5.9 C
Kocaeli
Cuma, Kasım 14, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 88

Durmadan Düşün!

     “Nereden?” “Nereye?” “Necisin?” diye

     Bir sor kendine.

     Üç sualin cevabı olsun, çare derdine.

     Düş; yolların, ömrünce en sâlimine.

     Yap görevini, artık karışma gerisine.

     Üç müşkil soruyu cevaplaman için,

     Niçin unuttun geldiğini, cihana niçin?

     “Küntü kenzen mahfiyyen…” e,

     “Ben gizli bir hazîne idim…” diyene

     Olmuşken en lâyık bir muhatap;

     Vermeye çalış buna, uygun bir cevap.

                                   x    

     107 milyon sperm / meni var, 2 milimetre menide!

     Herbiri, tam bir insan olabilecek kıvamda!

                                   x

     Hafızan hiç doluyor mu? Ne gezer!

     Hayalin doyuyor mu kurmaya, neler neler?

     Tefekkür, tasavvur dağarcığını var mı dolduran?

     Ortada bir tecellî var sadece, durmadan doğan!

     Yer işgali yok? Mekân yok! Öyleyse konan nerede?

     Madde olmayana, madde olmuş perde!

                                   x

     Hemen, daima düşün dur!

     Gerçeğe giden yol, ancak budur.

                                   x

     Hiç incir ağacı görmemiş birine, toplu iğnenin ucu kadar, yani bir nokta gibi olan çekirdeğini göstererek: “Gördüğün çekirdeğin içinde, açıldığı takdirde; 20 metre boyunda, dal ve budaklarıyla 15 metre eninde, sayısız dalları, yaprakları ve bal gibi tatlı meyveleri bulunan koca bir ağaç var!” desek, ondan: “Bu kadar da palavra atılmaz ki, hiç olacak şey mi Allahaşkına!” gibi bir cevap alırız herhalde.

                                                               x     

     Farklı numaralı gözlük kullananlar, aynı şeye baktıklarında farklı netlikte görüş sahibi olurlar. Demek ki, bir şeyin zâtında / bizzât kendisinin doğru olması başka, hâlin durumuna göre, bir görüntü vermesi başka bir şey. Demek ki, bakanların göz durumuna, fikir yapısına göre; görüş, algılayış ve içselleştirmeleri aynı şey karşısında değişik oluyor. Üstelik, her bakanın gördüğü; farklı olabildiği gibi, her bilenin de, biliş ve anlayışları başka  başkadır.

                                                               x

     Atasözleri ve vecizelerimizin her biri, asırların süzgecinden geçerek bizlere ulaşabilmiş, baha biçilmez birer manevî söz hazineleridir.

     Sadece bunları bilmek bile, yol yordam arayanlara; yanıltmaz çözümler, şaşırtmaz bakışlar, pişman etmez tatbik edişler sunar.

     Siyasîlere yol gösterici olur. İdarecileri anlayış sahibi kılar. Öğretmenlere gönül açış sırlarını bahşeder. Ana-babalara terbiye ediş tarzlarını hatırlatır.

     Evet, kalplere işleyici, tatbikleri mümkün; öyle atasözlerimiz var ki, yalnız bunları uygulamak bile, insanı hayatta başarılı kılmaya yetecek seviye ve düzeydedir.

                                                               x

      “Allah’ın yeni yaratılışlarda bulunması,       İnsandan ümit kesmediğinin bir delilidir.”   

Türk Dili Sevdâlısı Dr. Yesevîzâde Şâkir Alparslan Yasa

ile Türkçe hakkında konuştuk.

Oğuz Çetinolu: Türk dilbilgisi kaidelerine aykırı olarak üretilmiş veya âmiyâne tâbirle ‘uydurulmuş’ kelimelerle ilgili görüşlerinizi lütfeder misiniz?

Dr. Yesevîzâde Şâkir Alparslan Yasa: Muhakkak ki her dilin yeni mefhûmlar için yeni kelimeler türetmeye ihtiyâcı vardır. Fakat her biri müstakil, kapalı bir sistem teşkîl eden diller bunu kendi mantıklarına, kendi kaidelerine göre yaparlar. Bu kaidelere göre teşkîl edilmiyen kelimeler -lisâniyatta- “Uydurma” veyâ “Barbarca” (Fransızcadaki “barbarisme” tâbirini bu sûretle Türkçeleştiriyoruz) kabûl edilirler. Her dilin bekçileri mesâbesinde olan dilciler, edîpler veyâ o dilin her bir konuşanı bu çeşit kelimelere karşı müteyakkızdır ve onların yaygınlaşmaması için karârlılıkla mücâdele ederler. Zîrâ bunlar, dilin mantığını, bünyesini bozar ve onu keşmekeşe, binâenaleyh tereddîye sürüklerler. Bâzan böyle kaide hârici bir kelime, muhtelif sebeplerle yaygınlaşır ve “galat-ı meşhûr lûgat-i fasîhden evlâdır” kaidesince umûmî kabûl görür. Şu var ki bu ameliye isimsiz bir şekilde bütün bir halkın eseridir ve bu çeşit kelimeler istisnâî kalırlar veyâ hiç olmazsa nâdirattandırlar.

Hâlbuki Türkiye’de, 1930’lardan îtibâren, iktidâr gaasıbı bir zümre, kasd-ı mahsûsa ile Uydurma veyâ Barbarca kelime îmâline yönelmiş ve bu yolla yeni bir Resmî Dil ihdâs etmiştir. İşte Milletimiz için tahammül edilmez olan, onun dili üzerinde bu şekilde sû-i niyetle ve cebren tasarruf edilmesidir. Dilimize bu gayr-i meşrû müdâhalenin başlıca gayesi de, kimisi için hâinâne sâiklerle, kimisi için de anlaşılmaz bir eziklik hâlet-i rûhiyesiyle, Türkçeyi Fransızcalaştırmak, yâni hem türetme kaideleri, hem kelime hazînesi, hem zevki, hem de cümle kuruluşu bakımından olabildiğince Fransızcaya benzetmektir. Hâinâne sâiklerle hareket edenleri tesbît, teşhîs ve kendileriyle -meşrû vâsıtalarla- mücâdele lâzımdır. Eziklik hâlet-i rûhiyesiyle davrananları ise îkaz ve şuûrlandırmak iktizâ eder. Onlara hitâben bizim ezcümle söyliyeceğimiz şudur: Hem medeniyet, hem insanlık bakımından târihe şân veren ve insanlığın bin küsur senedir gidişâtı üzerinde müessir olan Türkler gibi büyük bir millete mensûb olan bir ferdden, asırlardır dünyâya kan kusturan şu Avrupalılar karşısında eziklik hissine kapılmak şöyle dursun kibirli olmak beklenir ve buna rağmen, bir Türk, dîğer insanlara karşı mütekebbir davranmıyorsa, bunun sebebi, ancak Müslüman fazîletine sâhib olmasıdır.

Çetinoğlu: Bu kelimeler nasıl oluyor da kısa zamanda ayrık otu gibi Türkçemizi sarıyor?

Dr. Yasa: Barbarca kelimelerin “ayrık otu gibi sür’atle Türkçeyi sarmasının” esâs sebebi, 1930’lardan îtibâren cebren ve hîleyle ve (maâriften matbûata, kanûn diline kadar) her çeşit vâsıtaya mürâcaat ederek bu kelimelerin halkımıza dayatılması, ana mektebi sıralarından başlıyarak Milletçe hepimizin Resmî Temessül İdeolojisi (RESTİ) tarafından bir beyin yıkama ameliyesine tâbi tutularak bu kelimelerin ve daha umûmî olarak “Yoztürkçe” diyebileceğimiz uydurma Resmî Dilin bize zoraki benimsetilmesidir.

Dikkat edilirse, Târihî Türkçemizin asıl kırılma noktasının 27 Mayıs Balyoz Darbesi olduğu görülür. Yeni Esâs Kanûn “Yoztürkçe”yi Devlet Dili yapmış, 12 Eylûl Balyoz Darbesi de aynı vetîreyi daha ileri bir merhaleye ulaştırmıştır. Meş’ûm 12 Eylûl Darbesine kadar memleketimizde hâlâ uydurmacaya şuûrla mukavemet eden geniş bir milliyetçi zümre mevcûddu; hayfâ ki İhtilâl sonrasında bu zümre küçük bir ekalliyet hâline gelmiştir!

Çetinoğlu: Dilin, kültürün teşekkül etmesi, kültürün de insan topluluklarını millet hâline getirmesindeki rolü nedir? [Bu çerçevede] bu kelimelerin kültürümüz üzerindeki zararları hakkında neler söylemek istersiniz?

Dr. Yasa: İçtimâiyatçıların umûmiyetle kabûl ettikleri ve UNESCO öncülüğünde imzâ edilen mukavelelerde de têyid edildiği vechiyle, “kültür”ü, biz de, bir beşerî topluluğun nesilden nesle aktarılan muayyen düşünüş ve davranış şekilleriyle bunların maddî tezâhürleri şeklinde târif ediyoruz. Bu düşünüş ve davranış şekillerinin başlıca iki unsuru dil ve dîndir. Dil, zâten dîğer kültür unsurları için de cârî olduğu üzere, hem -uzun bir târihî süreç içinde- bir topluluğun eseri olarak ortaya çıkar, hem de o topluluk üzerinde müessir olur. O, kendisine vücûd veren ve şekillendiren topluluğun aynasıdır. Bir dili tedkîk ederek, onu yoğuran topluluğun zihniyetini ve târihî mâcerasına -büyük ölçüde- anlamak mümkündür. Aynı şekilde, millet de bir kültür topluluğundan ibârettir. Onda ırkın, soy-sopun, sülâlenin, akrabâlığın rolü, bunların kültürü nesilden nesle aktarmak için en tabiî vâsıta olmasından ibârettir; yoksa millî râbıta ile ırkî râbıta aynı şey değildir. Bu ilmî hakîkati, rahmetli Ziyâ Gökalp de çok isâbetle tesbît etmiş ve Türkçülüğün Esâsları’nda, Türk köylüsünün de, “dili dilime uyan, dîni dînime uyan” düstûruyla ilmî bir milliyet anlayışını dile getirdiğini kaydetmiştir.

Binâenalyeh millet, milliyet zâten kültürden ibârettir ve kültürün de başlıca iki unsurundan biri dildir. Nasıl ki bir topluluğun dînî anlayışı bozulduğunda milliyet şuûru da bozulursa, aynı şekilde dili bozulduğunda milliyeti de çözülmeye başlar.

Bir milletin dili, onun sâdece yaşıyan nesillerine değil, bunlarla berâber geçmiş ve gelecek nesillere de âiddir. Öyleyse hiçbir neslin dil üzerinde kendi başına istediği gibi tasarruf hakkı yoktur. Her nesil ecdâdından devraldığı dili hassâsiyetle korumak ve sâdece yeni ihtiyâçlara, yeni gelişmelere binâen onu daha da inkişâf ettirerek müstakbel nesillere devretmekle mükelleftir. Aksi takdîrde nesiller arasındaki râbıta kopar ve yeni nesiller artık atalarının mensûb olduğu millete mensûb olamazlar.

Tek kelimeyle, dil üzerinde keyfî tasarruf, dille oynama, onu yoğuran milletin canına kasdetmektir.

Çetinoğlu: Türk Dil Kurumu, Türkçenin yozlaşmasını önlemede tesirli olabiliyor mu? Nasıl veya Neden?

Dr. Yasa: Dil Kurumu’nun esâs kuruluş maksadı, Târihî Türkçenin -büyük bir kısmı İslâm medeniyeti kaynaklı olan- kelimeleri yerine, onu Fransızcaya benzetecek şekilde yeni kelimeler îmâl etmekti. Yâni Târihî Türkçenin yerine Fransızcaya benzer yeni, sun’î bir dil ikame etmek… Dil İnkılâbı denilen şey bundan ibârettir. Nasıl ki Târihî Yazımız yerine Latin Yazısı ikame edilip buna Harf İnkılâbı denmiştir… Yine aynen kıyâfet inkılâbı, hukuk inkılâbı gibi… Dahası, tam bir şahsıyetsizlik, tam bir maymun tavrı içinde Avrupa’nın her şeyi kopya edilip mürâice bunların “Türk yazısı”, “Türk kıyâfeti”, “Türk hukuku”, “Türk mûsıkîsi”, ilh… olduğu iddiâ edildiği gibi, Fransızcaya benzer bu uydurma resmî dil de “Öztürkçe” olarak kabûl ettirilmiye çalışılmıştır. Yâni Eski Anadolu Türkçesinin asırlar boyunca tekâmülüyle teşekkül eden o cânım İstanbul Türkçesi hâlis Türkçe değilmiş de, bunların uydurma, sun’î, Frenk mukallidi dili “Öztürkçe” imiş! İşte Türkçeye yönelik bu korkunç tahrîb faâliyetinde Dil Kurumu’nun rolü birinci derecededir.

Mâmâfih, Dil Kurumu, bu tahrîbkâr faâliyeti yanında Türk diline ve Türk edebiyâtına âid yüzlerce pek kıymetli eser neşrederek Millî Kültürümüze büyük hizmetlerde de bulunmuştur. Ayrıca, son senelerde, Uydurmacılığın öncüsü olma rolünü terk ettiği müşâhede edilmektedir. (Şu var ki şimdilerde, sârî, yaygın bir hastalık hâlinde, başta akademisyenler, yazarlar, mütercimler olmak üzere herkes kelime uydurmaktadır…) Hâl-i hâzırdaki Dil Kurumu Başkanı gayet şuûrlu bir Türkçeci olarak bilinmektedir. Lâkin bütün Devlet imkânlarını arkasına alarak pek kuvvetli bir cereyân hâlinde sürüp giden “Öztürkçecilik”le başa çıkabilmek için her kesimden milliyetçilerin (yâni Türk milleti, Türk kültürü âşıklarının) seferber olarak aksi istikamette daha kuvvetli bir cereyân meydana getirmelerine ihtiyâç vardır.

Çetinoğlu: Türk Dil Kurumu’nun neşrettiği lügatleri nasıl buluyorsunuz?

Dr. Yasa: “Türkçe Sözlük” ve ihtisâs lûgatleriyle (“biyoloji”, “matematik”, “ekonomi sözlükleri” gibi) “Yoztürkçe”ye hizmete devâm ettiği gözlenmektedir. Bu lûgatler, baştan sona Uydurmaca kelimelerle doludur. Hâlbuki bu lûgatlerde hiçbir uydurma kelimeye yer verilmemesi, aksine bunların bir “Barbarca-Türkçe Lûgat” veyâ her lûgatte bu başlık altında bir bölümle Türkçe mukabilleri gösterilerek teşhîr edilmesi, kara listeye alınması ve vatandaşlarımızın bunları kullanmaktan caydırılmaya çalışılması iktizâ ederdi.

Ayrıca, Dil Kurumu’nun “Türkçe Lûgat”i, lûgat tekniği bakımından da pek kötüdür, hatâlarla mâlûldür. İki misâl vereyim: “Tercüme” ne demektir diye lûgate mürâcaat ettiğinizde, “harfiyen tercüme” anlayışı üzerine kurulu tipik “Öztürkçeci” zihniyetiyle “çeviri” kelimesine yönlendirilmektesiniz; pekâlâ bâri bu yanlış kelimeye bakarak tercüme vâkıasını anlamaya çalışalım diyerek o kelimenin îzâhatını okuduğunuzda, bu sefer de “tercüme” kelimesine yönlendirilmektesiniz! Hâlbuki bir lûgatte bir kelime, karşısına gûyâ anamdaşı olan bir başka kelime konularak îzâh edilemez; o kelimenin, alâkalı mütehassıs tarafından yapılacak “efrâdını câmî, ağyârını mânî” bir târifinin o maddede yer alması ve örnek cümlelerle de onun nasıl kullanılacağının gösterilmesi lâzımdır. Bu bakımdan, Fransızların Le Petit Robert’i dört dörtlük bir lûgattir ve biz eskiden beri lûgatçilerimize onu kendilerine nümûne-i imtisâl almalarını tavsıye edegelmişizdir.

Dîğer bir misâl de, “mübâdele” kelimesinin “Türkçe Sözlük”teki gûyâ îzâhıdır. Bu lûgat, bu mefhûmu, “değişim, takas, trampa, değiş-tokuş” mefhûmlarıyle karıştırarak tamâmen mânâsız hâle getirmiştir. Uzun uzadıya îzâhatına girmeden Fransızcayla mukayese ederek şu kadarını söylemiş olalım: “Mübâdele”, “échange” karşılığıdır. İktisâddaki “échange en nature” “aynî mübâdele”, “échange monétaire” “nakdî mübâdele”dir. Bunlardan birincisi Fransızcada ayrıca “troc”, Türkçede “takas veyâ trampa” tâbir edilir ve çocuk diline âid olan “değiş-tokuş” da ilmî bir ıstılâh olamaz. “Değişim”e gelince, o (sayacaklarımızın tıpatıp hiçbirisi olmaksızın) “tahavvül”, “tebeddül”, “istihâle”, “inkılâb” gibi mefhûmlarla alâkalıdır ve Fransızcada daha ziyâde “changement” kelimesinin karşılığıdır. Bu arada şu husûsa da dikkat çekmiş olalım ki bütün bu kelimelerden her birinin de birçok farklı mânâsı ve kullanılışı vardır. Binâenaleyh bu kelimelerden her birinin karşısına bir uydurma kelime koyarak onu ifâde etmiş olmazsınız ve ayrıca, bunu yaptığınız zaman, her kelimenin, târihî seyir içinde kazandığı derin mânâları, çağrıştırımları (“connotation”lar) ve onlarla berâber Milletin târihî hâfızasını da yok etmiş, Millî Kültürü fecî şekilde budamış olursunuz. Meselâ Târihî Türkçenin “hayât” kelimesine mukabil uydurulan “yaşantı” ve “yaşam”ın hayâtla ne alâkası vardır? Birincisi, fiilden isim yapan -tı eki kelimeye küçüklük mânâsı veyâ değer düşürücü bir mânâ kazandırdığı için ancak kötü bir hayâtı ifâde edebilir: “Şu bizimkisi hayât değil, yaşantı be birâder!” gibi. Yine fiilden isim türeten –m ekiyle teşkîl edilmiş ikincisi ise, doğum, ölüm, yudum misâllerinde görüldüğü üzere, bir hamlede yapılan bir işi veyâ onun netîcesini ifâde ettiği için, aslâ “hayât” kelimesinin karşılığı olamaz. Hele bir de “hayât” kelimesinin târihî süreç içinde kazandığı farklı mânâlar ve onunla yapılmış tâbirler, atasözleri düşünülürse… “O, hayâtına girince, hayâtının seyri değişti ve hayâtı başka bir mânâ kazandı.” “Hayâtının baharında ölümcül bir hastalığa yakalandı.” “Ben ilmî araştırmalarımla hayât buluyorum.” “Hayâta gözlerini yummak”, “hayât pahalılığı”, “sâat beşte kampüste hayât durmak”, “hayât felç olmak”, “hayât-memât mes’elesi”, “Hayâtım!”, ilh…

Çetinoğlu: Neden Böyle oluyor?

Dr. Yasa: Dil Kurumu’nun, artık Uydurmacılığın öncülüğü rolünü terk etmiş olsa dahi, lûgatlerinde -maatteessüf- Barbarca kelimelere yer vererek onları resmî dil planında meşrûlaştırmasının ve bu sûretle daha da yaygınlaşmalarına âlet olmasının başlıca sebebi, Kültür Bakanlığı’nın 1.  Türk Dili Kurultayı’nda resmen benimsenen şu sakîm anlayıştır: “Yapıca ve anlamca bozuk olan terimlerden tutunmuş, benimsenmiş ve dilde yer etmiş olanları birer galat örnek sayarak bunlara dokunmamak”… (Hamza Zülfikâr, Terim Sorunları, 1991: 18) Hâlbuki bunlar ne halkın galatlarıdır, ne de dilde her nasılsa yaygınlaşmış tek tük örneklerdir. Bunlar, resmî kültür jenosidi siyâsetinin bir tezâhürü olarak cebren ve hîleyle yaygınlaştırılmış ve Türkçenin irsiyetini (“génétique”), bünyesini bozan, Türkçeyi tabiî inkişâf  mecrâından çıkarıp tereddî ettiren kelimelerdir. Binâenaleyh ne kadar şüyû bulmuş olurlarsa olsunlar, kat’iyen meşrû kabûl edilemezler! Bunlar, Türkçenin ayrık otlarıdır ve onları tek tek ayıklıyarak Türkçeye resmî dil planında da tekrâr hayât vermek lâzımdır. (“Yaşam” vermek değil!)

Çetinoğlu: Batı dillerinden gelen yabancı kelimeler baş tâcı edilirken, Farsça ve Arapça kelimelerin Türkçeden kovulması hakkında neler söylemek istersiniz?

Dr. Yasa: Bu tavır, tamâmen ideolojiktir ve yerine göre taassub, cehâlet, sû-i niyet veyâ marazî bir rûh hâlinin mahsûlüdür.

İdeolojik kasıd, husûsen 1930’larda ortaya çıkmıştır. Esâs mayası, Türkçe ve Türk târihi kadar Müslümanlık olan Milletimizin hayâtından İslâm bütünüyle kovulmak ve yerine tamâmen materyalizm, şahısperestlik ve Frenk kültürü ikame edilmek istenmiştir. Yâni bahis mevzûu olan topyekûn bir kültür jenosidir. Dikkat edilirse, ısrarârla ve istikrârlı bir şekilde hep İslâm Medeniyeti kaynaklı kelimeler Resmî Dilden tasfiye edilmeye ve yerlerine, ya Frenkçeleri, ya da onlara benzer Uydurmacaları ikame edilmeye çalışılmaktadır. Bu bir Devlet projesidir ve proje, 1930’lardan beri (1950-1960 devresi bir dereceye kadar istisnâ edilirse) aksamadan yürütülmektedir. Bu husûsları hem Türkçenin Istılâh Mes’elesi’nde, hem de Milletimize Revâ Görülen Kültür Jenosidi’nde bütün delîlleri ve tafsîlâtıyla îzâh ettiğimiz için üzerinde daha fazla durmayı zâid addediyoruz.

Bâzıları da bütünüyle dilimizin malı olmuş, dilimize zenginlik ve güzellik katmış, gönüllü ve hazmedilmiş bütün bu kelimeleri dilden ayıklamayı milliyetçilik îcâbı zannetmektedir. Hâlbuki İslâmsız bir Türklük düşünülemiyeceği gibi İslâm Medeniyeti kaynaklı kelimelerden ayıklanmış bir Türkçe de düşünülemez. Zîrâ böyle bir sun’î dil, ecdâdımızla aramızdaki râbıtayı koparır ve bizi köksüz, şekilsiz, şahsıyetsiz, kolayca Avrupa’ya temessül edecek bir kitle, âdeta bir sürü hâline getirir. Nitekim, Milletimizin büyük bir kesiminin bu hâinâne siyâset netîcesinde Avrupa’ya temessül ettiğini esefle müşâhede ediyoruz. Bu resmî, bu Avrupacı siyâset sâyesinde, içimizden, aynen İsmet İnönü’nün ifâde ve temennî ettiği gibi, Avrupalılardan hiçbir farkı kalmamış geniş bir kesim çıkarmışlardır. Yanlış bir milliyetçilik anlayışıyla hareket eden kesim şu hakîkati idrâk etmeli ki bugün dîğer Türk topluluklarıyla da aramızdaki dil bağı, Eski Türkçeye dayanan kelimelerden ziyâde İslâm Medeniyeti kaynaklı kelimelerle kurulmaktadır.

Çetinoğlu: Yapılanlar sizce ne mânâ ifâde ediyor?

Dr. Yasa: Sû-i niyet ise, bilhassa Sabataî, Mason, Avrupaperest ve Şahısperest zümre için bahis mevzûudur. Bunlar sırf Türk milletini benliğinden koparıp laik ve emperyalist Avrupa’nın kuyruğuna takmak için bile bile böyle bir proje geliştirmişler, böyle bir harekât planlamışlardır. Bu zümre için sayısız isim arasından sâdece Tekinalp, mâhut adam ve İbrahim Necmi Dilmen’i hatırlatmakla iktifâ ediyoruz.

Çetinoğlu: Sebep nedir?

Dr. Yasa: Marazî bir rûh hâli… Ne kendi milletini ve Millî Kültürünü, ne de Avrupa’yı ve Dünyâ târihini lâyıkıyle tanımıyan bir zümrenin Avrupa karşısında kapıldığı aşağılık kompleksi, eziklik hissiyle ortaya çıkmaktadır. Hâlbuki maddiyat ağırlıklı Avrupa Medeniyetinin üstünlüğü, hem kısmî, hem de muvakkattir. Kısmîdir, zîrâ mânevî derinlikten mahrûmdur ve bu bakımdan insanoğlunu sığ bir mahlûk hâline getirmektedir. (Buna mukabil İslâm Medeniyeti, madde-mânâ, dünyâ-âhiret muvâzenesi üzerinde yükselir ve bu haseple insanı daha fazla mes’ûd etmeye kabiliyetlidir.) Muvakkattir, zîrâ Avrupa’yı bize üstün kılan ilmî zihniyet ve usûlün, müsbet ilimlerin kaynağı İslâm Medeniyetidir ve biz bu planda da aslımıza rücû ettiğimiz zamân sür’atle Avrupa’yla maddeten de yarışabilecek hâlâ geleceğiz.

Çetinoğlu: Teşekkür ederim Alparslan Bey, Cevaplandırmanızı isteyeceğim pek çok soru var. Başka bir röportajda inşallah… 

Dr. ŞÂKİR ALPARSLAN YASA:      1949 senesinde Şanlıurfa’nın Bozova kazâsında doğdu. Babası Hokand’lıdır ve Hoca Ahmed Yesevî sülâlesindendir.      1967-1973 senelerinde Millî Eğitim Bakanlığı burslusu olarak ve iktisâd tahsîli maksadıyle Fransa’da bulundu. Tahsîlini tamâmlıyamadan Türkiye’ye döndü. Avdetinde Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne (SBF) kaydolduğu hâlde o anarşi senelerinde yine tahsîlini yarım bırakmak mecburiyetinde kaldı. Bu arada, Yesevîzâde imzâsıyle, mecmûa ve gazetelerde makaleler ve tedkîk yazıları yazdı.      Anarşi mağdûrları için çıkarılan aftan istifâde ederek, 1992-1993 öğretim yılında SBF’ye tekrâr kayıt yaptırdı ve 1998 senesinde İktisâd Bölümünden mêzûn oldu. Hâcettepe Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümünde kabûl edilen tezi ile ‘Doktor ’ unvanını aldı. Aynı üniversitede Fransızca Mütercim-Tercümanlık Anabilim Dalında Araştırma ve sonra Öğretim Görevlisi olarak on dört sene ders verdi, 2013 senesinde yaş haddinden emekliye sevk edildi. 2015 Ocağında Yrd. Doç. unvanıyla Abant İzzet Baysal Üniversitesi Gazetecilik Bölümüne tâyin edildi.      Tercüme sâhasıyle alâkalı ve muhtelif akademik mecmûalarda neşredilmiş -bâzıları kitap hacminde-  18 makalesi, tercüme kitapları, milletler arası sempozyumlarda sunduğu teblîğleri, değişik tercüme kitaplar hakkında hakem raporları bulunmaktadır.  Şâkir Alparslan Yasa; evli, 2 çocuk babasıdır.  YAYINLANMIŞ ESERLERİNDEN BAZILARI: Sevgi Peygamberi: (1996), Türk Eğitim Sistemi / Alternatif Perspektif: Türkiye Diyânet Vakfı Yayını. (Heyet azâsı olarak, 1996), Kamu Harcamalarında Etkinlik ve Parlamenter Denetim: (Fransızcadan izahlı tercüme, T.C. Sayıştay Başkanlığı Yayınları, 2002), Türkçenin IstılâhMes’elesi ve İdeolojik Kaynaklı Sapmalar: Kurtuba Yayınları, 2013), Türkçenin İnkişâfı İçin Tercüme:  (Hitabevi Yayınları, 2014), Milletimize Revâ Görülen Kültür Jenosidi (2014)

Kefir’deki Vatan Yahut Kefir’in Kökeni[1]

Doğu Türkistan’da 3.600 yıllık mumyaların baş ve boyunlarına yerleştirilen gizemli beyaz madde, dünyanın bilinen en eski peyniri çıktı[2].

            Özet

            Türklerin 5000 yılı öncesinden beri kullandıkları sütün fermente ürünü olan kefir birçok hastalıklara iyi gelmekte ve insan sağlığına katkıda bulunmaktadır. Kökeni Kafkaslara uzandığı bilinen kefirin 3500 yıl önce Çin’de ortaya çıktığı Çin Bilimler Akademisi Akademisi’nden Quiaomei Fu tarafından ifade edilmiştir. Bu çalışmalarda dikkat edilmesi gereken en önemli nokta ise kefirin bulunduğu mumyanın Batı Çin’in Xinjiang (Sincan)  bölgesi olduğudur. Sincan, Çinliler tarafından çoğunluğu Uygur Türklerinden oluşan Doğu Türkistan’a verdikleri bir sömürge ismidir.

Türkler ayranı, yoğurdu, baklavayı vd. Yunanlılara; döneri Almanlara kaptırdıkları gibi şimdi de kefiri Çinlilere vermenin eşiğine gelmişlerdir. Çok az bir tarih bilgisi, coğrafya yahut Türk dilleri analizi böyle problemleri çözebilecek kabiliyet zenginliğine sahiptir. Bu çalışmada kefirin Türkler tarafından insanlığın beslenme kültürüne armağan edildiği anlatılmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Kefir, Doğu Türkistan, Kafkasya

ABSTRACT

Kefir, a fermented milk product used by Turks since 5000 years ago, is good for many diseases and contributes to human health. It is stated by Quiaomei Fu from the Chinese Academy of Sciences that kefir, whose origins are known to be in the Caucasus, emerged in China 3500 years ago. The most important point to note in these studies is that the mummy in which kefir was found was from the Xinjiang (Xinjiang) region of Western China. Xinjiang is a colonial name given by the Chinese to East Turkestan, which is mostly composed of Uyghur Turks.

Just as the Turks lost ayran, yogurt, baklava, etc. to the Greeks and döner to the Germans, they are now on the verge of giving kefir to the Chinese. A very little knowledge of history, geography or analysis of Turkic languages ​​has the ability to solve such problems. This study explains that kefir was presented to the nutritional culture of humanity by the Turks.

Keywords: Kefir, East Turkestan, Caucasus

Kefirin Tanımı

Türk Gıda Kodeksi Fermente Sütler Tebliği‟ne göre kefir; laktik asit bakterileri, asetik asit bakteri ve torula mayalarını içeren kefir danelerinin sütü fermanstasyonu ile elde edilen içilebilir kıvamındaki ürünüdür[3]. Kefir kelimesinin, iyi hissetme, iyi yaşama anlamına gelen Keif-Keyif kökünden türediği düşünülmektedir Kefir, kephir, kefyr, kiaphur, kefer, kipi, knapon ve kippi gibi farklı isimlerle de bilinmektedir[4] Türk Gıda Kodeksi Fermente Sütler Tebliği’nde (2009/25) kefir, “Fermentasyonda spesifik olarak Lactobacillus kefiri, Leuconostoc, Lactococcus ve Acetobacter cinslerinin değişik suşları ile laktozu fermente eden (Kluyveromyces marxianus) ve etmeyen mayaları (Saccharomyces unisporus, Saccharomyces cerevisiae ve Saccharomyces exiguus) içeren starter kültürler ya da kefir tanelerinin kullanıldığı fermente süt ürünü olarak tanımlanmaktadır[5].

Fermente süt ürünleri içinde yoğurttan sonra önemli bir yer tutan ve herkes tarafından beğenilerek tüketilen diğer bir ürün olan kefir gerek içermiş olduğu bileşenler, gerekse fermantasyon aşamasında oluşan yeni bileşenler sayesinde insan sağlığı üzerine olumlu etkilere sahiptir. Kullanılan sütün özelliği, yapım metodu, kullanılan kefir kültürünün mikrobiyal florası, fermantasyon şartları, muhafaza şartları ve süresine bağlı olarak kefirin bileşiminde değişiklikler görülebilir. Son yıllarda yapılan çalışmalarda kefirin insan sağlığına olan faydalarının arttırılması amaçlanmıştır. Fermente süt ürünleri içerisinde önemli bir yeri olan ve aynı zamanda probiyotik özelliğiyle dikkatleri çeken kefir, başta gastrointestinal etkileri olma üzere, kroner kalp rahatsızlıkları, antimikrobiyal, antitümör, antikarsinojenik, antialerjik etkiler ve astım etkilerinin azaltılması, bağışıklık sisteminin güçlendirilmesi gibi bir dizi sağlık faydasıyla ilişkilendirilmiştir[6].

Kefirin Tarihçesi

Bizim geleneğimiz ve geleneksel mirasımız olan kefir, Türklerin 5000 yıl önce buldukları ilk fermente süt içeceğidir. Bugün dünyada yoğurttan sonra en fazla tanınan fermente süt ürünlerinden birisidir. Yeterli ve dengeli beslenmek söz konusu olduğunda özellikle süt ve süt ürünleri, rakipsiz bir gıda olarak karşımıza çıkmaktadır. Geçmişten günümüze uzanan sağlık kaynağı olan kefirin insan beslenmesi üzerinde ayrı bir önemi vardır. Bu önem, kefirin bileşiminde bulunan probiyotik bakteri ve mayalardan ileri gelmektedir. Bu nedenle insanoğlunun biyolojik yapısında ve metabolizmasında kefirin önemi büyüktür. Kefir, eskiden beri bilinen bir içecek olup kökeni Kuzey Kafkaslardır. Kefirin tarihçesi konusunda fazla kaynak bulunmamakla birlikte Kafkaslar‟da yaşayan göçebe halkın serinlemek amacıyla tesadüfî bir şekilde, inek ve keçi sütünü kullanarak ürettikleri düşünülmektedir. Atilla, orduları ile Avrupa’ya yaptığı seferlerinde uzun yola dayanıklı oldukları için at ve keçi götürmeye karar vermiştir. Bu seferler boyunca Türklerin at sütünden kımız, keçi sütünden de kefir yaptıkları bilinmektedir. Bu nedenle Türklerin, diğer ırklara göre daha sağlıklı ve uzun ömürlü, savaşlar esnasında daha kuvvetli oldukları fark edilmiştir. Kefir, bu nedenle artık insanların ilgisini çekmeye başlamış, ürünün yapımında kefir daneleri kullanılmıştır. Ancak bu danelerin nerede ve nasıl oluştuğu bilinmemektedir. Yapım metodunun hiç kimseye verilmediği, eğer verilirse de sihrinin bozulacağı söylendiğinden danelerin kaynağı uzun süre sır olarak kalmıştır[7].

Günümüzde özellikle probiyotik, prebiyotik ve fonksiyonel gıda ürünlerine olan talep giderek artmaktadır (Ender et al. 2006; Gürsoy ve Kınık 2006). Kefir geleneksel olarak, sütün kefir taneleri ile fermente edilmesiyle; endüstriyel üretimde ise, tanelerden elde edilen veya izole edilen mikroorganizmaların starter kültür olarak kullanılmasıyla üretilen fermente bir süt ürünüdür. Kökeni kuzey Kafkaslar olan kefir, yöre halkının tesadüfi şekilde inek ve keçi sütü kullanarak ürettikleri ve serinlemek maksadıyla tüketilen bir içecektir[8].

            Özellikle vurgulamak gerekir ki Kefir Kuzey Kafkasya orjinli fermente bir süt içeceğidir. İnek, koyun ve keçi sütünden minyatür karnabahar görünümündeki kefir granülleri ile yapılan ve laktik asit ile etil alkol fermentasyonları sonucu meydana gelen bir üründür. Son yıllara kadar kefir yalnızca Doğu Avrupa ve Rusya’da tüketilirken günümüzde A.B.D., Almanya, Macaristan, Polonya, İsveç, Norveç, Finlandiya gibi ülkelerde gittikçe artan miktarlarda tüketilmekte olup, son yıllarda da İngiltere ve Japonya’da etnik bir içecek olarak önem kazanmıştır[9]

Çünkü “1920‟lere gelindiği zaman Rus bilim adamı, probiyotik bakteriler üzerine araştırma yaparken bölgede uzun yaşayan insanların su yerine kefir içtiklerini görür. Kefiri inceler ve sonuçta yoğurtta iki olan probiyotik bakterinin kefirde 25-30 tane olduğunu bulur. Bunun üzerine binlerce ton kefir üretilir. Oradan İskandinav Ülkelerine Avrupa‟ya, Amerika‟ya kadar yayılır. Artık Kafkas dağları orijinli olan ve yüzyıllardır eski Sovyetler Birliği‟nde tüketilen kefir, dünyanın çeşitli bölgelerinde de tanınıp tüketilmeye başlanmıştır. Kefir artık insanlığın vazgeçemediği bir içecek hâline gelmiştir. Kefirin ismi Türkçe‟de hoşa giden “keyf” kelimesinden türetilmiştir”[10].

Kefirin etimolojisine bakıldığında “keyif” ya da “kef” sözcüğünden türediği görülmektedir. Tüketenlerde genel sağlık ve esenlik duygusu vermesi nedeniyle “iyi olma” ya da “iyi yaşamak” anlamına gelmektedir. Geleneksel kefirin uzun bir geçmişi vardır ve yüzlerce yıldır evlerde üretilmektedir. Kefirin ilk tüketildiği yerler Kafkasya, Tibet veya Moğol dağlarıdır. M.Ö. 2000’li yıllarda Kafkas kabileleri için zenginlik kaynağı olarak kabul edilen kefir tanelerinin geleneksel olarak nesilden nesile geçtiği bilinmektedir. Kefir gezginler tarafından on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyılda Avrupa’ya götürülene kadar yaygınlaşmamıştır. Kefir bugün çoğunlukla Rusya’da üretilmekle birlikte Eski Sovyetler Birliği’nin diğer ülkeleri, Polonya, İsveç, Macaristan, Norveç, Finlandiya, Almanya, Çek Cumhuriyeti, Danimarka ve İsviçre’ye de buradan yayılmıştır. Kefir ayrıca Yunanistan, Avusturya ve Brezilya’da da üretilmektedir[11]

Kefir Kalıntısı Xinjiang’(Sincan)Da Değil (!) Doğu Türkistan’da Bulunmuştur

            Boynunda kefir kalıntısı bulunan mumyanın3500 yıl önce Çin’de ortaya çıktığı Çin Bilimler Akademisi’nden Quiaomei Fu tarafından ifade edilmiştir. Bu çalışmalarda dikkat edilmesi gereken en önemli nokta ise kefirin bulunduğu mumyanın Batı Çin’in Xinjiang (Sincan)  bölgesi olduğudur. Sincan, Çinliler tarafından çoğunluğu Uygur Türklerinden oluşan Doğu Türkistan’a verdikleri bir sömürge ismidir.             Araştırmacılar bu önemli hususu gözden kaçırmakta hatta Pekin’deki Çin Bilimler Akademisi Omurgalı Paleontolojisi ve Paleoantropoloji Enstitüsü’nden paleontolog Qiaomei Fu  “Bu eski peyniri ayrıntılı bir şekilde incelemek, atalarımızın diyetini ve kültürünü daha iyi anlamamıza yardımcı olabilir” diyor. “Araştırmacılar ayrıca, L. kefiranofaciens tanelerinin Tibet kökenli olanlara yakın olduğunu belirledi. Bu durum, kefirin Rusya’nın Kuzey Kafkasya dağlık bölgesinden geldiğine dair uzun süredir devam eden inanca gölge düşürüyor” ve “Gözlemlerimiz, kefir kültürünün Tunç Çağı’ndan beri Çin’in kuzeybatısındaki Xinjiang (Doğu Türkistan-Hilmi Özden) bölgesinde korunduğunu gösteriyor” diye eklemektedir. Fu ısrarla Doğu Türkistan ifadesini kullanmıyor. Ayrıca Kafkaslar ve Türkistan’ın kültür kodlarının ortaklıklarından da habersiz olduğu anlaşılmaktadır.

Paleontolog Fu bir anda Doğu Türkistan ve Kafkaslara ait olan binlerce yıllık bu süt ürününü Çin kültür (beslenme) tarihine mal etmektedir. Hâlbuki Uygur Türkçesi ile büyük bir benzerlik arz eden Kafkasya’daki Karaçay-Malkar Türkçesini bilmek kefirin göç yollarını anlamaya yetecektir. Hatta Atilla’nın ordusunda kefirin kullanılması Kafkasya Doğu Avrupa bağlantısını gösterecektir. Bugünkü Macarların atası olan Batı Hunları Atilla’nın ordusuyla Kafkasya’dan birçok kültür unsurunu taşımışlardır. Kafkasya’daki Macar şehirleri de bunun kanıtıdır. Adige dilinde Atilla adını A-ti-tla (hemen hemen aynı) olarak telâffuz ederseniz, Adığece “Yiğidimiz, kahramanımız”[12] anlamını taşıyan bir adının söylenmesi de bir diğer dil-kültür belgesidir. Dolayısıyla Paleontolog Fu araştırmasını disiplinler arası olarak açıklamadığı için yanlış sonuçlara ulaşmıştır.

Aşağıdaki yazı hem Arkeofili[13] de hem de “Herkese Bilim Teknoloji”[14]de Cell” dergisinde özetlenmiştir. Bu yazıdaXinjiang yahut Çin isimlendirmesi yerine Doğu Türkistan denildiğinde makale daha anlaşılır olacaktır:

            3500 Yıllık Kefir Kalıntısı Bulundu

“Kökeni Kafkaslara uzandığı bilinen kefirin, 3500 yıl önce Çin’de de üretildiği ortaya çıktı”.

“Bir mumyanın başında ve boynundan alınan parçalar, kefirin 3500 yıl önce Çin’de üretildiğini kanıtladı. Cell  dergisinde yayımlanan araştırma sonuçlarına göre kefirin Kuzey Kafkasya’dan Avrupa’ya ve diğer bölgelere yayıldığını da kanıtlamış oldu. Ayrıca Batı Çin’deki Xinjiang (Sincan)  bölgesinden, Tibet gibi diğer Doğu Asya’nın içlerine doğru bir yayılım rotasının olduğu da ortaya çıktı.  Fermente olmuş yiyeceklerdeki mikropların sayısı taze yiyeceklere kıyasla 10.000 kat fazla olabiliyor deniliyor makalede. Bazı lactobacillus  türleri gibi probiyotik bakteriler bağırsakların sağlıklı olmasını sağlıyor. Her şeyden önce bağışıklık sistemini güçlendirerek, enfeksiyon ve iltihap riskini düşürürler. Sütün fermantasyonu Hindistan’da İ. Ö. 6000-.4000 yıllarına kadar uzanıyor. Akdeniz Bölgesi’ndeki halk ise İ. Ö.  7.000 yıl kadar önce peynir üretiyordu.

            Pekin Çin Bilimler Akademisi Akademisi’nden Quiaomei Fu  yönetiminde çalışan ekip, Sincan’daki tarım havzasında bulunan mumyaların başında ve boynunda bulunan kefir peynirlerini analiz etti. peynir gibi yiyeceklerin Binlerce yıl Korona gelmesi zordur. kefirli mumyalar 20 yıl kadar önce Sincan’daki Xiaohe Memezaralanında bulunmuştu. Kefir maya ve laktik asit bakterilerini içeren bir Fermantasyon işlemi ile ortaya çıkan yoğurt kıvamlı bir süt ürünüdür ve Tıpkı süt gibi peynir yapımında da kullanılabiliyor.  2021 yılında gerçekleştirilen bir inceleme Xiaohe  mezarlığını inşa eden kişilerin laktoz intoleransı olduğunu göstermişti.

Araştırmacılar laktozun (Süt şekeri) çoğunu kullanan bir süt ürünü yaratmanın insanları sindirim sorunları yaşamadan sütü yiyecek olarak tüketmelerini olanak tanıdığını söylüyorlar. Ayrıca kefir, çiğ süte göre daha uzun ömürlüdür. Teknolojinin gelişmesi bu ilkel kefir peynirinin genetik analizini mümkün kıldı. Buna göre incelenen örneklerden birinde sığır sütü diğerinde keçi sütü kullanılmış. O dönemde kefirin Ortadoğu’da peynir üretiminde uygulandığı gibi inek ve keçi sütünü de karıştırıp karıştırmadıkları anlaşılmamış.

Sütün elde edildiği keçi türü Neolitik sonrası dönemde Avrasya’da yaygın olan keçilerin soyuna uzanıyor. Araştırmacılar Ayrıca çok sayıda mikroorganizmanın, özellikle bakteri ve mantarların genomlarını da çözmüşler. Günümüz kefirinde de bulunan lactobacillus kefirinofacines  bakterisinin kalıtımını inceleyerek de Günümüzde kullanılan bakteri kültürüyle karşılaştırmışlar. Bunlar antibiyotik etkili zehirlere karşı daha iyi savunma yapabildikleri için tarih boyunca uyum sağlamışlardır diyor araştırmacılar. bakterinin hücre duvarına uyumu, olasılıkla onları insan bağırsağıyla daha uyumlu hale getirmiş. İnsanlar belki de daha iyi tolere edilen türleri seçerek evrimsel gelişimi etkilemişlerdi”[15].

Yichen Liu ve arkadaşlarının çalışması Cell dergisinde bütün detayları ile okunabilmektedir. Araştırma büyük bir emek ve bilgi ürünüdür. Bununla birlikte makaledeki coğrafik yerlerin tanımlamalarına dikkat edilmelidir: “Eski fermente süt ürünlerinden elde edilen DNA bilgisi, süt üretimi için hayvanların evcilleştirilmesi ve fermente tekniklerinin geliştirilmesi ve yayılması gibi çeşitli yönlerden geçmiş insan kültürünün ayrıntılarını izlemek için bir vekil görevi görebilir. DNA kanıtlarının özellikleri nedeniyle, bu moleküler veriler geçmiş insan kültürel faaliyetleri hakkında yüksek çözünürlüklü bilgi sağlama potansiyeline sahiptir. Bu amaçla, Çin’in Sincan bölgesindeki Xiaohe mezarlığından üç Bronz Çağı peynir kalıntısı elde edilmiştir. Örneklerde geviş getiren hayvan sütünden elde edilen proteinlerin, laktik asit bakterilerinin ve mayaların varlığı ve bolluğu nedeniyle, bu süt kalıntıları kefir peyniri olarak tanımlanmıştır. Bu yaklaşık 3.500 yıllık kefir peyniri örnekleri, 3000 yıldan uzun süredir korunan birkaç süt kalıntısından biridir ve Bronz Çağı Xiaohe nüfusu tarafından üretilmiştir; bu nüfus karışık yaşam tarzlarına ve tekniklere sahiptir (örneğin çiftçilik, süt üretimi, avcılık, vb.). Ayrıca, erken Xiaohe bireyleri diğer popülasyonlarla çok az genetik etkileşim gösterse de, mitokondriyal veriler Doğu ve Batı Avrasyalılarla maternal bağlantılar olduğunu düşündürmektedir”. Süt ürünlerinden elde edilen keçi DNA’sı Xiaohe ile bozkır nüfusu arasında ilişki olduğunu gösteriyor. Süt üretimi için hangi çiftlik hayvanlarının kullanıldığını araştırmak ve çiftlik hayvanları ile diğer çağdaş evcil hayvanlar arasındaki filogenetik ilişkiyi anlamak için, kefir peyniri örneklerindeki geviş getiren hayvan DNA’sını incelenmiş ve üç örnekte de Bos veya Capra mitokondriyal DNA’sı tespit edilmiştir.

Buradaki gözlem, Bronz Çağı Sincan kefir peynirinin geviş getiren hayvanların sütü kullanılarak kefir üretiminin tarihsel kaydıyla tutarlı olarak sığır ve keçi sütü kullanılarak hazırlandığını göstermektedir. İlginç bir şekilde, sığır ve keçi sütü, Yunan/Orta Doğu peynirlerinde sıklıkla kullanılan karışık süt gibi karıştırılmak yerine farklı partilerde kullanılmış gibi görünmektedir, ancak bu hipotezi doğrulamak için ek örneklerden alınan verilere ihtiyaç duyulmaktadır. Peynir üretim süreci laktoz içeriğini önemli ölçüde azaltır, bu da genetik olarak laktoz intoleransı olan Xiaohe popülasyonları tarafından süt ürünlerinin tüketilmesine katkıda bulunabilir. Bu nedenle, kefir peyniri yapmak muhtemelen sadece çiğ sütün raf ömrünü uzatmakla kalmayıp aynı zamanda laktozun neden olduğu gastrointestinal rahatsızlığı da hafifleten bir önlemdir. Avrupa keçi popülasyonları ile Bronz Çağı Tarım havzasında kefir peyniri üretiminde kullanılan Bronz Çağı keçileri arasındaki bağlantılar araştırılmıştır.

Xiaohe popülasyonu tarafından kefir üretiminden sorumlu olan süt keçisini, Neolitik sonrası dönemde Avrasya’da yaygın olan bir kladın (Klad (Yunanca: κλάδος, klados, “dal”) ya da monofiletik grup, ortak ataları ile onun soyundan gelenlerin oluşturduğu bir organizma grubudur) üyesi olarak bulunmuştur. Bu, çobanların Xiaohe popülasyonu üzerindeki etkisiyle ilişkilendirilebilir; çünkü önceki çalışmalar, Afanasiavo ve Bactria-Margiana Arkeolojik Kompleksi popülasyonlarının Bronz Çağı’nda kuzey ve batı Sincan’ı etkilediğini göstermiştir. Daha , kefirin yayılmasını izlemek için antik ve modern Lactobacillus suşlarının filogenisini kullanılmıştır . Yeniden yapılandırılan antik Xiaohe suşlarının, Tibet suşlarının ve Doğu Asya’dan iki suşun subsp. kefiranofaciens kladında, Avrupa, Doğu Asya kıyıları ve Pasifik adalarından gelen suşların ise subsp. kefirgranum kladında kümelendiğini bulunmuştur Kefir yalnızca mevcut kefir taneleri kullanılarak süt aşılanarak üretilebildiğinden, bu fermente eden mikroplar kefir üretiminin geçmişini izlemek için ideal bir vekil görevi görür. Yapılan  Gözlem, iki L. kefiranofaciens alt türünün belirgin yayılma yollarını güçlü bir şekilde önermektedir. Kefirgranum kladının yayılması, Rusya’daki Kuzey Kafkasya dağ bölgesinden Avrupa’ya ve diğer bölgelere daha önce önerilen rotaya uymaktadır. Ancak, kefiranofaciens kladı, Sincan’dan Tibet ve Gan-Qing alanı gibi Doğu Asya’nın iç kesimlerindeki diğer bölgelere başka bir yayılma yolunu önermektedir. Kefiranofaciens kladının yayılmasına, çeşitli arkeolojik kanıtlar Bronz Çağı Sincan ve Tibet popülasyonları arasında bölgeler arası alışverişleri önerdiğinden, muhtemelen kültürel etkileşimler eşlik etmektedir. Bu nedenle, Xiaohe popülasyonunun bozkır kültüründen hayvancılığı aktif olarak benimsediği ve ilgili fermente süt ürünü olan kefir peynirinin Xiaohe kültürünün önemli bir parçası haline geldiği ve daha sonra Doğu Asya’nın iç kesimlerine daha da yayıldığı anlaşılmaktadır.

Kefir Türünün Dağılımı[16]

İkinci olarak, binlerce yıl boyunca insanlar tarafından yayılan ve tüketilen bir türün evrimini izleyerek, insan faaliyetlerinin insan-mikrop etkileşimleri yoluyla mikrobiyal evrimi nasıl etkileyebileceğini araştırabildik. Fermantasyon yoluyla peynir yapmak, süt ürünlerinin raf ömrünü uzatabilir ve laktoz intoleransının neden olduğu gastrointestinal semptomları hafifletebilir. Süt fermentasyon tekniklerinin yayılması büyük ölçüde insan hareketleri ve etkileşimleriyle birlikte gerçekleşmiştir ve bu süreç, fermantasyonda önemli rol oynayan Lactobacillus türlerinin evrimini şekillendirmiştir. Örneğin, iki L. kefiranofaciens alt türünün ayrışması, ortak atalarının ilk evcilleştirilmesinden sonra kefirin farklı popülasyonlara yayılmasıyla kolaylaştırılmıştır. Geçmiş insan hareketleri ve kültürleriyle ilişkili mikropların evrimsel dinamikleri insanla ilişkili mikrobiyal evrimde rol oynayan çeşitli faktörleri vurgular ve bu tür bilgiler, sırayla, geçmiş insan davranışlarının daha iyi anlaşılması için kullanılabilir.

Bununla birlikte, endişe verici bir gözlem, antibiyotiklere dirençte rol oynayan genlerin L. kefiranofaciens suşları arasında yatay olarak da aktarılıyor olmasıdır; bu da antibiyotiklerin yaygınlığının ekolojik bir sonucu olduğunu ima eder. Ayrıca, antik organik kalıntılarda korunan DNA hakkında çok az şey bilindiğinden, kefir peyniri örneklerindeki mikrobiyal DNA’nın korunması araştırılmıştır. Kefir, mevcut tahılların çoğaltılmasıyla üretilir ve fermantasyon, birkaç Lactobacillus türü ve maya türü de dahil olmak üzere simbiyotik bir mikrobiyal topluluk tarafından aracılık edilir. Bu Gözlem, bu topluluğun çevresel bakterilere veya mantarlara karşı nispeten dirençli olduğunu göstermiş, ancak Aspergillus türleri gibi bozulma mantarlarının da bu dirence katkıda bulunabileceği dikkate değerdir. Kirletici bakteri veya mantar türlerinin yokluğu antik örneklerde nadiren görülür ve endojen DNA’nın rastgele korunması ve ekzojen DNA’nın sokulmasının bir sonucu olması olası değildir – kontaminantlar, yoğun yapıya sahip ve diş taşı ve petroz kemikler gibi kontaminantlara dirençli kabul edilenler bile, antik örneklerde rutin olarak tanımlanır. Bu direnç, o dönemde mikrobiyoloji ve kontaminasyona karşı önlemlerin sınırlı anlaşılması nedeniyle antik kefir peynirinin üretimi için çok önemli olabilir. Ayrıca, birden fazla bakteri ve mantar türü tarafından oluşturulan ve sürdürülen bir simbiyozun saf kültürler kullanılarak tekrarlanması zor olabilir ve bu nedenle kefir tanelerini sıfırdan üretmek zordur[17].

Kefirin Sağlık Üzerine Etkisi

            Gıdaları fermente etmenin fonksiyonel yeni bir ürün oluşturulması amacı dışında; bir başka önemli özelliği de, mikroorganizmaları sağlığa çok faydalı hizmetler sağlayan biyoaktif maddeler ve enzimler üretmeye yönlendirmektir. Fermente edilmiş gıdalar ve içecekler, hem fonksiyonel hem de fonksiyonel olmayan mikroorganizmaları içerir. Fonksiyonel mikroorganizmalar, besin fermantasyonu sırasında hammaddenin kimyasal bileşenlerini dönüştürerek besinlerin biyolojik olarak bulunabilirliğini arttırırlar. Bu dönüşüm gıdanın duyusal kalitesini zenginleştirir, biyo-koruyucu etkiler kazandırır ve gıda güvenliğini iyileştirir, toksik bileşenleri ve anti-besleyici faktörleri parçalar, antioksidan ve antimikrobiyal bileşikler üretilir, probiyotik fonksiyonları uyarır ve biyoaktif bileşiklerle gıdayı takviye eder ve daha sağlıklı yeni bir gıda oluşumuna yardım eder[18]

            Probiyotik bir süt ürünü olan kefir, patojenik mikroorganizmaların inhibisyonunda, sindirim sistemi florasının yeniden yapılandırılmasında ve sindirimde yardımcı rol oynayan mikroorganizmaların güçlü suşlarından meydana gelen canlı aktif kültürleri, vitamin, mineral ve esansiyel aminoasitleri içermektedir[19].

            Sindirim sistemi üzerine etkisi; Kefir, bağırsak florasında yararlı bakterilerin çoğalmasını sağlamakta, patojenlerin bağırsaklara yerleşmesini önlemekte ve bağırsakların çalışmasını düzenleyerek kabızlığın önlenmesinde katkı sağlamaktadır. Ayrıca kalsiyum, magnezyum vb. minerallerin emilimlerini arttırmaktadır[20].

            Sinir sistemi üzerine etkisi; Kefir içindeki mikroorganizmalar, bol miktarda vitamin (K vitamini, tiamin, niasin, pantotenik asit, biyotin, folik asit ve siyanokobalamin) sentezi yapmaktadırlar. Kefir mikroorganizmalarının ürettiği biyotin, diğer B kompleks vitaminlerinin emilimini de arttırmaktadır. Bu vitaminlerin yeterli alınması durumunda gerek böbrek, karaciğer ve sinir sistemine gerekse deri rahatsızlıklarına olumlu etki yaptığı görülmektedir. Kefirin depresyonu azaltıcı ve sinir sistemi üzerinde rahatlatıcı etkisi, esansiyel aminoasitlerden olan triptofan ile magnezyum ve kalsiyum içeriğinin yüksek olmasına bağlanmaktadır[21].

Antibakteriyel etkileri: Kefırin çeşitli Gr(-) ve Gr(+) bakterilere karşı antimikrobiyal etkisi olduğu bildirilmektedir. Kefirde oluşan asetik asit, H 20 2 gibi maddeler ile antibiyotikler E.coli ve Salmonella gibi bazı patojen bakterilere karş ı antibakterial etki göstermektedir. Ülkemizde yapılan çalışmalarda kefirin Gr(+) koklar, stafı lokoklar ve Gr(+) pozitif basiller üzerine etkili olduğu ayrıca Candida (C.albicans, C.tropicalis, C.stellatoidea, C.crusei, C.albicans klaur), Saccharomyces cerevı sıae, Rhodontula, Torulopsis glabrata, Microsporium nanuro ve Trichopyton mentagrophytes, Trichopyton rubrum’a karş ı antifungal etkisinin bulunduğu belirlenmiştir[22].

İmmün sistem üzerine etkileri: Kefirde bulunan laktik asit bakterilerinin, immün sistem üzerine yapılan tedavilerinde, verilen ilaçların etkinliğini arttırdığı belirtilmektedir. Enfeksiyonlara karşı bağışıklık sistemini uyarma özelliğinin kefir ve kefir yağında bulunan sfingomyelinler tarafından olduğu bildirilmektedir[23].

Antikarsinojenik etki: Kefirin kanserden korunma ve kanser tedavisindeki etkinliğine yönelik olarak da çeşitli çalışmalar yürütülmüştür. Bu çalışmaların değerlendirildiği sistematik bir derlemede, kefirin meme kanseri, gastrik kanser, kolon adenokarsinoma, melanoma ve lösemi hücre hatlarında antikarsinojenik etki gösterdiği bildirilmiştir[24]. Yapılan, in vivo çalışmalarda da kefirin tümör hücrelerinin büyümesini engellediği ve tümör çapını küçülttüğü rapor edilmiştir[25]. Kefirin bu etkisinde biyoaktif peptitler, polisakkaritler ve sifingolipitlerin de rol alabileceği bildirilmiştir[26].

Diğer Etkileri; Kefir, kronik hepatitte tedavi edici nitelikte kuvvetli antioksidan özellikte, laktik asit bakterilerinin bazı suşlarının da kolesterolü düşürücü nitelikte olduğu belirtilmektedir. Ayrıca bağırsak geçirgenliğini azaltarak gıda allerjisinin gelişmesini önleyebileceği de bildirilmektedir. Bununla birlikte, Kafkasya’da yaşayan kişilerin uzun ömürlü olmalarının kefir tüketimine bağlı olduğu görüşü birçok araştırıcı tarafından savunulmaktadır. Kefir granüllerinde bulunan mikroorganizmalar laktik asit, antibiyotik ve bakteriyosin üreterek, patojen mikroorganizmaların gelişmesini önlemektedirler. Bununla birlikte kefirin tek başına antimikrobiyel, antimikotik ve antitümöral özelliğinin olduğu da bildirilmektedir[27].

Sonuç

            Kefirin kökleri ister Doğu Türkistan’da ister Kafkasya’da bulunsun bu coğrafya Ön Türk kavimlerinin yaşadığı Büyük Turan coğrafyasıdır. “Kefırin yaygın olarak tüketildiği Kafkasya’da tüberküloz, kanser ve sindirim sistemi hastalıklarına daha az rastlanılmaktadır. Bu bölgede yaşayan kişilerde insan ömrünün 110-130 seneye ulaştığı saptanmıştır. Araştırmalar sonucu bu toplumlarda yaşayan kişiler tarafından kefırin çok sık tüketildiği ve bazı hastalıkların tedavisinde kullanıldığı belirlenmiştir[28]”.

Çin işgali ile Doğu Türkistan’a verilen Sincan ismi tamamen emperyalist izler taşımaktadır. Çin’in verdiği isimler kullanıldığı takdirde beslenme kültürü dâhil Türk uygarlığının tüm öğeleri kaybedilecektir. Çin’de bulunan birçok mumya araştırmacılara yeterince açılmamaktadır. Uygur piramitlerinin incelenmesi ise ayrı bir uygarlık ayıbıdır. Tüm bu hususlar değerlendirildiğinde binlerce yıldır Türklerin hareketli bir kavim olmasından dolayı dünya beslenme kültürüne kazandırdığı dayanıklı ürünler her geçen gün Türk mutfağından yahut Türk  halk sağlığından koparılıp alınmaktadır.

Kefir de dâhil halk tababetine ait birçok Türk buluşunun zamanla farklı uluslar tarafından patentleneceği unutulmamalıdır. Bu hususta Türk aydınlarına ve akademisyenlerine çok büyük görevler düşmektedir. Ayranı, yoğurdu, baklavayı Türk mutfağından Yunanlılara kaptırırken her Türk insanının sofrada lokmaları boğazına düğümlenmelidir. Fakültelerimizdeki Halkiyat (Folklor) bölümleri mutlaka Tarih, Türkoloji Antropoloji hatta Biyolojik Bilimlerle disiplinler arası çalışmalar yapmalıdır. Aksi takdirde her geçen gün Türk kültüründen tarihi bir değer koparılacak görünmektedir.

Kaynaklar

  1. (Arkeofili) https://arkeofili.substack.com/p/bu-mumyalarn-boyunlarndaki-madde?
  1. Ezgi Bellikci Koyu, Zehra Büyüktuncer, Fonksiyonel bir besin: Kefir (A Functional Food: Kefir, Bes Diy Derg 2018;46(2):166-175.
  1. Gıda Teknolojisi,  T.C. Millî Eğitim Bakanlığı,  Kefir, 541GI0031,  Ankara, 2011.
  • Kazım Berzeg, “Vubih-Ciget”lerin “Son Sesleri” ile Yitirilen Tarih Belgeseli, Birleşik Kafkasya sayı:17 s.1-6. (Tarih ve Toplum, Kasım, 1988).
  1. Nihayet Fadime Yalçın, Mehmet Kürşat Işık,Kefir; Ürün Özellikleri ve İnsan Sağlığına Etkisi,  Adıyaman Üni. Sağlık Bilimleri Derg, 2017; 3(1):439-452.
  1. Nilgün Özbaşaran Dede (Hazırlayan), HBT Sayı 442, 10 Ekim 2024, s. 4. Bronz Age Cheese Reveals Human-Lactobacillus Interactions Over Evolutionary History, Cell, 25.09.24.
  1. Oktay Tomar, Abdullah Çağlar, Gökhan Akarca, Kefir ve Sağlık Açısından Önemi, AKÜ FEMÜBİD 17 (2017) 027202 (834-853).
  1. Şahsene Anar, Kefir ve Özellikleri, J Fac Vet Med 1911 -2(2000) 137-140.
  1. Tuğba Şahin, Nurdan Özmeriç, Keyfi Adında Olan İçecek: Kefirin Diş Hekimliğindeki Yeri ve Periodontolojideki Geleceği, H.Ü. Sağlık Bilimleri Fakültesi Dergisi, Cilt:8, Sayı:3, 2021, 438-452.
  1. Yichen Liu, et all., Bronz Age Cheese Reveals Human-Lactobacillus Interactions Over Evolutionary History, Cell,  2024:S0092-8674(24)00899-7.  
  2. doi:  10.1016/j.cell.2024.08.008.

[1] Bu çalışma ESTÜDAM Yemek Kültürü Dergisi, 2024, Cilt 7, Sayı 1, s. 10-23’te yayınlanmıştır.

http://estudamdergi.org/index.php/yemek/issue/viewIssue/123/723

[2] Çin’de 3.600 yıllık mumyaların baş ve boyunlarına yerleştirilen gizemli beyaz madde, dünyanın bilinen en eski peyniri çıktı. (Arkeofili) https://arkeofili.substack.com/p/bu-mumyalarn-boyunlarndaki-madde? Herkes İçin Arkeoloji (Arkeofili)’deki yazıdan şahsımı Ekrem Hayri PEKER Bey haberdar etti. Kendisine teşekkür ederim. Yichen Liu, et all., Bronz Age Cheese Reveals Human-Lactobacillus Interactions Over Evolutionary History, Cell,  2024:S0092-8674(24)00899-7.  doi: 10.1016/j.cell.2024.08.008.

 

[3] Gıda Teknolojisi,  T.C. Millî Eğitim Bakanlığı,  Kefir, 541GI0031,  Ankara, 2011(3)

[4] Ezgi Bellikci Koyu, Zehra Büyüktuncer, Fonksiyonel bir besin: Kefir (A Functional Food: Kefir, Bes Diy Derg 2018;46(2):166-175, s. 167

[5] Nihayet Fadime Yalçın, Mehmet Kürşat Işık,Kefir; Ürün Özellikleri ve İnsan Sağlığına Etkisi,  Adıyaman Üni. Sağlık Bilimleri Derg, 2017; 3(1):439-452., s. 441.

[6] Oktay Tomar, Abdullah Çağlar, Gökhan Akarca, Kefir ve Sağlık Açısından Önemi, AKÜ FEMÜBİD 17 (2017) 027202 (834-853), s.834.

[7] Gıda Teknolojisi,  T.C. Millî Eğitim Bakanlığı ,  Kefir, 541GI0031 ,  Ankara, 2011(3-4)

[8] Oktay Tomar, Abdullah Çağlar, Gökhan Akarca,  a. g. m., s. 834.

[9] Şahsene Anar, Kefir ve Özellikleri J Fac Vet Med 1911 -2(2000) 137-140, s. 137.

[10]  Gıda Teknolojisi,  T.C. Millî Eğitim Bakanlığı ,  Kefir, 541GI0031 ,  Ankara, 2011 (s.4)

[11] Tuğba Şahin, Nurdan Özmeriç, Keyfi Adında Olan İçecek: Kefirin Diş Hekimliğindeki Yeri ve Periodontolojideki Geleceği, H.Ü. Sağlık Bilimleri Fakültesi Dergisi, Cilt:8, Sayı:3, 2021, 438-452, s. 440.

[12] Kazım Berzeg, “Vubih-Ciget”lerin “Son Sesleri” ile Yitirilen Tarih Belgeseli, Birleşik Kafkasya sayı:17 s.1-6. (Tarih ve Toplum, Kasım, 1988)

[13]https://arkeofili.substack.com/p/bu-mumyalarn-boyunlarndaki-madde?

[14] Nilgün Özbaşaran Dede (Hazırlayan), HBT Sayı 442, 10 Ekim 2024, s. 4. Yichen Liu, et all., Bronz Age Cheese Reveals Human-Lactobacillus Interactions Over Evolutionary History, Cell,  2024:S0092-8674(24)00899-7.  doi: 10.1016/j.cell.2024.08.008.

[15] Nilgün Özbaşaran Dede (Hazırlayan), HBT Sayı 442, 10 Ekim 2024, s. 4. Yichen Liu, et all., Bronz Age Cheese Reveals Human-Lactobacillus Interactions Over Evolutionary History, Cell,  2024:S0092-8674(24)00899-7.  doi: 10.1016/j.cell.2024.08.008.

[16] Yichen Liu , et all., Bronz Age Cheese Reveals Human-Lactobacillus Interactions Over Evolutionary History, Cell,  2024:S0092-8674(24)00899-7.  doi: 10.1016/j.cell.2024.08.008.

[17] Yichen Liu, et all., Bronz Age Cheese Reveals Human-Lactobacillus Interactions Over Evolutionary History, Cell, 2024: S0092-8674(24)00899-7.  doi: 10.1016/j.cell.2024.08.008.

[18] Oktay Tomar, Abdullah Çağlar, Gökhan Akarca, Kefir ve Sağlık Açısından Önemi, AKÜ FEMÜBİD 17 (2017) 027202 (834-853) s. 840.

[19] Nihayet Fadime Yalçın, Mehmet Kürşat Işık, a. g. m. s. 446.

[20] Nihayet Fadime Yalçın, Mehmet Kürşat Işık, a. g. m. s. 446-447.

[21] Nihayet Fadime Yalçın, Mehmet Kürşat Işık, a. g. m. s. 447.

[22] Şahsene Anar, a. g. m., 239.

[23] Nihayet Fadime Yalçın, Mehmet Kürşat Işık, a. g. m. s. 447.

[24]Ezgi Bellikci Koyu, Zehra Büyüktuncer, a. g. m., s. 170.,  Rafie N, Golpour Hamedani S, Ghiasvand R, Miraghajani M. Kefir and cancer: A systematic review of literatures. Arch Iran Med 2015;18(12):852-857.

[25] Ezgi Bellikci Koyu, Zehra Büyüktuncer, a. g. m., s. 170., de Moreno de LeBlanc A, Matar C, Farnworth E, Perdigon G. Study of cytokines involved in the prevention of a murine experimental breast cancer by kefir. Cytokine 2006;34(1-2):1-8.,  Liu JR, Wang SY, Lin YY, Lin CW.  ntitumor activity of milk kefir and soy milk kefir in tumor-bearing mice. Nutr Cancer 2002;44(2):183-187.

[26] Ezgi Bellikci Koyu, Zehra Büyüktuncer, a. g. m., s. 170. Pereira MCA, Barcelos MFP, Sousa MSB, Pereira JAR. Effects of the kefir and banana pulp and skin flours on hypercholesterolemic rats. Acta Cir Bras 2013;28(7):481- 486.

[27] Nihayet Fadime Yalçın, Mehmet Kürşat Işık, a. g. m. s. 448.

[28] Şahsene Anar, a. g. m., s. 139.

Savaş Olmasın Ama Oluyor İşte!

Savaş yapmayı bilip sorunları ortadan kaldırmayı başaramayan bir millet olarak yine tarih içinde birçok kez olduğu gibi yine savaşın eşiğindeyiz… Dün Kilis’e atılan füze, iktidarın banka kart limitlerinden savunma sanayi fonuna 750 TL vergi talep etmesi ve DEM/ PKK ile anlaşılmaya çalışılması bunun işaretleri olarak yorumlanabilir.

Türk Milleti, bir kez daha emperyalistlerin saldırısına uğrayacak gibi duruyor. Yani uzun yıllardır aba altından sopa göstermek marifeti ile yürütülen savaş bugünlerde, gün yüzüne çıkmaya başladı. Her halde bugüne kadar Türkiye ile uğraşmaları yetmedi şimdi bunu bir de savaş sahasına taşımaya çalışacaklar.

Türkiye’ye pkk üzerinden yürüttükleri vekâlet savaşından bugüne kadar netice alamadılar şimdi yanlarına PYD, YPG, PKK gibi tüm yetiştirmelerini de alarak bir kez daha savaş yöntemini deneyecekler!

Her ne kadar günümüzde savaş yöntemleri değişse de savaş özünde bildiğimiz savaştır. Yani öleceksiniz, öldüreceksiniz ve bununla birlikte kan ve gözyaşı döküp tecavüz başta olmak üzere birçok insanlık dışı muamele ile karşı karşıya kalacaksınız… İşte örneği son bir yıldır Gazze’de yaşananlar! Ama bunları bilseniz bile bazen savaşmaktan başka çareniz de kalmayabilir…

Bunları bildiğim için düşmanı savaşmaktan caydıracak veya planlarını revize etmesine sebep olacak en önemli şey ona karşı göstereceğiniz birlik ve beraberliktir. Bu sebeple Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın bir konuşmasından sonra “Artık Seferberlik Zamanı” diye bir yazı yazmıştım ne kadar çok tepki gelmişti! Ancak bizim yapmamız gereken “iç cephe”de birliği sağlamak ve bize saldırmayı düşünen düşmana bunu göstermektir. İktidara kızmak ona muhalif olmak bizim vatan savunmasını tehlikeye atacak davranışlarda bulunmamızı gerektirmez.

Türk Milleti banka kart limitlerinden 750 TL’lik kesinti yapılarak bu paranın savunma sanayi fonuna aktarılacak olmasına büyük tepki gösterdi. Halbuki Türk Milleti vatan savunması için varını yoğunu verir yetmezse canını da feda eder. Demek ki, iktidara güvenmiyor! Bir savaş arifesinde iktidarın bu hususu dikkatle düşünmesi gerekir.

Madem savaşa girmeye ramak kaldı ki bende öyle düşünüyorum öyle ise bu savaşı nasıl yürüteceğiz? Bunu bilmemiz lazım! Bizi yönetenlerin bunu bildiğini izledikleri iç ve dış politikalar nedeniyle zannetmiyorum.

Ülkeyi yöneten siyasiler, bürokratlar ve askerler mutlaka böyle bir savaş için yıllardır hazırlanıyordur diye düşünmek istiyorum. Bir değil birçok planlarının olması gerekir ama ben böyle emareler göremiyorum. Öcalan ile kucaklaşmak veya dayatma anayasaya “evet” demek iç cepheyi kuvvetlendirmek anlamına hiç bir zaman gelmez!

Benim bildiğim askerlik mesleğinde askerler; devamlı olarak olması muhtemel şeylere karşı planlar yapar, yapılmış planları revize eder veya planları değiştirir. Yani askerlik sanatı savaşmak için tedbir almak ve savaşmak zorunda kalınınca da bunu hakkıyla yerine getirmek olarak tarif edilebilir.

Kimse bu olup bitenlere “yahu bu öngörülemez” bir şeydi demesin. Bunu belki benim deme hakkım vardır ama ülkeyi birinci düzeyde yönetenlerin böyle söyleme hakları yoktur.

Ancak öyle veya böyle yani öngörüldü veya yönetenlerin çapsızlığı ve basiretsizliği sayesinde öngörülemedi diyelim savaşmayacak mıyız?

Elbette savaşacağız! Çünkü biz Türk’üz… Türk tarih boyunca savaş meydanlarından kaçmamış ve esareti kabullenmemiştir. Bu kez de öyle olacak ve düşmanın gücüne, boyuna, kilosuna bakmadan savaşacağız! Tıpkı gerekirse Çanakkale’de, Yemen’de, Sakarya’da olduğu gibi ölüme savaşarak koşacağız!

Vatan, din, iman, bayrak, namus yolunda ölmenin ve çocuklarımıza yaşanabilir bir dünyayı yeniden bırakmanın ülküsü ile belki öleceğiz ama düşmanı da, dünyaya geldiğine pişman edeceğiz.

Türk Milletinin hesabı dolarla değildir. Üç kuruş para ve dünya zevki onurumuzun, gururumuzun ve vatanımızın yanında nedir ki?

Esas önemli konumuz, bu savaşı hangi usul ve yöntemlerle yapacağımızdır. Malum biz Türklerin de, “Savaş Sanatı” vardır.

Savaş “post modern”de olsa nihayetinde savaştır. Unutulmamalıdır ki; dünya tarihinde askeri kültür ve harp sanatı açısından dikkat çeken milletlerin başında biz Türkler geliriz. Türk Milletinin tarih boyunca elde etmiş olduğu siyasi ve askeri başarılar bunun en belirgin göstergesidir. Türk tarihinin ilk dönemlerinden beri her bir Türk savaşa hazır olmuştur. Bu sebeple askerlik özel bir meslek değildir ve Türk Milleti her türlü savaşı yapacak bir halde yaşamını sürdürmüştür. Diğer bir tarif ile bize karşı yapılacak(!) her türlü savaşla mücadele etmeye hazır 85 milyonluk bir Türk Ordusu vardır. Türk Dünyasını da bunun içine katarsak yüz milyonlarca insan bu savaşta kendi ordusu için yapılacak seferberliğe katılmak için hazırdır.

Tabii bunları bilmeyenler için söylüyorum! Denemesi bedava değil elbette çok pahalıya mal olur. Ancak Türkler tarih boyunca bu savaşları vere vere yürümektedir. Korkusu da, endişesi de yoktur. “Sefer bizden, takdir Allah’tandır” der yürüyüşe geçeriz… Gerisini ABD mi, İngiltere mi, İsrail mi, Evangelistler mi, Siyonistler mi vs. kim düşünürse düşünsün!

Yusuf Has Hacip Kutadgu Bilig‘te “Kötüler kötülüklerini bırakmadıkları nispette sen de eksik etme, elinde sopan hazır bulunsun… Kılıç ve sopa sendedir; bu kamçılar kötü içindir” denmektedir. Ey Türk düşmanları; yüzyıllar önce bu söylenenleri biz unuttuk mu, sanırsınız?

Yine Kutadgu Bilig‘te Yusuf Has Hacib bize diyor ki; “Düşmanı deneme, sen onu büyük ve kuvvetli bil; elinde sopa olan düşmana karşı sen demir kalkan hazırla…”

Ey ABD; Türk Milleti savaşta hileyi, oyunları çok iyi bilir. İhtiyatlıdır ve uyanıktır. Sen bizimle Kore’de savaştın… Pkk diye beslediklerine neler yaptığımızı gördün, ekonomik tuzaklarını nasıl boşa çıkardığımızı biliyorsun, sosyo-kültürel saldırılarını nasıl def ettik anlatmamıza gerek yok. Dini kullanarak saldırdın onu da hallettik. Bunlardan kendine hiç ders çıkartmadın mı?

Biz, bize “Ya istiklal ya ölüm” emrini veren ölümsüz lider Atatürk‘ün mirasçılarıyız! Sana kim akıl veriyor da, Türklerle bu dansı yapmaya kalkıyorsun?

Türk Savaş Sanatı’nın anlatan eserlerden biri olan Kutadgu Bilig‘te yer alan şu sözler ile Türk’le savaş etmeyi akıllarından geçirenlere uyarılarımla bitireyim “Ölüm için hiç şüphesiz ecelin gelmesi lazımdır; eceli gelmeden hiç bir yiğit ölmez… Düşmana yalın hücum et, erkekler gibi vuruş; eceli gelmeyince, insan katiyen ölmez… Ölümü hatırına getirmeyerek düşmanını vuran yaman ve pek yürekli adam ne der, dinle.”

Üçüncü Nobel’imiz: Daron Acemoğlu

Haftaya iki güzel haberle başladık. Biri millî takımın İzlanda’da, İzlanda’ya ve buzlu sahaya karşı galibiyetiydi. Bu haber bir başka güzel haberin yanında küçük kaldı. Bir Türk bilim adamının, Daron Acemoğlu’nun, Nobel Ekonomi Ödülü’nü alması. Orhan Pamuk ve Aziz Sancar’dan sonra ödülü alan üçüncü Türk.

Acemoğlu şöhret merdivenlerini tırmanırken Türkiye ile bağını hiç koparmadı. Türkiye’nin çıkarları ve ne yapması gerektiği üzerinde düşündü,  çalıştı ve bize anlattı. Buyurun, Bilkent Üniversitesinde son kitabı Dar Koridor hakkında yaptığı konuşma:

Kapsayıcı ve istihraççı

Acemoğlu’nun dikkatleri üzerinde toplayan ilk kitabı, James A. Robinson’la birlikte yazdığı ve Türkçesi 2022’de yayımlanan Ulusların Düşüşü idi. Ulusların Düşüşü, 2012’de ABD’de, Yılın İş Dünyası Kitabı olmuş. Ben, Niçin (Geri Kaldık)? (2013 Bilge Kültür ve sonra 2017, Panama) kitabımda eseri eleştirmiştim. Düşüş’te dünyadaki bütün toplumlar ikiye tipe ayrılıyor: Kapsayısı (inclusive) ve istihraççı (extractive). Birinciler; gelirin, servetin bütün topluma yayıldığı, devletin halkıyla birlikte kalkındığı toplumlar. İkinciler; üretilen değerin devlet büyükleri tarafından emilip, devşirilip devletteki o birilerinin zenginleştiği, buna karşılık halkın sömürüldüğü toplumlar. “İstihraççı” benim bulduğum kelimeydi. Türkçe teknik terminolojide maden çıkarmak, madenden istenilen kısmı çıkarmak anlamında kullanılan bir kelimedir. Kapsayıcı toplumlar güçlenip yükselirken istihraççılar yerinde sayıyor ve sonuçta düşüyor, yıkılıyordu. 

Acemoğlu ve Robinson, dünyadaki bütün toplumları inceleyip gözlemlerinden sonra bu sonuca varmışlar gibi gelmedi bana. Sanki önce teorilerini kurup sonra o toplumda da ötekinde de bu teorileri nasıl doğrulanıyor diye bakmışlar. Bu sosyal bilimlerde sık yapılan bir hata. Marks ve taraftarlarının, bütün dünyayı, Avrupa özelinde gözlediği mekanizmalara göre açıklamaya kalkışlarındaki hata gibi. 

Ulusların Düşüşü’nde, Osmanlı için söylenenler 11 yıl önce bana ters gelmişti ve biraz sertçe tenkit etmiştim. Kitapta söylenenler şöyle: 

Endüstri Devrimi ve onun açığa çıkardığı teknolojiler Mısır’a yayılmadı çünkü bu ülke Osmanlı İmparatorluğu’nun kontrolü altındaydı ve Osmanlılar Mısır’a, Mübarek Ailesi’nin daha sonra yapacağı muameleyi yapıyordu… Ülke İngiliz kolonializminin emrine girdi ki onlar da Mısır’ın refahını ancak Osmanlılar kadar umursuyordu… Mısırlılar Osmanlı ve İngiliz İmparatorluklarından kurtulup 1952’de de kraliyeti devirdiler fakat (bu devrimciler de)… ortalama Mısırlının refahı ile ancak İngiliz ve Osmanlı kadar ilgiliydi. Toplumun yapısı değişmedi ve ülke fakir kaldı.

Mısır’ı sömürdük mü gerçekten?

Benim itirazım da şöyleydi:

Osmanlı Mısır’a soyulacak kaz gözüyle bakmış ve alabilecekleri verginin azamisini alıp halkı yoksulluğa mahkûm etmiştir. Öyle mi? Buyurun genç bir tarihçinin yakın zamanda yayınlanan çalışmasından bir pasaj (Muhammet Yıldırım, Yüksek Lisans Tezi, Süleyman Demirel Üniversitesi, 2001- o da Uzunçarşılı’dan almış): 

“Hadım Süleyman Paşa’nın Beylerbeyliği ile Mısır’da yeni bir huzur ve refah devri başlamıştı. Mısır vakanüvisleri hep bir ağızdan kabul ediyorlar ki, o memleketi gayet iyi ve adil bir şekilde idare etti. O zamana kadar, Mısır’dan, başkent İstanbul’a hiçbir vergi gönderilmemişti. Hadım Süleyman Paşa bunu gönderen ilk Beylerbeyi oldu. Süleyman Paşa Beylerbeyi tayin edilirken Emir Canım Havzavi adlı bir şahıs “defterdar” olarak Mısır’a gönderilmişti. Yola çıkmadan önce Kanuni Sultan Süleyman, Havzavî’ye devlet personelinin maaşlarını dağıtıp, öbür masrafları da karşıladıktan sonra, geri kalan parayı defterlere kaydedip, başkente göndermesini ve hiçbir suretle Şeriata aykırı davranışlarda bulunmamasını ısrarla tenbih etti. Mısır’a varınca, o merkez hazinesine iki taksit olmak üzere 9 [2 x 9 = 18] yük altın gönderdi. Bu sırada Süleyman Paşa 1534 (H.914) de görevinden alınmış ve yerine Hüsrev Paşa getirilmişti. Onun cesur, korkusuz ve şuursuz olduğu ve bu yüzden “Deli Hüsrev” adıyla meşhur olduğu söyleniyor. Bu şahsi özellikleri, hiç olmazsa Mısır’da barış ortamının kurulmasına sebep oldu. Bu dönemde halk evlerinin kapılarını açık bırakıp dışarıya gidebiliyordu ve eşyalarına kimse göz koymuyordu… Havzavî 12 Yük fazla olan vergi hakkında şüphelendi ve mesele aydınlatılıncaya kadar bunun hazineye yatırılmasını durdurdu. Fikrine göre bu para zorla toplanmıştı. İfade vermeye çağrılınca, Mısır Beylerbeyi Hüsrev Paşa, bu rakamın baskı yapılarak toplanmış olmadığını, aksine daha evvelki sene Hazinei Hümâyûna’a hiç varidat gönderilmediği, gönderilmemesi yüzünden o seneye ait tahsil edilemeyen para olduğunu bildirdi. Sultan bu ifadeden tatmin olmadı ve Şeyhülislama müracaat edip, mezkur … varidat hakkında kalbine şüphe uyanması yüzünden bu parayı bir sadaka olarak harcayabilmesi hakkında dinin hükmünü sordu.”

Ne dersiniz? Devletluların halkı sömürdüğü bir topluma benziyor mu? 

Fakat bu tenkidim, Ulusların Düşüşü’nü bütün bütün silin anlamına gelmez. Birçok ülkede tezin geçerliliği görülüyor. Fakat Osmanlı için doğru olmayabilirmiş. 

Üçüncü Nobel’imiz kutlu olsun. 

14.Kocaeli Kitap Fuarı’nın Ardından

Kocaeli’nde yine bir Kitap Fuarı’nı ardımızda bıraktık. Yoğun ziyaretçileriyle hayli renkli geçen fuarda, geçen yıllardan farklı değişiklikler izledik.

Yayınevlerine, derneklere, şair ve yazarlara sunulan stantlar, geçen yılkinden daha geniş ve ferahtı. Dört tarafı açık stantlar, her yöne hitap etmenin avantajlarına sahiptiler doğrusu.

Kocaeli şair ve yazarlarına daha çok stant ayrılmıştı bu yıl. Konumları da güzeldi. Tanıtım afişleri birçok yerde ziyaretçilere güzel bir vitrinle sunulmuştu. Bu imkândan memnun olduklarını sanıyorum. Çünkü önceki fuarlarda daha kuytu yerlere sıkıştırılmıştılar. Kocaeli şair ve yazarları grubunda biz de yerimizi almaktan mutlu olduk.

Gece 21.00 e kadar açık olan kitap fuarı, son dakikaya kadar dolu dolu geçti. Kitapseverlerin yoğun ilgisi yüzünden, kapanma saatinin geldiği birkaç kez anons edilerek stantların kapatılması hatırlatıldı. Bu cıvıl cıvıl hava, ziyaretçileri de kitap imzalayanları da mutlu etti.

Kitap Fuarı’na, tanınmış önemli konuklar da davet edilmişti. İlimizin şair yazarları ile de cazip hale getirilmiş söyleşiler ilgiyle izlendi. Salonlar dolu dolu geçti.

Fuarın güzelliklerinden biri de, komşu stantlar arasında kurulan dostluklardı. Sabahleyin yeniden heyecanla düzenlenen tezgâhlarda, “günaydınlar, iyi ve hayırlı satışlar” söylemleri oldukça yoğundu. Hele de karşılıklı çay ikramları bu dostlukları birkaç adım ileriye taşıyan güzel jestlerdi.

Kitap alımının dışında, birbirini göremeyen eş dost ve arkadaşlarla da doldu taştı stantlar. Yoğun muhabbetler, güler yüzlü fotoğraflar mutluluklara mutluluk kattı.

Fuarda yer alan kamu kuruluşları da, ziyaretçilerine tanıtım broşürlerinin yanında, cazip hediyelerle birlikte, tadımlık ikramlarda bulunarak mutluluklarını tatlandırdılar.

Büyük Şehir Belediyesi’nin ilgili ve yetkilileri de içimizdeydi. Sıkıntısı olan şair, yazar ve yayınevlerine güler yüzleriyle her an yardıma hazırdılar.

İlk Cumartesi ve Pazar günleri, yetişkinlere hitap eden fuar, biraz durgun geçse de, Pazartesi günü öğrencilerin akınına uğramakla hızlı bir trafik yaşadı. Sevimli kelebekler gibi oradan oraya koşturan güler yüzlü ve heyecanlı çocuklar, fuara başka bir güzellik taşıdılar.

Anne baba baskısından uzak, tamamen bağımsız ve özgür kalan bu minik yürekler, belki de müdahale edilmeden sevdikleri kitapları özgürce almanın mutluluğunu yaşadılar.

Kimi öğrenci gruplarını, öğretmenleri toplamakta güçlük çekti. Yine de bu durumdan memnun gibiydiler değerli öğretmenlerimiz. Ne de olsa amaç kitap almaktı. Bu koşuşturma yorulmaya değerdi elbette.

Gözlemlediğim bir husus da, bazı anne babaların, yanlarında getirdikleri çocuklarına sürekli müdahale etmeleriydi. Çocukların heveslendiği, almayı arzuladığı bir kitabı, ya da ufak bir ayracı anne babaların birçoğu beğenmeyerek kendi beğendiklerini almaya zorluyorlardı çocuklarını.

Hatta bir anne oğluna aldığı bir kitaba, oğlunun adını yazdırırken, “Profesör Doktor” unvanını yazmamı istedi. Oğlu karşı çıkarak istemediği halde, anne böyle yazılmasında ısrar ediyordu. Tebessümle, “neden böyle yazmamı istiyorsunuz” diye sorduğumda, “oğlumun Profesör olmasını arzuluyorum” diye cevap verdi.  “Oğlunuzun tercihine anlayış göstermeniz isabetli olur” diye cevap verdim. Bunun üzerine ısrarından vaz geçti.

Bazı anne babalar, çocukları ilgilerini çeken bir kitaba bakmak istediğinde, elinden çekiştirerek uzaklaştırmaya çalışıyorlardı. Fakat bazı anne babalar da çocuklarının yanında, onların zevklerine saygı göstererek, tercihlerini yapmalarına yardımcı oluyorlardı. Böylesi aileleri tanımaktan da mutlu oldum doğrusu.

Şunu anladım ki çocukların birçoğu, “baskıcı ve aşırı koruyucu” anne babalarının yanında tercihlerini kullanamamaktalar. O yüzden okulla gelen öğrenciler daha özgürce hareket etmekteydiler.

Geçen yıllardan farklı olarak, dışarıdaki dev ekranda çocuklara dönük bilgi yarışması düzenlenmişti. Bu etkinlik de öğrencilerin hayli ilgisini çekti.

Hafta boyunca çeşitli kamu kuruluşu yetkilileri ve siyasiler stantları ziyaret ettiler. Kocaeli Valimiz bunların başında gelenlerdendi. Bir öğrencinin alış veriş anını izleyerek öğrencinin parasını ödemeleri örnek bir jestti. Herkesi mutlu etti doğrusu.

Yine Üniversite Rektörümüz, İl Emniyet Müdürümüz ziyaretçilerden ilk akla gelenlerdendiler. Bu kıymetli yöneticilerimiz, herkesle yakından ilgilenerek bolca hatıra fotoğrafı çekilmesine vesile oldular.

Velhasıl her şey yerli yerinde ve güzeldi. Bazen havanın bozulmasıyla, çadırların damlayabileceği anonsu, kitap sahiplerini endişelendirse de korkulan düzeyde yağmur yağmadı. Umarım bundan sonraki fuarda, yağmur endişesini yaşatmayacak önlemler alınarak, en şiddetli yağmurda bile damlamayan çadırlar kurulur.

Başka bir sıkıntı ise araç parkının yetersiz olmasıydı. Geç kalanlar oldukça uzak yerlere araçlarını park ederek uzun bir yolu yaya yürümek zorunda kaldılar. Yine de bu sorun, fuarın mükemmelliğine gölge düşürecek türden değildi.

Neticede, Pazar günü oldukça yoğun bir izleyici topluluğu ile rekorlara imza attı fuar. Son gün hayli hareketli ve yoğun tempoda geçti. Kapanış saati olan 21.00 de hala stantlar doluydu. Bizler de ziyaretçiler gibi son günü yorgun fakat mutlu şekilde tamamladık.

Bütün güzellikleriyle, sadece Kocaeli’ ye değil, çevre illere de büyük fırsatlar sunan, “kitap fuarını” düzenleyenlere, emeği geçenlere, katılımcılara ve ziyaretçilerine gönülden teşekkür ediyorum.

Umarım bu güzellikler, sonraki yıllara daha da artarak yansır…

Sevgiyle kalın…

Sevda Felsefem

 Hayâlin hasrete karıştığı an,

Sensizlikten başkasını tanımam!

Belki bir seraptın, belki bir zan;

Sevmesem durmazdı ki kanamam.

Acıyla zevk arası bir ömür sanki

Senin sonun olacak bendeki sevgi

Yüreğimi kusturmak bir hayli zor

Sevdalarımın kadri bilinmiyor

 Belki yaşadın, belki de öldün;

Ben seni sonsuzlukla bir sevdim.

Ve sevdam boyunu aştığı gün,

Seni sonsuzluğa gömüverdim.

  17 Ekim 1992 – İstanbul Tuzla

Konudan Konuya  (47)

     Firavun’dan bahsetmeden Hz. Musa’yı anlatabilir miyiz?

     Şeytan’dan söz etmeden Hz. Âdem’i konu edebilir miyiz?

     Rusya’dan bahsetmeden, Osmanlı Tarihi’ni yazabilir miyiz?

     Mustafa Kemal’i zikretmeden, Millî Mücadele’yi ele alabilir miyiz?

     Muhalefeti hesaba katmadan, Demokrasi’den dem vurabilir miyiz?

     Dünü bilmeden, anlamadan; yarınlara yelken açabilir miyiz?

     Menfîyi / olumsuzu bilmeden, müspeti idrak edebilir miyiz?

     Nitekim Hz. İsa’ya sormuşlar:

     “Ahlâkı kimden öğrendin?” “Ahlâksızdan.” demiş.

     Çünkü dünya, zıtlar dünyası. İyi – kötü, güzel – çirkin, doğru – yanlış vs.

     İyiyi, güzeli, doğruyu ve bu gibileri anlamanın yolu;

     Onların zıtlarını tanımakla mümkün ve olası.

     Nitekim ebedî hayattaki daimî güzellikler ve her türlü zevk u safalar,

     Bu nimet ve kazançların menfîlerini;

     Dünyada tanıma ve bilmemizden kaynaklanacaktır.

     Eğer dünyada bu menfîlikleri tanımamış olsaydık;

     Cennetten tat ve lezzet almamız imkânsız olacaktı.

x

     Hakikati, kaynağından öğrenen, söyleyenin nasıl biri olduğunu anlar.

     “Âyinesi iştir kişinin, lâfa bakılmaz. Görünür kişinin rütbe-i aklı eserinde.”    

     Eser, sahibini ele verir. İşi bilip bilmediğini ortaya koyar.

     Kişilere bakarak, bağlı oldukları şeyler hakkında, menfî fikir yürütmemeli.

     İşin hakkını veremeyen kişiler yüzünden, yaptığı iş ve konuya cephe almamalı.

     Anlamadığı kitaptan dolayı, kitaba ve yazara karşı çıkmamalı.

     Hakkını vermeyen, gereğini yapmayanlara bakarak, inanca düşman olmamalı.

x

     Bir sözü hemen ne onaylamalı, ne de hemen karşı çıkmalı.

     Beklemeye almalı, kuluçkaya yatırmalı.

     Kim söylemiş, Kime söylemiş, Ne için söylemiş, Ne makamda söylemiş;

     Sorularının müspet – menfî çerçevesinde kabul veya reddetmeli.

x

     Elmayı yaratanla, dili yaratan aynı olmazsa, elmayı tadamaz, lezzet alamayız.

     Bütün meyve ve yiyecekleri böyle bir kıyasa tabi tutarsak;

     Hepsinin Hâlıkı ve Rabbisinin bir olduğunu idrak etmiş oluruz.

x

     Zâtında doğru olan bir sözün, mukteza-yı hâle,

     Yani zaman ve hâle göre de doğru olması gerek.

     Çünkü her sözün doğru olması lâzım.

     Fakat, her sözü doğru diye, her yerde söylemek doğru değil.

x

     “İhtilâf ü tefrika endîşesi,

     (Anlaşmazlık, bozuşma ve ayrılık düşüncesi,)

     Kûşe-i kabrimde hattâ bikarar eyler beni;

     (Kabrimin köşesinde hattâ kararsız eyler beni;)

     İttihadken savlet-i a’da-yı def’e çaremiz,

     (Düşmanın saldırısını def’ etmek için çare, birlik beraberlik iken,)

     İttihad etmezse millet, dağdar eyler beni.

     (Birlik olmazsa millet, üzülürüm ben.)

     (Yavuz Sultan Selim)

Kamala Harris Bana Mesaj Göndermiş

Kamala Harris ABD Başkanlık seçimlerinde Demokratların adayı. Halen Başkan Biden’ın yardımcısı. Seçim kampanyası için taraftarlarına gönderdiği, bağış ve destek talep eden iletilerinden biri de bana geldi.

Kamala Harris e-postasında “Bu seçim sadece hayatımızın en önemli seçimi değil. Aynı zamanda ulusumuzun hayatındaki en önemli seçimlerden biri” diyor.

Sevdiğimiz bu ülke için savaşmak. Değer verdiğimiz idealler için savaşmak. Ve Dünya’daki en büyük ayrıcalıkla birlikte gelen muhteşem sorumluluğu, Amerikalı olmanın ayrıcalığı ve gururunu desteklemek için, hadi dışarı çıkalım ve bunun için savaşalım” sözleriyle gaz veriyor.

“Kampanyamıza ilk bağışınızı şu anda yapar mısınız? Geleceğimiz, her birimizin daha iyi bir yarın için bir araya gelmesine bağlı” diyerek altta 25$- 50$- 100$- 250$- 500$ ve diğer tuşlarına basarak bağış yapmamızı istiyor.

Kamala mesajını “Teşekkür ederim. Tanrı sizi korusun. Ve Tanrı Amerika Birleşik Devletleri’ni korusun” diyerek bitiriyor.

Bir Amerikan olsam gaza gelip Kamala’ya bağış yapar mıydım bilemiyorum. Muhtemelen Donald Trump’ın taraftarlarına gönderdiği mesajlar da buna yakın içeriktedir.

*****************************

Seçim Kampanyasının Finansmanı

Kamala Harris’ten gelen e-posta muhtemelen soyadı ile adlarımızın ilk harfleri benimle aynı olan birine gidecek iken yanlışlıkla bana gelmiş olmalı. Ben bu vesileyle merak edip ABD’de siyasetin finansmanı ve kampanya bütçeleri konusunu şöyle bir araştırdım. Okuduklarımdan derlediğim bilgiler özetle şöyle:

ABD seçim sistemi, adayların büyük kampanya bütçelerine ihtiyaç duyduğu bir yapı üzerine kurulu. Seçim harcamaları astronomik boyutlara ulaşmakta. 2020 seçimi 14 milyar doları aşarak tarihin en pahalı seçimi oldu.

ABD’de siyasi partilere veya adaylara, devletin bir seçim yardımı söz konusu değil. Seçime girecek parti ve adaylar taraftarlarından bağış talebinde bulunuyorlar. “Siyasî yarışları için gerekli finansmanlarının neredeyse tamamını sağlamak adayların üzerine düşüyor.” Bu durum para, lobi grupları, politikacılar ve politik kararlar arasındaki kaçınılmaz bir ilişki oluşturuyor.

ABD’de her ekonomik eylem kayıt altında olmak zorunda. Toplayabildikleri bağış miktarı da bir nevi anket gibi seçim sonuçlarını tahmin için bir veri kabul ediliyor.

Kasım’da yapılacak Başkanlık seçimi kampanya bağışlarına bakıldığında Demokratların adayı Kamala Harris, Cumhuriyetçi Donald Trump‘a karşı net bir üstünlük sağlamış durumda. Bir ay önce açıklanan rakamlara göre, Partilerin toplam bağış miktarı 1,5 milyar doları aşarken, Demokratlar 1.004.978.132 dolar, Cumhuriyetçiler ise 468.152.242 dolar bağış topladı.

Kampanya bağışlarında küçük ve bireysel bağışlar halk desteğinin en önemli göstergesi olarak kabul ediliyor. Trump’ın kampanya bağışlarının yüzde 31,6’sını, Harris’in ise yüzde 42,13’ünü küçük bağışçılar sağladı.

Bireysel bağışçılar bir adaya en fazla 3 bin 300 dolar bağış yapabilirken, PAC’lar aracılığıyla 5 bin dolara kadar katkıda bulunabiliyorlar. Amerika’da her hangi bir grubun istediği adayın seçimi kazanması için kurduğu siyasi örgütlere kısaca PAC deniliyor. Political Action Committee, yani politik eylem komitesi.

Anayasa Mahkemesi’nin 2010’da aldığı bir kararla şirketlerin, sendikaların ve diğer kuruluşların sınırsız seçim harcaması yapmasına izin verildi. Büyük şirketler ve zengin Amerikalılar, doğrudan ya da dolaylı olarak kurdukları Politik Eylem Komiteleri (PAC) aracılığıyla istedikleri adayın seçimi kazanabilmesi için, artık kesenin ağzını istedikleri kadar açabiliyorlar.

*****************************

Harcanan Para Seçim Kazanmanın Garantisi Değil

“Kaliforniya Eyalet Meclisi eski sözcüsü Jess Unruh, ‘Para siyasetin anne sütüdür’ demiş. Yine de, rakipten fazla para harcamak zaferi garanti altına almıyor. Ancak bu, paranın önemli olmadığı anlamına gelmiyor. Para siyasî zafer için hayatî derecede önemli ama diğer etkenler de eşit derecede öneme sahip.” Bazı milyoner adaylar kampanyaları için ne kadar para harcasalar da eğer seçmen onlardan hoşlanmıyorsa kazanamıyorlar. 

Para tabiî ki seçimleri yeniden kazanmada önemli bir rol oynuyor. Burada da resmi göreve sahip kişiler rakiplerinden çok daha avantajlı bir durumdalar.

Mevki sahibi bir kimseye rakip olan birisine para vermek, çoğu zaman kayıp olarak görülüyor. Toplanan bağış miktarına bakıldığında, mevki sahiplerinin rakiplerine açık bir üstünlük sağladığı görülüyor.

*****************************

Türkiye’de Siyasetin Finansmanı

Türkiye’de Siyasi Partilerin yasal gelirlerinin çoğu üye ve milletvekili aidatları ile bağışlardan oluşuyor.

Bizde de bazı siyasi partilerin web sitelerinde tek tuşla bağış yapabileceğiniz düzenlemeler yapılmış. Siyasi Partiler Kanunun 66. Maddesine göre bağış sınırlı yapılabiliyor: “Gerçek ve tüzel kişilerin her biri bir siyasi partiye aynı yıl içerisinde Kanununda belirtilen limit dahilinde bağışta bulunabilir.” Siyasi partilere yapılacak bağışların üst limiti, 2024 yılı için kişi başı 351.134 TL olarak belirlenmiştir.

Bu gelirlerin haricinde bir kısım siyasi partiler hazine yardımından da yararlanmakta.  

Siyasi Partiler Kanunu’na göre, son milletvekili genel seçimlerinde ülke barajını aşan siyasi partilere her yıl hazineden ödenmek üzere devlet yardımı yapılıyor. Devlet yardımı tutarı, barajı aşan partilerin oy sayılarına göre paylaştırılıyor.

14 Mayıs 2023 tarihindeki milletvekili seçiminde AK Parti, CHP, MHP, İyi Parti ve Yeşil Sol Parti yüzde 7 barajını aşarak, 2024 Ocak ayında hazine yardımı almaya hak kazandı. AK Parti toplam 2 milyar 658 milyon lira, CHP 1 milyar 892 milyon lira, MHP 752 milyon lira, İYİ Parti 722 milyon lira, Yeşil Sol Parti de 658 milyon lira hazine yardımı aldı.

Bu rakamlar bile seçimlerde adil ve eşit bir yarıştan bahsedilemeyeceğini göstermeye yeterlidir. Bunlara Belediyelerden, kamu kurumlarından ve devlete iş yapan şirketlerden aktarılan gayrı resmî gelirleri de ilave ediniz. Adaletsizliğin boyutunu tasavvur ediniz.

Siyasi partilerimizin hemen hepsinin giderlerinin gelirlerinin çok üstünde olduğu kanaatindeyim. Aradaki farklar siyasetin finansmanındaki karanlık bölgeyi oluşturuyor. Bu da partilerde demokratik yapıların oluşmasını ve liyakatlilerin öne çıkmasını önlüyor.