oldu… Diğer muhalefet liderlerine de duyurulur!”
Günlerdir Filistin’e Lübnan’a bomba yağdıran İsrail’le savaşmak, İsrail’le değil, ABD’yle, İngiltere’yle, Almanya’yla, Fransa’yla bilumum Avrupa ülkesiyle savaştıklarını bilmeleri gerekir. Mücadelelerini bütün bunları bilerek “akılcı” yürütmeleri gerekir.
İsrail denen bu Siyonist zalimler, çocuk, kadın ve yaşlı on binlerce masumu Gazze’de katlettiler, katletmeye de devam ediyorlar. Şimdi de küresel suç ortaklarıyla birlikte aynı katliamı diğer İslam beldelerine yayarak, dünyayı savaş alanına çevirmek istiyorlar.
Ülkemizin kurucu iradesinin başı Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ÜN Yunana karşı verdiği kurtuluş savaşlarında Yunanın arkasında desteğini veren aynı ülkeler değil miydi?
*
Evet; Birçok İslam ülkesinin emperyalist devletlerin sömürgesi altında olduğu bir dönemde; Kurtuluş Savaş’ını başlatarak hem Müslüman dünyasına umut ışığı olan hem de demokrasi, bağımsızlık, eşitlik ve kadın haklarını esas alan Cumhuriyet rejiminin kurucusu Ulu Önder Atatürk’e ve Cumhuriyet rejimine yönelik sistematik saldırıları destekleyen aynı ülkeler değil mi?
*
Diğer bir ifadeyle bu emperyal odakların bitmek bilmeyen aç gözlülüğünü, Ortadoğu’daki petrol ve doğal gaz rezervlerine karşı kabaran iştahlarını hayata geçirmek için çeşitli oyunlar içinde olduklarını görmekteyiz.
*
Yeniden çizilmek istenen haritalar, kontrol edilebilir kanton devletçikler… Irak, Libya ve Suriye’de olduğu gibi bir şekilde Türkiye’nin de yumuşak karnından işlenerek iç savaşa itilmesi senaryolarının hayata geçirilmek istendiğini görmekteyiz. Oyun kurucular aynı. Ortadoğu coğrafyasında düne göre niyetlerde değişen bir şey var mı?
*
Okuduklarımızdan bahisle;
Balkanlardan Yemen çöllerine, Kafkaslardan Fiz an’a kadar cümle emperyalist güçlerle mücadele etmiş bu toprağın çocukları 2 milyon 600 bin şehit vermiş,
Siz bir de bu acı tablonun üzerine Rus- Ermeni ittifakı ile meydana gelen ocak sönmelerini, aile dramlarını ekleyin ve Anadolu Türk’ünün içinde bulunduğu trajediyi öyle hissetmeye çalışın…
*
Evet, ‘’Halife’’ vardır ve fakat Sarayından burnunu çıkartmamaktadır. Çünkü İstanbul, İngilizlerin işkâlı altındadır.
Anadolu’nun hemen her yanı Fransızlar, İngilizler, İtalyanlar tarafından çiğnenmektedir. Buna bir müddet sonra Yunan çizmeler ide eklenecektir.
Türk milleti ve vatanının düşeceği bu hali gören bir tek kişi vardır, o da Mustafa Kemal’dir. Yönettiği ordulardan kurtarabildiği silahları ile birlikte Anadolu’ya çekilmiş, kendisi İstanbul’a geçerek, dirayetsiz ve ürkek Vahdettin’den Harbiye Nazırlığını koparıp ipleri ele alabilmek için Sara’ya damat olmayı bile istemişti.
*
Saray ise Mustafa Kemal’den çekiniyor, Kazim Karabekir’e güveniyordu. Ve saray, güvenmediği Mustafa Kemal’i Anadolu’ya geçirmemek, İstanbul’da tutmak için her tedbire başvurmuştu. Mustafa Kemal bir yandan Saray, diğer yandan İngilizlerle görüşerek meşruiyet sınırları dâhilinde çözümler ararken, diğer yandan da, Anadolu’daki teşkilatlanmasını güçlendiriyor, hemen her ilde milli hassasiyetlerden emin olduğu eski silah arkadaşlarına ve onların tezkiye ettiği vali ve kaymakamlara Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri kurduruyor.
*
’’Hattı müdafaa yoktur, sathi müdafaa vardır, o satıh bütün vatandır’’ emrini vereceği günler için il il, ilçe ilçe, sokak sokak vatan savunmasının temellerini atıyordu.
*
Vatan savunması başladığında ise ‘’İstanbul’’ve ‘’Ankara’’diye iki başlılığı ortadan kaldırmak için ise, Vahdettin’den aldığı yetki ile İstanbul’u terk etmenin gerekliliğine inanmaktaydı.
*
Lakin Vahdettin’in Mustafa Kemal’i İstanbul’dan çıkartmak gibi bir niyeti yoktu, bunun böyle olmasını İngilizler de istemiyordu.
Çünkü Atatürk Londra ile irtibata geçmiş, İngiliz halkının Çanakkale Savaşlarındaki hezimet dolaysıyla hükümetlerinin Anadolu’da yeni bir maceraya girmesine kesinlikle karşı olduğunu öğrenmiş, hele bu maceranın Çanakkale Kahramanı Mustafa Kemal’e karşı ‘’yeniden’’ deneneceğini öğrendiğinde, zaten kalmayan halk desteğinin hepten ufalanacağını çok iyi görmüştü.
*
Onun için Vahdettin ve İngilizler Mustafa Kemal’i İstanbul’da Tutmak istedi. Neticede Vahdettin, Anadolu’yu İstanbul’da iken karış karış teşkilatlandırıp Kuvay-ı Milliye ruhunu şaha kaldıran Mustafa Kemal’i teskin etmek gibi bir görevle, İstanbul’dan çıkartmaya mecbur kaldı. Ona bunu icbar eden bizzat Mustafa Kemal’dir. İngilizler, Mustafa Kemal’in Anadolu’ya ne niyetle geçtiğini bildikleri için onu durdurmaya çalışmış ama başaramamıştır. Zaten Mustafa Kemal’de, Bandırma vapuru kaptanına, böyle bir tehlike olduğunda en yakın yerde gemiyi karaya oturtma talimatı vermiştir. Geminin karaya oturması demek Mustafa Kemal’in Samsun’a olmasa bile herhangi bir noktada Anadolu’ya ayak basması demektir. Anadolu ise, İstanbul’da yapılan Teşkilatlanma vesilesiyle zaten Mustafa Kemal’i beklemektedir.
*
Gelelim halifelik meselesine. Bu işi bilen Müslümanlar ‘’Hilafetin’’kılıç gücüyle değil ‘’Velayet yoluyla’’olduğunu bildiğinden, hilafetin kaldırılması konusunda hiç ses çıkartmamışlardır.
Halk ise, İstanbul’da oturan Halife’nin yediği önünde yemediği ardında bir hayat yaşarken, mesela Vahdettin’in aylık masrafının 80 milyar lirayı bulduğu o yıllarda ‘’kuruşa’’ hasret kalmakta, açlıktan, salgın hastalıklardan ölmekte, öküzünün teki yerine boyunduruğu kadınını koşmaktadır. Toprağa atacak tohumu, sofraya koyacak ekmeği yoktur. Meşe palamutları öğütenler, kabuk yiyenler…
*
Sultan ve onun Anadolu’daki temsilcileri olan devlet yöneticilerinin baklava börek, kuzu tavuk yemelerini, onlar yutarken kendilerinin yutkunmasını içine sindirememiş Mustafa Kemal’i bağırlarına basmıştır.
Neticesi de kısa sürede tarlalardan traktör seslerinin gelmesi, fabrikaların açılması, uçak üretiminin bile başarılmasıdır.
*
Yani ‘’Atatürklük’’seçim kazanmakla olmuyor. Atatürk olmak için böyle bir mazi mecburiyeti var vesselam…
*
Sürdürülebilir kalıcı sulhun/ barışın ise, ekonomik, iktisadi, sosyal, askeri her yönüyle devletimizin güçlü kalmasından, ulusal birlik ve bütünlüğünün sağlanmasından geçtiğini tarihi tecrübelerimizden görmekteyiz.
*
O eşsiz liderin, günümüzün sandıktan çıkmış siyasi muktedirlerini disiplinsize edecek temel sorumluluklarını vurgulayarak ders veren uyarısıyla yazımızı taçlandıralım:
‘’ Bir millette, özellikle bir milletin iş başında bulunan yöneticilerinde özel istek ve çıkar duygusu, vatanın yüce görevlerinin gerektirdiği duygulardan üstün olursa, memleketin yıkılıp kaybolması kaçınılmaz bir sondur’’.
‘’Arkadaşlar, efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır.’’
Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda ne oldu? Osmanlı yıkıldı, Avrupa ve Amerika, savaşın galibi ilan edildi. Ortadoğu haritası masa üzerinde cetvelle şekillendi, bu bölgede Batı kuklası yönetimler oluşturuldu.
İkinci Dünya Savaşı’nda çok sayıda insan öldü. Amerika yine galipti, dünya siyasi konjonktürünü dizayn etti. Bir/leş/miş Milletler ihdas edildi. Soğuk Savaş Dönemi’nin alt yapısı oluşturuldu.
Adı konmamış Üçüncü Dünya Savaşı aslında Soğuk Savaş Dönemi’nin kendisiydi. Egemen güçler, “savaş” sözcüğünü kullansalardı belki işlerini bu kadar kolay ve hızlı bitiremeyeceklerdi. Demir perde ülkelerinin yönetimleri yıkıldı, Rusya’nın dünya siyasetindeki ağırlığı kayboldu. Amerika yine egemen tek güç olarak dünyaya hükmediyor.
Dördüncü Dünya Savaşı’nı yaşadığımızı düşünüyorum. Binlerce, milyonlarca insanın ölmesi, şehirlerin yıkılması, bombaların patlaması savaşın görünen yüzü. İsrail’in, şu an Filistin’de, Lübnan’da yaptığı katliamlar bunu somutlaştırıyor. Ancak savaş sadece cephede olmuyor. Son yarım asırdır, savaş konseptinin değiştiğini, bölgesel olmaktan çıkarılıp bütün dünyanın savaş alanı ilan edildiğini gözlüyorum. Bu savaşın galibinin de İngiltere-Amerika-Siyonizm troykasının olduğunu değerlendiriyorum.
Savaşın galibi vardır, ancak kazananı yoktur. Kazanmak, kazanç elde etmektir. Kazanç, bir emek sonunda elde edilen olumlu, yararlı, hayırlı şeyin adıdır. Her galibiyet, kazanç değildir. Kazanma eyleminde kaynak, yöntem, sonuç daima meşru olmalıdır. Hırsızlık, gasp sonucu elde edilen mal mülk, bir kazanç değildir. Binlerce insanın öldürüldüğü savaşta galip gelen, sadece galip gelmiştir, savaşı kazanmamıştır.
Siyonist ve Evanjelist ahlakın taşeronu iri devletler, bu savaşların hep galibi olmuşlar, bana göre kazananı olamamışlardır. Savaş yapılan mekânların hiçbirinde savaş sonunda huzur sağlandığını, bir medeniyet inşa edildiğini görmüyoruz. Özgürlük, demokrasi götüreceklerini iddia ederek işgal ettikleri ülkelerde arkalarında gözyaşı, kan, yıkılmışlık, viranelik, huzursuzluk, bölünmüşlük, düşmanlık bıraktıklarını gözlüyoruz.
Üçüncü Dünya Savaşı, demir perde ülke yönetimlerinin yıkılmasıyla sonlanmış oldu. Dördüncü Dünya Savaşı farklı bir arenada zaten başlatılmıştı. Bu arena, sosyal hayattı. Huzurdan yoksun huzur evleri, anadan yoksun anaokulları, son dünya savaşının simgesel kurumlarıdır. Hedef, aileyi bitirmek, sosyal hayatı hercümerç etmek, insana şahsiyet, toplumlara millet kimliği kazandıran değerleri ölçü olmaktan çıkarmak. Bedenler yaşatılmalı, küreselleşme efsunuyla ruhlar öldürmeliydi.
Tarihin bilinen her döneminde obsesif ruh haliyle yaşadıklarını, özellikle bugünkü İsrail yönetiminin obsesif kompulsif, yani sürekli endişe duyma hastalığı içinde olduğunu söyleyebiliriz. Bu endişenin kaynağı, İncil ve Tevrat’ta kendilerine Tanrı tarafından verilen görevdir. Amalek, İsrailoğullarından önce Filistin, Kenan diyarında yaşayan topluluktur ve İsrailoğullarının vazgeçilmez düşmanıdırlar. Bu düşmanlık onların ruh ikizi olmuş, bu inançla sürekli düşman ve buna bağlı olarak bir endişe üretmişlerdir. İncil (Samuel 15/3)’de şöyle geçer: “Tanrı İsrail’e şunu emretti: Şimdi inin ve tüm Amalekli ulusunu-erkekleri, kadınları, çocukları, bebekleri, sığırları, koyunları, keçileri, develeri ve eşekleri- tamamen yok edin. Bu belki de Bibi’nin Filistinlilerle ilgili olarak Rabb’den aldığı emirdir.”
Gazze kasabı Netanyahu’nun “Kutsal kitabımız diyor ki, Amalek’in sana yaptıklarını hatırlamalısın. Şimdi git, Amaleklilere saldır. Onlara ait her şeyi tümüyle yok et. Hiçbir şeyi esirgeme. Kadın, erkek, çoluk çocuk, öküz, koyun, deve, eşek hepsini öldür.” hatırlatması yaptığını biliyoruz.
İsrail, savaş ve siyaset stratejisini Tevrat’ta kendilerine görev olarak verildiğine inandıkları emirler üzerine kurmuş görünüyor. İsrail, teopolitik yönetim ve ilişki anlayışına sahip. İsrail, iki bin yıldır bu inançtan hiç vazgeçmedi. Onun açık veya gizli yürüttüğü bütün politikalarının temelinde hep bu inanç ve kendilerine verilmiş bu görev vardır. Temel eğitimde, Tevrat’ın öğretileri okutulur ve benimsetilir. Çocuklar, uygulanan eğitimin eseri olarak şizofren yetişirler. Bencillik, narsistlik, büyüklenme, küçümseme, diğer milletleri kendilerine hizmetçi görme bozulmuş kişiliklerinin yansımasıdır artık. Takvası en yüksek Yahudi, dindaşı dışında en çok insanı öldüren, en çok fitne çıkaran Yahudi’dir.
Taşı delen suyun gücü değil, damlaların sürekliliğidir. Eğitimde, ekonomide, sosyal olaylarda, sanatta Siyonistler hep var oldular, lokomotif görevi yaptılar. Dışlanmışlığın psikolojisiyle geliştirdikleri dominant davranışlar onları hep bir adım öne çıkardı, insanlık aleminde pek çok alanda söz sahibi yaptı. Küpün içinde ne varsa dışına o sızar misali, onların içindeki pislik dünyayı sardı, insanları huzursuz kıldı ve kılmaktadır.
Bütün dünya savaş alanıdır, savaş tek cephede yapılmaktadır. Bu cephe, içinde bulunduğumuz evimiz, şehrimiz, ülkemizdir. Bankalar, medya, eğitim kurumları, sanat dallarının pek çoğu Dördüncü Dünya Savaşı’nın enstrümanları olarak kullanılmaktadır. Bunun ne kadar farkındayız?
Bir de aramızda yaşayan beyni uyuşmuş, vicdanı körelmiş bedenler var ki, bu kargaşa ortamında Yahudi seviciliği yapmakta, insanlığı yok etmeye azmetmiş lanetlilere karşı bitaraf (tarafsız) olmayı savunmaktadırlar. Böyle bir ateş ortamında bitaraf olmak, bertaraf olmaktır. Bulunmamız gereken yer, insanlığın varlığını savunduğunuz, onurunu koruduğumuz taraftır.
İnsanoğlunun, kendi türüne bu kadar düşmanlaştırıldığı bir zamanı ben hiçbir tarih kitabında okumadım. İnsanların kendisiyle, hem cinsleriyle, eşya ile ve doğa ile barışık olmadığı bir dönemden geçiyoruz. Bu yanardağ bir gün patlar. O gün, Dördüncü Dünya Savaşı’nın bittiği gündür.
Bütün savaşlarda olmadığı gibi son savaşın da kazananı olmayacak. Bu defa galibi de olmayacak. Sözde galipler, kendi ayaklarına kurşun sıktıklarını anlayacaklar. O dem, belki, bu sonucu idrak edecek kişi de kalmayacak.
Kurtuluşa erenler, tarafını yüksek sesle ilan edenlerdir.
19,5 x 23 santim ölçülerinde mat kuşe kâğıda renkli olarak mükemmel bir mizanpajla hazırlanmış eser, Bülent Arslan’ın çetin mücâdelelerle geçen otobiyografisini samîmi ifâdelerle okuyucuya sunuyor.
Geçmişten günümüze; tabâkat, tercüme-i hâl / hal tercümesi, hikâye-i hayat / hayat hikâyesi, biyografi, otobiyografi, özgeçmiş ve son yıllarda kullanılan: cv şeklinde yazılıp ‘sivi’ diye okunan yazılı metinler; edebiyatımızda; şiir, hikâye roman, masal, deneme, hâtırâ gibi… önemli bir yer işgal eden yazı çeşitlerinden biridir. Hepsi aynı mânâya gelir.
‘Tabâkat’ kelimesi ölüdür. Mezarında rahat bırakmalıyız. ‘Tercüme-i hâl’ için de aynı şeyi söyleyebiliriz. ‘Hayat hikâyesi’ ve başkaca bir kelime (şimdilik) bulanamadığı için ‘otobiyografi’ hâriç, diğer kelimeler sicil ve beden itibâriyle özürlüdür. Şöyle ki… Biyografi kelimesi Fransızcadan Yunancaya, Yunancadan Türkçemize geçmiştir. ‘tercüme-i hâl’ ve ‘hikâye-i hayat’ Arapça terkiplerdir. 1910-1912 yılları arasında (o dönemde Türk yurduna dâhil olan) Selânik’te yayınlanan Genç Kalemler isimli dergide; Ali Canib (1887-1967), Ömer Seyfettin (1884-1920) Ziya Gökalp (1876-1924) üçlüsünün müşterek beyannâmesinde; ‘Yabancı dilden kelime alınabilir, terkip alınamaz’ denilmişti. Bu ifâde Türkçe hassasiyeti olanlar tarafından benimsenmiştir.
Türk Dilbilgisi kaidelerine uygun olarak karşılık bulanamadığı için ‘Otobiyografi’ kelimesini kullanma hakkımız mahfuz olmak üzere, biyografi kelimesinin yerine ‘hayat hikâyesi’ denilmesinin uygun olacağı şüphesizdir.
Türkçe hassasiyetinin gereği olarak arz edilen bu girişten sonra Bülent Arslan’ın yazdığı ‘Hayallere Tutunmak’ isimli eserine dönersek efendim… Daha ilk sayfasında Yunus Emre’nin (1238-1320) altın tepsi içinde sunulan mücevher gibi sözleri okuyucuya ‘Hoş geldiniz’ diyor:
Dört ana, 27 alt bölümden oluşan 208 sayfalık eser, renkli ve siyah-beyaz fotoğraflarla zenginleştirilmiştir.
Geleceğin milletlerarası sâhada büyük iş adamı küçük Bülent, Kadıçeşmesinden doldurduğu suyu, babasının koyduğu buz parçalarıyla soğuttuktan sonra; ‘Buz gibi buz, otuz iki dişe kemâne çaldırıyor. Bardağı 5 kuruşa’ diyerek hem ‘Hay sağ olasın yavrum. Su gibi ömrün olsun, geçmişlerinin canına değsin.’ diyenlerin duâsını alıyor, hem de para kazanıyordu. İlk günün kazancı 18 lira 5 kuruştu. 361 bardak su satmıştı. Sonraki işleri de; bit, pire, tahtakurusu gibi haşereleri öldüren DDT satmak, ayakkabıcıda çıraklık yapmak; elle imal edilen ayakkabıların sayasına çiriş sürmek ve yapıştırmaktı.
İlkokul 3. Sınıfta futbol merakı başlamıştır. ‘Zehir Spor Futbol Takımı’nın kalecisi ve kaptanıdır. Bu merak onu, sonraki yıllarda Fenerbahçe Futbol Kulübü kaleciliğine ve genç millî takıma kadar yükseltir. Yurt dışında müsâbakalara katılır. Bir üst sınıfta kantin işletmeciliği yapar, okulda simit satar.
Şimdi 1968 yılına dönelim ve yüksek tahsil için Bafra’dan İstanbul’a gidişinin hikâyesini kendi kaleminden okuyalım.
Okuyacağınız; 17.000 nüfuslu bir kasaba olan Bafra’da bir kıraathâne / kahvehâne işleten, evlât sevgisiyle bahtiyar bir babanın oğlunu tahsil için İstanbul’a yâni gurbete gönderiş hikâyesidir:
Sene 1968, liseden sonra beni İstanbul’a üniversite eğitimi için gönderirken, hiç unutmuyorum SEZER Turizm’in Mersedes marka otobüsleri İstanbul seferlerine yeni başlamış ve koltuk ücreti 46TL. Beni otobüse bindirmek üzere getirirken babam cebime sadece 50 TL koydu ve bilet parası için ise elindeki kutuda çay markası* taşıyordu, Başta anlamadım.
Otobüsün yanına geldiğimizde yazıhaneye (Bilet satış ofisi) girdi ve ‘Hüseyin abi, bilet ücretini verecek param yok. Ben sana marka getirdim, çocuğumu üniversiteye gönderiyorum, Kabul eder misin?’ dedi. Herhangi bir itiraz geldiğini zannetmiyorum ama ben böylece hayatımın ikinci dönemine başladım. Onun için çok şey borçluyum anneme ve babama.
En büyükleri ben olmak üzere üç erkek ve bir kız, dört kardeşiz. Liseyi bitirdiğimde babam bana diyebilirdi ki: ‘Oğlum liseyi bitirdin, artık yeter, geç bakalım ocağa ben biraz dinleneyim, aynısı kardeşlerime, her liseyi bitirene sırayla kahvede önlüğü taktırır ve kendini emekliye ayırabilirdi. Yapmadı, yapamadı, eminim aklından bile geçirmedi…
*çay markası: İçilen çay ve kahve için her seferinde para vermek yerine, topluca alınan 50 veya 100 adetlik plastik, para şeklinde fiş.
Bu bölüm, Bülent Arslan’ın ‘Sevgiyle yapılan her şey çok güzeldir’ özdeyişiyle bitiyor. Hemen ardından gelen ‘İlâhî Mahkeme’ başlıklı ibret-i âlem bölüm, okunmaya değer.
Bülent Arslan’ın hareketli ve canlı hayat hikâyesi sayfalar boyunca devam ediyor. Birini daha alıntılayıp, diğerlerini kitabı okuyanlara bırakalım:
Ağustos sonu geldi çattı ve biz yolda ihtiyaçlarımızı karşılamak üzere yanımıza yiyecek ve içecek aldıktan sonra yola çıktık. Yola çıkarken cebimde tamı tamına 127,5 sterlin vardı. Edirne, Kapıkule derken Bulgaristan’da ilerlemeye başladık. Güzergâhımız: Sofya, sonra Yugoslavya’da Zagrep ve son şehir Maribor, oradan Avusturya Graz, Salzbug’tan Almanya’ya giriş. Münih, Stuttgart, Frankfurt, Köln ve hedefimiz de Hollanda’da Roterdam üzerinden Hoekvan-Holland limanından feribotla İngiltere’ye geçmek.
O yıllarda Demirperde ülkelerinden olan, komünizm rejimi ile yönetilen Bulgaristan ve Yugoslavya’dan geçeceğiz ancak yollarda sık sık durdurularak ‘komşu, komşu’ diyerek rüşvet isteyen polisleri, öğrenci olduğumuzu söyleyerek ve bir şekilde aşarak yola devam edip önce Sofya oradan Yugoslavya, (Şimdiki Sırbistan, Bosna Hersek ve Hırvatistan) Zagrep üzerinden Maribor kasabasına girdik. Avusturya sınırına en yakın kasaba. Buraya gelene kadar geçtiğimiz hiçbir kasaba veya şehre benzemeyen olağanüstü güzel ve medenî bir yer. Çok etkilendim. İşte orada Avrupa’ya geldiğimizi hissettim. Daha sonra belirlediğimiz güzergâhtan Köln’e geldiğimizde maalesef arabamız arıza yaptı. İstanbul’dan 2500 km bir yol katettik, ancak biz o araba ile 3 günde geldik. Yol masraflarının çoğunu ben yaptım.
Yemek, içmek yakıt derken cebimde 35 Sterlin bir para kalmıştı. Arabayı tâmir ettirmek için bir tamirciye götürdük ve tamirci 110 DM (Deutche Mark) para istedi. Bizim maalesef verecek böyle bir paramız yoktu. Düşündük taşındık, araştırdık trenle devam etmeye karar verdik. Arabayı yol ke-narında bir yere park ettik ve valizlerimizi alıp tren istasyonunun yolunu tuttuk.
Bu, mâcerâlarla dolu yolculuğun ilk aksiliğidir. Sonrasında problemler zinciri uzayıp gider. O târihte vize uygulaması olmadığından, sınırda polisi ikna edebilenler geçiyor, edemeyenler ise bilinmeyenler girdabına düşüyordu. İşte sırat köprüsünden geçiş imtihanı:
-Mr. ARSLAN, İngiltere’ye neden geldiniz?
-Okumaya geldim.
-Cebinizde ne kadar paranız var?
(Çıkardım, saydım)
-25 Sterlin.
Nasıl okumayı düşünüyorsunuz?
-Ben çalışabilirim, öğrenim hayatım boyunca hep çalışarak okudum.
-Mr. Arslan, burası çalışarak okunacak bir ülke değil. Mutlaka kendin veya âilen tarafından ihtiyaçların karşılanmalı. Maalesef gördüğüm kadarı ile sende bu imkân yok, ama ben dürüstlüğün için sana teşekkür ederim. Ancak giriş izni veremem.
-Peki ben ne yapacağım şimdi?
Korkmana gerek yok. Nereden geliyorsunuz?
-İstanbul’dan.
-Hep bu trenle mi geldiniz?
Hayır, bu trene Köln’den bindik.
-O halde bu tren, seni oraya kadar ücretsiz geri götürecek, ondan sonrasını sen bilirsin. Ancak ilk tren sabah saat 6,30’da. Dolayısıyla sabaha kadar karantinada kalacaksın ve sabah seni trene bindirecekler ve Köln’e kadar bir ücret ödemeyeceksin.
Yapılabilecek başka bir şey olmamakla birlikte daha korkunç bir durum vardı: Pasaportuna kırmızı damga vurulmuştu. Bir daha İngiltere’ye girme imkânı ebediyen önlenmişti. Arkadaşının bir problemi olmadığından İngiltere’de; Bülent Arslan ise, temiz ve düzgün bir salon olan, kafasındaki endişeler ve belirsizlikler sebebiyle cehennem gibi görünen karantinada çâresiz ve yapayalnız kalmıştı.
Uykusuz bir karantina süresi 6 saatlik yolculuktan sonra ertesi sabah, cebindeki 15 Sterlin ile geniş bir alan olan Köln tren istasyonunda, hücre mahkûmu gibi dilinde, bildiği bütün duâlarla bir sağa bir sola volta atmaktaydı.
Sene 1975, Ağustos aynın sonu. Hiçbir tanıdığı bulunmayan, yatacak yeri olmayan, bir yabancı şehirde, ancak bir defa karnını doyurabileceği parasından başka imkânı bulunmayan bir garipti… Yalnızca okuma, iyi bir eğitim görme azmi vardı. Dikkatli ve ümitliydi. Birden elinde Hürriyet Gazetesi bulunan temiz giyimli birini gördü. Hemen yanına gitti:
-Afedersiniz, ismim Bülent Arslan, Yüksek tahsil yapmak için İngiltere’ye gitmek üzere orada yaşayan bir arkadaşla yola çıktık. Buraya kadar araba ile gelmiştik. Buradan trenle devam ettik, ancak beni İngiltere’ye almadılar ve beni sabah ilk trenle buraya kadar geri gönderdiler.
40 yaşlarında görünen, isminin ‘Sâlih’ olduğunu söyleyen insan, Bülent Arslan’ın okuma azminin ve duâlarının karşılığı idi:
-Merak etme kardeşim ben sana yardımcı olurum.
Dedi ve kahramanımızı evine götürdü. Eşi Nurten Hanım, onu güler yüzle karşıladı. Yemek ikram etti, kalabileceği odayı gösterdi. Müslüman Türk insanının misâfirperverliği, sâdece Anadolu’da değil, ‘insan’ denilen eşref-i mahlûkatın bulunduğu her yerde geçerlidir.
Cenâb-ı Allah, iyi niyetlilerin, dilinden duâyı eksik etmeyenlerin, kalbinde ve aklında vatanına, milletine hizmet etme kararlılığı bulunanların dâima yâr ve yardımcısıdır.
Bülent Arslan Köln’de azmini gerçekleştirmek için çâreler ararken, günün ilk saatlerinde gazete dağıtıcılığı, sonraki saatlerinde ise oto yıkayıcılığı yaptı. Hak Teâlâ, Bülent Arslan’ın gönlüne göre verdi, kullarından birilerini Bülent Arslan’a yardım ile görevlendirdi ve kahramanımız, kazandığı para ile Türkiye’ye geldi. Bir dostunun hiçbir gayrimeşru yola tevessül etmeden, yardımı ile hukûkî yoldan yeni bir pasaport ile İngiltere’ye gidecek kadar para biriktirip, İngiltere’ye gitti ve orada hem çalıştı, hem okudu. Yüksek tahsilini tamamladı. Yalnızca İngiltere’de değil… Amerika’da da… (Hayallere Tutunmak; s: 92-125) ve elbette ve de mutlaka devamı…
BÜLENT ARSLAN 1952 Yılında Bafra’da doğdu. İlk, Orta ve Lise tahsilini Bafra’da tamamladı. 1975 yılında İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Matematik Fizik Bölümü’nden mezun olduktan sonra, Lisansüstü eğitimini ‘Business System Analysis & Design’ konusunda İngiltere’de Londra City Üniversitesi’nde tamamladı. Üniversite yıllarında başarılı bir spor hayatı da bulunmaktadır. Lise yıllarında Bafraspor’da başladığı futbol kariyerine, İstanbul’da Fenerbahçe Genç ve B takımlarında devam etti ve bu takımlarda kaptanlık görevini de üstlendi. . 1971 yılında İstanbul Genç Karmasına ve oradan da Genç Millî Takıma seçilerek Millî oldu, zamanın değerli Teknik Direktörü Sabri Kiraz tarafından da Fenerbahçe A takımına terfi ettirildi. Lisansüstü eğitimini sırasında Amerika’da 6-16 yaş grubunun eğitildiği önemli bir yazlık kampta 3,5 ay süre ile futbol takım koçu olarak görev yaptı. Eğitimini tamamladıktan sonra yurda dönerek, Deniz Kuvvetleri, Gölcük Otomasyon Bilgi İşlem Merkezinde (GOBIM) askerlik görevini tamamladı ve terhisinin ertesi günü,Yapı Kredi Bankası’na hizmet veren BİLPA’da sistem geliştirme departmanında Sistem Analist/Programcı olarak işe başladı ve 5 yıl süre ile görev yaptı, daha sonra serbest hayata atılarak 1986 yılında ARSKOM Bilgisayar ve Danışmanlık ve Ticaret Ltd. Şti kurdu. Bugün, sahibi olduğu ARSKOM Group şirketleri olarak 4 şirkette toplamda 50’nin üzerinde başarılı mühendisin çalıştığı ve Uydu Haberleşme teknolojilerini kurdu. Dünyânın her tarafında dolaşan Türk armatörlerinin 2000’den fazla gemilerine uydu haberleşme hizmetleri yanında yeni şirketi ARSKOM Marine vasıtasıyla gemi köprü üstünde ihtiyaç olan navigasyon, seyir ve uydu haberleşme ekipmanlarının yenisinin temini, kuruluşu ve mevcutlara teknik destek konusunda hizmet vermektedir. Gürcistan hükümeti tarafından da Gürcistan bayraklı gemiler için yetkilendirilmiştir. Ayrıca Tarım Bakanlığının Su Ürünleri Genel Müdürlüğü adına Balıkçı tekneleri tâkip sisteminin tek yetkilisidir. Hâlen bilgi birikimi ve tecrübelerini gençlerle paylaşmak maksadıyla Yeditepe Üniversitesi Ticârî İlimler Fakültesi, Uygulamalı Bilgisayar Sistemleri Bölümünde ‘Uydu Teknolojileri ve Kablosuz Ağlar’ konusunda dersler vermektedir.
“İnsanlar toplum içinde yaşar.” Bu hüküm bilimsel midir? Evet. Niçin? Çünkü gözleme dayanıyor. En eski çağlardan bu yana, toplum dışında, Robinson Cruzoe hayatı yaşayan insan yok. Bu güçlü bir gözlem. Bilim yanlışlanabilenle uğraşır diyoruz. Bu hüküm nasıl yanlışlanır? Bir yerlerde, bir çağlarda tek başına veya sadece aile hâlinde yaşayan çok sayıda insan bulursak. Bulamıyoruz…
“Toplum yaratığıyız!” hükmünü kesinleştirecek bir adım daha var: İnsanları böyle topluluklar hâlinde yaşamaya iten bir mekanizma var mı? İşte “Dostuluğun Yedi Sütunu” başlıklı yazımın sonunda vaat ettiğim hoş kısım bu sorunun cevabında.
Sosyologlar, insan doğasından (fıtratından) kaynaklanan davranış kalıplarını bulmak için kültür alışverişinin bulunmadığı çağlara ve tecrit edilmiş hâlde yaşayan topluluklara bakar. Bugün iletişim araçları, birçok ülkede benzer davranışlar gözlememize sebep olabilir. Fakat birkaç bin yıl önce böyle iletişim yoktu. Arkeoloji ve antropoloji bize, eski insanların nasıl yaşadığına, neler yaptığına dair ipuçları verir. Kaldı ki 16. asırdan 20. asrın başlarına kadar, dünyanın geri kalanıyla ilişkisi bulunmayan topluluklar keşfediliyordu. Sosyologlar bu yeni keşfedilmiş kabilelere üşüşürdü. Bunlarda bir davranış hem Amerika’da hem Asya’da hem de Afrika’da gözlenirse “İşte”, denir, “bu insan tabiatından gelmeli.” Çünkü bu kadar uzak ve tecrit edilmiş grupların, bir kültür unsurunu kopyalama ihtimali yok. Bugün, insanın eski çağlarına bakmakla yetinilmiyor. O unsurun genetik kökenini yakalamak için hominoidlere-insanımsılara kadar iniliyor.
Tüyleri tarama
Hemen bütün insanımsılarda, İngilizcede “grooming” denilen bir davranış var. Gruptan biri, diğerinin tüylerini elleriyle tarıyor; yaprak, çöp gibi şeyleri temizliyor. Bu merasim, topluluk hâlinde yaşayan bütün insanımsılarda yaygın. Herkes herkesin tüylerini temizliyor! Tuhaf! Araştırılınca bulunan şu: Etkili olan tüylerin temizlenmesi değil. Parmakların hareketi. Derinin üst kısmında, beyne doğrudan mesaj gönderen C- tactile denilen nöronlar, hafif dokunuşa duyarlı. Bunlar uyarıldığında endorfinler salgılanıyor. Endorfinler morfine kardeş, ağrı eşiğini yükselten, mutluluk veren bir hormon grubu.
Grooming, isterseniz okşama deyin, insansı gruplarını bir arada tutan davranış. Fakat fertler bütün günlerini okşama ile geçirse bile okşayabilecekleri birey sayısı sınırlı. Bu yüzden Dunbar, insansı toplumlarının elliyi geçemediklerini söylüyor. İnsanda 150 olan Dunbar sayısı, onlarda 50.
İnsana gelince
İnsana geldiğimizde ne oluyor. Temas muhakkak etkili. Fakat insanda endorfin salgılatan başka davranışlar da var. Gülme, sohbet, birlikte şarkı türkü söyleme, dans etme, hikâye anlatma, ziyafetler… Bunların birlikte yapılması. Hele halk oyunlarındaki gibi bütün insanların aynı hareketleri aynı anda yapması… İddia mı bunlar? Hayır. Denenmiş, tahkik edilmiş bulgular. Neler endorfini yükseltiyor, neler yükseltmiyor; ölçebiliyoruz.
Endorfinler sadece geçici bir mutluluk ve ağrı giderici etki yapmıyor, bağışıklık sistemini de güçlendiriyor. İnsanların toplum hâlinde yaşaması yırtıcılara karşı üstünlük sağlar, insanın insana düşmanlığını da kontrol altına alır. Şimdi görüyoruz ki endorfinler sayesinde bağışıklık sistemi de güçleniyor. Toplum insanının toplumu sevmeyenlere göre avantajı hâle gelmesi için üç sebep bir arada. Tabii seçim böyle işliyor.
Güç sarf etmek endorfin düzeyini yükseltir. Bu yüzden egzersiz yapan insanlar, egzersizden sonra bir mutluluk hisseder. Kürekçileri almışlar. Hani şu Batı üniversitelerinde çok yaygın olan kürek yarışlarına katılan kürekçileri. Tek başına kürek çektirip bünyedeki endorfinleri ölçmüşler. Beklendiği gibi egzersiz endorfin miktarını arttırmış. Sonra kürekçilere birlikte kürek çektirmişler. Yarışlardaki gibi. Sarf edilen güç ve zaman tek başına çekilenle aynı. Tek fark, birlikte ve eş zamanlı yapılması. Sonuç: Endorfinler yine artmış ama tek başına gözlenen seviyenin %100 üstüne çıkmış! İşte toplumun endorfin cazibesi.
Amigoluktan şaman davuluna!
Söylemeye gerek yok. Toplu eylemler, tek tek insanların mutluluğunu ve bağışıklığını arttırırken ait olunan topluma bağlılık hissini de arttırıyor.
Bir futbol takımını tutanlar, maçı televizyonda tek başına değil, başka taraftarlarla seyretmek ister. Daha iyisi stadyumda birlikte bağırmak, aynı sözler ve ritimle tempo tutmak isterler.
Şarkılar, marşlar birlikte söylenir. Askerler uygun adım yürürken bando çalar, marş söyler. Hiç olmazsa yürüyüş kararı sayarlar. Okullardan kaldırdığımız andımızın neye yaradığını görüyor musunuz? ABD okullarında öğrencilerin asırlardır ayakta, elleri kalplerinde bağlılık andı içmelerinin sebebini anlıyor musunuz? Müslümanlar birlikte ilahiler söyler, zikreder. Zikrederken birlikte eşzamanlı hareketler yaparlar. Hıristiyan kiliselerinde klasik korolar yetmedi, şimdi el çırpıp ritmik hareketlerle dinî şarkılar söylüyorlar. Daha gerilere giderseniz şaman davullarını ve toplu raksları bulursunuz.
Aklınıza daha birçok örnek gelebilir. İşte çağdaş bilim böyle. Alanlar birleşiyor, birbirini destekledikçe bilgi yükseliyor. Bugünün sosyolojisi, felsefi tartışmalara değil; veriye, ölçmeye dayanıyor.
Not: Geçmiş yazılarımda sözünü ettiğim, The Dawn of Everything– Her Şeyin Şafağı’nın Türkçesi, Epsilon Yayınlarından çıkmış. Duvar ilanlarından gördüm!