10.5 C
Kocaeli
Perşembe, Kasım 13, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 73

                       Aile Planlaması, Nüfus Planlaması ve Gerçekler

       Aile Planlaması, ailelerin istedikleri kadar, istedikleri zaman, ekonomik durumlarına ve kişisel isteklerine göre ve bakabilecekleri kadar çocuk sahibi olmalarıdır. Aile planlamasıyla nüfus planlaması birbirine karıştırılmamalıdır. Nüfus Planlaması, ülke nüfusunun belirli bir seviyede tutulması demektir. Ülke nüfusunun azaltılması veya dondurulması ne istihdam imkânını arttırır, ne de hızlı kalkınmayı sağlar. Ne yazık ki, Türkiye ve Dünya’da bazı çevreler nüfus planlaması taraftarıdır. Büyük devlet olabilmek, ancak büyük millet olmakla mümkündür. Yani, bir ülkenin nüfusunun kalabalık olması,  o ülkeyi büyük devlet yapmaya yeterli sebeplerden birini teşkil eder. Ayrıca, bir ülkenin ekonomik ve kültürel kalkınması ve siyasi yönden güçlenmesi için nüfus fazlalığına büyük ihtiyaç duyulmaktadır. İşte bu ve benzeri sebeplerle nüfus planlamasına karşı çıkmak gerekir.

       Konuya Türkiye açısından bakacak olursak;  Türkiye’nin siyasal, kültürel, ekonomik ve askeri yönlerden güçlenmesi, varlığını devam ettirebilmesi, sınırlarını koruyabilmesi ve Türkiye dışında yaşayan Türklerle ilgilenmek için nüfus artış hızını yavaşlatmak değil, tersine artırmak gerekmektedir. Türkiye’de uygulanan doğum kontrolü, Türk Milleti’nin varlığına, geleceğine, Türk neslinin çoğalmasına indirilen bir darbedir. Doğum kontrolü adı altında yürütülen bu politikaların esas gayesi Türk Milleti’ni hedefsiz, kuvvetsiz, aciz ve kendini savunamayacak bir duruma düşürmek, ancak ve ancak Türk Milleti’nin düşmanlarını sevindirir. Nüfus planlaması aynı zamanda Türkiye’nin ekonomik yönden güçlenmesine de mani olacaktır. Oysa nüfusun çoğalması, ekonomik ve kültürel yönden kalkınmak için büyük bir itici güç oluşturur.

       Türkiye’de nüfusun artmaması yönünde toplumu şartlandırma çabalarının yapıldığı ve adeta bir kampanya haline dönüştürüldüğünü görüyoruz. Nüfus tahdidini tek gaye edinen teşekküller kurulmakta ve bu hususta iletişim kanallarıyla telkin ve propagandalar yapılmaktadır. Elbette ki, bir şartlandırmayı hedef alan bu çeşit propaganda faaliyetleri demokratik toplum ilkeleriyle bağdaşmaz. Sosyal meselelerin topluma saygısızlık ifade eden anlayışlarla ele alınması sonucunda, neticelerin çok ağır kayıplara yol açtığı bir gerçektir.  Bu hususta, rahmetli Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş hoca şunları söylüyor: “ Türkiye’de nüfusun artmamasını sağlamak, Batı’nın gelişmiş ülkelerinin, az gelişmiş üçüncü dünya ülkelerine nüfus planlaması uygulamalarını benimsetme çabalarından başka bir şey değildir.” Nitekim Türkiye’de de bu anlamsız düşünce aynı anlayış içinde ele alınmıştır. Oysa Birleşmiş Milletler Anayasası, her millete kendi mukadderatını hâkim kılıcı ( Self – Determination ) prensibini, kutsal bir prensip olarak kabul etmiştir.

       Nüfus planlamasının lehindeki ve aleyhindeki görüş ve düşüncelere gelecek olursak; Lehindeki tek görüş Batı menşeli bir görüş olup, nüfus artışının açlık tehlikesi yaratacağı ihtimali üzerinde durulan görüştür. Eğer bu görüş ve düşünce doğruysa; evvela Avrupa ülkelerindeki nüfusun azaltılması gerekmez mi? Avrupa ülkelerindeki nüfus artışı çok daha fazla. Nüfus yoğunluğunun yüksek olduğu Avrupa ülkelerinin hiçbiri açlık ve fakirlik tehlikesiyle karşı karşıya gelmemiştir. Aksine, dünyada en müreffeh durumda olan ülkelerdir.

       Türkiye’de nüfus planlamasının aleyhindeki görüş ve düşünceye bakacak olursak;  meseleye iktisadi yönden bakanlar,  nüfus artışının iktisadi kalkınmayı önlemediğini, bizzat teşvik etmeye yaradığını belirtmişlerdir. Bu görüşü savunanların  arasına rahmetli olmuş Prof. Dr. Turan Yazgan, Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş, Prof. Dr. Sabahattin Zaim,  Prof. Dr. Amiran Kurtkan Bilgiseven, Prof. Dr. Mehmet Eröz, Prof. Dr. Teyfik Ertüzün, Prof. Dr. Abdulkadir Donuk, Prof. Dr. Orhan Türkdoğan hocalarımızı ve hayatta olan Prof. Dr. Mustafa E. Erkal, Prof. Dr. Enis Öksüz,  Prof. Dr. Ahmet M. Gökçen, Prof. Dr. Ömer A. Aksu, Prof. Dr. Ahmet Yörük, Prof. Dr. Sabri Sümer, Prof. Dr. Yümni Sezen, Prof. Dr. H. Ferhat Bozkuş,  Prof. Dr. Hayati Durmaz, Prof. Dr. İlyas Topsakal, Prof. Dr. Mustafa  Delican, Prof. Dr. Hacı Duran, Prof. Dr. Osman Sezgin, Prof. Dr. Zeki Arslantürk, Prof. Dr. Ahmet İncekara, Prof. Dr. Kutluk Kağan Sümer, Prof. Dr. Musa Taşdelen  hocalarımızı dahil edebiliriz. Nüfus artışı, önemli bir Pazar oluşturur ve dolayısıyla yatırımları teşvik eder.

       Avrupa ülkelerinden İsveç, Hollanda, Fransa, Almanya, Norveç, Yunanistan, Bulgaristan gibi ülkelerde genç nüfusun azalması dolayısıyla, nüfus artış hızını yükseltmeye yönelik devlet kanalıyla çalışmalar yapıldığı görülüyor. Aynı uygulamaları Japonya’da da görmek mümkündür.

       İslam Dini’de çoğalmayı, fazla çocuk yapmayı öneriyor:  “ Evleniniz ve çoğalınız, Kıyamet Günü’nde sizin çokluğunuzla övüneceğim.” Hadis-i Şerifi İslam Dini’nin evlenmeyi ve çoğalmayı teşvik edici tutumunu belgelemektedir.

       Dünya’da pek çok ülke, askeri ve siyasi prestij kazanmak, hasımlarını bertaraf etmek, hakimiyet sahalarını genişletmek için lazım olan askeri gücün nüfus yoğunluğuna dayandığını belirtmektedir.

Netice olarak şunları söyleyebiliriz:

Türkiye ve Dünya’nın bazı ülkelerinde yapılmaya çalışılan nüfusu azaltma çalışmalarını, ülkelerin egemenliklerini tehlikeye sokan bir çalışma olarak görmek gerekir. Dört bir tarafımız düşman ülkelerle çevriliyken Türkiye’nin nüfus politikaları düzgün ve doğru temellere oturtulması gerekir. Kalkınma stratejilerini, tarım ve hayvancılık politikalarını eksiksiz bir şekilde uygulamak kaydıyla Türkiye toprakları yaklaşık ikiyüz milyon nüfusu rahatlıkla besleyebilecek kapasitededir. Yeter ki, uygulanan politikalarda yanlışlık yapılmasın.

Mustafa Kemal Atatürk’ün şu sözleri asla unutulmamalıdır:  “ Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir.” Ekonomik bağımsızlık sağlanmadıkça, tam bağımsızlık sağlanamaz.  Bu da büyük devlet, güçlü devlet olmakla mümkün olacaktır. O halde, nüfusun çoğalmasından asla korkmamalıyız. Nüfus fazlalığı o ülkenin bağımsızlık ve hürriyetinin temelini teşkil eder.

Cengiz Aytmatov ve Muhteşem 3 Eseri:

(Üçüncü Bölüm)

3-ELVEDÂ GÜLSARI

Kırgız edebiyatının öncü isimlerinden Cengiz Aytmatov’un ‘Elveda Gülsarı’ isimli eseri Tanabay adlı kahramanın değişen hayat karşısında ilerleyen yaşlarında, bu değişim de kendi emeği de olmasına rağmen bocalayan, değişim adı altında değerlerin söküp atıldığını geç de olsa fark etmesini ve yaşadıklarını anlatır. 14 X 21,5 santim ölçülerinde, sert kapaklı ve kitap kâğıdına basılı 234 sayfadır. Rusça yazılmış, Refik Özdek tarafından Türkçeye çevrilmiştir.

Roman, son gününü hatta son saatlerini geçiren doru at Gülsarı ile onun binicisi ve sâhibi Tanabay’ın yolda yaşadıklarıyla başlar. Yola gidildikçe Gülsarı güçten düşer ve en sonunda soğuk toprağın üstüne yatar kalır. Bu arada eserin kahramanı Tanabay’da sürekli maziye dalar ve yaşadığı olaylar bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçer.

Tanabay; gençliğinde hareketli bir hayat yaşamış, Komünist rejimin uygulamalarını hayata geçirebilmek için uğraşmış, iyi niyetli çalışkan bir adamdır. İkinci Dünyâ Savaşı’ndan dönünce mesleği olan demircilikle uğraşan Tanabay; çok sevdiği, saygı duyduğu Çora dostunun ısrarı üzerine at çobanlığı yapmaya başlar. Devraldığı sürüde Gülsarı isminde eşine ender rastlanacak çok değerli taypalma yorga* cinsinden bir at vardır. Tanabay bu atla bütün yarışlarda birinci gelir. Onun adını bölgede duyurur. Bir gün bu at, merkezden Çora’nın yerine yeni tâyin olan sekreterin bineği olmak üzere Tanabay’dan istenir. Tanabay önceleri dirense de atı vermek mecbûriyetinde kalır. Lakin at her seferinde kaçıp eski sâhibini bulmaktadır. Sekreterin adamları ata olmadık zulümler uygular, ayaklarına demir prangalar vurur, ona eziyet ederler. Tanabay her şeye rağmen canla başla çalışarak sekreterliğin verdiği görevleri yerine getirmeye çalışır. Bir defasında ondan yanına yardımcı gençler alarak koyun sürüleri ile uğraşması istenir. Tanabay kabul eder. Dağlarda, yaylalarda zor durumlarda kalır, işte burada eskilerin kullandıkları keçe çadırların çobanlık için ne kadar uygun olduğunu anlarken, gençliğinde bu çadırların kullanılmasına gösterdiği muhalefetten dolayı utanır. Ona koyunların kuzulayacakları zaman kullanması için tahsis edilen ağılın viran durumda olması, hava şartlarının bozukluğu, yardım için yanına verilen gençlerin işi bırakıp gitmeleri, her seferinde daha fazla ürün isteyen merkez yöneticilerinin problemlere ilgisiz kalmaları Tanabay’ın moralini bozar. O günlerde Çora’yla birlikte teftişe gelen müfettişe patlar, ona sâdece konuştuklarını, problemin çözümüne dâir kafa yormadıklarını, hep daha fazla istemekten başka bir şey bilmediklerini söyler. Bunları söylerken kullandığı ‘yeni efendi’ sözü onun devrim düşmanlığıyla yaftalanıp yargılanmasına ve partiden atılmasına kadar varacaktır.

 Cengiz Aytmatov bu eserinde Kırgız köylüsünün dertlerini duyurmaya çalışmış, onlardan hep daha fazlasını isteyen; ama teşekkürü çok gören totaliter zihniyete göndermeler yapmıştır. Tanabay’ın yargılandığı mecliste konuşulanlar, katı ideolojik zihniyetin dünyânın her tarafında aynı yapıyı arz ettiğinin delilidir.

Aytmatov eserinde, usta bir at terbiyecisi gibi, artık üzerine binilecek çağa gelmiş bir atın ağzına gem vurulmasını, dizgin takılmasını ve sırtına eğer konulup üzengi bağlanmasını en ince teferruatına varıncaya kadar anlatıyor. Serbest dolaşmaya alışmış bir atın bu işler yapılırken ne kadar huysuzlaştığı, yapılanlar sanki atın ölümüne kesin olarak sebebiyet verecekmiş gibi canını dişine takarak şaha kalkar, kaçıp kurtulmasını engelleyecek her gücü tesirsiz hâle getirebilmek için terbiyecisini ısırır, ön ayaklarıyla onun sırtına çıkmaya çalışır ve en şiddetli şekilde çifte atar. Bu çifteye bir defâ maruz kalan terbiyeci için en ucuz kurtuluş ölümdür. Ölür ve kurtulur. Eğer ölmediyse, ömrünün sonunu kadar sakat yaşayacak demektir. Aytmatov bütün bunları, ne yapılması gerektiğini, atı sâkinleştirmek için neler yapılacağını, okuyarak ve nasıl yapılacağını görerek öğrenmiş olmalı ki en ince teferruatına varıncaya kadar, satır satır yazıyor. Ve bir sürpriz… Gülsarının ilk yaşlarından itibaren birlikte olduğu, birbirlerine kuvvetli bir aşkla bağlı olan karşı cinsten dostu, Gülsarının yardımına gelir. Fakat Gülsarı, kendisine yapılmak istenenlerden kurtulma çabasında olduğundan âşığı ile ilgilenemez. O da küsüp girer.

Bu ve benzeri olaylar Abbas Sayar’ın ‘Yılkı Atı’ isimli romanında da anlatılmaktadır.

Türklerde at kültürü mühim ve geniş bir yer işgal eder. Bu konuda Merhum dostum Hızırbek Gayretullah (1940-2022) tarafından kaleme alınan makalede temel bilgiler mevcuttur.

Türkler, atı ehlîleştiren ve onu medeniyetin hizmetine sunan ilk insanoğlu olarak târihe geçmiştir. At, Türklerin kolu-kanadı olmuş, onun sırtında fetihlere koşmuş, Türk’ün cesâreti atın çaparlığıyla birleşince de, cihan Türk atının nal sesleriyle çınlamıştır. Orta Asya bozkırından ta Viyana kapılarına kadar Türk’ü sırtında götüren, Ötüken çayırlarında otlayıp, Tuna ırmağında sulanan, Tanrı dağlarının doruğundan, Alplerin akabelerinden Türk’e yol bulan atalarımızın yoldaşı, atları günümüzde ne kadar tanıyoruz? Gördüğümüz her dört toynaklıya at, hipodromlarda çaparlara da tay ve kısrak deyip geçiyoruz. Oysa neden at, neden tay, neden kısrak denildiğini merak edip bozkır Türk kültürünün bir değerini, halkımıza doğru olarak tanıtamıyoruz. Bu konuda araştırma yapan zoologlara da rastlamıyoruz, belki araştırmacılar var da verilerini halka ulaştıramıyor olabilir.

Merhum Gayretullah ‘yılkı atı’ kavramını ret ediyor ve sürüdeki atların her birinin ‘yılkı’ olduğunu belirtiyor ve yılkıların Türklerin anayurdu Türkistan’da cins ve yaşlarına göre aşağıdaki şekilde isimlendiriyor: Yaşlarına göre:

• 0-1 yaş: Kulun , 1-2 yaş: Tay, Cabağı Tay     

  • 2-3 yaş: Kunan (Erkek)       

• 2-3 yaş: Baytal (Dişi)

• 3-4 yaş: Dönen (Erkek) 

   • 3-4 yaş: Dönecin (Dişi)    

• 4-5 yaş: At (enenmiş, erkekliği giderilmiş erkek yılkı)

• 4-5 yaş: Aygır (enenmemiş erkek yılkı) 

• 4-5 yaş: Biye (Dişi yılkı)                         

• 4-5 yaş: Kısrak (Dişi damızlık yılkı)

Yaşına göre isimlendirme:

Kulun: Yeni doğmuş Biye yavrusudur. Günümüzde kullanılan (at yavrusu, tay) isimlendirmesi yanlıştır. At erkek olduğundan doğurmaz.

Tay: İki yaşına basan kuluna ‘tay’ denir. (At yavrusu denilemez)

Kunan: Üç yaşına basmış erkek yılkı.

Baytal: Üç yaşına basmış dişi yılkı. Türk Kazaklarında dişi yılkı yarıştırılmaz.

Dönen: Üç yaşına basan erkek yılkı… Bu dönemde dönenler enenerek iğdiş edilir. Gösterişli ve güçlü kuvvetli olan bir dönen, damızlık aygır adayı olarak ayrılır, enenmez.

Dönecin: Üç yaşına basan dişi yılkı. İstenilen kalitede nesil verecek olanlar seçilir. Seçilenlere kısrak adı verilir. Özel olarak bakım ve disiplin altına alınır.

Biye: Dönecin çağını aşıp analık çağına ayak basan dişi yılkı.

Kısrak: Dönecin çağında ileride iyi cins döl verileceğine inanılarak ayrılan damızlık dişi yılkı.

Bedev Biye ve Bedev Kısrak: Hiç yavrulamamış biye veya kısraklara ‘Bedev’ denir, yarışlarda kullanılır.  

At: Dört yaşını doldurmuş, enenmiş, iğdiş edilmiş erkek yılkı.

Aygır: Dönen çağında iyi cins döl vereceğine inanılan enenmemiş ve iğdiş edilmemiş erkek yılkıya aygır denir. Aygıra teslim edilen sürü onun tarafından korunur. Sürüye yabancı aygır almaz, sürüyü her türlü tehlikeye karşı savunur, sürüyü kendi otlama bölgesinden başka otlama bölgesine salmaz, yeni doğan kulunlara, taylara ve zayıf biyelere saldıran kurt sürülerini imha eden destanlara konu olan aygırlar vardır. Aygırlar, kendi neslinden olmayan dişi ile çiftleşmez. Böylece neslinin temiz ve asil kalmasını sağlar.

Yılkı asil bir hayvandır. Bulanık suyu içmez, su içmeden önce ağzını çalkalar. Çiğnediği, bastığı otu da yemez.

……………………….

*taypalma yorga: Bir at cinsi. Bu cins atlar, dörtnala koşmasını bilmez. Fakat dörtnala koşan bir attan daha hızlı gider. Sâhibini hiç sarsmaz, uzun mesafe koşusuna uygundur.

(Devam Edecek)

Müzeler Ve Parklar Şehri: Londra

Bir zamanların güneş batmayan ülkesi olarak adlandırılan İngiltere’nin baş şehri Londra’yı hep merak etmişimdir. Bu sene fırsat bulup gezip görme imkânını bulabildim.

Sabiha Gökçen havaalanından kalkan A Jet havayollarına ait uçağımız bizi 4 buçuk saatte Stand Steed havaalanına getirdi. Bu havaalanı İstanbul Atatürk Havaalanı büyüklüğünde bir yerdir. İniş yerinden ana binaya raylı sistemle çalışan bir araçla geçtik. Pasaport geçiş noktası dünyanın her yerinden gelmiş olan, çoğunluğu gençlerin oluşturduğu büyük bir kalabalıkla doluydu. 20 adet pasaport kontrol noktası olmasına rağmen 2 saatte parmak izi, yüz tanıma sistemi işlemlerimizi tamamlayıp pasaportlarımızı mühürleterek çıkış yapabildik.

Bavullarımızı alıp bekleme salonuna geçiyoruz. İhtiyaç yerlerini ararken kapısında 5 ayrı dinin sembolleri olan kapıyı görüp orada namazlarımızı kılıyoruz. Daha sonra havaalanının otobüsü ile araç kiralama noktasına geçip arabamızı teslim alıp Cambridge’e gitmek üzere yola çıkıyoruz. Burası, daha kuzeyde ve Londra’ya 1,5 saatlik uzaklıkta bir yer. İngiltere’nin önemli bir eğitim merkezi. Üç milyon nüfusunun bir milyonu öğrenci ve ailelerinden oluşuyor.

Cambridge’de  kızım Şule’nin ortaokulda ingilizce öğretmenliği yaptığı ve şimdi burada yazılım eğitimi gören Sabri isimli öğrencisi karşılıyor bizi. Sabri 1989 da Bulgaristan’dan Türkiye’ye göçmek mecburiyetinde kalan bir ailenin çocuğu. Daha sonra Bulgar vatandaşlığının sağladığı imkan ve Sabri’nin ısrarı ile buraya gelip yerleşmişler.

Şehirde iki üniversite var. 1800-1900’lü yıllardan kalma tarihi, restore edilmiş binalar ve eğitim amaçlı yapılmış binalar şehrin diğer yapıları ile iç içe. Şehirde yeme içme dâhil her türlü ihtiyaca cevap verecek mekânlar mevcut. Öğrenci yurtları, evleri, kitap-kitapevi, sanat evi gibi yerlerin çokluğu dikkat çekici.

Öğrendiğimize göre burada güvenliği bozacak olaylar pek olmuyor. Bunun sebebi dışarıdan gelenlere verilen uyum eğitimi. Ülkeye yeni gelenlere her hafta sonu demokrasi, eşitlik, insan hakları, adalet, empati gibi konularda yoğun eğitimler veriliyor. Buna rağmen kanunsuzluk yapanlar ya cezaevine giriyor ya da

ülkelerine deport ediliyorlar. Görünürde pek İngiliz görülmediği soruma ise onların şehirlerin sayfiye bölgelerindeki mahallelerinde veya İspanya, Türkiye gibi ülkelerin tatil beldelerinde oldukları bilgisini alıyoruz.

Daha sonra Londra’ya geliyoruz. Kaldığımız ev şehir merkezindeki tuğlalı 2-3 katlı evlerin bulunduğu tipik bir İngiliz mahallesindeydi. Burası arkasındaki ve yakınındaki ağaçları ve üzerindeki sincapları ile doğal zenginliği de olan bir mahalle olup sokaklarında başıboş köpekleri ve kedileri de olmayan özellikteydi.

Londra müzeleri ve Hydepark gibi çok büyük ve ünlü parkları yanında birçok parkı ile yeşil dokusu da bol olan bir şehir. Ortasından geçen Tymes nehri ve üzerindeki köprüler şehre ayrı bir zenginlik katmakta. Müze girişleri ücretsiz ama biletle oluyor. Önce bilim müzesine gidiyoruz. Büyük bir tarihi binadaki bu müzeye önceden biletimizi aldığımız için kuyrukta sıra beklemeden giriyoruz. Giriş katı enerji konusuna ayrılmıştı. Bir hidroelektrik santralinin devasa boru ve çarkları insanoğlunun akıl-bilgi ve çalışmaları ile ne zorlukları aşarak bu günlere gelindiğinin bir göstergesi…Sonra ulaşımdaki gelişmeler…Uçan adamları, bez gerili çift kanatlı ve bisiklet tekerlekli ilk  uçakları görüyoruz. Tabiiki bu günün dev jet motorlarını ve İHA’larını da. Bunların nasıl yapılıp kullanıldığını ve bu günlere nerelerden gelindiğini hayretler içinde gözlemliyoruz. Mesleğim gereği medikal kat benim için çok daha ilgi çekici idi. Orada bugünün tıbbi teknik imkanlarının ilk şekillerini görüyoruz. İlk mikroskop, dinleme aletlerinin ilk şekilleri, röntgen ve EKG nin ilk halleri bu alanda ne büyük gelişmelerin olduğunun göstergeleri. Bunları görüp insanoğluna sağladığı imkânları düşününce bu günlere gelinmesinde katkısı olanları minnetle, şükranla anıyorsunuz. Daha sonra yakınındaki Tabiat müzesi ve

V.A. müzelerini geziyoruz. Farklı bir adresteki British museum’u da görüyoruz. Her biri büyük binaları ve çok iyi salonları ile gezilip görülecek yerler. British Museum’da her ülke ve medeniyetten eserler farklı kat ve salonlarda sergileniyor. Tamamı 2-3 günde ancak gezilebilecek kadar zenginlikte. Mısır bölümündeki firavunlarla ilgili eserlerin Kahire’deki müzeden daha fazla olduğu kanatim olayı daha net anlatır.

Akşam meşhur Westminster köprüsüne gidiyoruz. Köprü ve çevresi dünyanın her yerinden gelmiş insanlarla dolu. Değişik müziklerle eğlenen küçük guruplar, kuran okuyarak kendini dinletenler gibi değişik, her din ve dilden insanları görüyoruz. Bu kalabalık ve çeşitliliğe rağmen bizdeki gibi kucağında bebekle dilenen genç

kadınlar, elindeki kağıt mendili satmak bahanesi ile arabaların camlarına gelen çocuklar gibi olumsuzlukları görmüyoruz. Köprünün bir tarafında 1859 da yapılmış, Londra için marka özelliğindeki Big Ban saat kulesi ve yanındaki saray; karşı tarafta Londra’nın gözü (London eye) denilen 135 m. yüksekliği ile dünyanın en yüksek dönme dolabını görüyoruz. Kişi başı 40 sterlinle girilen ve yılda 3 milyon kişinin bindiği bu dolaba akşamları kapalı olduğu için binemiyoruz.

Sonra Oxford’a gidiyoruz. Burası dünyanın önemli bir eğitim merkezi. Dünyanın dört bir tarafından gelmiş öğrencilerle dolu. Ülkemizden de çok öğrenci var. Birçok iş, bilim ve siyaset insanımızın burada eğitim gördüğünü de biliyoruz. Eğitim kurumlarının şehir ile iç içe olduğu bu şehri arabamızla gezip görerek yakınındaki orta çağdan kalma taş evleri ile bilinen Burford kasabasını görmeye gidiyoruz. Bizim Safranbolu, Beypazarı kasabalarımız gibi tarihi dokusu bozmadan yapılan restorasyonlarla turizme kazandırılmış ilginç bir kasaba. Dönüşte Bicester Village adlı outlet alışveriş merkezine uğruyoruz. Dünyanın belli markalarının mağazalarının olduğu bu mekânda özellikle Ortadoğu’dan gelmiş insanların alışveriş çılgınlığı(!)nı görünce turizmin önemini bir daha anlıyoruz. Şehrimizde-ülkemizde bu alandaki bilinçlenmenin artması ve iş insanlarımızın ilgisinin artması gerektiğini görüyoruz.

Sağlık ve iyilikte olmanız dileklerimle.

Zafer Sevinci

Beşar Esad’ın devrilip Rusya’ya kaçmasıyla, Suriye içinde ve dışındaki Suriyelilerin coşkulu sevinç gösterilerini izliyoruz. Çünkü “Esad 1 milyon insanın katlinden ve 12 milyon kişinin ülkesinden kaçmasından sorumlu bir diktatör.”

Irak’ta Saddam Hüseyin, Libya’da Muammer Kaddafi, Mısır’da Hüsnü Mübarek devrildiğinde de benzer kutlamaları yapmıştı. Devrilen diktatörlerden ve zulümlerinden kurtulduğunu zanneden coşkulu kalabalıklar sonraki dönemlerde başka çilelerle karşılaştılar.

Suriye’de yaşayanların gelecekte barış içinde yaşamaları, ülkelerini imar ederek huzura ve refaha kavuşmaları dileğimizdir. Ancak bu çok kolay olmayacak.

Suriye’de Fırat’ın batısında İdlip bölgesinde Türkiye destekli SMO ve HTŞ vardı. Muhalif güçlerin başını çektiği HTŞ (Heyet Tahrir Şam) İdlip’ten çıkıp, Halep, Hama, Humus, Şam’ı ve ülkenin en güneyindeki Dara’yı kontrol altına aldı. SMO ise PYD’nin kontrolündeki Menbic ve Tel-Rıfat’ı ele geçirdi.

Fırat’ın doğusunda petrol zengini olan bölgede ABD ve SDG (PKK/PYD) var. SDG (PYD) Suriye’nin üçte birine ve en büyük petrol kaynaklarına sahip.

Rusya’nın ülkenin batısındaki Lazkiye’de, ABD’nin ülkenin güneydoğusundaki Al-Tanf askeri üssü bulunmakta.

Bütün bu güçler geçiş sürecinde nasıl davranacak, bir ortak yönetim altında birleşme mümkün olacak mı? Yoksa birbirleriyle çatışacaklar mı henüz belli değil.

Türkiye Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunuyor. Bunu hem CB Erdoğan ve hem de Dışişleri Bakanı Hakan Fidan sıkça vurguluyorlar. Belki de “82 Halep, 83 Şam” sloganlarıyla sanki bu topraklar Türkiye tarafından fethedilmiş gibi sevinenleri ikaz ediyorlar.

Farklı egemenliklerin ortaya çıktığı böylesine karmaşık bir yapıdan toprak bütünlüğünü korumuş yeni bir Suriye yapılanması doğar mı? Kolay değil. Bu güçler arasında iktidar ve toprak paylaşımı savaşı olması muhtemel.

HTŞ Lideri Colani’nin ılımlı mesajlar vermesi olumlu. Ama biliyoruz ki HTŞ eski El-Kaide örgütüdür ve cihatçı gruplardan oluşmaktadır. Afganistan’da Rusya’nın yenilip çekilmesinden sonra mücahitler arasında beş yıl süren bir iç savaş yaşandığını unutmayalım.

Yani Suriyeliler açısından bakarsak bir diktatörden kurtuldukları için sevinmeleri normal ama “zafer sevinci” için erken görünüyor.

*******************************

Türkiye Zafer Sevinci Yaşamalı mı?

Türkiye’de iktidar yandaşı medya ve sosyal medyada siyasal İslamcıların yaşadığı “Zafer Sevinci” haklı bir sevinç mi?

Sığınmacıların geri dönüşü için bir imkân doğmuş olması olumlu bir gelişme. Rusya ve İran’ın denklemden büyük ölçüde çıkmış olması Türkiye’nin önemini artırdı.

SMO’nun Fırat’ın batısındaki Tel-Rıfat ve Menbic’i ele geçirmesi de çok olumlu. Bu el değiştirme sanki ABD ile yapılan bir anlaşma sonucu gerçekleşti gibi. Bir çatışma değil, geri çekilme söz konusu. Yani PYD için batıda Fırat’ın sınır olduğu bölge yeterli görülmüş olmalı.

Bu olumlu yönlerinin yanında Türkiye’nin çok ciddi risklerle karşı karşıya olduğunu unutmamak gerek.

Türkiye’nin Suriye toprakları içinde başarı ile yaptığı Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı, Barış Pınarı ve diğer kısmi hava harekatlarının gerekçelerini Dışişleri Bakanlığımızın resmi sayfasından okuyalım:

“Milli güvenliğimize yönelen terör tehdidini ortadan kaldırma, Suriye’nin toprak bütünlüğü ile birliğinin korunmasına katkıda bulunma, yerel halkı teröristlerin baskı ve zulmünden kurtarma ve yerinden edilen Suriyelilerin onurlu, güvenli ve gönüllü geri dönüşleri için uygun şartları oluşturma amaçlarıyla icra edilmiştir.”

Bu amaçlar henüz gerçekleşmemiştir.

Tam tersine, artık güneyimizde, 911 km uzunluğundaki Suriye sınırımızda iki terör devleti komşumuz oldu. HTŞ ve PKK/PYD. Bu hiç istemediğimiz bir şeydi. HTŞ de PYD de bizim resmen terör örgütü olarak tanımladığımız organizasyonlardır.

Tekrar edeyim, ben HTŞ’nin de PKK/PYD’nin de patronunun aynı olduğunu, aynı merkezden yönetildiğini düşünüyorum. Çok farklı yapıda ve birbirine benzemez bu iki terör örgütünün aynı merkezden yönetildiği kanaatindeyim.

****

Diğer taraftan İSRAİL Suriye’nin Golan tepelerindeki tampon bölgeyi ve Suriye’deki silahsız bölgeyi işgal etti. Gazze katliamı unutturulduğu gibi, İsrail fırsattan istifade genişlemeye devam ediyor. İsrail güçleri Şam’a yaklaştı. HTŞ İsrail’e en küçük bir tepki göstermiyor.

İsrail güya “artan riskler ve terör grupları yüzünden…”  “Suriye’de terk edilen stratejik askeri kabiliyetleri bombaladı.” İsrail için zayıf ve istikrarsız bir Suriye gerekli.

Bütün bu olanlar ABD ve İsrail’in ortak projesinin uygulanmasından ibaret.

ABD/ İsrail projesinin bu aşamasını tamamladıktan sonraki hedefinin İran ve Türkiye’den birer parçayı koparmak ve burada da iki garnizon Kürt devleti kurdurmak olduğunu unutmayalım.

Bu projeye şöyle veya böyle destek vermek bizde bir “zafer sevinci” yaratmamalı.

*******************************

Abd Ve Türkiye’nin Desteği Var mı?

Batı medyasında parlatılan HTŞ lideri Colani’nin de bu “zaferi” kazandıran harekâtı ABD ve Türkiye’nin bilgisi dahilinde yaptığı açık. Bunu mesela Anadolu Ajansının, Amerikalı resmi kaynaklara atfen “ABD’den Suriye açıklaması: Türkiye’yle tam angajman içindeydik” diye yaptığı haberden de anlıyoruz.

İran’ın dini lideri Ayetullah Ali Hamaney de “Komşu bir devlet Suriye’deki gelişmelerde görünür bir rol oynadı. Ancak asıl komplocu ve planlayıcı ABD ve Siyonist rejimdir” dedi.

****

İdlip’te tam bir gözetim altında iken, HTŞ’nin bunca silahı ve aracı nereden bulduğunu, Rusya ve İran’ın neden müdahale edemez hale geldiğini, Esad’a bağlı ordunun komutanlarının çoğunun satın alınmasını sorgulamazsak Colani’nin hak etmediği bir güce sahip olduğunu vehmedersiniz.

Mevcut konjonktürde yapılabilecek en iyi şeyleri yapmak ve ülkemizin birliğini ve dirliğini korumak tek hedefimiz olmalı.

Bakın “Emevî Camisinde namaz kılmak” hayaliyle çıktığımız yolda 5 milyondan fazla Suriyeli sığınmacı ve kaçak içimizde. Emevî Camisinde zafer töreni yapan, Türkiye devlet başkanı değil, HTŞ başkanı Colani.

İçimizdeki Suriyelilerin Türkiye’ye dostane duygularla ülkelerine dönmelerini sağlamakla işe başlamak gerekiyor. Uygun bir ortam oluştu. Bu atmosferi değerlendirmeli, EN KISA ZAMANDA Suriyeli sığınmacıların ülkelerine dönüşü sağlanmalı.

Sıcaklık Yaşlanmayı Hızlandırır mı?

Son yıllarda iklim değişikliğinin etkileri, yalnızca çevresel değil, aynı zamanda insan sağlığı üzerindeki sonuçlarıyla da gündeme gelmektedir. Özellikle sıcak hava dalgalarının artan sıklığı, aşırı sıcaklıkların insan bedenine olan etkilerini araştırmayı her zamankinden daha önemli hale getirmiştir. Bilim insanları, aşırı sıcakların yalnızca fiziksel rahatsızlıklara değil, hücresel ve moleküler düzeyde biyolojik değişimlere de yol açabileceğini tartışmaktadır. Bu bağlamda, sıcaklığın insan biyolojisi üzerindeki etkileri ve yaşlanma süreciyle olası bağlantısı, yeni bir bakış açısı gerektiren önemli bir araştırma alanı olarak karşımıza çıkmaktadır.

Nature dergisinde yayımlanan bir çalışma, uzun süreli sıcaklık maruziyeti ile yaşlanma belirtileri arasında bir bağlantı olabileceğini ortaya koydu.

Sıcak hava dalgalarının dünya genelinde giderek daha sık görülmesi, yüksek sıcaklıkların insan sağlığı üzerindeki etkilerini anlamaya yönelik araştırmalara olan ilgiyi artırdı. Aşırı sıcaklara maruz kalan 3.800 kişi üzerinde yapılan araştırmada, DNA yapısındaki değişimlerin sıcaklığın yaşlanmayı hızlandırabileceğini işaret ettiği görüldü.

Sıcak havanın kalp ve böbrekleri zorladığı, ayrıca bilişsel işlevleri yavaşlattığı bilinir. Ancak, aşırı sıcakların hemen fark edilmeyen etkilerinin de olabileceği vurgulandı. Güney Kaliforniya Üniversitesi’nden Gerontolog Eun Young Choi, “Sıcaklığın fiziksel etkileri hemen gözle görülmeyebilir. Bunun yerine, vücudu hücresel ve moleküler düzeyde etkileyerek zamanla biyolojik bozulmaya ve sonrasında engelliliğe yol açabilir” dedi.

Choi ve ekibi, 2016-2017 yıllarında sıcaklığın 26,7°C ile 32,2°C’yi aştığı günlerin ısı indekslerini kullanarak, bu şartlara maruz kalan 56 yaş üstü yaklaşık 3.800 kişinin DNA yapısındaki kimyasal değişiklikleri analiz etti. Araştırmada, ırk, etnik köken, sigara kullanımı, yaşanılan bölge ve gelir gibi faktörler de dikkate alındı. Sonuçlara göre, daha fazla sıcak gün yaşanan bölgelerde yaşayan kişilerin moleküler belirteçleri, daha serin bölgelerde yaşayanlara kıyasla daha yaşlı bir görünüme işaret ediyordu.

Araştırmada, sıcak günlerin oranındaki %10’luk bir artışın, bireylerin moleküler yaşına 0,12 yıl eklediği bulundu. Diğer bir moleküler belirteç analizi, bu tür sıcak hava koşullarına maruz kalan kişilerin biyolojik olarak %0,6’ya kadar daha hızlı yaşlandığını ortaya koydu.

Bununla birlikte, Finlandiya Tampere Üniversitesi’nden Halk Sağlığı ve Gerontoloji uzmanı Linda Enroth, sıcaklığın doğrudan yaşlanmayı hızlandırdığına dair kesin bir sonuca varmanın zor olduğunu belirtti. Enroth, başka faktörlerin de devreye girmiş olabileceğine dikkat çekerken, bu tür bağlantıları keşfetmenin önemine vurgu yaptı: “Bu kesinlikle ihtiyaç duyulan yeni bir bakış açısı ve düşünme biçimi.”

Araştırmalar, artan sıcaklıkların insan sağlığı üzerindeki kısa vadeli etkilerinin ötesine geçerek, biyolojik yaşlanma sürecini hızlandırabilecek potansiyele sahip olduğunu göstermektedir. Ancak, bu ilişkinin kesin mekanizmalarını anlamak ve diğer olası faktörlerin rolünü belirlemek için daha kapsamlı çalışmalara ihtiyaç vardır. Sıcak hava dalgalarının insan biyolojisi üzerindeki uzun vadeli etkilerini keşfetmek, yalnızca halk sağlığı politikalarının geliştirilmesi açısından değil, aynı zamanda yaşlanma sürecine dair yeni bakış açıları kazandırmak için de kritik öneme sahiptir. İklim değişikliğinin etkilerinin giderek daha belirgin hale geldiği günümüzde, bu tür araştırmalar insan sağlığını koruma ve iyileştirme adına değerli bir yol gösterici olacaktır.

Sağlıcakla kalın… Kaynak: https://doi.org/10.1038/d41586-024-04007-8

Hüseyin Nihal Atsız

Cumhuriyet döneminin en iyi yazarlarından biri olan Atsız, 12 Ocak 1905, Kadıköy, İstanbul’da dünyaya geldi. Atsız’ın babası Gümüşhane’nin Midi köyünün Çiftçioğulları ailesinden Deniz Güverte Binbaşısı Mehmet Nail Bey, annesi Trabzon’un Kadıoğulları ailesinden Deniz Yarbayı Osman Fevzi Bey’in kızı Fatma Zehra Hanım’dır. Nihal Atsız, ilköğrenimini Kadıköy’deki çeşitli okullarda, orta öğrenimini Kadıköy ve İstanbul Sultanilerinde (İstanbul Lisesi) yaptı. Buradan mezun olunca Askerî Tıbbiye’ye yazıldı. 1922 yılında Askerî Tıbbiye’ye kaydolduğu çağlarda Türkçülük fikrinin etkisi altına girmeye başladı. Çeşitli nedenlerle 4 Mart 1925 tarihinde Askeri Tıbbiye’den atıldı.

Bu olaydan sonra üç ay kadar Kabataş Erkek Lisesi’nde yardımcı öğretmenlik yapan Atsız, daha sonraları Deniz Yolları’nın Mahmut Şevket Paşa adlı vapurunda kâtip muavini olarak çalıştı ve bu vapurla İstanbul-Mersin arasında birkaç sefer yaptı. 1926 yılında İstanbul Dârülfünûnu’nun Edebiyat Fakültesi’nin Edebiyat Bölümüne ve İstanbul Dârülfünûnu’nun yatılı kısmı olan Yüksek Muallim Mektebi’ne kaydolan Atsız, bir hafta sonra askere çağrıldı ve askerliğini 28 Ekim 1926 ile 28 Temmuz 1927 tarihleri arasında İstanbul’da Taşkışla’da 5. piyade alayında er olarak yaptı. Ahmet Naci adlı arkadaşı ile birlikte hazırladığı “Anadolu’da Türklere Ait Yer İsimleri” adlı makalenin Türkiyat Mecmuası’nın ikinci cildinde yayınlanması üzerine hocası Mehmet Fuad Köprülü’nün dikkatini çeken Atsız, 1930 yılında Edirneli Nazmî’nin divanı üzerinde mezuniyet çalışması yaptı. Aynı yıl Edebiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Mezuniyetinden sonra Edebiyat Fakültesi Dekanı olan hocası Prof. Dr. Mehmet Fuad Köprülü, Maarif Vekâleti’nde Atsız için girişimde bulunarak, Yüksek Muallim Mektebi’ni öğrenci olarak bitirdiği için, liselerde yapması gereken 8 yıllık mecburi hizmetini affettirmiş ve 25 Ocak 1931’de Atsız’ı kendisine asistan olarak almıştır. 15 Mayıs 1931’den 25 Eylül 1932 tarihine kadar Atsız Mecmua’yı çıkarmaya başladı.

Atsız, kendini tanıtmaya başlayan ilk yazılarını “H. Nihâl” imzasıyla, hikâyelerini de “Y.D.” imzasıyla, bu dergide yayınlamaya başlamıştır. Üniversite asistanlığından ayrılan Atsız, Malatya Ortaokulu’na Türkçe öğretmeni olarak tayin edilmiştir, Malatya’da kısa bir müddet Türkçe öğretmenliği yapan Atsız, Edirne Lisesi edebiyat öğretmenliğine tayin edilmiştir. Atsız, Edirne’de iken Atsız Mecmua’nın devamı mahiyetindeki aylık Türkçü dergi Orhun’u (5 Kasım 1933-16 Temmuz 1934, sayı 1-9) yayımlamıştır. Eleştirileri nedeniyle Orhun dergisi de 9. sayısında Bakanlar Kurulu kararı ile kapatılmıştır. Dokuz ay bakanlık emrinde kalan Atsız, 9 Eylül 1934 tarihinde Kasımpaşa’daki Deniz Gedikli Hazırlama Okulu’na Türkçe öğretmeni olarak tayin olmuştur.

Hüseyin Nihal Atsız, Kasımpaşa’daki Deniz Gedikli Hazırlama Okulu’nda Türkçe öğretmeni olarak 4 yıl kadar çalışmış ve 1 Temmuz 1938 tarihinde bu görevinden ihraç edilmiştir. Bunun üzerine Özel Yüce-Ülkü Lisesi’ne geçen Atsız, burada 1937 yılından 1939 yılının Haziran’ının sonuna kadar edebiyat öğretmenliği yapmıştır. 19 Mayıs 1939 ile 7 Nisan 1944 tarihleri arasında yine özel bir lise olan Boğaziçi Lisesi’nde edebiyat öğretmenliğinde bulunmuştur. Atsız, Boğaziçi Lisesi’nin Türkçe öğretmeni iken Basın ve Yayın Genel Müdürü Selim Sarper’in de teşvikiyle Orhun dergisini (1 Ekim 1943-1 Nisan 1944, sayı:10 ile 16 arası, 7 sayı) yeniden yayınlamaya başlamıştır.

1931 yılında Dârülfünûnun felsefe bölümünden mezun olan ilk eşi Mehpare Hanım ile evlenmiş, ancak 1935 yılında ayrılmıştır. Şubat 1936 tarihinde ikinci eşi olan Bedriye Hanım ile evlenen Atsız’ın bu evlilikten 4 Kasım 1939 tarihinde Yağmur Atsız ve 14 Temmuz 1946 tarihinde de Buğra Atsız adlı iki Oğlu Olmuştur. Atsız, ikinci eşi Bedriye Atsız’dan da Mart 1975 Tarihinde ayrılmıştır.

Hüseyin Nihal Atsız Ne Zaman, Neden Vefat Etti?

Nihal Atsız, 1975 yılının Kasım ayının ortalarında hasta olduğundan şüphelenmiş, fakat testler sonucunda bir hastalığa rastlanmamıştır. 10 Aralık 1975 Çarşamba gününün akşamı kalp krizi geçirmiş, gelen doktor enfarktüs olduğunu anlayamamıştır. Ertesi akşam Atsız yeni bir kriz geçirmiş, 11 Aralık 1975 Perşembe günü hayatını kaybetmiştir. 13 Aralık 1975 tarihinde Kadıköy Osmanağa Camii’nde Kılınan ikindi namazını müteakip Karacaahmet Mezarlığı’na defnedilmiştir.

Nihal Atsız Eserleri:

– Dalkavuklar Gecesi, İstanbul 1941.

– Bozkurtların Ölümü, İstanbul 1946.

– Bozkurtlar Diriliyor, İstanbul 1949.

– Deli Kurt, İstanbul 1958.

– Z Vitamini, İstanbul 1959.

– Ruh Adam, İstanbul 1972.

ŞİİR:

– Yolların Sonu (1946)

İNCELEME:

– Türk Tarihi Üzerine Toplamalar

– Türkler ve Osmanlı Sultanları Tarihi

– Türk Edebiyatı Tarihi

– Türk Ülküsü

– Osmanlı Tarihine Ait Takvimler

– Türk Tarihinde Meseleler

Cengiz Aytmatov ve Muhteşem 3 Eseri:

(İkinci Bölüm)

1-BEYAZ GEMİ

Cengiz Aytmatov romanın birinci bölümünde; vatanını ve vatanının insanlarını ne kadar çok sevdiğini çok samîmi duygular ve sıcak ifâdelerle anlatıyor. Issık Göl* çevresinde yaşayan üç âileden birinin 7 yaşındaki oğlu romanın kahramanıdır. Diğer kahramanlar: Mümin Dede: Çocuğun dedesidir. Orozkul: Mümin Dede’nin damadıdır. Çocuğu olmadığı için üzüntüsünden kahrolmakta ve zaman zaman hıçkıra hıçkıra aklamakta, teselliyi sebepli veya sebepsiz karısı Berkey’i öldüresiye döğmekte buluyor. Berkey, çocuğun teyzesidir.

Olaylar, çocuğun çevresinde gelişir. Çocuk, anne ve babası tarafından terk edilmiş olduğu için dedesi Mümin Dede ve Nine’sinin yanında kalmaktadır. Mümin Dede, damadı Orozkul’un işçisidir.

Satırlar arasında, yazarın, yurduna ve yurdunun insanlarına olan sıcak sevgisini yansıtan ve aşığın sevgilisinin saçı, kaşı gözü için söylediği övgülere benzer cümleler kullanması, onun Kırgızistan’ın küçücük bir köyüne karşı bile hayranlık duyduğunu ortaya koymaktadır:

Bitkiler de çeşit çeşittiler: ‘Sevimlileri’, ‘cesurları’, ‘korkakları’, ‘zararlıları’ ve daha birçokları… Devedikenleri baş düşmanıydı meselâ. Çocuk onunla günde en az on defa düello eder, saplarını koparırdı. Ama bu savaşın sonu gelmezdi. Çünkü devedikenleri budanmış olur, daha da büyürlerdi. Oysa kır sarmaşıkları, zararlı olsalar da, çok akıllı, çok neşeliydi. Sabah güneşini en iyi karşılayan onlardı. Öteki bitkiler ne sabahı bilirlerdi ne akşamı. Hepsi birdi onlar için. Ama sarmaşıklar, güneşin sıcak ışınları yüzlerine vurur vurmaz gözlerini açarlardı. Önce bir gözlerini, sonra ötekini, derken bütün çiçeklerini açar, gülümserlerdi. Beyaz, açık-mavi, mor… Her renkte çiçekleri vardı bu sarmaşıkların. Eğer yanlarına gidip kımıldamadan ve ses çıkarmadan durursan, uyanırken birbirleriyle fısıldaştıklarını duyar gibi olursun. Karıncalar dahi bilirlerdi bunu. Sabahleyin sarmaşıkların kollarına tırmanır, güneşten gözlerini kısarak fısıldaşmaları dinlerlerdi. Kim bilir, belki çiçekler gördükleri düşleri anlatırlardı birbirlerine.

7-23. sayfalardan oluşan birinci bölüm, dedesinin çocuğa aldığı okul çantası hakkında söylenenler nakledilir. Tebrik edenler de vardır alay edenler de… Köye, bagajında taşıdığı eşyaları satmak için gelen Maşin Mağaza sâhibi de fikir beyan eder. Köylüler, parası olmadığı için bir şeyler satın alamamış olmalarına rağmen, maşin mağazada almaya değer bir malzeme olmadığını söyleyince şoförü kızar ve onları azarlar. Mümin dede gelip de torununa çanta alınca, çocuğa iltifatlar eder, ona avuç dolusu şeker ikram eder.

Torununu yanına çağıran dede, ceplerini karıştırıp bumburuşuk bir beş ruble çıkardı. Herhalde çoktan beri orada idi bu para…

Çocuğa göz kırpan satıcı çantayı ona verdi:

-Al bakalım yaba kulak, dedi. Ama iyi oku ha! Yoksa dedenle birlikte bu dağlara çakılıp kalırsın!

-Okur o, akıllı çocuktur benim oğlum, dedi Mümin artan parayı sayarken.

Sonra, yeni çantasını beceriksizce tutan torununa baktı, onu çekip bağrına bastı ve alçak sesle:

-Bu çok iyi işte, bu güz okula gidersin.

İhtiyar nasırlı, ağır elini usulca çocuğun başına koymuştu.

Çocuk, birdenbire boğazına bir şeylerin tıkandığını hissetti. O anda dedesinin ne kadar zayıfladığını anladı, elbisesinden gelen her zamanki kokuyu da almıştı. Çalışan insanın üzerine sinen kuru ot ve ter kokusuydu bu. Hayatta ona en büyük sadakat, en büyük ilgi gösteren ve kendisini canı kadar sevdiğinden emin olduğu tek kişi varsa o da dedesiydi. Biraz şaşkın olduğu için bazı kişiler ona ‘Kıvrak Mümin’ adını takmışlardı. Ne olmuş yani? Ne derlerse desinler, insanın öyle bir dedesi, öz dedesi olması çok iyi bir şeydi.

Çocuk bu kadar çok sevinebileceğini hiç düşünmemişti. O güne kadar bir gün okula gideceği de hiç aklına gelmemişti. O güne kadar o yalnız, dağın ardında, Isık-Göl köylerine dedesiyle yaş şölenlerine gittiği zamanlarda görmüştü okula giden çocukları.

Artık çantasını elinden bırakmayacaktı. Onu büyük bir sevinçle herkese gösterdi. Önce ninesine uğradı. ‘Bak dedem ne aldı bana!’ diyordu övüngeç duruşuyla. Sonra Bekey Teyze’ye gösterdi. Bekey Teyze de çok sevindi çantayı görünce. Çocuğa bazı övücü sözler de söyledi.

Bekey Teyze’nin neşeli olduğu günler pek azdı. Çok defa suratı asık, kaşları çatık ve sinirli olur, öz bacısının oğlunu farketmezdi bile. Aklı pek başında olmazdı. Onun derdi ona yetiyordu zaten. Nine onun için: ‘Çocukları olsaydı Bekey bambaşka bir kadın, Orozkul da bambaşka bir adam olurdu’ diyor. Hatta o zaman dedesi Mümin de şimdi olduğundan çok başka biri olurdu.

Romana isim olan Beyaz Gemi, çocuğun oyuncağıdır. Dedesinin, Issık Göl’e su getiren akarsulardan birinin kenarına taşlarla sınırlandırıp gölcük hâline getirdiği bölümde durmaktadır. Midye kabuğu gibi bir cisim olan bu gemiyle çocuk, engin denizlere açılacak, bir gemide kaptan olan babasına ulaşacaktır.

***

Beyaz Gemi, Cengiz Aytmatov’dan geçmişle geleceğin, hafızayla hayal gücünün, ayrılık ve kavuşmanın ustaca bir araya getirildiği, sinema filmi olarak pek çok seyirciyle buluşturulan eseri pek çok kitap münekkidinden başarı notu almıştır.

Kitabın bir bölümünde dede, torununa ormanın ve kimsesiz çocukların koruyucusu Boynuzlu Geyik Ana’nın masalını anlatır sabırla. Elbet ormanın kalbinden çıkıp gelecektir Boynuzlu Geyik Ana. İnsanın acımasız tabiatını bütün gerçekliği ile gözler önüne sererek. Beyaz Gemi; yalnızlık, kökler, düşler, dünler ve yarınlar üzerine kurgulanmış, okunmaya değer çarpıcı bir romandır.

14 X 23,5 santim ölçülerinde, sert kapak içerisinde 249 sayfalık eser, Refik Özdek tarafından Türkçeye çevrilmiştir.

Eserin arka kapak yazısı:

Beyaz Gemi, romanının kahramanı yedi sekiz yaşlarında bir çocuktur.

Çocuk; saflığın, bozulmamışlığın ve geleceğin sembolüdür. Aytmatov, çocuğun saf ve temiz dünyâsından, hayatın acı ve çıplak gerçeğine uzanan bir roman kurgusu oluşturmayı başarır. Ona göre; çocukluk, gelecekteki insan karakterinin tohumudur. Çocukluk kişinin dilini öğrenmeye ve çevresindeki insanlarla, tabiatla ve özellikle kültürle bağlarını hissetmeye başladığı dönemdir.

Aytmatov, Beyaz Gemide destan, efsane ve masal gibi birçok şifahî unsuru kullanmıştır. Geçmişi temsil eden ve masal anlatan dede ile geleceği temsil eden ve hem efsanevî hem de destansı bir mücâdele veren çocuk arasında dramatik bir ilişki kurarak insan duygu ve düşüncelerine kendine has yorumlar getirir.

Beyaz Gemi, Aytmatov’un, edebiyat âleminde geniş akisler uyandıran, verilmek istenen mesajla yaratılan tiplerin büyük bir uyum sağladığı eserlerinin başında gelmektedir.

***

REFİK ÖZDEK (1928-1995) Gazeteci-yazar ve kitap mütercimidir. Romanya’nın Köstence şehrinde doğdu. Türkiye’de Galatasaray Lisesi’nden mezun oldu, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesindeki öğrenimini yarıda bıraktı. Yeni İstanbul gazetesinde başladığı gazetecilik mesleğini Büyük Doğu, Bugün, Babıalide Sabah, Tercüman, Yeni Haber, Türkiye gazetelerinde devam ettirdi. Tercüman Çocuk Dergisi’nin genel yayın müdürlüğünü yaptı. Araştırma dalında Türk Kültür Vakfı ödülünü kazandı. Cengiz Aytmatov’dan ve Fransız yazarlarından çok sayıda roman ve hikâye tercüme etti. 

Eserleri: Roman: Hücre / K – Biz Şehir Eşkıyası İdik (1976), Çanlar ve Zindanlar (1985), Kezban’a Mektup (1986), Ocağımız Sönmesin (1989), Yazı Yazmaktan Karnı Nasırlaşan Adam (1994), Afşaroğlu (1994), Gece Yarısı Güneşi (1994). Hikâye: Yüreğim Yanardağ (1986),  Kiziroğlu Mustafa (1995). Siyâsî Vasiyetnâmeler, Uzay Ansiklopedisi.

***

*Issık Göl: Kırgızistan’ın kuzey dağlarının arasında deniz seviyesinden 1609 m. yükseklikte, yüzölçümü 6202 km2 olan bir göldür. (Marmara Denizi’nin yaklaşık yarısı kadar) Suyu ılıktır. 19-20 dereceye kadar yükseldiği olur. Kış aylarında sâhil kesimine yakın yerlerde donduğu görülür. Çevresindeki 16 ırmağın taşıdığı sularla varlığını korumaktadır. Göle yılda yaklaşık 60.000 m3 su ulaştığı halde su seviyesi aynıdır. Göl ve çevresi Kırgızistan’ın önemli turizm bölgesidir. Göl çevresindeki tarlalar çok verimlidir. Göl kıyısındaki şehirlere vapurla gidilmektedir. Çolpan Ata camii bu şehirlerden birindedir.

(Devam Edecek)

Âlemde Adalet

     Adalet iki şıktır. Biri müspet, diğeri menfidir. Müspet ise; hak sahibine hakkını vermektir. Şu kısım adalet, bu dünyada açık bir şekilde kendisini göstermektedir. Çünkü, her şeyin istidad, fıtrî ihtiyaç ve ıztırar / zorunluluk lisanıyla; Fâtır-ı Zülcelal / Celâl sahibi Allah’tan istediği bütün taleplerini, vücud ve hayatına lâzım olan bütün hukukunu; özel mizanlarla, muayyen / belli ölçülerle veriyor. Demek, adaletin şu kısmı, vücud ve hayat derecesinde kat’i ve kesindir.

     İkinci kısım menfidir ki: Haksızları terbiye etmektir. Yani, haksızların hakkını; onları cezalandırarak veriyor. Şu şık, gerçi tamamıyla şu dünyada zuhur etmiyor. Fakat, o hakikatın vücudunu hissettirecek bir surette; sayısız işaret ve emareleri vardır. Meselâ: Âd ve Semud Kavminden tut, tâ şu zamanın inatçı kavimlerine kadar; onlara haddini bildiren, gayet yüksek bir adaletin hükmettiğini kesin olarak gösteriyor.

     Bazan zulüm içinde adalet tecelli eder. Yani insan bir sebeble bir haksızlığa, bir zulme maruz kalır; bu sebeb haksız, bu hüküm bir zulüm olur. Fakat bu olay, adaletin tecellisine bir vesiledir. İlâhî Kader başka bir sebebden dolayı cezayı, mahkûmiyeti hak etmiş olan o kimseyi; bu def’a bir zalim eliyle cezaya çarptırır, felakete düşürür. İşte bu, İlâhî adaletin ta kendisidir.

     Kader, hakiki sebeplere bakar, adalet eder. İnsanlar, zahirî gördükleri illet ve sebeplere, hükümlerini bina eder; kaderin aynı adaletinde zulme düşerler. Meselâ: Hâkim seni hırsızlıkla mahkûm edip hapsetti. Halbuki, sen hırsız değilsin. Fakat, kimse bilmez gizli bir katlin / öldürmen var. İşte, İlâhî Kader de seni o hapisle mahkûm etmiş. Kader, o gizli katlin için mahkûm edip adalet etmiş. Hâkim ise, sen ondan masum olduğun hırsızlığa dayanarak mahkûm ettiği için zulmetmiştir. İşte bir şeyde iki cihetle Kader ve İlâhî Varlığın adaleti ve insan kesbinin / kazancının zulmü göründüğü gibi, başka şeyleri buna kıyas et. Demek, Kader ve İlahî Varlık; mebde’ /başlangıç ve münteha / sonuç, asıl ve ayrıntı, sebep ve neticeler itibariyle şer, çirkinlik ve zulümden uzaktır.

     Hükümet daireleri içinde en ziyade hürriyetini muhafaza etmekle ve dış tesirlerden en çok uzak kalmakla, taraflara hissiyatsız bakmakla mükellef / yükümlü olan elbette mahkemedir. Evet her yerde, adliyede mal ve can mes’eleleri var. Eğer hâkim şahsen, hissî olarak hiddet edip bir katile ölüm cezası verse, o hâkim katil olur. Demek adliye memurları, hislerden ve dış etkilerden bütün bütün âzâde ve serbest olmazsa, sureten adalet içinde müthiş günahlara girmek ihtimali var. Hem canilerin, kimsesizlerin ve muhaliflerin de bir hakkı var. Ve hakkını aramak için, gayet tarafsızcasına bir merci / başvuru merkezi isterler.     

     Bir zaman bir hâkim, bir hırsızın elini kestiği vakit; hiddet eseri gösterdiği için, ona dikkat eden âdil âmiri onu o görevden almış. Çünkü din namına, İlâhî Kanun hesabına kesse idi, nefsi ona acıyacak idi. Ve kalbi hiddet etmeyip, fakat merhamet de etmiyecek bir tarzda kesecekti. Demek, nefsine o hükümden bir hisse çıkardığı için adaletle iş görmemiştir.

     Hz. Ömer, hilafeti zamanında, âdi bir hristiyan ile mahkemede birlikte muhakeme olundular. Halbuki o hristiyan, İslâm hükümetinin mukaddes rejimlerine, dinlerine, kanunlara muhalif iken mahkemede onun o hali nazara alınmaması açıkça gösterir ki, adalet müessesesi; hiçbir cereyana / akıma kapılmaz, hiçbir tarafgirliğe kaymaz. Bu, din ve vicdan hürriyetinin bir ana umdesi / temel fikridir ki; komünist olmıyan Doğu ve Batı’da, bütün dünya adalet müessese ve kurumlarında cari / geçerli ve hâkimdir.

     “Ve la teziru vaziretün vizre uhra.” (En’am: 164) / “Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez.” Kesin hükmü, Kur’an’ın bir esas kanunudur. Muhabbet ve hakiki kardeşliği sağlar. Milleti ve memleketi büyük tehlikeden kurtarır. Bu kanun: “Birisinin hatasıyla başkası mes’ûl olamaz!” der. Kardeşi de olsa, aşireti ve taifesi de olsa, partisi de olsa, o cinayete şerik / ortak sayılmaz. Olsa olsa o cinayete bir çeşit tarafgirlikle yalnız manevi günahkâr sayılır. Dünyada değil ama Âhirette sorumlu olur.

     Evet, birisinin hatasıyla, başkası veya akrabası hatalı olmaz, cezayı hak etmez.

     İlahî iradenin bir düstur ve prensibi olan bu temel kanunu aman unutmayalım.

     Yurtta ve dünyada bu hususun, iyice yerleşmesi için, var gücümüzle çalışalım.

     “El için yanma nara, yak çubuğunu bak safanı ara!” demekten uzak duralım.

Cengiz Aytmatov ve Muhteşem 3 Eseri:

 BEYAZ GEMİ   

ELVEDÂ GÜLSARI 

TOPRAK ANA

 (Birinci Bölüm)

CENGİZ AYTMATOV

12 Aralık 1928 târihinde Kırgızistan’ın Talas vâdisinde yer alan Şeker Köyü’nde ailenin ilk çocuğu olarak dünyâya geldi. Onun hayatı, yazdığı romanlardan daha fazla okunmaya değer hâdiselerle doludur.     

Babası Törekul Aytmatov; seçkin bir devlet adamıydı. Rejim aleyhtarlığı sebebiyle cezâlandırılacağını tahmin ederek eşinin ve çocuklarının mukadder acı bir olaya şâhit olmamaları ve zarar görmemeleri için onları, Moskova’daki parti yönetiminin haberi olmadan Talas’a Ata-Yurt’a gönderdi. Zira Rusya’da irkî ve dînî mensûbiyeti sebebiyle uydurma suçlarla tevkif edilen, göstermelik bir muhakeme sonunda katledilen insanların çocukları öksüzler yurdunda toplanıyor; eşleri ise, çalışma kamplarına gönderilerek büyük hakaretlere ve tecavüzlere mâruz bırakılıyordu. Birçok kadının dayanamayarak intihar ettiği bu kamplardan birinde 22.000’den fazla ‘halk düşmanı karısı’nın hapsedildiği bilinirdi. Aytmatov, dostu ve meslektaşı Şahanov*’a şöyle anlatmıştı: ‘Henüz altı aylık olan küçük kardeşim Rosa ile birlikte dört kardeştik. Babam Bizi Kazan garına götürdü. Tren oradaydı. Kapıları açıktı. Vagonun biri bize rezerve edilmiş bölümlerden oluşuyordu. Altlı üstlü ranzalar vardı. Babam bunlardan ikisine bizi yerleştirdi. Ve vedalaştı. Annemin nasıl ağladığını ve babamın kendisine nasıl güçlükle hâkim olabildiğini görüyordum. Bu arada tren hareket etti ve yürümeye başladı. Babam uzun müddet, gücünün yettiği kadar pencerenin yanı sıra koştu, bize el salladı, salladı… Ben ranzanın üst tarafındaydım, her şeyi anlamıştım, en azından hissetmiştim birbirimizi bir daha asla göremeyecektik.’

Stalin diktası sebebiyle babasından koparılışının izlerini ömür boyu hafızasında taşıyan Cengiz Aytmatov’un mâruz kaldığı haksızlıklar, bununla da sınırlı kalmadı; sadece Törekul Aytmatov’un kardeşi olduğu için amcası Rızkulbek, rejim tarafından benzer gerekçelerle suçlanarak 1937’de öldürüldü. Dokuz yaşında iken kimsesiz ve savunmasız kalan Cengiz Aytmatov, İlgiz isimli bir erkek, Lyutsiya ve Roza isimli iki kız kardeşi ve annesinden oluşan ailenin bütün yükünü tek başına üstlenmek mebûriyetinde kaldı. Titrek, yürekli bir çocuğun zayıf ve nârin omuzları, bu ağır yükü taşımak kadar okulda, işyerinde ve toplumun her kesimindeki vebalı dışlanmalara, yok saymalara ve aşağılanmalara da katlanmak mecburiyetindeydi.

Aytmatov âilesi, Törekul Aytmatov’un katledildiğini yirmi yıl sonra öğrendi. Cengiz Aytmatov’un, tutunacak hiçbir dalı kalmamış olsa da; atalar yurdu niteliğine sâhip olan bu mekân, onu ve ailesini vebalı dışlamaların lânetinden korudu. Aytmatov, atalar ruhunun yandığı ocakta söze tutundu, böylesine mukaddes bir yerde atalar ruhu, söze dönüşerek zamanı aştı ve babaanne Ayımkan ve ‘Karakız Apa’nın anlatılarıyla Aytmatov’a ulaştı. Kırgız toprağının kişileşmiş biçimi olan bu iki insan, küçük Cengiz Aytmatov’a yalnızca masallar, efsaneler anlatmakla, mâniler, türküler söylemekle kalmadı; onun yaralı şuurunu bir psikiyatrist gibi sağlığına kavuşturdu. Böylece Aytmatov, ateşten semender* nitelikli bu değerlerin referansında koruyucu ve doğurgan bir sığınak olan söze dönüşerek, öyküsünü dinlediği toprakların adına geleceğe aktı.

Çocukluk dönemlerinden itibâren çalışmak mecburiyetinde kalması onu, iyi bir gözlemci yaptığı gibi bu yetenek, sonraki yıllarda yazacağı eserlere de malzeme oluşturdu. İkinci Dünyâ Savaşı’nın ağır şartları ile 1942’de okulu bırakarak köyüne geri döndüğünde Köy Sovyet’i (Kolhoz) sekreterliğine tâyin edildi. Burada -13 yaşında- cephe gerisi hizmetleri yürüten Aytmatov, bu süreçte vergi memurluğu/muhasebecilik ve Rusça öğretmenliği yaptı. Cephe gerisinde evladını/eşini yitirmiş, aç perişan, çâresiz insanların yüzüne yansıyan acıyı bizzat gözlemleyerek büyüyen Aytmatov, bu gözlemlerinin hâfızasında yarattığı etkiden, hemen hemen bütün eserlerinde faydalandı. Ruhunda derin yankılar uyandıran bu trajik gelişmeler; onu, ileride yazacağı öykü ve romanlarında bir savaş metafiziği kurmaya zorlayacaktı. Dolayısıyla gelenekli kültürün yaşayan tarafının yanı sıra İkinci Dünyâ Savaşı da Aytmatov’un yazarlık serüvenini şekillendiren önemli bir dönüm noktası oldu. İkinci Dünyâ Savaşı, yirmi milyona yakın insanını kaybeden Sovyetler Birliği’nde büyük bir trajedinin yaşanmasına sebebiyet verdi; açlık, acı, hüzün, yoksulluk, savaş travması ve arka arkaya yaşanılan kayıplar, bütün bir ortak payda hâline gelerek Aytmatov hikâyelerine yansıdı.

Cengiz Aytmatov, İkinci Dünyâ Savaşı’nın bitiminde 1946’da Cambul’daki Veteriner Okulu’na kaydoldu ve iki yıl okuduktan sonra 1948’de Kırgızistan Frunze’deki Tarım Enstitüsü’ne devam etti. Aytmatov, bu enstitüde iken hocasının tavsiyesi ile şiirden hikâyeye yöneldi. 1952’de Rusçaya çevrilerek Pravda’da yayımlanan ilk hikâyesi ‘Gazeteci Cyuda’yı yazdı. Daha sonra yazdıklarıyla edebiyat eleştirmenlerinin dikkatini çeken Aytmatov, yazı yeteneğini daha da geliştirmesi için, yaratıcı yazarlık dersleri veren Moskova’daki Gorki Edebiyat Enstitüsü’ne dâvet edildi. 1956-1958 yılları arasında Maksim Gorki Edebiyat Enstitüsü’ne devam etti. 1957’de ‘Yüzyüze’ başlıklı hikâyesini yazan Aytmatov, bu hikâyesinde insanın duygularıyla aklı arasında yaptığı seçimi tezli bir biçimde sorguladı. 1958’de ise asıl çıkışını yaptığı ‘Cemile’ başlıklı hikâyesini kaleme aldı ve hikâye, Sovyetlerin en tanınmış edebiyat dergisi Novy Mir (Yeni Dünyâ)’de yayımlandı. Devrin Sovyet edebiyat dünyâsında geniş yankılar uyandıran hikâye, haksız tenkitlere de mâruz kaldı. Eleştirilerin ve tartışmaların ortasında hikâye, Fransız eleştirmen Louis Aragon’un dikkatini çekti. Aragon, Cemile’yi ‘dünyânın en güzel aşk hikâyesi’ sözleriyle nitelendirerek Fransızcaya tercüme edip geniş bir takdimle yayımladı.

Dünyâda büyük yankı bulan Aragon’un sunuşundan sonra Aytmatov’un eserleri, dünyâ dillerine çevrildi ve tartışmalar da kendiliğinden sona erdi. Artık Cengiz Aytmatov, aldığı ilhamla dünyâya doğru akmakta; insanın zamanla, mekânla, sosyal ve siyâsî kimliğiyle değişmeyecek olan yönlerini, ezelden ebede yönelmiş gerçeğini anlatmaktaydı.

Stalin’in ölümünden sonra başlayan normalleşme sürecinde Kruşçev’in uyguladığı Anti-Stalinist politika, Aytmatov’un daha rahat hareket etmesine zemin hazırladı. 1957’de Sovyet Komünist Partisi’ne ve Sovyet Yazarlar Birliği’ne, 1958 yılında Moskova’da Edebiyat Fakültesi’ne kabul edildi. 1959 yılında Novy Mir’in editörlüğünü yaptı ve buradaki görevi 1967 yılına kadar devam etti. Novy Mir’den sonra Literaturnyi Kırgızistan dergisi editörlüğü ve beş yıl boyunca devam eden -1960-1965 yılları arasında- Pravda Gazetesi Orta Asya muhabirliğini yaptı.

Aldığı armağanlar:

1963 yılında ‘Selvi Boylum Al Yazmalım’ başlıklı hikâyelerden oluşan Steplerden ve Dağlardan Hikâyeler başlıklı hikâyeleriyle Lenin Edebiyat Ödülü’ne lâyık görüldü. 1968’de Büyük Sovyet Edebiyat Ödülü’nü aldı ve aynı yıl Kırgızistan millî yazarı seçildi. 1969’da Asya-Afrika Halkları Kültürel Dayanışma Teşkilatı Başkan Yardımcılığına seçildi. 1978’de Yüksek Sovyet Prezidium’u tarafından ‘Sosyalist İşçi Kahramanı’ olarak mükâfatlandırıldı. Avrupa İlim, Sanat ve Edebiyat Akademisi ve Kırgızistan İlimler Akademisi üyeliklerinin yanı sıra Issık-Göl Forumu Başkanlığı gibi pek çok üst düzey üyeliklerde bulundu ve armağanlar aldı. Milletlerarası ilk armağanları olan Etruriya (İtalya-1979) ile Jawaharlal Neru Armağanını (Hindistan-1985) da bu yıllarda aldı. 1983’te, Gün Olur Asra Bedel ile ‘Büyük Sovyet Edebiyat Armağanı’nı ikinci defa kazandı. Daha sonra pek çok armağanlara lâyık görüldü. Sivil toplum kuruluşlarında ve komitelerde sekreter ve başkanlık yaptı. Kırgızistan’ı Sovyetler Birliği’ni ve Rusya’yı Lüksemburg, Hollanda ve Belçika’da büyükelçi olarak temsil etti.

Kürkürü ırmağının dağlardan aldığı ilhamı kulağına fısıldadığı bu küçük çocuk, 80. yaş yılını kutlamaya hazırlandığımız kendisinin de Gün Olur Asra Bedel romanının film çekimleri için Tataristan’ın başşehri Kazan’a gittiği bir zamanda -16 Mayıs 2008- târihinde rahatsızlandı. Ve böbrek yetmezliği teşhisiyle tedavi için Almanya’ya götürüldü. Nürnberg şehrinde tedavi gören Cengiz Aytmatov, 10 Haziran 2008’de ebedî âleme intikal etti. Evli ve dört çocuk babası olan yazar, 1937’de babasıyla beraber 137 aydının gizlice kurşuna dizilip gömüldüğü Bişkek’teki Ata-Beyit’te toprağa verildi.

Cengiz Aytmatov’un Manas Destanı başta olmak üzere Kırgız kültürünün binlerce yıllık sözlü geleneği olan masallar/efsâneler/ türküler/inanmalar olmak üzere kitap hâlinde yayınlanmış eserleri:

Yüz Yüze (1957), Deve Gözü (1960), İlk Öğretmen (1961), Al Yazmalım Selvi Boylum (1963), Toprak Ana (1963), Kızıl Elma (1964), Elveda Gülsarı (1968), Oğulla Buluşma (1969), Beyaz Gemi (1970), Fuji Dağının Tepesi (1973), Erken Gelen Turnalar (1975), Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek (1977), Gün Uzar Yüzyıl Olur (1980), Dişi Kurdun Rüyaları (1986), Beyaz Yağmur (1990), Cengiz Han’a Küsen Bulut (1990), Yıldırım Sesli Manasçı (1990), Kassandra Damgası (1995), Kuz Başındaki Avcının Çığlığı (1997), Çocukluğum (1998), Sokrat’ı Anma Gecesi (2000), Sultan Murat (2016).

Eserlerini kendisi olma kaygısının refakatinde biçimlendiren Cengiz Aytmatov, evrenin şuurunda gelecek adına yanan bir çıraydı. Suların, toprağın, ateşin ve rüzgârın sırrını ödünçleyen bu bilge insan, anlatılarına dönüşen varlığıyla daha nice yüzyıllar yaşamaya ve bir sis çanı gibi insanlığı uyarmaya devam edecekti.

Cengiz Aytmatov’un parıltılı düşüncelerinden bâzıları:

*Nerede, hangi zamanda, hangi mekânda olursa olsun ve hangi mensubiyete bağlı bulunursa bulunsun; insan türünden birine verilen zarar, bütün insanlığa verilmiş zarardır.. Doğrusu insan, başkalarını anlatırken hep kendini arardı. Aytmatov da başkalarının öyküsünü anlatırken hep kendini bulmaya çalıştı. Simurg kuşu gibi, hem bütün insanlarda kendini hem de kendinde bütün insanlığı duymaya çalıştı.

*Dünyânın tamamının problemlerine ışık tutmak için gayret etti. Aytmatov’u başarılı kılan en önemli etken, mahallî ve millî değerleri cihanşümul bakış açısıyla anlatma yeteneğiydi. Zira nasıl damla, deryânın bütün özelliklerini içerirse, insanî açıdan millî bir değer de pekâlâ beynelmilel mânâda insanî açılımları taşıyabilirdi. Önemli olan basit, sıradan insanların içindeki büyük insanı yakalama ve anlatabilme kudretine erişebilmekti. Aytmatov bu kudretini aslâ mahallî ve folklorik söyleme takılıp kalarak yansıtmadı; yazarın anlatılarında folklorik malzeme, kendi anlatımıyla doku uyuşmazlığına girmezdi.

*Beynelmilel düzenin minyatür bir modeli olarak tasarladığı Şeker Köyü’nü, kurduğu zaman-mekân ötesi bağlantılarla bir insanlık laboratuvarına dönüştürdü; eserlerindeki kişi ve olayları, bütün insanlığın serüvenine ortak bir payda oluşturacak kadar tarafsız bir bakış açısıyla metne taşıdı.

*Aytmatov kalemini, hiçbir zaman ideolojik şartlanmaların ve şahsî hırsların kullanımına vermedi. Öyle ki, babasını, amcasını katlederek çocukluk hayallerini elinden alan ve bütün Sovyetler Birliği’ni modern bir hapishaneye çeviren Stalin’e bile doğrudan saldırmadı. O, dünyâ problemlerinin kesiştiği bir prizma gibi insanlığın bütün sevinç ve acılarını kendinde tecrübe ederek yansıttı.

*Bütün ideolojik, siyâsî ve dînî şartlanmaları, mankurtlaşan insanın yeniden kendine dönebilmesini, örtük nitelikli kurtuluş/dönüş imgeleri olarak sundu.

Prof. Dr. Ramazan Korkmaz’ın hazırladığı metinden faydalanılmıştır.

*Şahanov: Muhtar Şahanov:1942 yılında Kazakisitan’ın Çimkent vilâyetinde doğdu. Bürokrat, büyükelçi, şâir ve yazar. Genç yaşından itibaren Kazakistan’ın bağımsızlık mücâdelesinde önemli roller üstlendi ve başarılı oldu.

*Semender: Masal ve destanlarda adı geçen, ateşe atıldığında yanmadığı ve hattâ ateşi söndürdüğü ileri sürülen bir sürüngen.

(Devam Edecek)