African Stream adlı dijital medya kanalından bir video düştü sosyal medya hesabıma. Yer, İsrail’de bir okul. Öğrencilerin tamamı resmi formalı, erkek ve 12-13 yaşlarında. Sınıfa gelen üç erkek müfettiş, öğretmenin yanında öğrencilere sorular soruyorlar:
-Birkaç yıl içinde tapınağın inşa edileceğini kimler düşünüyor?
(Bütün sınıf parmak kaldırıyor)
Müfettiş: Şu an, inşa edilecek tapınağın yerinde ne var?
-Mescid-i Aksa
Müfettiş: Camiye ne olacak?
-Çökecek, patlayıp kaybolacak.
Müfettiş: Geçen sene aranızdan kimler Arap bir çocukla tanıştı?
(Çocuklardan birkaçı parmak kaldırıyor.)
Müfettiş: Nerede tanıştınız onunla?
Çocuklardan biri: Tapınağın orada.
Müfettiş: Onunla konuştunuz mu?
-Hayır, beni itti ve gitti.
Müfettiş: Arap çocuklarla tanıştığın zaman ne olur? Neler hissediyorsun?
-Öfke… Onları öldürmek istediğimi hissediyorum.
Müfettiş: Seküler Yahudi bir çocukla tanıştığında neler hissediyorsun?
-Seküler olduğu için, onun için üzülüyoruz.
Müfettiş: Neden onun için üzülüyorsunuz?
Cevap: Doğru yolda ilerlemediği için…
Müfettiş: Önümüzdeki 10 yıl içinde Kudüs’ü nasıl görüyorsunuz?
Çocuklar topluca cevap veriyor: Herkes dindar birer Yahudi olacak. Ve Araplar olacak, ancak onlar köle olacaklar.
Sınıftaki öğretmen: Oh, Çünkü Mesih burada olacak.
Öğrenci: Anladım.
Bir başka çocuk: O zaman büyük bir savaş olacak ve Arapların çoğu ölecek, geriye kalanlar ise köle olacaklar.
Müfettiş: Aferin size, bütün bilgilere hâkimsiniz. Eğitiminize böyle devam edin.
……
Dünyanın en fundamentalist (köktendinci) eğitimi İsrail’de yapılmaktadır. Sekülerlik, laiklik, demokrasi, özgürlük gibi kavramlar onların elinde, kendi dışındaki toplumları uyutma aparatıdır. İki bin yıllık kinleri, ilk günkü canlılığını korumaktadır.
İsrail’in Arz-ı Mev’ud davası güttüğünü, bütün ilişkilerini bu idealine ulaşmak üzerine kurduğunu bilmek zorundayız. İsrail, bu niyetini zaten gizlemiyor. Nedense İsrail sevicileri görmezden, duymazdan geliyor.
İsrail, çocuklara uyguladığı eğitimle, geliştirdiği siyasetle kendi ayağına kurşun sıkmaktadır. Keskin sirke küpüne zarar verir, öfkeyle kalkan zararla oturur. Onların keskinliği ve öfkesi, on binlerce insanın ölümüne yol açmıştır. İsrail soykırımcıdır, katildir.
Dünya insanlığı, fitne fesat üreten bu zalim topluluğa daha fazla tahammül edemez, etmemelidir. İnsanlık kendi onurunu korumak istiyorsa tez zamanda İsrail’in Gazze’deki, Lübnan’daki, Filistin’deki katliamına “Dur” demelidir.
Başta İngiltere ve Amerika, bizzat desteklediği için suçludur. Haksızlık karşısında sessiz kalan Batılı diğer ülkeler de suçsuz sayılmaz. Onurlu ölüm yerine onursuz yaşamayı tercih etmiş görünen pek çok Arap ülkesi de gafletten uyanmalı, katledilme sırasının bir gün kendilerine de geleceğini akıllarından asla çıkarmamalıdır.
İsrail, insanlık adlı bedende çıbandır, bu çıban insanlığın huzuru için derhal temizlenmelidir. Siyasetine yön verenler görevden el çektirilmeli, eğitimciler rehabilite edilmeli, din adamlarının inançları, algıları sorgulanmalı, insani değerler üzerine oturtulmuş öğretiler geliştirilmelidir.
İnsanlık, adı İsrail olan yükü daha fazla taşıyamaz. İsrail, sıtma sineği üreten bataklık hükmündedir. İsrail’in, bütün insanlığı sürüleştirip kendilerinin efendi olacağı dünya kurma ham hayali küllenmiş kor olmaktan çıkmış, Ortadoğu’da çıra gibi yanmaya başlamıştır. Bu çıra, bugün söndürülmezse yakın gelecekte büyük ihtimalle meşaleye dönüşecek, bütün dünyayı ateş olarak saracaktır. İsrail’in ütopyası, insanlık aleminin gafleti yüzünden dünyanın cehennem olması kaçınılmazdır.
Her şiddet hareketinin, yapana dönerek kendisini bitirmesi doğasının gereğidir. Çivi çiviyi söker. Rüzgâr eken, fırtına biçer. Neticede dairevi bir yörünge takip ederek başlangıç noktasına gelen bumerang gibi, Siyonist fikriyat ve onun sembol ismi İsrail, kendini tüketecektir, yakmış olacaktır. Bu yıkım harekâtında, bizim hangi tarafa destek verdiğimiz, hangi tarafta yer aldığımız önemlidir. İmtihanımız, budur.
İsrail, sapkın inancını masum çocuklara enjekte ederek uzun vadede insanlığı bitirmeye kararlı görünüyor. Sevgi, hoşgörü, barış medeniyetinin temsilcisi olan bizler, en azından onların kini kadar uyanık ve bilinçli olmalıyız. Sevgi, aysbergleri eriten güneş gibi sabırlı, şiddetli olmalıdır. Kini yok etmek, kindarları yaşatmamak da sevgi medeniyetinin ve ahlakının gereğidir. Def-i mefasid, celb-i menafiden evladır. (Zararlıyı yok etmek, faydalı olanı inşa etmekten öncedir)
İnsanlık, kötüler karşısında çaresiz değil, gafil. Gaflet uykusu bitmeli, barış medeniyetine giden yoldaki bütün taşlar kaldırılmalı, çukurlar kapatılmalı, dikenler kurutulmalıdır. Kötüler, kin medeniyetini okullarında kökleştiriyorlar, biz de aynı zemini barış medeniyetini inşa etmek için kullanmalıyız.
Kişinin, ömrünün sonunda, geriye bakarak yaptıklarının veya yapamadıklarının pişmanlığını duymayıp bilakis huzurunu ve mutluluğunu duyması, sonraki dünyamız için ne kıymetli sermaye…
Başpehlivanlığı elinde tutan Kel Aliço; kendisine çatan olmadığından, soyunmadan, güreşmeden, Başpehlivanlık ödülü ile ayrılırdı er meydanından. Bu acımasız ve sert güreş ustasına hiçbir yiğit meydan okuyamadı uzun zaman. Ta ki, kara yağız bir genç, o yıl çayırın kenarına bağdaş kurup oturana dek. Kimselerin tanımadığı bu delikanlı, desteye / ayağa güreşecekti her hal. Oysa orta ve büyük orta güreşleri başlamıştı. Cazgırın dikkatini çekti, yaklaştı:
-Pehlivan, sen ne zaman soyunacaksın?
-Ben sıramı beklerim Ağam.
Bre sıran ne zaman gelecek, neredeyse başaltı başlayacak!
Başaltı güreşleri biterken soyunup yağlanmaya başladı genç adam. Çevredekiler, ‘Aklından zoru mu var?’ dercesine bakındılar, bazıları acındılar. O yıl yine rakipsiz olacağını sanan Kel Aliço, hınçla çıktı meydana; haddini bildirecek, çayırı dar edecek, kan kusturacaktı bu kendini bilmeze. Güreş başladı, saatler geçti, gün akşama döndü. Aralarında büyük yaş farkı olan iki yaman pehlivan yenişemiyordu bir türlü. Müthiş bir güreşti bu, hiç kimse yerinden ayrılamıyordu. Lakin er meydanına inen karanlık, müsabakanın devamını imkânsız kılıyordu. Kel Aliço bağırdı: ‘Bre yakın çırağları, bu yiğitle kozumuzu pay edelim!’
Sonunda efsânevi Başpehlivan Aliço Ağa yoruldu, güreşi bırakıp bu acar rakibinin sırtını sıvazladı, yenilmeden pes etti. Diğeri ustanın elini öpüp karşısında saygıyla el bağladı. Genç adamın namı, Kara Ahmet’ti. Daha sonraları Avrupa’da, Amerika’da fırtınalar estirdi. Yabancılara ‘Türk gibi kuvvetli’ deyimini öğretti ve ‘Cihan Şampiyonu’ oldu…
İnsanlık târihinin en eski sporlarından biri olan güreşle alâkalı bu tür yazılar, 1990’lı yılların başlarına kadar gazete sayalarında yer alırdı. En namlı güreş yazarımız Murat Sertoğlu (1910-1989) ve son güreş yazarımız Ali Gümüş (1940-2015) Rahmet-i Rahmana kavuşunca ve de Yaşar Doğu (1913-1961), Gazanfer Bilge (1924-2008) sonrasındaki güreşçilerimizin sırtı, minderle barışık hâle gelince gazeteler bu sporla ilgilerini kesti.
***
İsmâil Habib Sevük’ün telif ettiği, Oğuzhan Murat Öztürk’ün yayına hazırladığı eser 13,5 X 21 santim ölçülerinde ve 352 sayfadır. 2024 yılında yayınlandı. Şanlı güreşçilerimizden her birinin kazandığı onlarca altın madalyanın gururunu, yaşı 70’in üzerinde olanlara yaşatmak için… Kültür endüstrisi kasırgası, güreş sporumun üzerini çizip, futbolun yıldızını parlatınca güreş sporu üvey evlât seviyesinden daha hakir duruma düştü. Böyle bir ortamda Ötüken Neşriyat’ın Kızılay Aşevi gibi hiçbir beklentisi olmaksızın Güreşle alâkalı kitap yayınlaması, her türlü takdirin üzerinedir. Koca Yusuf, Adalı Halil, Kurtdereli, Kara Ahmet, Hergeleci İbrâhim, Kavalalı Çolak Mümin isimlerinin yaşamasına, güreş sporuna ilgi duyulmasına vesile olur inşallah.
Kitapta ele alınan konuların başlıkları: ‘Kendisi de mükemmel bir güreşçi olan Sultan Abdülaziz Han’ın Şampiyonu Kavasoğlu İbrâhim’, ‘Kara Ahmet Nerede ve Nasıl Yetişti?’, Koca Yusuf ve Kurtdereli’, Avrupa ve Amerika’daki Cihan Güreşleri’, ‘Koca Yusuf Avrupa’da, ‘Sonsuz Kuvvetle Sonsuz Hüner’, ‘Koca Yusu ve Hergeleci İbrâhim’in Paris’teki Güreşleri’, ‘Koca Yusuf Amerika’da, ‘Frenklerin Görüşüyle Koca Yusuf’, ‘Kara Ahmed’in Cihn Pehlivanlığı’, ‘Kurtdereli Paris ve Londra’da’, ‘Londra Güreşleri’, ‘Adalı Halil’in Dünyâ Seyranı’, ‘Adalı Halil’in Amerika’daki Heyeccanlı Mîcerâsı’, ‘Kurtdereli’nin Londra Menkıbeleri’, ‘Kurt Dereli ve Atatürk’ Eserin dördünce ve son bölümünün tamamı; ‘Kendi Ağzından Kurtdereli’ başlığını taşıyor.
Bu bölümden kısa bir paragraf:
Koca Yusuf’u Amerika’ya götüren menajer, gemideki yolcular arasında bir boksörün olduğunu öğrenince ikisini karşı karşıya getirir. Boks, o dönemde yeni dünyâda en gözde spordur. Reklâm olur diye işi menajer mi kızıştırmış, yoksa boks şampiyonu o kimsemi önünde duramadığını öğrendiği Yusuf’u yumruklarının tekniği sâyesinde yere sermek sevdasına mı düşmüş ne? Türk pehlivanına boksörle karşılaşması teklif edilir. Boksun ismini de cismini de bilmeyen Yusuf bunu Amerikalılara mahsus bir nevi yumruklu güreş zannıyla sâfıyane boynunu büküp: ‘Peki, tutuşalım’ der.
Bütün yolcular güvertede; hava güzel, deniz uslu; boksörle pehlivan, gemicilerin hazırladığı mindere çıkmış. Yusuf, ellerine takılan acayip eldivene şaşkın şaşkın bakarken hakemin çaldığı düdükle hücuma geçen boksör Yusuf’un şakağına ilk yumruğu indirdiği zaman tabiatı ile ne yapacağını bilmediği için, bizimki kolunu kaldırıp başını sakınmaya uğraştığı sırada, boş kalan öte tarafından ikinci yumruğu yiyerek boksör onun böğrüne de yaman bir muşta savuruca hiddetlenen Yusuf: ‘Te, bu ne biçim şey, güreş mi tutuyoruz, kevga mı ediyoruz?’ dedikten sonra ‘Al bir de benden’ diye boksörün omuzlarına bir şaplak indirdi. Kim bilir elenseyle karışık o ne bir şaplaktı ki boksör o anda yere kapanmış ve kapandığı yerden kalkamadiği için ‘nakavt’ olmuştur. Bu garip boks Amerika’ya çıkar çıkmaz Yusuf hakkında öyle sonsuz bir reklama vesile olur ki…
Onun Amerika’da ilk güreşi, in güvenilen teknik pehlivan Roeber iledir. Sirk üstünde ikisi seyircilere takdim edildikten sonra Roeber, seyircilere övünür: ‘Avrupa’da kimsenin yenemediği söylenen bu koca ayıyı şimdi sirkten bir çuval yükü hâlinde önünüze atacağım!’
Tercüman, bu sözleri aynen tercüme edince Yusuf, fazle hiddete geldiği zaman Âdeti olduğu üzere, alnının ortasındaki damar, bir parmak gibi kabarmış, rakibine hışımla dönüp sâdece: ‘Be köstebek’ der. Meğer Roeber’in dediği doğruymuş. Sâhiden bir yük çuvalı hâlinde fakat tersine çıkan rüyâ misâli, Yusuf yerine kendisi seyircilerin önüne fırlatılmış buldu.
Hiçbir güreşçinin sırtını yere getiremediği Koca Yusuf hazin bir tecelliyle dalgalara yenildi. Türkiye’ye dönüş için Amerika’da bindiği gemi, bir müddet sonra kayalara çarpıp parçalandı ve bütün yolcular denize döküldü. Hırçın bir dalga, onu alıp götürdü.
Bu hazin sonu, başka türlü anlatanlar da vardır: Denize dökülenlerin kalabalık bir bölümü geminin tahlisiye sandalına doluşmuştur. Sandal battı batacak kadar doludur. Koca Yusuf, sandalın bir kenarından tutup binmek isteyince, onun iri gödeşiyle sandalın batacağını düşünen Amerikalı yolcular el birliği ile, Yusuf’un sandalı tutan ellerine sandalda bulunan kürek ve diğer cisimlerle vurdular. Parmakları parça parça olduğunda, Yusuf’umuzun yere gelmeyen sırtı, dalgaların üzerinde bayrak olmuş dalgalanıyordu.
***
O Koca Yusuf ki… bir müsâbakada hasbelkader karşısına çıkarılan Kurtdereli Mehmet Pehlivan’ı görünce; ‘Kurtdereli Mehmet, henüz toydur. ‘A be bana bu Mehmed’i ezdirtmeyin o, ileride büyük bir pehlivan olacak’ deyip, korktu ve kaçtı denilmesinden zerrece gocunmaksızın güreşten çekilecek kadar centilmen ve merhametli idi.
İsmâil Habib Sevük, ‘Türk Güreşi’ isimli eserinin son sayfalarında; ‘Güreşimizin İstikbâline Dâir Temel Tedbirler’ başlığı altında 6 sayfa boyunca tavsiyelerde bulunuyor. Bu satırlar1949 yılında kaleme alınmıştır. Muhtemelen, günümüzde geçerliliği kalmamıştır. Fakat çâresiz olduğumuz söylenemez. İstenilirse başarılır.
ÖTÜKEN NEŞRİYAT A. Ş.
İstiklal Caddesi, Ankara Han Nu: 63/3 Beyoğlu 34433 İstanbul Telefon: 0.212- 251 03 50
İSMAİL HABİB SEVÜK: Kafkas kökenli bir âilenin ferdi olan İsmâil Habib Sevük 1892 yılında Edremit’te doğdu. Asıl adı İsmâil Hakkı’dır. 1904’te Edremit Rüştiyesinden 1909’da Bursa İdâdisinden mezun olduktan sonra 1913’te Darülfünun-ı Osmanî Hukuk Mektebini bitirdi. Daha sonra Edirne Türk Ocağı başkanlığı vazifesini de üstlenecek olan İsmâil Habib, daha talebelik zamanında bu müessesenin kuruluş yıllarında önde gelen aydın ve düşünürleriyle tanışma fırsatı buldu. 1914’te edebiyat öğretmenliğine tâyin edildiği Kastamonu’da hem İttihat ve Terakki kulüp müdürlüğünü hem de cemiyetin yayın organı Köroğlu gazetesinin başyazarlığını üstlendi. Kurtuluş Savaşı yıllarında Millî Mücâdele’yi destekleyen Balıkesir’de İzmir’e Doğru, Kastamonu’da Açıksöz gazetelerinde başyazarlık yaptı. Kastamonu ve Ankara Lisesinde edebiyat öğretmenliği, Edirne’de maarif müdürlüğü, Antalya ve Adana’da maarif eminliği görevlerinde bulundu. Maarif eminlikleri kaldırılınca Galatasaray Lisesi edebiyat öğretmenliğine tâyin edildi. Bu okulun öğretmeni iken 1943 yılında Sinop’tan milletvekili seçildi. Uzun yıllar Cumhuriyet gazetesinde yazıları neşredilen İsmâil Habib Sevük’ün ‘Türk Teceddüt Edebiyatı Târihi’, ‘Edebî Yeniliğimiz’, ‘Yurttan Yazılar’, ‘Atatürk İçin’, ‘O Zamanlar’, ‘Türk Güreşi’, ‘Dil Davası’, ‘Yunus Emre’ ve ‘Mevlânâ’ gibi kitapları yayınlanmıştır. İsmâil Habib Sevük 17 Ocak 1954 târihinde vefat etmiştir.
İKTİBAS:
PEHLİVANLIĞIN ZİRVE DÖNEMİ VE İSTANBUL’DA GÜREŞ
OĞUZHAN MURAT ÖZTÜRK
Bazı sporlar bazı milletlerle birlikte anılır. Söz gelimi futbol denince akla Brezilya, basketbol denince ABD gelir, Türkler ise güreşi ata sporu olarak benimsemiştir. Kültür târihimizin eşsiz eserleri olan Dede Korkut boylarında, Evliya Çelebi’nin meşhur Seyahatname’sinde, Divanü Lugat-it-Türk’te güreşe dair bir şeyler okumak mümkündür. Panayırlarda, düğünlerde hattâ yeşil bir çimen bulunan her yerde güreş karşımıza çıkabilir. Hemen her konuda atılım yapma irâdesini taşıyan ve spora da imkânlar ölçüsünde yatırım yapan genç Türkiye Cumhuriyeti, bu yatırımlarından sâdece güreşten karşılık aldı dersek abartmış olmayız. Güreşçilerimiz, özellikle 1948 Londra ve 1960 Roma olimpiyatlarında kazanılan altın madalyalarla hem ata sporu tâbirinin hem de bir dönem Avrupa’da dillere pelesenk olan ‘Türk gibi kuvvetli’ sözünün hakkını verdi.
Güreş ve ata sporu eşleşmesi yapsak da bugün olimpik güreşin bizim ata sporu dediğimizle pek örtüşmediğini söylememiz gerekiyor. Türk güreşi denince Anadolu’nun her tarafında rastlanan karakucak güreşi ve esasen bir Rumeli güreşi olan yağlı güreş akla gelmektedir. Hatay’da yapılan aba güreşinin Orta Asya’dan taşınan bir gelenek olduğu düşünülse de bu güreş türünün geneli kapsadığı söylenemez.
Yazımıza konu olan güreşlerin zirve dönemi hemen herkesin ittifak ettiği gibi Sultan Abdülaziz Han dönemidir. Kazanmak için rakibin sırtının yere getirildiği, yere ‘göbeği güneşi gördü’denilecek derecede açık düştüğü veya bir pehlivanın rakibini havaya kaldırarak üç adımı atması gibi usullerin olduğu yağlı güreşleri, Sultan Abdülaziz o kadar sever ki dönemin hemen hemen bütün namlı pehlivanlarını sarayda istihdam eder. Pehlivanlara geçimlerini sağlamak için şamdancılık, hamlacılık, tablacılık, kuşçuluk, gibi saray işleri de tesis etmesinin yanında, kalmaları için akaretler de inşa ettirmiştir. Lâkin padişah huzurunda yapılan güreşler meydan güreşlerinden farklıdır. Her şeyden önce bu güreşlerde birtakım kısıtlayıcı kurallar söz konusudur. ‘Huzur Güreşi’ adı verilen bu güreşlerde pehlivanlar padişaha arkalarını dönemezler, padişaha da meydan okumak anlamı taşıyacağından nara atamazlar. Yine meydandaki gibi davul zurnanın güreşin temposuna göre ayarladığı ritim duyulmaz bu güreşlerde; saray sazendelerinin daha mutedil ve sâkin musikisi işitilir. Normal güreşlerde birbirlerini kıyasıya mağlup etmeye uğraşan pehlivanlar, ‘Huzur Güreşi’nden memnun kalır mıydı, bilinmez. Ne de olsa bu güreşler olur olmadık zamanlarda kesilebilir, sık sık müdâhaleye uğrayabilir, ortalık tam kızışmışken bir anda padişah irâdesiyle sonlandırılabilirdi. Meşhur Kel Aliço’nun padişahın âniden bitirdiği bir güreş sonrası öfkesini gizleyemediği ve tavrından dolayı saraydan uzaklaştırıldığı rivâyetler arasında… Yağlı güreşe tutkun olan Sultan Abdülaziz’in de yağlanıp kispet giyerek meydana indiği ve meşhur pehlivanlarla güreştiğine dâir pek de güvenemeyeceğimiz bir rivâyet de mevcuttur.
Sultan Abdülaziz döneminde popülerlikleri ve refahları zirvede olan pehlivanları sıkıntılı bir dönem beklemektedir. 93 günlük Beşinci Murad döneminden sonra tahta çıkan Sultan İkinci Abdülhamid ne amcası gibi güreşe meraklıdır ne de kalabalıkların toplandığı organizasyonlara sıcak bakmaktadır. Üstelik Sultan Aziz döneminde sırf padişah güreşten hoşlanıyor diye pehlivanları himâye eden beyler ve paşalar da ellerini pehlivanların üzerinden çekmiştir. Sâdece İstanbul’da değil Anadolu’da gerçekleşen güreşler bile dağıtılmakta, pehlivanlar sıkıntılı günler yaşamaktaydı. Pehlivanlar için memleket dışına çıkmaktan başka bir seçenek kalmamıştı. Avrupa salonlarında boy gösterecek pehlivanlar (öncüsü Kazandereli Memiş’ti) ‘Türk gibi kuvvetli’ sözünü hafızalara kazıyacak başarılara imza atacaktır. Yâni şunu rahatlıkla söylemek mümkün: Pehlivanlık yurt içinde zirve dönemini Sultan Aziz, yurt dışında ise Sultan Hâmid döneminde yaşamıştır.
Güreşçilerimiz ilk başlarda bu yabancısı oldukları güreş stilini icra etmekte zorlansa da kısa zamanda yeni tarza alışır. Fransızların güreşçısi ve Koca Yusuf’un insanüstü kuvvetiyle tanışanlardan Paul Pons, ‘Türklerin gelişi bize mesleğimizin değerini hatırlattı’ diyecektir. Zira Folies Bergere, Cirque d’hiver gibi salonlarda Türklerin gelişinden evvel, daha çok gösteri mâhiyetinde güreşler yapılmaktaydı. Türkler ise kazanma odaklıydı ve seyircileri heyecanlandırmak veya güreşi uzatmak gibi gayeleri yoktu. Meşhur Paul Pons, La Lutte Türkler için şöyle yazacaktı: ‘Onlara şike teklif etmek imkânsızdı. Tek bir şeyden anlıyarlardı: Rakiplerini yenmek ve yenilmemek. Tek bir prensipleri vardı: ‘Çabuk, çabuk’
Koca Yusuf’un, Adalı Halil’in, Kara Ahmet’in, Filiz Nurullah’ın, Kurtdereli Mehmet ve de bu günlerde sosyal medyada bir hayli ilgi çeken Kızılcıklı Mahmut’un Avrupa ve Amerika’da yaptığı güreşler dönemin basınına da yansımıştı. Hattâ ‘Güreşlerden hoşlanmıyor’ denilen Sultan Hâmid Han dahi bu güreşleri tâkip etmiş ve güreşçileri çeşitli nişan ve madalyalarla ödüllendirmişti
Paris’te büyükelçilik vazifesinde bulunan Sâlih Münir Paşa, hatıralarında Sultan İkinci Abdülhamid Han’ın önceleri Paris’teki güreşçilerin kıyafetlerinin çirkinliğinin devleti küçük düşürdüğüne dâir söylentileri kendisine sorduğunu, paşahınsa Rumelili pehlivanların mahallî kıyâfetleriyle burada bulunduğunu ve haysiyetlerine dokunacak bir durumun olmadığı cevabını yazar. Paşa İstanbul’a döndüğündeyse Sultan kendisine şöyle der: ‘Pehlivanların kıyafetleri hakkında yazdıklarına inanmıştım. Pehlivanların, gene Avrupa’ya gitmek üzere üç kişi olarak İstanbul’a geldiklerini duydum. Bizim küçük tiyatroya getirttim. Vakıa senin yazdığın gibi kıyafetlerini pek zarif ve yakışıklı buldum. Güreşlerini de seyrettim, memnun oldum.’
1897 ramazanında tiyatro seyirliklerine güreş müsâbakaları ekleneceki. Bu müsâbakalar Batı tarzında planlanmıştı. Türk güreşçileri de Batılı rakipleriyle boy ölçüşecekti. 21 Şubat 1897 târihinde teravih namazından çıkanlar Avrupa’daki başarılarıyla genç yaşında şöhrete ulaşan, ‘Cihan Pehlivanı’ unvanı alan, Fransızların ‘karamel’ adını verdikleri Kara Ahmet’in İtalyan jimnastikçi Miloni’yle güreşeceğine dâir ilanı gördü. İlanı okuyanlar hayli şaşırmış olmalı. Çünkü bu, Sultan İkinci Abdülhamid Han’ın padişahlığının 21. Yılında halk önünde yapılan ilk güreş müsâbakasıdır.
Cumhuriyet Döneminde:
Cumhuriyet kurulunca karşımıza güreşe meraklı bir başka isim çıkar: Gazi Mustafa Kemal Atatürk. Atatürk’ün Çankaya’daki sofraları bile bir anda güreş meydanına dönüşebilirdi. Gazi, yapılı erleri güreştirip seyrederdi. Kendisi de zaman zaman Nuri Conker’le güreşirdi. Bir keresinde Gazi’nin iki büyük zevki olan musiki ve güreşi ustalıkla icra eden Tamburacı Osman Pehlivana mâiyetindeki askerlerden biriyle güreşmesini söylemişti. Kıran kırana boğuşma sonrası tam güreşi kazanacakken bırakan Tamburacı’ya neden böyle yaptığını soran Atatürk pehlivandan ‘Paşam ben bu aslanın sırtını yere getiremem çünkü o sizin evlâdınız’ cevabını alacaktı. Tamburacı ayrıca gözleri dolduğu görülen Atatürk’ün ellerini hürmetle öpecekti. 1935 yılında Almanya’nın Dortmund Güreş Kulübü sporcularını 7-0 yenen güreşçileri Florya’daki Cumhurbaşkanlığı Köşkü’ne dâvet eden Atatürk, sohbetlerinden sonra dönemin meşhur güreşçilerinden Çoban Mehmet’e şaka yollu elense çeker. Lâkin başarılı güreşçi bir gaflet anında yakalanır ve sendeler. Herkes gibi bu işe Gazi de şaşırmışsa da güreşçinin gönlünü almak ister: ‘Anladım sen böyle yumuşak duracaksın. Kendini kuvvetsiz gösterip benimle güreş yapıp yeneceksin, değil mi? Seninle güreş tutsak beni de yenebilir misin?’ Çoban Mehmet, Atatürk’e tarihî bir cevap verir: ‘Sizi yedi düvel yenemedi paşam, ben nasıl yenebilirim?’
Atatürk güreşi millî sporumuz olarak görmüş ve bu şiara lâyık olunmasını da güreşçilerden beklemiştir. Seyrettiği bir müsâbakada Finlandiyalı rakibini yenmesine rağmen Arabacı İsmail adlı güreşçinin kaçak güreşmesine, zaman zaman minderden kaçmasına çok öfkelenmiş, ‘Böyle Türk güreşçisi olmaz, bunu bir daha takıma almayın!’ demekten kendini alamamıştır.
Atatürk yağlı güreşe de önem vermekteydi, özellikle Cumhuriyet devrinin en büyük başpehlivanlarından Tekirdağlı Hüseyin’in güreşlerini seyretmekten keyif almaktaydı. Pehlivanın oğluna bisiklet hediye etmişti.
Atatürk, Ankara’da yağlı güreş müsabakalarının düzenlemesine de önayak olmuştu.
Cumhuriyet döneminde yapılan yağlı güreşlerde şeref misâfiri olarak dâvet edilen, zaman zaman da hakemlik görevini üstlenen efsanevi bir pehlivan mevcuttu: Kurtdereli Mehmet. Ankara’da bugün adı Çocuk Esirgeme Kurumu olan Himaye-i Etfal yararına yapılan güreşlere de bu şekilde katılan Kurtdereli Mehmet, Anadolu Ajansı’na verdiği röportajda ‘Güreşirken arkasında Türk milletini hissettiğini’ ve ‘Onun şerefini korumak için her şeyi yaptığını’ söylemişti. Bu sözler Gazi’nin kulağına gitmiştir. Pehlivanın sözlerinden duygulanan Atatürk, Kurtdereli’ye yazdığı mektupta daha sonra pehlivanın kabrini de süsleyecek olan şu ölümsüz satırları kaleme alır:
‘Kurtdereli Mehmet Pehlivana: Seni, cihanda büyük ün almış bir Türk pehlivanı olarak tanıdım. Parlak başarılarının sırrını şu sözlerle izah ettiğini öğrendim: ‘Ben her güreşte arkamda Türk Milletinin bulunduğunu ve Millet şerefini düşünürdüm…’ Bu dediğini en az yaptıkların kadar beğendim. Onun için senin bu değerli sözünü Türk sporcularına bir meslek düsturu olarak kaydediyorum. Bununla senden ve sözlerinden ne kadar memnun olduğumu anlarsın. Çoluk çocuğun için sana ufak bir armağan gönderiyorum. O, bu mektubumla beraberdir. Pehlivan! Ömrün tam sağlıkla uzun sürmesini dilerim.’
Oğuzhan Murat Öztürk: İstanbul Dergisi, S: 19, s: 62-65. İstanbul Eylül 2014
TBMM Başkanının “Devletin milleti mi olur, milletin mi devleti olur” sorularını ülkede başka sorun yokmuş gibi ele almasının bulunduğu makamla örtüşmemektedir “Yeni Anayasa tartışmalarına dair TBMM Başkanı’nın üstlendiği rol tarafsızlığını yitirmesine yol açmıştır” .
*
“Atatürk’ün ifade ettiği gibi ‘Türkiye, Türklerindir’ ve bunun ötesinde bir tanımlama gayreti içi boş bir tartışmadır”
Yeni bir millet kavramı yaratma gündeminin Türk milletinin talebi olmadığı açıktır. O zaman bu talep kimden gelmektedir? Geçmişte kamu kurum ve kuruluşlarından “T.C” ibaresini kaldıranların Anayasa’dan “Türklüğü” çıkarmak istemeleri tesadüfi değil aksine çok planlı ve organize bir politikadır”
*
Evet; yeryüzündeki son Türk imparatorluğu olan Osmanlı’nın, benzeri doğmayacak bir kahramanın ölümü gibi kan ve ateş selleri arasında yıkılıp gitmesinden sonra o harabelerden dipdiri bir üniter Türk devleti çıkaran Atatürk’ün Cumhuriyet’i ifade eden veciz sözlerinin bugünlerde hatırlanması lazım gelir:
*
‘’Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli yüce Türk kahramanlığı, yüksek Türk kültürüdür’’
*
Evet, Osmanlı’nın bakiyesi üzerine kurulan Milli Devletimiz, Cumhuriyetimizle yeniden diriliş süreci başlar. 1980’li yıllardaki İslam Konferansı Genel Sekreteri Habib Şattı “Türkiye, ekonomi, bilim ve endüstri alanında tüm İslam ülkeleri içinde en ileri yerdeyse; bunu Atatürkçü çağdaşlaşma modeline borçludur” derken, aklı olanın karşı çıkamayacağı katı bir gerçeği ifade eder.
*
Şu da var ki, Osmanlı’da yeşeren o kör zihniyet günümüzde de sinsice yaşatılmak istenmektedir. Bunu görüyoruz.
*
Milletler hür yaşamayı, bağımsız olmayı, vatan sevgisini ve vazife aşkını tarihten öğrenirler. Bu bakımdan bizim de Tarih’e, en fazla da milli tarihimize her milletten fazla önem vermemiz gerekir.
Tarihte büyük ve medeni bir millet olan Türk’ün geçmişi ile bugünkü nesil arasındaki bağları düzene sokmak, gençlerin milli karakterlerini tarihi gıda ile beslemek, milli ve siyasi terbiyelerini güçlendirmek, vatanımızın ve milletimizin asırlara göre değişen ve değişmeyen tarihi dostlarını ve düşmanlarını tanımak bugün her zamankinden fazla önem arz etmektedir.
*
Evet, ülkemin bütünlüğü ve ebediliği insanımın güvenliği ve mutluluğu adına vurguluyorum:
Kendine yabancılaşmamış, milli değerlerini içselleştirmiş (din’i siyasi beslenme aracı olarak kullanan münafıkların değil, gerçek kimliğini gizleyerek ırkçılıkla suçlama şovuna soyunanların değil, namertlerin değil, maddeye ve şöhrete tapınanların değil ) varoluş ıstırabıyla yoğrulan ‘’can’’lara, ‘’yiğit’lere, DNA sı Türk-İslam kültür genlerini ihtiva eden ‘’siyasi liderlere’’ her durum ve şartta ihtiyacımız vardır.
Millet olarak bu netameli ve yaşlı coğrafyada güçlü kalmanın, ebedi kalmanın reçetesi, bir bilgenin ifadesiyle ‘’Birleyerek Oluşalım’’ kavramında billurlaşır, gerçek yerini alır.
Bir ay önce Cumhur İttifakı’nın en küçük ortağı Hüdapar Genel Başkanı“Anayasa’nın 4. Maddesi kaldırılmalı” açıklaması yaptı. Yani “Anayasa’nın ilk dört maddesi değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez” hükmünün değiştirilmesini teklif etti. Yaptığı anayasaya karşı bir suçtu. Toplumdan tepkiler geldi. Bu nabız yoklamasından sonra Cumhur İttifakından cılız açıklamalar geldi:
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli“bizim için yok hükmündedir” diye geçiştirdi.
CB Tayyip Erdoğan“Anayasa’nın ilk dört maddesi ile ilgili tartışma yok.” dedi.
TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş, “İlk dört madde tartışması lüzumsuz yere vakit kaybetmektir. Meclis’te temsil edilen partilerin çoğunluğu hatta tamamına yakını ilk dört maddeyle ilgili en ufak bir problemleri olmadığını ısrarla söylüyor. Dolayısıyla ilk dört madde konusu gündeme gelmeyecektir” dedi. 27.09.2024
Numan Kurtulmuş, iki hafta içinde ne olduysa, bu defa “Anayasanın 3. Maddesinin değişmesi gerektiğini” söyledi.12.10.2024
********************************
Hedefleri Değişmezlik Özelliğini Kaldırmak
Numan Kurtulmuş’un açıklamasına muhalefetten gelen tepkiler sert oldu. Fakat en dikkat çekici tepki Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Mehmet Uçum’dan geldi.
Uçum, Anayasanın 3. Maddesindeki “devletin bütünlüğüne” dair ifade için, “çok doğru bir ifadedir. Tartışmaya açılması hem yersizdir hem de sorunludur. O nedenle ilk dört maddenin diğer esasları gibi bu konu da tartışma dışıdır.”
Uçum’un açıklamasında TBMM Başkanına bir uyarısı da var: “Geçmişin milli devlet karşıtı liberal akımlarının tortusu olan sorunlu görüşleri ileri sürmek yerine ‘Bütünlük İlkesinin’ manasını kavramak gerekir.”
Yani TBMM Başkanının 3. Maddede istediği değişikliğin, haklı olarak, “Milli devlet karşıtlığı” olduğunu söyledi.
T.C. Anayasası 3. Maddesindeki“Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür” sözünden dolayı bugüne kadar hiç tartışma olmadı.
Bu maddeye kelime oyunlarıyla karşı çıkmak, bir defa delinmesi ile bu hükümlerin “değiştirilemezlik” vasfını yok etme amacından ibarettir.
Hüdapar Genel Başkanı Yapıcıoğlu ile TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş’un bu ortak amaca göre nabız yokladığını düşünüyorum.
CB Başdanışmanı Mehmet Uçum’un, sureti haktan görünerek, “yeni anayasada ‘Egemenlik, kayıtsız şartsız Milletindir’ hükmünün de ilk dört madde kapsamına alınması gerekir” teklifinin de ilk dört maddenin “değiştirilemezlik” özelliğini yok etmeye yönelik olduğu kanaatindeyim.
********************************
Siyasal İslamcı Bakış
İYİ Parti lideriMüsavat Dervişoğlu’nun Numan Kurtulmuş’un sözlerine tepkisindeki tanımlama dikkatimi çekti: “Bunların içinden çıktığı siyasi geleneğin; devlet, millet ve vatan tanımı yoktur.Düşmanı oldukları ve yıllarca yönetmelerine rağmen bir türlü barışamadıkları Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin tüm değerlerine ve kurumlarına hasımdırlar.”
Zannederim burada kastedilen “siyasal İslamcılardır.” Gerçekten Numan Kurtulmuş gibi “ılımlı İslamcı” gözüken biri de Hüdapar Genel Başkanı gibi “Hizbullah” kökenli biri de “devlet, millet ve vatan” kavramlarını ortalama Türk vatandaşlarından farklı anlamaktadır.
CB Erdoğan’ın bu kavramlara verdiği anlam benim anladığımdan ve bilimin tanımından farklıdır. Erdoğan’ın “Osmanlı tam bir millet devletiydi.” “Biz milleti İbrahim’den geliyoruz” ifadeleri Müsavat Dervişoğlu’nu doğrulayan sözlerdir. Bu “ümmetçi” anlayıştakiler “milli devlet” yapısını kodlandıran anayasa hükümleriyle barışık olamıyor.
****
Daha üç ay önce, 05.07.2024’te, Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanlığı ve iki dönem AKP milletvekilliği yapmış Yenişafak yazarı Aydın Ünal “Suriyeliler ülkelerine dönsün” diyenler için bakın ne yazmıştı:
“Eğer bu ülkeden birinin gitmesi gerekiyorsa sen git!” “Vallahi bu ülkede seninle yaşamaktansa, 5 değil 50 milyon Suriyeli ile yaşamayı tercih ederim. Senle olandan çok daha fazla ortak yanım var onlarla. Sen bana Suriyeliden çok daha yabancısın” dedi.
Hadi “siyasal İslamcıları” anlıyoruz, Onlar meşreplerinin gereğini yapıyorlar. Fakat “Türk Milliyetçisi” olduğunu söyleyen MHP ve BBP bu siyasal İslamcılarla nasıl anlaşabiliyor ve ortak bir hedefe yürüyebiliyorlar?
****
BBP Genel Başkanı Destici bunlara cevap vermiyor. Ama “İsrail öcüsü” ile korkutularak, “Savunma Sanayiine katkı” bahanesiyle, kredi kartı kullananlardan yıllık 750 TL vergi alınmasına karşı çıkanlara tepki gösterdi. “750 lirayı vermeyen DEM’lidir, Ermeni’dir, Yunan’dır” dedi. Kendisi gibi iktidara destek vermeyenlere bölücü bir dille hakaret etti.
Geçmişte, Bahçeli ve Destici’ye saygı duyduğum yılları pişmanlık ve utançla anıyorum.
********************************
Mutfakta Pişen Ne?
Bir yandan MHP Genel Başkanı Mecliste DEM Partililerle tokalaşıp barış mesajı veriyor. Yeni bir ‘çözüm süreci’ başlayacak yorumları yapılıyor.
Diğer taraftan DEM Eş Başkanı “çözüm” için adres olarak, “sayın Öcalan” dediği teröristbaşının yattığı İmralı ile TBMM’ni gösteriyor.
DEM Parti Milletvekili Cengiz Çandar “Çözüm Süreci demek için erken ama bir şeyler pişiyor” dediğine göre mutfakta bir şeyler pişiyor. Malum Cengiz Çandar önceki “çözüm sürecinde” iktidarın muteber adamlarından biriydi.
Bana göre mutfakta pişen “yeni bir çözüm sürecinden” de ötesi.
Bu gelişmeleri iktidarın “yeni anayasa” talebiyle birlikte değerlendirmek gerekiyor.
Yeni anayasanın ilk amacı “Erdoğan’ın yeniden ve güçlü yetkilerle seçilmesini sağlamak.” Ama Ortadoğu’da ABD- İsrail ortak emellerine uygun şekilde planlanan bölgesel tasarımın içinde Türkiye’nin olmadığını kimse söyleyemez.
Türkiye sınırlarındaki mayınları hem de İsrailli bir firmaya söktürme fikrini kabul ettiren, 10 milyondan fazla sığınmacı ve kaçağı Türkiye’nin içine sokturmayı başaran dış güçlerin iktidar üzerindeki etkisini hafife almayınız.
Siyasal İslamcı görüşün “ümmetçi” bakışından yararlanıp, Türk nüfus oranı azaltılmış bir Anadolu yaratmada aldığı mesafeye bakınız. Daha şimdiden Suriye’ye komşu il ve ilçelerin bazılarında Türkler azınlık haline getirildi. “Ümmet” karşılığı kullanılan “millet” tanımının “Türksüz Türkiye” yaratmak için kullanıldığı açık.
Fırsatını bulurlarsa Anayasanın ilk 4 maddesini ve 66. maddeyi değiştirecekler. Çünkü bu maddeler varken Erdoğan’ın, “MİLLETİN ÇEŞİTLİLİĞİNİ YANSITAN BIR ANAYASA HEDEFLİYORUZ” sözü ile kastettiği devleti kuramazlar.
Kısa vadede başaramayacaklarını biliyorlar ama uzun vadede vazgeçmeyecekler.
I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan Osmanlı – Türk Devleti, ateşkesi kabul etmek zorunda kaldı. Mondros Anlaşması’nın hemen ardından, İtilaf Devletleri anlaşmanın hükümlerini de ihlal etmek sureti ile bir çok girişimle birlikte “Türk Yurdu”nu işgale başladı.
Mondros’un en önemli maddelerinden biri, her zaman olduğu gibi Türk Ordusu’na yönelikti. Askerler terhis olacak ve askeri araç – gereç ile mühimmat düşman güçlere teslim edilecekti.
Biz savaşları kazansakta kaybetsekte, Türkler açısından bu hep böyle olmuş ve masa başında daima kaybetmişizdir. Şimdi de PKK ve arkasındaki güçlere karşı yürüttüğümüz, askeri savaşı, kazanmamıza rağmen masa başında darma duman oluşumuz gibi!
“Demokratik Çözülme Paketi”, herkes için farklı bir şey ifade edebilir. Benim için ise, bir “teslimiyet belgesi”dir. Hürriyet’te Ege Cansen’de aynı şekilde düşünmüş olacak ki, 02 Ekim 2013 tarihli yazısında “Ulus – Devlet Bitti” başlığını kullanmış. Hatta “… Cumhuriyet’i çok sevmiştim. Kısmet buraya kadarmış” diyerekte kendince bir sonu ifade etmiş.
Bunların hepsi doğru olabilir. Ama ben bir Türk’üm. Bu toprakların tamamı Türk toprağıdır. Hatta fazlası yoktur eksiği çoktur. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bir Türk devletidir. Bir Türk tarafından ve Türk milliyetseverleri eli ile kurulmuş ve bugüne değin yaşatılmıştır. Bu sebeble Türk Milletini, Türkiye Cumhuriyeti eli ile bu topraklarda hükümran etmek, bir Türk olarak birinci vazifemdir. Bunu yapacağım ve yapacağız.
Ancak bir kısım Türk Milletinden olmayan ve hatta Türk Milletine düşmanlık besleyen adamlarca yönetilebiliriz. Onlar kendilerini bizlerden saklayabilirler. Türk Milletinin bir kısmı, varlık sebebinden vaz geçerek bir inkarcılığa sapabilir. Bunun hiç bir önemi yoktur. Alay konusu olsa bile “Bir Türk Dünyaya Bedeldir” sözü büyük bir gerçeklik ifade eder. Yeryüzünde tek bir Türk kalsa bile bu dünyada hükümranlık sürdürülecektir.
Biz “Demokratik Çözülme Paketi” adını verdiğimiz bu filmi, 1800’lü yılların başından bu yana Avrupa Türkiye’si olan Balkanlarda ve nihayet yaklaşık 100 yıl öncede Asya Türkiye’si olan Anadolu’da görmüştük.
Avrupa Türkiye’sini elimizden tutalım diye dayatılan “Demokratik Çözülme Paketi”lerinin adları o zaman; Sened-i İttifak, Tanzimat Fermanı, Islahat Fermanı, Kanun-i Esasi, Birinci ve İkinci Meşrutiyet idi. Sonu ise; 30 Ekim 1918 sonrası, fiili işgalle neticelendi.
“İstanbul’da İşgal Yılları”nı anlatan İ. Hakkı Sunata’nın, 10 Şubat 1920’de dönemin hükümeti tarafından Meclis’te yayınlanan beyanname ile ilgili söyledikleri çok ilginç; “Hükümet beyannamesini Meclis’te okumuş. Sönük ve ruhsuz bir şey. Hele Islahat hakkındaki vaatler, yerine getirilmesi mümkün olamayan o kadar yalan sözler ki; insanı elinde olmadan güldürüyor.” Yine aynı kitapta, İstanbul Rum Azınlığı’nın yarattığı bugünküne benzer sorunlar üzerinde duruyor.
İşgal altındaki İstanbul’da tam bir sansür var. Tek yaprak olarak çıkan gazetelerde bile, sansüre uğrayarak çıkarılmış boş yerler var. Erzurum Kongresi’ne dair hiç bir bilgiye ulaşamıyorlar. Tıpkı bugün ülkeyi, bu karanlıktan kurtaracak olanların, medya eliyle seslerinin halkla buluşmasının önlenmesi gibi!
Buna karşılık, 14 Temmuz Fransızların milli bayramlarının, Rum ve Ermeniler tarafından, bayram şerefine mağaza ve dükkanlarını kapatarak bayrama katılmaları, gece şenlikleri, havai fişekler ve ışıklandırılmış uçaklar ile İstanbul’un donatılması gerçekleşiyordu. Aynen “Demokratik Çözülme”nin bazılarınca Türkiye’de bayram gibi kutlanması hali…
Bütün bunlara karşı, elbette Türk Milletinin diyeceği bir şeyler dün olduğu gibi bugünde vardır. O vakit, Anadolu’nun İşgali üzerine İstanbul ayağa kalkar. Protesto Mitinglerinin birinde, Halide Edip konuştukça, insanlar kendini tutamaz ve göz yaşlarına boğulur. Türk Milleti artık 15 Mayıs 1919’dan sonra her türlü bedeli ödemek kararlılığında, vatanını kurtarmaya hazırdır. Bugünde farklı olduğu sanılmasın!
Bana göre Türkiye; Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünden bu yana, Türk olmayanların işbirliği ile İtilaf devletleri ve onlara yeni eklenenlerin adım adım sessiz bir işgaline uğramıştır. Böyle giderse muhtemelen orta vadede bu işgal, fiiliyata dönüşecektir.
“Demokratik Çözülme Paketi” ilgili olarak AKP – BDP – CHP’nin işbirliği ve CHP’li Atilla Kart’ın “Ortak Vatan” teklifi ile CHP’nin Tunceli adının Dersim’e dönüştürülmesi isteği, işin hem vahametini hem de kimlerin işbirliği içinde olduğunu göstermesi bakımından çok çarpıcıdır.
Yine dönüp sözü İ. Hakkı Sunata’ya bırakalım; “Dünkü gazetelerin (1920) yazılarından sezdiğim idare kısırlığı, bütün kabine de tamı tamına mevcut. Ama böyle zamanlarda kabinenin idare kabiliyetsizliği çok esef verilebilecek bir şey ise, onun böyle zayıf idaresini isteyenlerde o derece nefrete layık. Hakikaten bu memleket iyi idarecilerden tamamen mahrum. Önümüzdeki zamanlar pek karanlık. Çalışılsa, milli istiklal elde edilse bile, adamsızlık, yine bu memleketi felaketlere sürükleyecek…”
Buradan anlıyoruz ki; bu filmi daha önce görmüşüz. Doğru mu? O halde yeniden seyretmeye gerek yok. Hollywood’un huyudur, konu bulamazsa ısıtır ısıtır aynı filmi yapar ve seyrettirir. Ama biz Türkler, bu filmi tekrar seyretmek istemiyoruz. Ülkemizdeki her şeyin Türk’e göre ve Türk için yapılmasını istiyoruz. Ne pahasına olursa olsun!
Millî eğitimin iki temel görevi vardır. Biri gençlere yaşadıkları dünyayı tanıtmak, diğeri de toplumlarının değerlerini ve onlara saygılı olmayı öğretmek. Hâl böyle iken okullara ÇEDES = Çevreme Duyarlıyım Değerlerime Saygılıyım diye eğitime ek bir program koymak son derece tuhaf. Eğitimin ÇEDES dışındaki kısmı acaba ne yapıyor? Kaldı ki ÇEDES’ten önce de Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi vardı.
Gençlere hangi değerler öğretiliyor dersiniz! Bir mezar maketi yapıp öğrencileri bunun başında ağlattıklarını basından okumuş, görmüşsünüzdür. Birkaç yıl önce bir arkadaşımın 16 yaşındaki kızı, derste başına gelenleri anlatmış. Din Kültürü öğretmeni 15-16 yaşında çocuklara ölü yıkama ve kefenlemeyi anlatmış. Uygulamalı olarak. Bir öğrenci ölü olmuş… Uygulamayı tam yapmamışlardır umarım!
Hristiyan ve Müslüman misyoner
Anlamıyorlar. Ritüeller değer değildir. Bunlar değerlerin uygulaması veya sembolleridir. Değerlerin kendilerini vermeden, merasimlerin anlamı yoktur. Gel gör ki ritüel ezberlemekten değerleri unutmuşlar, hatırlamıyorlar.
Bir Hıristiyan misyonerle Müslüman misyonerin, dindar olmaya karar vermiş bir insana, neler söyleyeceklerini hep düşünmüşümdür. Gerçi Müslüman misyoner yok. Farzı muhal diyelim, olsaydı ne olurdu… Hıristiyan’ın açılış cümleleri malum: “Tanrı seni seviyor. İsa, seni kurtarmak için canını feda etti…” Peki, günümüz Müslüman misyoneri ne diyecek: “Bizim dinde kadınları örteriz. Erkek kadın bir arada bulunmaz. O yasak, öbürü de yasak, yasağın yanındaki de yasak. Ayrıntı istiyorsan ölüleri nasıl yıkayıp kefenlediğimizi sana göstereyim…” Müslümanın samimiyeti, insanların ondan emin oluşu, Allah’a kul olanın kula kul olamayacağı… Bunları en son ne zaman duydunuz?
Bu da değer eğitimi?
Derken David Thomas adlı bir yazarın “Aferin” başlıklı bir yazısına rastladım. LBir ABD lisesinde geçen “değerlere saygı” hikâyesi. Şöyle:
“2005 Eylül’ünde, okulların ilk gününde, Little Rock’taki Robinson Lisesi tarih öğretmeni Martha Cothren, unutulmayacak bir şey yaptı. Okul müdürünün, müdür yardımcısının ve bina sorumlusunun izniyle, okulların ilk gününde sınıfındaki tüm sıraları çıkardı. Birinci ders zili çalıp öğrenciler sınıfa girdiklerinde sıraların olmadığını gördüler.
‘Ms. Cothren, sıralarımız nerede?’ diye sordular.
‘Sırada oturma hakkını nasıl kazandığınızı bana söylemeden sıranız olmayacak.’ cevabını aldılar.
Öğrenciler düşündü: ‘Belki de bu, notlarımızla ilgilidir.’ ‘Hayır.’ ‘Belki de davranışlarımızla ilgilidir.’ ‘Hayır, davranışlarınızla da ilgili değil.’
Ve böylece birinci, ikinci, üçüncü ders saatleri gelip geçti. Sınıfta hâlâ sıra yoktu. Öğrenciler olup biteni anlamak için ebeveynlerini aramaya başladılar ve öğleden sonra televizyon haber ekipleri, sıraları sınıfından çıkaran bu çılgın öğretmenin haberini yapmak için okulda toplanmaya başladı.
Günün son ders saati geldi ve kafası karışmış öğrenciler, sırasız sınıfta yere oturdu. Martha Cothren şöyle dedi: ‘Gün boyunca kimse, bu sınıfta sırada oturma hakkını nasıl kazandığını bana söyleyemedi. Şimdi ben size anlatacağım.’
Martha Cothren sınıfının kapısını açtı. Üniformalı 27 Amerikan gazisi sınıfa girdi, her biri bir okul sırası taşıyordu. Gaziler sıraları sırayla yerleştirdikten sonra, duvar kenarına geçip ayakta durdular. Son asker son sırayı yerine koyduğunda, öğrenciler belki de hayatlarında ilk kez, o sıralarda oturma hakkının nasıl kazanıldığını anlamaya başladılar.
Martha şöyle dedi: ‘Bu sıralarda oturma hakkını siz kazanmadınız. Bu kahramanlar sizin için kazandı. Sıraları buraya sizin için onlar koydu. Onlar, eğitiminizden yararlanabilmeniz için dünyanın öbür ucuna gitmiş, eğitimlerinden vazgeçmiş, kariyerlerini ve ailelerini bırakmıştı. Şimdi oturmak size kalmış. Sizin sorumluluğunuz öğrenmek, iyi öğrenciler olmak ve iyi vatandaşlar olmak. Onlar, eğitiminiz için özgürlüğü kazanmanızın bedelini ödedi. Bunu asla unutmayın.’
Bu arada, bu gerçek bir hikâye. Öğretmen, 2006’da Arkansas eyaletinde Yabancı Savaş Gazileri Yılın Öğretmeni ödülünü aldı. Kendisi, İkinci Dünya Savaşı’nda esir düşen bir askerin kızı.”
Biz çocuklarımıza, büyük âlimlerimiz vasıtasıyla Millî Mücadele’nin hiç olmadığını, kimsenin denize dökülmediğini, şehitliklerin içinin boş olduğunu öğretiyoruz. “Keşke Yunan kazansaydı.” diyor ödüllü büyük âlimlerimiz. Yok ama ölü kefenlemeyi ve yıkamayı da öğretiyoruz. Başka ne değerimiz var ki?
HÜLYA GÜNAY: Mülâkatımıza dil kavramının târifi ile başlayabilir miyiz?
OĞUZ ÇETİNOĞLU: Dil, insan kalabalıklarını millet hâline getiren en önemli unsurdur. Bu dil, bizim için Türkçedir. Türkçe bizim ses bayrağımızdır. Ay yıldızlı bayrağımıza gösterdiğimiz saygıyı, dilimize de göstermeliyiz. Türk dil bilgisine aykırı kaidelerle konuşulan Türkçe, yırtık bayrak gibidir. Kabul edilemez.
Dil, insanlar arasında anlaşmayı sağlayan en mükemmel vasıtadır. Uzun yıllar içerisinde sağlam kaidelere bağlanmıştır. Meselâ Türkçede ön ek yoktur. Sondan eklemeli bir dildir. Hangi ekin; isim, fiil ve sıfat olarak hangi gruptan kelimelerle birleştirilebileceği belirlenmiştir. ‘Pespembe’ denilir de, ‘pesyeşil’ denilemez. Dil, ancak kendi kaideleri içerisinde gelişen canlı bir varlıktır. Zorlama ile ‘ben yaptım oldu’ demekle olmaz. Çok eskiden bizim, ‘babacan’ diye bir kelimemiz vardı. Ona bakarak ‘sevecen’ diye bir kelime yapıldı. İnsanlarımız sevdi ve dilimize yerleşti.
Türkçemizin temeli, târihimizin bilinmeyen bir döneminde atıldı, zaman içerisinde kaideler icat edildi ve ihtiyaç hissedildikçe bu kaideler çerçevesinde yeni kelimeler türetilerek dilimiz zenginleşti.
Milletle birlikte doğmuş ve uzun yıllar içerisinde milletle bütünleşmiş dil, din, mûsıkî ve ahlâk gibi değerler üzerinde ânî ve zorlama değişiklikler, bir başka ifâde ile devrim olmaz, olamaz, yapılamaz. Yapılmamalıdır. . Yapılırsa, milletin bütünlüğü ve dayanışması sarsılır ve ‘millet’ dağılır, insan kalabalıkları hâline dönüşür.
HÜLYA GÜNAY: Türkçenin kökeni ve gelişimi, dünya dilleri arasında Türkçenin yeri hakkında bilgi verir misiniz?
OĞUZ ÇETİNOĞLU: Türkçe, Ural-Altay dil âilesinin Altay koluna mensuptur. Mançuca (Mançu dili) ve Moğolca ile aynı koldandır. Mançuca gönümüzde ölü bir dil hâline gelmiştir. Konuşan insanların bir kısmı, Çinlileşmiş, bir kısmı Ruslaşmıştır. Moğolca ise Orta Asya’da konuşulan 13 dilin oluşturduğu karma bir dil gurubudur. Moğolistan ve Kuzey Çin’de konuşulur.
Türkler, Asya bozkırlarının her tarafına gruplar hâlinde dağılmış olmalarına ve birbirleriyle irtibatlarının en az seviyede olmasına rağmen, Türkçe, az farklarla varlığını koruyabilmiştir. Günümüzde 220.000.000 kişi tarafından konuşulmaktadır. En çok konuşulan diller arasında, 5. Sırada yer almaktadır. Bizim önümüzde 1.300.000.000 ile Çince, 427.000.000 ile İngilizce, 266.000.000 ile İspanyolca, 260.000.000 ile Hintçe vardır. Sıralama şöyle devam etmektedir: 6-Arapça 181.000.000, 7-Portekizce: 165.000.000, 8-Bengalce: 162.000.000, 9-Rusça: 158.000.000, 10-Japonca: 124.000.000 kişi tarafından konuşulmaktadır.
Dünya coğrafyasında 300.000.000 Türk yaşadığı bilinmektedir. Özellikle Çarlık Rusya ve Sovyetler Birliği döneminde soydaşlarımız korkunç bir baskı ve Türklükten uzaklaştırma faaliyetlerine tâbi tutulduğundan ana dillerini kısmen unutmuştur. Türkçe, soydaşlarımızın yaşadıkları veya yaşamaya mecbur edildikleri bölgelerde ikinci dil konumuna düşürülmüştür. Asya kıtasında Çince ve Japonya’dan sonra 3. sırada Türkçe yer almaktadır. Alman asıllı Rus Türkoloğu Wilhelm Radloff; ‘Dünya dilleri arasında, vatan edinilmiş topraklarda Türkçe kadar yayılmış başka bir dil yoktur’ diyor.
Böylesine geniş bir coğrafyaya yayılmış ve türlü çeşitli baskılara mâruz kalmış olmasına rağmen, Yakutlar ve Çuvaşlar gibi 145.000.000’luk Slav coğrafyası içerisinde çok küçük birer topluluk olan iki Türk zümresinin dilleri arasında olan Yakutça ve Çuvaşça dışında, Türk kavim ve topluluklarının konuştukları Türkçe arasında mühim bir fark yoktur. Aksine çok büyük yakınlık ve ayniyet vardır. Bu sebeple büyük Türk dili âlimi Ord. Prof. Dr. Reşit Rahmeti Arat; Çuvaşça ve Yakutçayı Türkçenin lehçeleri, diğer Türk dillerini ise şîveleri saymıştır. Bu hakikatlere dayanarak Türkçe’nin en çok konuşulan diller sıralamasında 3. sıraya yerleştirmek mümkündür. Türk dünyasının insanları birbirlerine yaklaştıkça, ana dillerini konuşur duruma geleceklerdir.
HÜLYA GÜNAY: Millet ile dil kavramları arasındaki bağlantıyı açıklar mısınız?
OĞUZ ÇETİNOĞLU: Dil ve millet ayrılmaz bir bütündür. Bulgar Türkleri olarak anılan topluluk 350’li yıllarda Batıya, Avrupa’ya doğru hareket etti. Bir kısmı İdil boylarında kaldı. Bunlar, burada 925 yılında topluca Müslüman oldu. Daha sonra Kazan Hanlığı’nın nüfusunu oluşturdu. Bir kısmı Atilla’nın ölümünden sonra günümüzdeki Bulgaristan topraklarında kaldı. Slavlar arasında azınlık olduklarından önce dillerini değiştirdiler. Zamanla Bulgar kültürünü benimsediler, Türklüklerini kaybettiler ve onlarla birlikte Hıristiyan oldular.
İkinci olarak topluca Müslüman olan Türkler, Satuk Buğra Han yönetimindeki Karahanlı Türkleridir.
Gagavuz (Gök Oğuz) Türkleri Hıristiyan olmalarına rağmen dillerini değiştirmediler. Günümüzde de Türkçe konuşuyorlar. Türklükleriyle iftihar ediyorlar.
HÜLYA GÜNAY: Dilin korunması hakkında ki düşüncelerinizi lütfeder misiniz?
OĞUZ ÇETİNOĞLU: Öncelikle kelimeler düzgün telaffuz edilmeli. Kelimelerin başındaki, ortasındaki veya sonundaki heceler yutulmamalı. Gerekli vurgular ihmal edilmemeli. ‘Ordu’ kelimesi, hem bir şehrimizin adıdır, hem de askerî birlik mânâsında kullanılır. Şehir adı olarak kullanılırken birinci hece vurgulu söylenir. Askerî birlik mânâsı ile kullanılırken vurgu, ikinci heceye kaydırılır. Bu konuda en büyük sorumluluk, anne ve baba ile diğer âile büyüklerinin, ilk, orta ve lise öğretmenlerinin üzerindedir. 1940’lı yılların sonu ile 1950’li yılların başlarında ilkokul öğretmenleri Cumartesi günleri Ankara Radyosu’ndaki çocuk saatini dinlememizi söylerdi. Günümüzde ne yazık ki bu imkân yeterince kullanılamıyor. Radyo ve televizyonlarda sık sık dinleme talihsizliğine mâruz kaldığımız kişiler, Türkçeyi yanlış kullanıyorlar. ‘Ekonomi’ kelimesini ‘ekönomi’ şeklinde söyleyenler var. Telaffuz hocalığı yapabilecek hassasiyeti olan spikerleri maalesef ekranlarda göremiyoruz. Az zamanda çok kelime söylemeyi mârifet zanneden, konuşmacıların ağzından laf kapma yarışına girenler, gençlere kötü örnek oluyor. Pek çok kelime yanlış telaffuz ediliyor veya yanlış mânâda kullanılıyor. Meselâ ‘kimi’ kelimesi ancak insanlar için kullanılması gerekirken, ‘kimi evlerde…’, ‘kimi sokak hayvanlarında…’ şeklinde kullanılıyor. Türkçe karşılığı varken, bilgiçlik taslamak maksadıyla yabancı kelime kullanma alışkanlığı yaygındır. ‘Destinasyon, lansman, efor, performans’ ve benzeri kelimeler lüzumsuz yere kullanılarak dilimize yerleştirilmeye çalışılıyor. ‘Alkış aldı, tehdit aldı, ‘bekleme yapma, ‘çıkış yaptı’ gibi dangul dungul ifâdeler, dilimizi koruyanlara karşı açılmış meydan savaşı gibi devam ettiriliyor.
HÜLYA GÜNAY: Dili korumak sadece dil uzmanlarına bırakılabilecek bir konu mudur?
OĞUZ ÇETİNOĞLU: Dili korumak, yalnız dil uzmanlarının değil her Türk’ün aslî vazifesidir. ‘Farz-ı ayn’dır. ‘Farz-ı kifâye’ değildir. En mükemmel dil uzmanlarımızdan biri olan Nihat Sâmi Banarlı (1907-1974) diyor ki: ‘Şu fâni dünyâ saâdetleri içinde hiçbir şey, aziz Türk çocuklarına Türk dilini öğretmek kadar güzel hizmet olamaz.’
HÜLYA GÜNAY: Size göre Türkçemizin ilk akla gelen sızısı nedir?
OĞUZ ÇETİNOĞLU: Türkçemizin sızıları; kalbindeki hançer, kafasındaki kurşun yaraları, öldürücü ıstıraplar… o kadar çoktur ki… Bir sıralamaya tâbi tutulursa, sonrakilerin pek de önemli olmadığı gibi yorumlanabilir. Hapsi önemlidir. Hepsinin ciddiyetle ele alınması, çâre bulunması tedâvi edilmesi gerekir.
Bunların neler olduğu merak ediliyorsa belli başlıları şöylece ifâde edilebilir: Türkçe karşılığı varken ve hiç ihtiyaç yokken yabancı dillerden alınan kelimeler. Yine ihtiyaç yokken, üstelik Türk dilbilgisi kaidelerine aykırı olarak türetilen kelimeler. Meselâ; ahlâk yerine aktöre veya etik, aidat yerine ödenti, akit / sözleşme yerine bağıt, asil yerine soycul, delil yerine kanıt, eser yerine yapıt, gaye ve hedef yerine amaç, gelişme yerine açınım, hâfıza yerine bellek, hâtıra yerine anı, hayat yerine yaşam, hile yerine aldatı, hür yerine özgür, hürriyet yerine özgürlük, sel-sal takılı bütün kelimeler, şart yerine koşul, tâyin yerine atama, zekâ yerine anlak ve daha yüzlercesi… binlercesi… Bir başka problem internet Türkçesidir. Yabancı dilden bâzı internet terimleri günlük konuşma diline yerleşmiştir. ‘Saçını skeyn etmemişsin’ veya ‘seni hayatımdan delete ettim’ deniliyor
Değerli okuyucularımızın, dildeki bozulmaların zamanla giderileceğini düşünen iyimser dostlarımızın dikkatini bir hususa çekmek isterim: Dünya milletleri içerisinde en büyük devrimi gerçekleştiren Çin’de ve Rusya’da gerçekleştiren Mao Zedung (1893-1976) ve Vladimir İlyiç Lenin (1870-1924) darbe ile işbaşına geldikten sonra ülkelerinde A’dan Z’ye kadar herşeyi değiştirdiler de dile dokunmadılar. Türkiye’de ise 1930, 1934 ve 1936 yıllarında üç ayrı dil devrimi yaşandı. Neden acaba?
1926 yılına kadar Rusya yönetimindeki Türkler, Anadolu’da yaşayan soydaşları gibi Arap alfabesini kullanıyordu. 1926 yılında Bakü Türkoloji Kongresi’nde alınan bir kararla, Türkiye’ye Lâtin alfabesine geçmesi teklif edildi. Bütün masrafları Moskova hükümeti üstlenecekti. Hedef, Rusya Türkleri ile Anadolu Türklerinin irtibatını kesmekti. Teklif reddedilince Rusya, yönetimi altındaki Türklere Lâtin Alfabesi kullanılmasını emretti. 1928 yılında Türkiye Cumhuriyeti Lâtin Alfâbesini kabul edince, bu defa Rusya, yönetimi altındaki Türklere, Kiril alfabesi kullanılmasını emretti. Üstelik Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Kırım, Özbekistan, Tacikistan ve Türkmenistan Türklerinin her birine Kiril Alfabesinin ayrı bir şeklini dayattı. Türkiye de dâhil edilince Türkler aynı millet olmalarına rağmen 9 ayrı alfabe kullanmak mecburiyetinde bırakıldı. Alfabe ve dil konusunda Türkler kadar mağdur edilen başka bir millet yoktur. Bir delinin kuyuya atığı taş, 33 yıldır çıkartılamıyor. Orta Asya Türk cumhuriyetleri tek tip Lâtin harfli alfabeye geçemiyor.
Yeri gelmişken alfabe konusundaki bir hususu, okuyucularımızın dikkatine sunmak isterim. Kullanmakta olduğumuz alfabe, Lâtin alfabesi değildir. Türk alfabesidir. Çünkü alfabemizdeki ç, ğ, i, ö, ü, ş harfleri Lâtin alfabesinde yoktur. Lâtin alfabesindeki Q-q, ve X-x harfleri ile W-w harfleri Türk alfabesinde yoktur.
Not: Dilimizi Arapçanın ve Farsçanın tesirinden kurtarmak isteyenler, dil ve alfabe konularında oynanan gizli oyunları bilselerdi farklı düşünürlerdi. Bu konuda, röportaj metninin sonuna eklenen Atilla İlhan’ın yazısını okumalarını tavsiye ederim.
HÜLYA GÜNAY: Türkçeyi doğru kullanmak, korumak günümüzde ne kadar mümkün, neler yapılabilir?
OĞUZ ÇETİNOĞLU: Günümüzde Türkçeyi doğru şekilde kullanmanın ne kadar mümkün olduğu hususuna takılırsak, netice almak bir tarafa, mesâfe almamız bile tehlikeye düşer. Kâbe yolundaki topal karınca misâli bütün gücümüzde çalışmak, mesâfe almak mecburiyetindeyiz. Esâsen bizim vazifemiz, samîmiyetle çalışmaktır. Bizler neticeden sorumlu değiliz. Neticenin tâyini Cenâb-ı Allah’ın yetkisindedir. Netice almanın neden zor olduğu ise ayrı bir meseledir. Küçük bir kitap hacminde yazmak gerekir.
HÜLYA GÜNAY: TDK kuralları ile Türkçe’nin çelişkileri var mı?
OĞUZ ÇETİNOĞLU: Türk Dil Kurumu’nun kuralları Türk Dil Bilgisi kaideleri arasındaki çelişkiler konusunda söz söylemek beni aşar. Dil üzerine eğitim almadım. Özel merak ve hassasiyetim gereği, bir şeyler öğrenmeye çalıştım, çalışmalarıma devam ediyorum. Öğrendiklerim bana yetmiyor. Ancak herkesin görebileceği aksaklıkları görüyor ve kamuoyunu bilgilendirmeye çalışıyorum.
‘Türk Dil Kurumu’nun vazife ve sorumluluklarının gereğini yapmakta noksanları var mı?’ diye sorarsanız, ‘Elbette var’ derim. Türk Dil Kurumu’nun birinci vazifesi, Türkçeyi batı kökenli yabancı dillerin istilâsından korumaktır.
Evet batı kökenli yabancı kelimeler… Dilimizdeki doğu kökenli yâni Farsça ve Arapça kelimeleri, vaktiyle gelin olarak evimize aldı isek de onların hepsi artık kızımız olmuştur.
Türk Dil Kurumu’nun bir vazifesi de kültür ve medeniyet ile ilmî sâhalardaki gelişmelerle meydana gelen ihtiyaçları karşılamak maksadıyla Türk dil bilgisi kaidelerine uygun olan ve milletimizin benimseyip kullanacağı kelimeler türetmektir. Bilgisiz ve yetkisiz kişiler tarafından, Türk dil bilgisi kaidelerine aykırı olarak uydurulan kelimelerin kullanılmaması için ilgili makamları îkaz etmektir. Bu tür kelimelerin ders kitaplarında resmî yazışmalarda kullanılmasına mâni olmaktır Türk Dil Kurumu bu vazifelerin hiçbirini yapamıyor.
HÜLYA GÜNAY: Efendim dil bilinci kazanımı noktasında, nasıl bir aile ortamında, nasıl bir çevrede yetiştiniz?
OĞUZ ÇETİNOĞLU: Dil şuurunu kazanmamda âilemin tesiri olmadı. Annemin ve babamın okuma yazması yoktu. İlkokula başlarken tek kelime Türkçe bilmiyordum. Lazca konuşuyordum. Sınıf arkadaşlarımın alay etmelerinden aşağılamalarından kurtulmak için çok çalıştım. Öğretmenlerim, üçüncü sınıfta iken, okulun en güzel Türkçe konuşan kişisi olduğumu söylüyordu. Müsâmerelerde, törenlerde, şiir okuma günlerinde vazifelendiriliyordum. Dördüncü sınıfta iken ev ödevi olarak mektup yazmam gerekti. Yazdığım mektup öğretmenim tarafından beğenilmiş, öğretmenler odasında okunmuş, dördüncü sınıfın diğer şubesinde ve beşinci sınıfta da örnek olarak okunmuş. Mektup okulun duvar gazetesinde yayınlandığı gibi her hafta bir yazı yazmam istendi. Beşinci sınıfta duvar gazetesinin yönetimi bana verildi. Gelen yazıları inceliyor, yanlışlarını düzeltiyor, öyle yayınlıyordum. Tahsil hayatımın sonraki yıllarında da bu tür çalışmaların içerisinde oldum.
HÜLYA GÜNAY: Dil eğitimi konusunda ebeveynlere tavsiyeleriniz nelerdir?
OĞUZ ÇETİNOĞLU: Aile büyüklerinden herkes yeni doğan âile fertlerine, doğduğu günden itibâren ninni olarak masal, hikâye ve şiir okumalı. Türkçeyi güzel konuşanların hazırladığı CD’leri, bantları dinletmelerinde faydalar vardır.
HÜLYA GÜNAY: Sorularla sınırlı kaldığınız için söyleyemedikleriniz varsa, söz sizin efendim…
OĞUZ ÇETİNOĞLU: Söylenecek çok şey var. Diğer röportajlara da mevzu kalsın. İsteğinizi yerine getirmek maksadıyla Nihat Sâni Banarlı’nın sözünü tekrar etmek isterim:
‘Şu fâni dünyâ saâdetleri içinde hiçbir şey, aziz Türk çocuklarına Türk dilini öğretmek kadar güzel hizmet olamaz.’
………………………….
*Farz-ı ayn: Herkesin bizzat yerine getirmesi gereken vazifeler. Meselâ İslâmiyet’te vakit namazları Farz-ı ayn’dır. Farz-ı kifâye: Bir kişinin yapması ile orada bulunan diğer kişilerin îfa etmek sorumluluğundan kurtulduğu vazifeler. Meselâ cenâze namazı…
OĞUZ ÇETİNOĞLU 28 Kasım 1938 târihinde Bafra’da doğdu. İlk ve ortaokulu doğduğu şehirde bitirdikten sonra Ankara Ticâret Lisesi ve Ankara İktisâdî ve Ticârî İlimler Akademisi’nde okudu. İş hayatına Ankara’da muhasebeci olarak başladı. Ankara ve Karabük’te: muhasebeci, mâlî müşâvir ve profesyonel yönetici olarak devam etti. İstanbul’da demir ticâreti ile meşgul oldu. SSCB’nin dağılmasından sonra Türk Cumhuriyetlerinde sanayi yatırımları gerçekleştirmek üzere çok ortaklı şirket kurdu. Şirketin murahhas âzâsı olarak Azerbaycan’da ve Kırım’da tesis kurup çalıştırdı. 2000 yılında işlerini tasfiye etti. İş hayatı ile birlikte yazı hayatı da devam etti. İlk yazısı 1954 yılında Bafra’da yayımlanmakta olan Bafra Haber Gazetesi’nde başmakale olarak yer aldı. Sonraki yıllarda İlhan Egemen Darendelioğlu’nun Toprak Dergisinde, Son Havadis, Tercüman, Dünyâ ve Kırım’da yayınlanan Kırım Sadâsı gazetelerinde, Türk Ocakları Genel Merkezi’nin yayımladığı Türk Yurdu Dergisi’nde yazdı. İslâm, Kadın ve Âile, Yörünge, Ufuk, Emelimiz Kırım, Papatya, Târih ve Düşünce, Yeni Düşünce, Yeni Hafta, Sağduyu, Orkun, Kalgay, Bahçesaray, Türk Dünyâsı Târih ve Kültür, Antalya’da yayımlanan Nevzuhur, Kayseri’de yayımlanan Erciyes ve Yeniden Diriliş, Tokat’ta yayımlanan Kümbet, Kahramanmaraş’ta yayımlanan Alkış dergilerinde imzasına rastlanmaktadır. Akra FM radyosunda haftanın olayları üzerine yorumları oldu. Çetinoğlu; Türk Ocağı, Aydınlar Ocağı, ESKADER/Edebiyat, Sanat ve Kültür Araştırmacıları Derneği ve İLESAM/Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sâhipleri Meslek Birliği üyesidir. İstanbul’da ikamet etmektedir. Evlidir, bir oğlu, Emir adında bir torunu vardır. Yayınlanmış kitapları: 1-Kültür Zenginliklerimiz (2006) 2- Dört ciltte 4.000 sayfalık Kronolojik Târih Ansiklopedisi (2008 ve 2012), 3-Târih Sözlüğü (2009), 4-Okyanusa Açılan Kapılar/Tefekkür Mayası Röportajlar (2009), 5-Altaylardan Hira’ya Türk-İslâm Dostluğu (2012 ve 2013), 6-Bilenlerin Dilinden Irak Türkleri (2012), 7-Türkler Nasıl ve Niçin Müslüman Oldu? (2013), 8-Türkmennâme/Irak Türkleri Hakkında Bilmek İplediğiniz Her Şey (2013), 9-Türklerin Muhteşem Târihi (Nisan 2014 ve Nisan 2015), 10-115 Soruda Türk İslâm-Âlimi Mâtüridî (Röportaj (2015), 11-Cihad-Gazi-Şehid (2015), 12-Yavuz Bülent Bâkiler Kitabı (2016 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte), 13-Her Yönüyle Kâzım Karabekir (2017 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 14-Dil ve Edebiyat Dergisi/İlk 100 Sayı Bibliygorafyası (2017 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 15- Büyük Türk İslâm Âlimi Serahsî (2018), 16-Âyetler ve Hadisler Rehberliğinde Kutadgu Bilig’den Seçmeler (2018), 17-Edib Ahmed Yüknekî ve Atebetü’l-Hakãyık (2018), 18- Büyük Türk İslâm Âlimi Mâtüridî (2019), 19- Kâşgarlı Mahmud ve Dîvânu Lugâti’t-Türk (2019), 20-Duâ/Huzura Açılan Kapılar (2019), 21-Ses Bayrağımız Türkçe (2020), 22-Mutasavvf ve Halk Filozofu Nasreddin Hoca (2020), 23-Hacı Bayram-ı Velî (2021), 24-Hz. Ali ve Alevîlik (2021), 25-Ahî Evran, Ahîlik, Fütüvvet ve Fütüvvetnâmeler (2021), 26-Dilimizdeki Dikenler (Yavuz Bülent Bâkiler ile birlikte) (2021). 27- Hoca Ahmed Yesevî ve Yesevîlik (2021), 28-Ahmet Kabaklı/Hayatı, Fikirleri, Eserleri (2022). 29-Türk Dünyâsı Destanları (2022), 30-Şeyhülislâm Ebüssuûd Efendi ve Kur’ân-ı Kerîm Tefsiri İrşâdü’l- Akli’s-Selîm (2022), 31-Kaygusuz Abdal (2023), 32-Âşık Veysel (2023), 33-Seçkinlerden bir Seçkim: Hulûsi Çetinoğlu (2023)
DERKENAR
ATTİLÂ İLHAN VE TÜRKÇE
Atilla İlhan Paris’te Türkolog Prof. Carlieri ziyâretindeki bir hâtırasını şöyle dile getiriyor:
Üniversite öğrencisi Fransızlarla ‘takıştık’. Kral 1. François’nın, uğradığı Cermen yenilgisinden sonra, Kanûni Sultan Süleyman Han’dan yardım istediğine inanmıyorlar. Marsilya’ya iki kalyon gönderdiğine filan! Hele Padişahın, krala yazdığı mektubu, aklımda kaldığı kadarıyla, nakledince, küplere bindiler o zaman…
‘Bir Türkolog bulun da, yüzleşelim!’ dedim.
İşte Prof. Carlier, buldukları Türkolog… Sâkin, kendi hâlinde bir zat! Beni kibarca karşıladı, düzgün Türkçesiyle ‘safa geldiniz’ dedi. Olayı, Türkçe olarak benden dinledi, gülümsedi. öğrencilere dönüp:
–Demek inanmıyorsunuz? Bu târihî bir gerçektir. dedi.
Hayır inanmıyorlardı, o kadar ki, adamcağız kütüphaneden, ciltli kocaman bir kitap çıkarıp göstermek mecbûriyetinde kaldı. Orada üstelik padişahın mektubunun, sûreti de var. Hani adama,’Ben ki…’ diye başlayıp, bilinmez kaç unvanını sıraladıktan sonra;
–Sen ki Françeska eyâletinin beyi François’ın! dediği!
………
Ben, tam çıkacağım, kolumdan tutuyor. Eğilip, sır söyler gibi, alçak bir sesle:
– ‘Delikanlı, Türkçeye ne yaptınız?’ diye soruyor. Dilimin döndüğünce ona, ‘Dil Devrimi’ni izâha çalışıyorum, Türkçenin Arapça ve Acemce’nin istilâsına uğradığını, vs.. vs.. vs…
Meğerse neymiş?..
Beni mütebessim dinlemişti. Susunca, aynı fısıltıya yakın sesle, o söze başladı. Bilmediğim, o zamana kadar işitmediğim şeyler söylüyor:
-‘Ümmet toplumlarında dil – dolayısıyla kültür- dine göre değişirmiş. Onca böyle büyük üç adet ümmet toplumu ve sentezi var; birisi, Batı/Hıristiyan toplumu, ikincisi Doğu/Müslüman toplumu; üçüncüsü, daha doğudaki, semâvî olmayan dinler topluluğu! Ümmet toplumunda, başat dil, dinin kendini ifâde ettiği dil: Batı’da bu, Yunanca/ Latince olarak görünüyor; Osmanlı’da, Arapça / Farsça olması, son derece normal; zira Müslümanlığın ümmet dili, bu iki dil…’
‘Batı ülkeleri, Fransa, İtalya ve İspanya, nasıl millet diline geçerken, Yunanca / Latince kökenli birçok kelime, hatta kuralı aldılar kullandılarsa; Türkler de, Selçuklu / Osmanlı ümmet sentezinden, millet sentezine geçerken, dillerinde elbette Farsça / Arapça kelimeler bulunacaktır ve bunda yadırganacak şey yok; ve ya asıl yadırganması gereken, ‘özleştirme’ adı altında dilin budanıp kuşa çevrilmesi: Zira böyle yetiştirilen genç kuşakların, ecdadın dilini anlaması imkânsızdır. Bu da, kendi kurdukları (Selçuklu / Osmanlı) medeniyet sentezinden kopmalarına, boşlukta kalmalarına yol açar!..’
Hayret -biraz da dehşetle- dinliyordum; elimde olmaksızın, belki de onu ‘madara etmek’ maksadıyla, sözünü keserek sordum:
–Peki, şimdi siz Fransızca’daki Yunan/Latin kökenli kelimeleri atsanız, ne olur?’ Cevabı unutulur gibi değildir:
–Atamayız, çünkü geriye kalsa kalsa, yüz, bilemedin iki yüz kelime kalır. O da konuşmaya yetmez.’
Dönem, Cumhurbaşkanlığı sanat danışmanı Nurullah Bey ‘in (Ataç) ‘alenen ve resmen’;
‘Yunanca ve Latinceye geçmeliyiz, onlar gibi olmalıyız, onlara benzemeliyiz! dediği dönem. Bunu söylediğim zaman, Prof. Carlier’den aldığım cevabı, tahmin edebilirsiniz:
-‘Biz bunu sömürgelerde uyguladık. Kimliklerini, kişiliklerini kaybettiler!’
İsrail yıllardır ve günümüzde acımasızca sürdürdüğü hiç bir savaşı kazanamamıştır. Öncelikle İnsanlık adına kendi tarihine bir utanç vesikası daha eklemiştir. Binlerce bebek binlerce kadın, yaşlı, genç sivilin kanı bu vesika’nın mürekkebi olmuştur. Asla ve asla kazanamayacak ve kaybedecektir. Tarih boyunca hiçbir soykırımcı ülke kendi çocukları dâhil hiçbir ülkenin yüzüne bakamamıştır. İsrail çok değil bundan kısa bir süre sonra yeryüzünde bütün insanlık ailesi tarafından daima bu suçları yüzüne haykırılan terörist bir ülke ilan edilecektir. Katletmiş olduğu Filistinlilerin acıları Filistin halkı tarafından asla unutulmayacak çekilen acılar nesiller boyu “Özgür Filistin Devleti” kurulana kadar Filistin direnişini canlı tutacaktır.
İsrail, “Batı Uygarlığının” çöküşünün son halkasını tamamlamıştır. Ahlakî değerlerin olmadığı hiçbir uygarlık ayakta kalmamış ve haklı nedenlere dayanmayan hiçbir savaş başarıyla sonuçlanmamıştır.
Sakarya Savaşı sırasında “Vatanın her karış toprağı, vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz” diyerek vatan toprağının önemini vurgulayan Atatürk şu önemli gerçeğinde altını çizmiştir: “Savaş zaruri ve hayati olmalıdır. Milletin hayatı tehlikeye maruz kalmadıkça savaş bir cinayettir”.
Atatürk’ün anlatmak istediği ancak vatan müdafaası için savaşın meşruiyetidir. İsrail’in yayılmacı politikası ve binlerce yıl öncesinin insanlıktan hesabını sorması; bir cinnet halinin kendi halkına ve diğer devletlere kabul ettirme çılgınlığıdır. Elindeki teknolojik imkânlar ABD ve Avrupa’nın desteği ile kurulduğu günden beri onu Orta Doğu’nun şımarık çocuğu haline getirmiş bu şımarıklık masum insanların kanıyla beslenmeye başlamış ve devam etmiştir.
İsrail’in tüm vahşiliğine ve şımarıklığına 7-8 yaşlarında Filistinli bir kız çocuğu şu cevabı vermektedir. Bu cevap yeryüzünün tüm silahlarından daha güçlüdür ve İsrail yenilmiş ve ebediyen savaşı kaybetmiştir:
“Ruhumun son damlasına kadar topraklarımızda kalacağım/ Son nefesime kadar/ Son nefesimi verip boğulup ölünceye kadar/ Sonra kendi toprağıma gömüleceğim/ Topraklarımızın bitkilerinin altına gömülmek/ Kendi topraklarıma dikilmek istiyorum”.
Gazeteci soruyor “yani vatanı terk etmeyeceksin?”
“Asla”
Gazeteci: “Üşüdüğünüz ve belki de aç olduğunuza ayrıca ilaç olmadığı ve durum gerçekten zor olduğu halde ayrılmak istemiyor musunuz?”
“Evet ayrılmayacağız. Biz burada kalacağız”
Gazeteci: “Filistin’i bu kadar seviyor musun?”
“Evet bu kadar” Filistinli çocuklar burayı terk etmeyecek”
Marş’ta dediği gibi “benim kanım Filistin kanıdır” ve “ben” benim kanım Filistin kanı”
Yeryüzünde Bu Cümleleri Yenebilecek Bir Tek Nükleer Silah Yoktur. Bir Kelam Masumların, Çocukların Ve Annelerin Ağzından Haykırılıyorsa Onun Semi (İşiten, Duyan), Basar (Gören) Ve Kelam (Söyleyen)’ı Allah’tır.
“Filistinli bir anne savaş uçaklarının sesleri arasında çocuklarla şarkı söylüyor” “sağlık personeli yaralı kurtarılan bebeği güldürmeye çalışırken gözyaşlarını tutamıyor”. Bunlar beşeri davranış ve sıfatların Yaradan’la buluştuğu “Sidre-i Müntehâ”dır. Son noktadır. Son çizgidir.
İsrail’in Filistin’de, Lübnan’da insanları yok edici savaşın en ağır bedelini çocuklar ve anneler ödüyor. Bununla birlikte babasının omzunda üç yaşında bir çocuk “FİLİSTİN’E ÖZGÜRLÜK” diyorsa İsrail her zaman kaybetmeye mahkûm demektir.