10.5 C
Kocaeli
Perşembe, Kasım 13, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 72

Eğitimde Yapay Zekâ Devrimi mi?

Aklımda evirip çevirip durduğum iki konu vardı. Biri, okuyucularıma da sıkça anlattığım yapay zekâ. Diğeri ilk okuduğumdan beri aklıma takılan ve eğitimcilerin “Bloom’un iki sigması” dedikleri deneyin çarpıcı sonucu. 

Eylül’den beri yine kafamda ve dost meclislerinde bu iki meseleyi bir araya getirip “acaba” başlıklı konuşmalar yapıyordum. Acaba, yapay zekâ kullanılarak, Bloom’un iki sigmasını yakalayabilir miyiz?

İki sigma ne? Eğitim biliminin önde gelenlerinden Benjamin Bloom, bir sınıfta verilen eğitimle, aynı eğitimin aynı düzeyde çocuklara teke tek verilmesi arasındaki farkı ölçüyor. Neyin farkını? Ders sonunda öğrencilerin konuya hâkimiyetleri arasındaki farkı. Çarpıcı ve düşündürücü sonuç şu: Sınıfta öğrenenlerin başarı eğrisiyle teke tek öğrenenlerin başarı eğrisi arasında iki standart sapma fark var. Standart sapma Yunan alfabesindeki sigma harfiyle gösterildiği için bu buluşa Bloom’un İki Sigması deniyor. 

Deha fabrikası

Ne demektir iki sigma fark? Başarıyı değil de çocukların zekâ bölümlerini yani IQ’larını ölçüyor olsaydık, mesela sınıftaki çocuklar 100 yani orta zekâ seviyesinde olsalardı teke-tek öğrencileri iki sigma daha ileri zekâlı, 130 IQ’lu, yani üstün zekâlı gibi öğreneceklerdi. Bloom’un tavsiyesini uygula ve kendi dâhilerini kendin yarat! 

Uzaktan eğitimin, özellikle pandemiden sonra başını alıp gittiği günümüzde şu tartışma yaygındır: Uzaktan eğitim, sınıfta yüz yüze eğitimin sonuçlarını alabilir mi? Çok değişkenli bir mesele… Yüz yüze eğitim herhâlde daha iyidir ama siz Türkiye’nin her tarafından, hatta dünyanın her tarafından bulup ders verdirdiğiniz hocaları yerel sınıfa getirebilir misiniz? Sınıfta verilen dersi tekrar edebilmek için video kaydına mı almalı? Hâlbuki uzaktan eğitim zaten video ile yapılıyor. Öğrenciler dersi zamandan bağımsız olarak izleyebiliyor. Hatta tekrar tekrar izleyebiliyor. Bütün bunlara rağmen aynı hocayı, aynı öğrencilerin bulunduğu sınıfa sokabilirseniz, hiç olmazsa bir ders için yüz yüze eğitimde muhtemelen daha iyi sonuç alırsınız. 

Bire bir imkânsızdı

Bloom’unki yüz yüzenin ötesinde. Teke tek eğitim diyor. Sıralamayı “uzaktan- yüz yüze- teke tek” diye yapıyorum. Gördüğünüz gibi teke tek, yüz yüzeyi açık farkla, iki standart sapma farkla geçiyor. 

Öyleyse hemen sınıfları tatil edip teke tek eğitime geçelim. İşte bu ne insan gücü ne ekonomi ne de zaman açısından mümkün. Ortalama 30 kişilik bir sınıfta 1 öğretmenin 1 saatte vereceği dersi 30 saate çıkarıyorsunuz. Otuz kat daha çok öğretmen, Otuz kat daha çok zaman ve mekân! Hele üniversite amfilerinde gerektiğinde yüzlerce, bazen binlerce öğrencinin toplanıp ders dinlediğini düşünürseniz Bloom, zaman, mekân ve ekonomi duvarını aşar; iki sigma imkânsızlaşır. 

YAPAY ZEKÂ GELENE KADAR

İşte Kapadokya Üniversitesi’nin 

ekimdeki yapay zekâ toplantısından beri, acaba yapay zekânın bunda bir yardımı olabilir mi diye düşünmeye başladım. Programlanmış, internet üzerinden verilen dersler zaten var. Yine Bloom’un ustalık sistemi dediği ve algoritma hâline getirmeye yatkın öğretme usulü var. Dersi iyi tanımlanmış basamaklara bölüyor. Her birinde not için değil, ilerlemeyi izlemek için testler yapıyor. Bir basamağın öğrenildiği kesinleşene kadar bir sonrakine geçmeyen bir sistem. Hani “dersin kazanımları” başlıklı bir şeyler okumuş veya yazmışsanız ustalık sistemine teğet geçmişsiniz demektir. 

Şimdi bunlara, öğrencinin öğrenme hızını, öğrenip öğrenmediğini, hatta dikkatini izleyen yapay zekâ destekli bileşenler eklesek. Yani teke tek öğrenimin özelliklerini parçalara ayırıp her biri için yapay zekâ desteği kursak. En uçuk düşüncelerimden biri, kamerayla öğrencinin nerelere baktığını izleyip dikkat kaybolduğunda uyaran bir yapay zekâ. Bir yol verimsizse başka bir anlatım deneyen… Velhasıl usta bir öğretmen gibi davranabilen bir yapay zekâ. 

Keşfimle öğünürken Google’a İngilizce “yapay zekâ ve Bloom’un iki sigması” diye yazdım. Ne göreyim! Sayfalar dolusu bu veya buna yakın başlıklı yazı çıktı. “Yapay zekâ Bloom’un iki sigma problemini çözdü” gibi kesin ifadeler ve bunu yaptığını söyleyen sistemlerin reklamları bile vardı. Keşfimin çoktan keşfedildiğini, hatta ticari hâle geldiğini gördüm. 

Eğitimde yapay zekâ devrimi mi? – Milli Düşünce Merkezi

Mevlânâ ve Akıl[1]

Özet

Mevlânâ’nın hayatının farklı dönemlerinde  yazdığı eserlerde öne çıkan kavramlar çeşitlilik göstermektedir Bu açıdan bakıldığında Mevlânâ, akıl kavramına çok değişik anlamlar yüklemekte ve onları sınıflandırmaktadır. Şems-i Tebrizî’ye olan duygularını açıkladığı Divan-ı Kebir’de daha ziyade sezgi ve sevginin ön planda olduğu görülmüştür. Fakat olgunluk dönemi eseri Mesnevi’de akıl ön planda ve akıl birçok yönüyle değerlendirilmektedir. Günümüzde daha ziyade onun bir aşk elçisi olduğu üzerinde durulmuş akla getirmiş olduğu yorumlar yeterince incelenmemiştir Dolayısıyla yaygın kanaatin aksine Mevlana’nın aklı dışlamadığı ve onu yücelttiği görülmektedir. Araştırmacılar tarihi şahsiyetlere  bakarken onların eserlerindeki gelişim ve değişim boyutlarını çoğu kez ihmal etmektedir. Bu çalışmanın amacı “Mevlana ve Akıl” ilişkisinin Mevlana’nın hayatı boyunca geçirdiği düşünce safhalarının anlaşılması ile mümkün olacağının gösterilmesidir.

Anahtar Kelimeler: Mevlânâ, Akıl, Divan-ı Kebir, Mesnevi

Mevlana and Intellect

Abstract

The concepts that stand out in the works written by Mevlana in different periods of his life are diverse. When viewed from this perspective, Mevlana attributes very different meanings to the concept of intellect and classifies them. In Divan-ı Kebir, where he explains his feelings for Shams-i Tabrizi, it is seen that intuition and affections are more prominent. However, in his mature work, Masnavi, intellect is prominent and intellect is evaluated in many aspects. Today, it is emphasized that he is an ambassador of love, and the interpretations he brings to intellect have not been sufficiently examined. Therefore, contrary to the common belief, it is seen that Mevlana did not exclude intellect and glorified it. When researchers look at historical figures, they often neglect the dimensions of development and change in their works. The aim of this study is to show that the relationship between “Mevlana and Intellect” can be possible by understanding the stages of thought that Mevlana went through throughout his life.

Keywords: Mevlana, Intellect, Divan-ı Kebir, Masnavi

Mevlânâ:

Üç sözden artık-fazla- değil /Bütün ömrüm şu üç söz:

“Hamdım, piştim, yandım”

Giriş

Sezai Karakoç’un Türk-İslam düşünürü, şairi Mevlânâ’yı (1207-1273) ve eserlerini anlatan müstakil bir kitabı[2] vardır. Karakoç’a göre, Mevlânâ iyi bir eğitim görmüştür. Hem aklî ilimleri öğrenmiş, hem de babasından ve onun halifelerinden manevi ilimleri tahsil etmiştir. Böylece, onda akıl ve ruh dünyası at başı yürümüştür. Kimilerinin sandığı gibi, Mevlânâ hayatının belli bir döneminden sonra ansızın büyük bir değişiklik geçirip, birden bire olduğundan başka bir Mevlânâ olmamıştır. “Hiçbir değişim ve oluşum birden bire olmaz” çünkü. Her şeyin, derinlerde, görünmeyen planda yavaş ve uzun bir hazırlanma dönemi vardır. Mevlânâ’da da bu böyle olmuştur. İlkin o, siyasal ve politik duruşu/konumu itibariyle, Selçuklu Devleti’nin yıkılışından sonra, Anadolu’da baş gösteren karışıklıkların ardından yeniden yapılanma veya kuruluş döneminde büyük bir rol sahibidir. Ancak, adeta “isimsiz bir şekilde oluşan bu dirilişte” Mevlânâ, ön plana çıkmamıştır. Çünkü bu tavır hem onun mizacına, hem de yolunun usul ve üslubuna aykırıdır. O, biraz da tevazuu gereği, “bulutlar ve perdeler arkasından görünmeyi” yeğlemiştir. (SK, s. 19)

“Gönülleri arıtan bir ışık” dünyasına sahip olan ‘Koca Şeyh’i, Mevleviliğe hapsetmek de doğru değildir. Mevlânâ, öyle bir kişiliğe sahiptir ki sabit bir porteye sığdıramayız. Mutlaka ondan dışarı taşar. Çok cepheli bir kişiliği vardır. Bu, biraz da görevi gereğidir. .. Aklın idrakini aşan facialar karşısında susmuş, ruhun kamaştığı noktada kalbe müracaat etmiştir. Hakikati kalbin saf aynasında bulan o büyük insan, bununla kalmamış, bilgin ve bilge olmanın yanında arif olmayı da önermiştir herkese[3].

Şems-i Tebrizî, böylesine engin ve çok cepheli bir kişiliğe sahip olan Hazreti Mevlânâ’nın hayatında mühim bir yere ve etkiye sahiptir. Kimdir bu Şems-i Tebrizî; Mevlânâ’nın hayatındaki yeri nedir? Adeta alnında güneş ışınları parlayan Şems-i Tebrizi, bir haber, bir icazetname, bir mektup ve bir muştudur. Kimi zaman bir sembol haline gelmekte, kimi zaman nefsimizi sarsan ruh. Bazen de, “bize bütün eksikliklerimizi, kusurlarımızı, çirkinliklerimizi haykıran” bir aynadır. Saf samimilik olan Şems-i Tebrizî, resmiyetin dışındadır. Maksadı, Mevlânâ, daldığı büyük murakabeden çıkıp başını kaldırsın da, lutfedip etrafındakilere bir kaç kelam etsin … “Şems-i Tebrizî’nin gelişi, Mevlânâ’nın kendine gelişi, kendi kendini buluşudur, Gönlünün ilk silahını denediği ilk nişan tahtasıdır. Bir yankıdır Şems-i Tebrizî. Şems-i Tebrizî ile konuşmak Mevlânâ için bir monologdur. Ayniyle Şems-i Tebrizî için de Mevlânâ öyledir. İkiz ruhlardır onlar. Büyük yolculukta kader arkadaşı, kader yoldaşıdırlar. Mevlânâ ve Şems-i Tebrizî aynı ruhun iki yüzü. Bir olmanın iki yarısı.” (SK, s.39)

Şems-i Tebrizî, bir yol arkadaşı, bir dosttur Mevlânâ için. “Korkusuz, temizleyici bir kılıçtır. Mevlânâ ise ölüyü dirilten, yere serileni ayağa kaldıran, diriliş kerametinin alçakgönüllü doktoru. Maneviyat yolunda eğriyi doğrultmak, çürüğü yıkmak, eksiği belirtmek, dobra dobra konuşan ve davranan Şems’in mizacıdır. Mevlânâ ise su gibi güçlü ama su gibi de yumuşaktır. O söylediğini dolaylı söyler, hissettirir. (..) Mevlânâ ile Şems, adeta bir oyunda bir diyalogla bir mesaj veriyorlar.” (SK, s. 41-42)

Hakikatin gazabı ve kılıcı olan Şems-i Tebrizî şiddet kutbu; hakikatin merhameti, rahmeti ve şefkati olan Mevlânâ ise yumuşaklık kutbudur. Biri öfke, öbürü ses; biri kılıç öbürü güzellik; biri korku, öbürü muştu, yalvarış, yakarış, titreyiş ve sevgidir[4]. Mevlânâ’nın birçok mutasavvıf gibi duyguya ve düşünceye dayalı eserleri bulunmaktadır. Kısaca “Mevlânâ’nın Mesnevi’si ağırlıklı ölçüde düşünceye da­yalıyken Divan-ı Kebir’i ağırlıklı ölçüde duyguya dayalıdır”. “Mevlânâ” öncelikle düşünceye dayalı eserleri incelenerek anlaşılabilir.  Eskiden Mevlevi tekkelerinde “Mesnevi değil de Divan-ı Kebir ciltlerinin dolaplara kilitlenmesi” önemlidir[5]. Çünkü Divan-ı Kebir, Mevlânâ’nın Şems-i Tebrizî’ye olan sevgisi ve heyecanın satırlardan taştığı dönemde yazılmış bir Divan-ı Şems’tir. Mesnevi ise Şems’in yokluğuna alışmış, durulmuş ve sükûnete ulaşmış bir Mevlânâ’nın olgunluk döneminin eseridir. Bu çalışmanın amacı, “Mevlânâ ve Akıl” ilişkisi özelinde, klasik kaynaklara bakarken yazar/şair/sanatçı/felsefeci yahut bilim insanının hayatı boyunca geçirdiği dönemleri ve eserlerindeki değişimleri dikkate alarak onların kavramlara yükledikleri anlamların incelenmesi gerekliliğidir.

Mesnevi

Sezai Karakoç’un ifade ettiği gibi: “Mesnevi, çağına hapsedilecek bir eser değildir. Adeta, bir nehir gibi akan çağrışımlar zinciri ve halkalarıyla bütün zamanlara uzanan temel bir kitaptır. Hazırdaki ve gaipteki, şimdiki zaman ve gelecekteki dostlara, öğrencilere, kardeşlere, derli toplu bir görüşü, bir düşünce mahsulünü temsiller, hikâyeler, mazmunlarla sunmak ve öğretmek için vücuda getirilmiş bir şaheserdir. Mesnevi’nin biri çağı için, diğeri çağından sonrası için olmak üzere iki ayrı görevi vardır. Kur’an-ı Kerim’in bir yorumudur Mesnevi: “Ateşi kül bağlamamış vahyin sıcaklığını yüreğinde yaşatan bir yorum.” Yaşadığımız dünyanın ve dış âlemin verileri, Mesnevi’ye girince, sanki mistik bir kimlik kazanırlar. Her unsur, ahiretten bir koku taşır. Mesnevi, metafizik planlı ve konulu bir bilinçlenme öğretisi ve yoludur. “Tanrı’ya varmak, her an Tanrı’yla olduğunun farkında ve şuurunda olmak yolunu açan bir aydınlık çizgi”dir. Mesnevi’yi okumak, daha doğrusu yaşamak, “fon müziği olarak ney’in eşlik ettiği miraç lirizmiyle dolu bir arınış yolculuğuna çıkmak demektir. İnsanı, kutlu maneviyat katına yükselten bir kitap olduğu için ona Mesnevi-i Şerif denilmiştir[6].

Klasik şiirimizde önemli sanatsal faaliyetlerden biri olan mesnevi yazma uğraşısı, Mevlânâ’da büyük virtüözüne kavuşmuştur. “Hikâyeler düşüncelerden, öğütler hikâyelerden, hikmetler öğütlerden ayrılmaksızın, ruhun büyük senfonisini dinletiyorlar bize. Mesnevi’yi okumaya başlamak, onunla hemhal olmak, yıllar yılı onunla yoğrulmak, bir değişim sürecine girmek ve onu yaşamaktır. Şeyhin o büyük sohbeti ki, dinleyen, eski kimliğini içeri girerken kapıda bıraktığını hissetmektedir.” (SK, s. 73)[7]

Divan-ı Kebir

“Mevlânâ’nın adeta kendinden geçerek ve sanki yine kendine söylediği şiirler”i toplayan Divan-ı Kebir nispeten klasik divan tarifine uysa da, bu uygunluk ancak şekil bakımındandır. Divan-ı Kebir’deki şiirler, öz bakımından, tasavvuf terennümleridir. Mevlânâ, mutasavvıflıktan şairliğe geçiş gibi bir görünüm arz eder bu eserinde. Eserlerden meydana gelen kümbetler şehri içinde “bir Kubbe-i Hadra” gibi yükselen Divan-ı Kebir’deki “duygular, düşünceler, Eflatun’un ideler alemi gibi, hatta ondan da öte arifin dünyası gibi bir dünya örerler. Ruhumuz bu aynadan kendini seyrederek, eksikliklerini sezip yücelme yollarını arayacaktır. ” (SK, s. 70-71)

Mesnevi-Divan-ı Kebir arasındaki benzerlikler, farklılıklar konusunda da, Sezai Karakoç’un orijinal görüş ve tespitleri vardır. Mesnevi’yi Mevlânâ’nın erdiği “makam”dan bir konuşma, Divan-ı Kebir’deki şiirleri de O’nun “hal’lerinin bir demeti olarak düşünmek gerekir. Aslında bu hal’ler de o makamın birer enstantanesidir. Bu iki eser arasındaki ilişki yahut nüans, şöyle de ifade edilebilir: Mesnevi, duyguların bir an için durulup “yüce düşüncelerin ve hakikatlerin dile getirilmesi”yken, Divan-ı Kebir Mevlânâ’nın “an” yaşantılarını, duyuşlarını sergiler. Mevlânâ’nın direkt manevi tecrübeleri olan bu duyuşlar, anlık yaşantılar, sanki bir buzlu camın ardından sunulur. Divan-ı Kebir’de “düşünceleri, kristal parçaları halinde duygu içinde ve onunla kaynaşmış olarak, yani duyuşa dönüşmüş olarak buluruz. Mesnevi’de ise düşünceler, meseller ve hikâyelerden somutlaşan bol örnekleriyle birbirine eklene eklene dev bir yapı oluştururlar. Diğer bir deyişle Divan-ı Kebir’deki şiirler, türküler ve şarkılardır. Mesnevi ise bir senfoni, bir ayin-i şerif. İnsanlık senfonisi ya da ayin-i şerifi. Bir nevi, Divan-ı Kebir, Mevlânâ’nın subjektivitesi, Mesnevi ise objektivitesidir. (..) Mesnevi, mevsimler üstü, zaman üstü görünüyor. Oysa Divan-ı Kebir’deki şiirler, mevsimlerden hareket ediyor.” (SK, s. 69)[8]

Kâzım Muhammedî’ye göre ise “Mevlânâ’nın akıl ile ilgili düşünceleri açısından ise Mesnevi ağırlıklı olmak üzere Divan-ı Kebirde ve diğer eserlerinde yer verdiği açıklamaları, başka düşünürlere göre bir ölçüye kadar daha belirgin, daha anlaşılır ve daha isabetlidir. Mevlânâ’nın bu konuya ilişkin düşünceleri hem çağdaşlarından hem de kendisinden önceki düşünürlerden tamamen farklıdır. Bunun nedeni de söz konusu düşünürlerin akıl kavramıyla ilgili sözlerinin gerektiği oranda anlaşılır ve açık olmaması, büyük oranda bir müphemliğin hâkim olmasıdır. Öyle ki,- çoğu zaman onların kullandıkları tabirler, pratikteki akıl olgusuyla temelden çelişir görünmektedir. En azından onların üslupları böyle bir izlenim bırakmaktadır. Kısacası Mevlânâ başkaları gibi anlamları müphemlik haleleri içinde gizleyerek, deyim yerinde ise üzerini örterek söylememiştir. Mevlânâ, düşüncelerinin özünden idrak edilebileceği gibi, hiçbir zaman aklî temellere ve delillere muhalefet etmemiş, dolayısıyla akıl karşıtı bir tutum içine girmemiştir. En azından şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Onun eserlerinde akla karşıtlık izlenimini veren, akıl muhalifliği havasında bir ifadeye rastlamak mümkün değildir”[9].

Çünkü Mevlânâ’da, akıl, belirgin ve muayyen bir kimliğe sahiptir. Onun açısından bilinmeyen veya müphemlik perdesinin gerisinde kalan herhangi bir şey yoktur. Bunun bir anlamı da şudur: Mevlânâ, ne söylemek istediğini biliyordu ve söylemek istediğini de düşünerek yazıya geçiriyordu. Bu yüzden akıldan söz ederken belli bir konuyu açıklıyor, tahlil ediyordu. Üzerinde durduğu meseleyi de bu çerçevede tam anlamıyla açık ve aydınlık bir surette ortaya koyuyordu. Her zaman, kendisince bilinen bir şeyden söz ediyordu; kendisince bilinmeyen veya müphem olan bir şeyden değil. Açıklamalarının sarihliği, klasik akıl taksimi, tarikat vâdisinin sâlikleri ve hakikat irfanının taliplileri için herhangi bir belirsizliğe yer bırakmıyordu. Onları bu büyük ve köklü mesele karşısında şaşkın bir hâlde terk etmiyordu. Özellikle akılları vasfetmesi, akıl mertebelerini tasvir etmesi, mevzunun daha anlaşılır kılınmasında büyük ve etkili bir rol oynamıştır. Mevlânâ, Mesnevî-i Şerifte yer verdiği hikâyeler çerçevesinde defalarca akl-ı selimi savunmuştur. Ki bu akıl, onun düşünce dünyasında anlaşılır ve belirgin bir çehreye, parlak bir simaya sahiptir[10]. ,

Mevlânâ’nın Akla Bakışı

Mevlânâ’nın akla bakışı değerlendirilirken dikkat edilmesi gereken önemli bir husus, onun şu tasnifinin gözden kaçırılmamasıdır: Mesnevi’de akılİmânî akıl, akl-ı evvel, kâmil akıl, akl-ı küll veya küllî akıl, aklın aklı ve Ahmedî akıl gibi nitelemelerle anılmıştır:  İmânı akıl, sanki âdil bir zâbittir; O, gönül şehrinin bekçisi, hâkimidir, Mesnevi, c. IV, b: 1986[11]Akl-ı evvel = İlk akıl, yaratılıştan olan akıl, Mesnevî-i İslâmî, c. III, s. 292. –Kamil akıl: Kâmil bir aklı, aklına arkadaş et de. Aklın, o kötü huyundan vazgeçsin,  Mesnevi, c. V, b: 738. –Akl-ı küll: Tabiatta görülen İlahî nizâm, Mesnevi, c. IV, b: 1258-1259. Cüz’i aklı kendine tutma vezir/ Külli aklı vezir yap, ey sultan! –Aklın aklı, Mesnevi, c. III, b: 2527-28. Felsefeye sarılan kişinin aklı, akılla anlaşılabilir şeylere bağlanır. –Ahmedî akıl, Mesnevi, c. II, b: 3259, Ahmed’in aklı kimseden gizli değildi Ama vahyin ruhunu her can anlayamadı [12].

Yuka­rıda sıralanan akıl mertebeleri arasındaki irtibat nok­tasını tespit etmek gerekir. İnsanoğlu, hayatta faal hâle gel­medikçe, müspet düşüncelerini fiilen ve gözle görülür şekilde gözlem zeminine aktarmadıkça bu aklın ham hâli üzere kalır. Fakat bu akıl imanla bağlantı kurdu­ğu andan itibaren yeni bir kimlik edinir. Bu yeni şek­liyle, cüz’i aklın kemâli olarak da kabul edilen imânî aklı bulur. Buradaki temel husus şudur: Akıl, imanla bağlantı kurduktan ve imânî akla dönüştükten sonra artık cüz’i akıl olmaktan çıkar. Çünkü bu akıl, cüz’i ola­rak kaldığı sürece duyuların sınırlı dünyasıyla çerçeve­lendiği ve hayat ikliminin dışına taşmadığı için, daha yukarıya çıkamazdı. Ama imanla barıştıktan, onunla iman arasında bir uzlaşma sağlandıktan sonra duyular dünyasından, âlem-i nâsût olarak isimlendirilen insan­lık âleminden, imânî akıl bineği vasıtasıyla duyuların sınırlı dünyasının ve toprak âleminin dışına çıkar, ilk aşamasını melekût âleminin oluşturduğu daha yüksek âlemlere giden bir yola girer[13].

Fakat sahih bir irfan ve doğru bir tanıma olmaksızın iman elde edilemez. Bu yüzden bütün gücü sarf ederek, bütün imkânları amel planında seferber ederek bu imanı, doğru düşünce kapısından ve sahih tahkik üzerinden elde etmek gerekir. Çünkü imana, akıl, tahkik ve doğru bir tasavvur aracılığıyla ulaşmak gibi bir zaruret vardır. Bu yüzden böyle bir süreç sonucu elde edilmiş akla, tahkikî akıl da denilmektedir. Öte yandan iman, İlahî bir inayet ve vehbî bir vak’a olduğu gibi ilim ve tahkik de Allah’ın yardımı olmaksızın ham ve nasipsizdir. Dolayısıyla bu feyiz vasıtaları sayesinde akla vehbî akıl da denir. Mevlânâ, akıl ve düşünceyi insanlığın esası olarak görür. Öyle ki onun düşüncesine göre, eğer akıl ve düşünce unsurunu insandan çekip alırsan, geride et, deri, kemik, damar ve sinir yığınından başka bir şey kalmaz. Ona göre, eğer insan, içindeki akıl unsurunu etkin hâle getirirse, objeler dünyasında var olan sonbahardan ve ilkbahardan tamamen farklı bir iklime yönelmiş olacaktır[14].

Aynı şekilde “Hz. Peygamber’in (S.A.V), Akıllıları Övmesi ve Ahmakı Yermesi”11 hikâyesinde aklın ve akıllı kimsenin üstün değerine doğrudan işaret etmektedir. (Mesnevi, c. IV, b: 1947-52, Peygamber dedi: Kim ahmak ise/ O düşmanımızdır, yol kesen, gulyabanidir/ Kim akıllı ise, o bizim canımızdır/ Onun kokusu ve rüzgârı bizim reyhanımızdır/ Akıl düşmanım olsa, râzıyım/ Çünkü benim feyzimden feyiz alır/ Çünkü onun düşmanlığı faydasız olmaz/ Eli boş misafirliğe gelmez/ Ahmak ağzıma helva koysa/ Onun helvasından hastalanır, ateşlenirim) Bu hikâyede “ahmak”ı düşman, yolunu kesen canavar, buna karşılık akıllı insanı canı, onun tertemiz ruhunu da “reyhan” olarak nitelendirir. Hatta aklı öyle yüceltir ki, bir faraziye olarak, aklın düşmanına verilmiş olma­sına dahi razı olduğunu belirtir. Çünkü akl-ı selim yan­lış ve gereksiz, boş işlere yeltenmez. Bunun nedeni de aklın, feyiz kaynağıyla irtibatının bulunmasıdır[15].

Akıl ve kalp, Mevlânâ’nın düşünce sisteminde başlangıçta benzer makamda ve eşit düzeydedirler. Her ikisini arş (Mesnevi, c. IV, b: 619,Akıl ve gönül şüphesiz arşa mensupturlar/Perde içinde arşın nurundan doğarlar) menşeli olarak isimlendirir, ayrıca aklı nurânî ( Mesnevi, c. III, b: 2557, Akıl, himmet sahibi ve nurânî iken/ Zülmani nefsin galip olması neden?)bir varlık olarak kabul eder. Din büyüklerinden gelen rivayetleri esas alarak aklı, “ilk sudur eden”, ilk ruhânî varlık olarak algılar.(Mesnevi, c. VI, b: 1935, Bil ki yüce gökler/ İnsanın idraklerinin yansımasıdır/ Yüce Allah’ın eli ilkin/ Âlemden önce aklı yaratmadı mı?)[16] Bütün bunlardan öte Mevlânâ, zahiri şekliyle de akıl hakkında olumsuz bir düşünceye sahip değildir. Bilakis bu çerçevede de aklı savunmakta ve akılların birliğini bir iyimser yaklaşım olarak esas almaktadır. Ona göre eğer akıl başka bir akılla birleşir ve bütünleşirse, bu durum nurun ve aydınlığın artmasına sebep olur, yolun bulunmasını ve isabetle izlenmesini sağlar. (Mesnevi, c. II, b: 26, Akıl başka bir akla eklense Nuru artar ve yolu bulur. )Bu şartla­rın yerine getirilmesi durumunda kötü fiiller ve kötü sözler insanlığın varlığından ümitlerini keserler(Mesnevi, c. IV, b: 1263-1264 Eğer aklın varsa başka bir akılla, Dost ol, danış, ey baba! İki akılla nice belalardan kurtulursun Ayağını âlemlerin ucuna koyarsın) Mevlânâ, aklın başka bir akıldan güç aldığını açıklarken, (Mesnevi, c. II, b: 20, Çünkü akıl başka bir akılla-birleşti mi/ Kötü fiillere ve kötü sözlere engel olur.) akılları birleştirmenin bir tür dinî tavsiye olduğuna da dikkat çekmektedir. (Mesnevi, c. II, b: 2277, Akıllılarla sohbet akla kuvvet verir/ Meslek ehli, ehlinin yanında kemâle erer.) Özellikle meşveret (Mesnevi, c. III, b: 2689, Bir akıl saf bir niyetle başka bir akılla dost olursa/ Her an arada muhabbet artar), Mesnevi, c. II, b: 2269, Ümmet, “Meşveret ehli kimdir?” deyince/ Peygamberler, “Güzel sıfatlı imamdır” dediler./ Meşverette nefsin hile yapar./ O her ne derse aksinde kemal vardır./ Sana ondan hayır gelmez./ Akıllı bir dostla görüşmeyi tercih et.) ve şûraya(Mesnevi, c. V, b: 167, Aklı, sâdık bir dostun aklına yâr et./ “Onların işi meşveret iledir” âyetini gör de ona göre/ hayırlı iş işle[17]… ) dâvet eden beyitler buna örnektir.

Mevlânâ aklı bu şekilde birçok örnek vererek önemli bir konuma getirir. Diğer taraftan eleştirdiği akıl türleri de vardır: özellikle cüz-i aklı (sadece kendini gören parça akıl) eleştirir. Cüz’i akıl, aklın aklı olan akl-ı küllden yani peygam­berlerin aklından ürküp kaçarsa veya bağlantısını ke­serse, şaşkın ve perişan olur. Dolayısıyla küllî akıl, güç­lü bir rehber konumundadır. Eğer cüz’i akılla yoldaşlık ederse, onunla beraber olursa, onu sersemlikten ve ba­tıl oluştan kurtarır: “Bir akıl, aklın aklından koparsa/ Akla mensubiyetten hayvanlığa inkılâb eder. Mesnevî, c. I, b: 3320”.“Kâmil aklı cüz’i aklın yoldaşı yap/ Ta ki cüz’i akıl o kötü huylardan vazgeçsin. Mesnevî, c. V, b: 738” [18].  

Hemen hemen hiçbir faydası olmayan taklidi ilim, cüz’i aklın yansımasıdır. Bu öyle bir akıldır ki zahirî duyuların ötesine geçemez, toprak zeminin gerisine nüfuz edip göremez. Bu yüzden her neye ulaşırsa, maddî âlemin bir yansımasıdır ve maddî âlemle bağlantılıdır. “Kabil’in Mezar Kazması” hikâyesinde anlatılanlar ise, sadece cüz’i akla ve onun değersizliğine değil, insan aklının özü itibariyle cüz’i olduğuna da işaret etmektedir. Bunun yanında cüz’i akıl itibariyle zâg (karga) insanın öğretmeni olur[19]. Burada Kabil kardeşi Habil’i öldürdükten sonra bir karganın mezar örneğinden esinlenmesi vurgulanmıştır: Mesnevi, c. IV, b: 1294-1300, Ölü bir kargayı ağzında taşıyan bir karga gördü. Hemen anladı ve çabucak geldi./ Havadan indi ve sanatını icra etti Ona mezar kazmayı öğretti./  Pençesiyle yeri kazmaya başladı,/ Aceleyle ölü kargayı çukura koydu/ Defnetti, sonra üzerini toprakla örttü. / Karga Allah’ın ilham etmesiyle bilgi sahibi olmuştu / Kabil: Yuh olsun aklıma benim!/ Bir karga sanatta benden daha ileri olsun!/ Küllî akla “mâ zâga’l-basar” (göz kaymadı) dedi./ Cüz’i akıl ise her tarafa bakar/ Has kulların aklı, kaymayan türdendir/ Karganın ardından giden akıl ise ancak usta bir mezarcıdır./ Kargaların ardınca giden canı/ Sonunda karga onu mezarlığa götürür./ Aman ha, kargaya benzeyen nefsin ardınca gitme, O mezarlığa götürür, bağa değil!/ Eğer gideceksen bari gönül ankasının ardınca git, / Seni Kafdağına, gönlün mescid-i aksasına götürsün[20].

Mevlânâ bu cüz’i aklın karşısında, bir belirtisi mâ zâga’l-basar (göz kayması) hâli olan küllî akla işaret etmektedir. Yani “karga”nın (zâg) izinde giden aklın karşısında “kaymayan” (mâ zâg) akıl yer almaktadır. Fakat Mevlânâ’nın çokça sözünü ettiği küllî akıl, ba­zılarının tasavvurlarının ve düşüncelerinin aksine, gaybı bilmediği gibi mutlak haberdar da değildir. Dola­yısıyla bazılarının akl-ı küll ile yüce Allah’ın kast edil­miş olabileceği şeklindeki anlayışları tamamen yanlış­tır. Mevlânâ, Mesnevî’nin birçok yerinde, ayrıca Divan-ı Kebirde yer alan beyitlerin bazısında değindiği husus­ların küllî akıl tarafından kavranamayacağını belirtir[21]:  Mesnevi, c. IV, b: 1294-1300, Akl-ı külli senin sersemin ve hayranındır/ Bütün varlıkları senin emrine bağlıdır, Mesnevî, c. V, b: 2751. A oğul! Bu ters çakılmış bir hikmet nalıdır/ Akl-ı küllü bile şaşırtır,  Mesnevî, c. VI, b: 1626. Keyfiyet ve kemiyetin dar mekânına nasıl sığar/ Orada akl-ı küll bile bilgisiz ve dilsiz kalır. Mesnevî, c. III, b: 3715. Zühre bile ondan söz edecek kudretten yoksundu/ Akl-ı küll onu görseydi, eksilirdi[22].

Mevlânâ, küllî aklı çokça över ve ona olağanüstü bir değer atfeder. Bununla beraber onu ilahi irade karşı­sında küçük, zayıf, daha doğrusu bir hiç mesabesinde görür: Toprağından altın çıkan bir köye/ Altın hediye götürmek ahmaklıktır/ Ey aklı ilaha hediye götüren/ Akıl orada yolun tozundan daha değersizdir. Mevlânâ’nın, Mesnevinin beyitlerinde müspet ve cüz’i olmayan akıl için kullandığı birçok ifade vardır. Bazen yalın olarak akıl der, bazen aklın aklı der Mesnevî, c. III, b: 2525 vd. Çok sayıdaki beyitte bu aklın mahiyetinden ve hüviyetinden de söz eder. Meselâ, bazen beyin olarak nitelendirir. Bunun karşısında da cüz’i aklı post/kabuk olarak vasfeder. Bazen veliler için “aklın aklı” ifadesini kullanırken, cüz’i akla sahip olan diğer insanları da develere benzetir. Bir başka yerde külli akıl için kâmil akıl ifadesini kullanır[23].

Mevlânâ eleştirdiği akıl türlerini ise, ayak bağı (ikal), cüz’i, yalancı ve nakıs olarak nite­lendirir. Bir yerde çok açık ifadelerle onların sahip ol­dukları aklın keskin, gönüllerinin ise viran ve harap ol­duğunu belirtir. Bu yüzden topal ve cılız ayakları var­dır, dayanakları zayıftır. Vehimlere duçar olurlar. Ha­yale mağlup olurlar. Neticede hakikat ile mecazı bir sayarlar. Sadece hak ile bâtıl arasında bir ayırım yapma­makla kalmazlar, kendi hatalarını ve yanlışlarını dahi göremezler[24].

Sonuç

Sürekli olarak Mevlânâ’nın aşk rehberi olduğu vurgulanmaktadır. Hâlbuki onun dünyasında aşkla beraber akıl çok büyük bir yer tutmaktadır. Özellikle yapmış olduğu akıl tasnifinin hayli özgün olduğunun hakkını teslim etmek gerekmektedir. Başta Mesnevi olmak üzere eserleri dikkatli bir şekilde incelendiğinde Mevlânâ’nın sadece aşk/sezgi/duygu/sevgi ekseninde değil akıl çapının genişliği açısından da değerlendirilmesinin zarureti anlaşılmaktadır. Aksi halde “Türk-İslam Düşünce Tarihinde” birçok âlim, arif, bilim insanı ve benzerleri tek boyutlu algılanacaktır. Hâlbuki onlar asırlar sonra daha objektif değerlendirilecek çok boyutlulukları ile bizlere ilham kaynakları olacaklardır. Üstelik bu düşünürlerin yaşamları boyu geçirdikleri gelişme merhaleleri de asla unutulmamalıdır. Mevlânâ’nın sözleri ile özetlersek: “Hamdım, piştim, yandım” ifadesi tarihî şahsiyetleri anlamada önemli bir anahtar olacaktır. Bir düşünürün, edebiyatçının, sanatçının, bilim insanının, âlim ve arifin, ham (çiğ) olduğu, piştiği (olgunlaştığı), yandığı (kemale erdiği) dönemler bulunmaktadır. Geride her eser bırakan insanın mirasının, bulunduğu tarihi dönem ve şahsî gelişim yıllarını yansıttığı da hatırda tutulmalıdır.

Her insanın farklı dönemlerinde örneğin, on sekiz ile altmış yaş üstündeyken bilgi birikim ve tecrübesi aynı olmayacaktır. Bu dikkate alınmadığı takdirde insan-mekân-zaman-dimağ zenginliği-gönül derinliğinin değişim ve gelişimi anlaşılmayacaktır. Böylece yapılan yorumlar eksik, sığ ve tek boyutlu kalacaktır. Sonuç olarak her bir insana özellikle de tarihî şahsiyetlere ve eserlerine kronolojik bir bütünlük içinde gelişimsel öyküleri göz önünde bulundurularak çok yönlü bakılmalıdır.

Kaynaklar:

Kâzım Muhammedî, Mevlânâ ve Akıl, Tercüme: Vahdettin İnce, İnkılab Yayınları, İstanbul, 2007.

Mehmet Atalay, Akıl ve Sezgi, İz Yayıncılık, İstanbul, 2017.

Sezai Karakoç, Mevlânâ, Diriliş Yayınları, İstanbul, 1996.

Turan Karataş, Sezai Karakoç Doğu’nun Yedinci Oğlu, Kaknüs Yayınları, İstanbul, 1998.


[1] ESOGÜ Türk Dünyası Uygulama ve Araştırma Merkezi Atabetü’l Hakayık Edebiyat Dergisi, 2018, Cilt:2, Sayı:2, s.18-26.

[2] Sezai Karakoç (SK), Mevlânâ, Diriliş Yayınları, İstanbul, 1996.

[3] Turan Karataş, Sezai Karakoç Doğu’nun Yedinci Oğlu, Kaknüs Yayınları, 1998, İstanbul, 475.

[4] Turan Karataş, a. g. e., s. 476.

[5] Mehmet Atalay, Akıl ve Sezgi, İz Yayıncılık, 2017, İstanbul, s. 280.

[6] Turan Karataş, a. g. e., s. 478.

[7] Turan Karataş, a. g. e., s. 478-479.

[8] Turan Karataş, a. g. e., s. 479.

[9] Kâzım Muhammedî, Mevlânâ ve Akıl, Tercüme: Vahdettin İnce, İnkılab Yayınları, 2007, İstanbul, s. 17.

[10] Kâzım Muhammedî, a. g. e., s.18.

[11] Kâzım Muhammedî, a. g. e., s.18.

[12] Kâzım Muhammedî, a. g. e., s.19-20.

[13] Kâzım Muhammedî, a. g. e., s.20.

[14] Kâzım Muhammedî, a. g. e., s.21.

[15] Kâzım Muhammedî, a. g. e., s.22-23.

[16] Kâzım Muhammedî, a. g. e., s.24.

[17] Kâzım Muhammedî, a. g. e., s. 27-28.

[18] Kâzım Muhammedî, a. g. e., s.56.

[19] Kâzım Muhammedî, a. g. e., s.57.

[20] Kâzım Muhammedî, a. g. e., s. 58.

[21] Kâzım Muhammedî, a. g. e., s. 59.

[22] Kâzım Muhammedî, a. g. e., s. 60.

[23] Kâzım Muhammedî, a. g. e., s.61.

[24] Kâzım Muhammedî, a. g. e., 77.

Bir Oğlumuz Vardı Şimdi de Bir Kızımız Oldu!

Oğlum Halukcan Pehlivanoğlu ile kızımız Deniz Özduman’ın düğün törenlerini 14 Aralık 2024 Cumartesi gecesi İstanbul Yeşilyurt Spor Kulübü Tesislerinde gercekleştirdik…

Öncelikle “Vefa’nın İstanbul’da sadece bir semt adı olmadığını ispat eden” gelen veya gelemeyen tüm eş dost ve akrabalarımıza ailemiz adına çok teşekkürlerimi arz ederim.

Allah herkese çocuklarının ve torunlarının mürüvvetini görmeyi nasip etsin…

Düğünümüze uzaktan yakından gelip mutluluğumuza ortak olan herkes varolsun… Arayan soran herkese teşekkür ederiz.

Ancak özellikle

ZAFER Partisinde birlikte görev yaptığım;

Genel İdare Kurulu Üyeleri, Hakkı Şafak Ses (Antalya), Tunç Nazikoğlu (İstanbul), Hanna Akyüz (İstanbul), Muharrem Özçelik (Ankara), Cihan Kolip (Sakarya) Ferruh Özkan (İstanbul), Tekirdağ İl Başkanı Fatih Altıntaş ve yönetim kurulu üyelerine, Saray İlçesinin değerli yöneticisi Özkan Dinç’e, ikamet etmekte olduğum İzmir Urla İlçesi Başkanımız Belma Camcı’ya, Kocaeli Zafer Partisinin önemli ismi dostum Zekai Kahyaoğlu’na, Zafer Partisi İstanbul İl yönetim kurulu üyeleri Olcay Uçar ve Melek Tabak’a Eyüpsultan İlçe başkanı İlker Faki’ye

İyi Parti Genel Başkan Başdanışmanı ve önceki dönem İstanbul Milletvekili Hayrettin Nuhoğlu ağbimize, İyi Parti Genel İdare Kurulu Üyesi değerli kardeşim Müjdat Öztürk’e,

Önceki dönemlerde İyi Parti’nin kuruluşunda beraber görev aldığımız İyi Parti kurucuları Ruhittin Sönmez (Kocaeli) ve Ayhan Bölükbaşı’na

Önceki dönem Ak Parti İstanbul Milletvekili kadim dost Av. Dr Mürteza Zengin’e,

Şahlanış Hareketi Partisi Genel Başkanı Murat Altun’a,

Sonsuz nezaketinden dolayı E. Orman Bakanı Arif Sezer’e,

Yurtsever Güç Birliği Hareketi sözcüsü değerli ağbimiz Dr. İbrahim Özkuş’a,

Mensubu bulunduğum Aydınlar Ocağı Genel Merkezinin çok kıymetli Genel Sekreteri Süleyman Uluocak ve yönetim kurulu üyeleri Nesrin Alhanlıoğlu ile Nizamettin Aras’a,

Önceki dönem CHP Gaziosmanpaşa ilçe başkanı Müjdat Gürbüz’e, Saadet Partisi Eyüpsultan eski ilçe başkanı ve belediye başkan adayı İlker Çiftçi’yi,

Rumeli Balkan camiasının değerli isimleri Dr. Gökalp Küçük, Gülten-Hasan Yerbasan’a, Birol Yılmazlar’a (Muğla), Okan Özcan’a,

Futbol sahalarında hakem olarak birlikte ter akıttığımız arkadaşlarım başta Osman Avcı olmak üzere Ali Demirer, Alaattin Topçu, Yavuz Eran, Mustafa Uçar ve Celal Karahalil’e,

Gazeteci Ali Öncü’ye,

Değerli kardeşim Deniz Çevik ve orkestrasına, Merih Papi triosuna ve söylediği çok güzel şarkılarla gecenin unutulmazları arasına giren Stelyo Zografidis beyefendiye,

Meslektaşlarımız olan avukat arkadaşlarımıza, semtim Eyüp’ten katılan dostlarıma, bir kere daha teşekkür ederim…

İyi ki, varsınız…

Orada Bir Ülke Var Uzakta…Prof. Dr. ABDULHAMİD AVŞAR, DOĞU TÜRKİSTAN’ı Anlattı…

(İkinci –Son- Bölüm)

Oğuz Çetinoğlu: Çin yönetiminin son yıllarda, Doğu Türkistan’da uyguladığı insanlık dışı uygulamalardan örnekler verebilir misiniz?

Prof. Abdulhâmid Avşar: ‘Çin Halk Cumhuriyeti’nin son yıllarda Doğu Türkistan’da uygulamadığı insanlık dışı uygulama kalmamıştır’ demek yanlış olmaz. Yukarıda da zikredildiği üzere, bu vahşet BM raporlarına bile yansımış, milletlerarası kamuoyunun gündemine girmiştir.

Öncelikle Çin, dünyânın içinde bulunduğu konjonktürden ve kendisinin elde ettiği nüfuzdan yararlanarak Doğu Türkistan Türklerini târihten silmek için altın vuruş yapmaktadır. Özellikle 2000’li yılların başından itibaren, 11 Eylül saldırılarının dünyâda uyandırdığı Müslüman karşıtlığından da yararlanarak Uygurlar üzerinde zâten süregelen baskısını iyice arttırmaya başlamış ve bugüne kadar da her geçen gün daha da şiddetlendirerek uygulamaya devam etmektedir. 2000’li yılların başında önce genç kızlarımızı zorla Çin’e çalıştırmaya, götürüldükleri yerlerden ayrılmalarına engel olmaya, Çinlilerle zorla evlendirmeye başlamışlar, buna karşı çıkanları ise acımasızca cezalandırmışlardır. Unutmayalım 5 Temmuz 2009 Urumçi Olaylarının başlangıcı Çin’e götürülen genç kızlarımıza yapılanları protesto etmekti. Ancak, bilindiği gibi acımasızca bastırıldı ve binlerce insan dünyânın gözü önünde öldürüldü, idam edildi, ağır hapis cezalarına çarptırıldı.

Yine 2014’te Şi Jinping’in verdiği tâlimatla, Doğu Türkistanlılar mahalle mahalle, köy köy zorla Çin’e taşınmaya, oralarda yaşamaya mecbur edilmeye başlandılar. Amaç, götürüldükleri yerlerde kalabalık Çin nüfusu içinde asimile etmekti elbette.

Bu da yetmedi. Zaten 1949’daki işgalde itibaren devlet politikası olarak uyguladıkları Çinli göçmenleri Doğu Türkistan’a taşımaya daha da hız verdiler. Kadim şehirleri, mahalleleri yıkarak yerlerine gökdelenler inşa etmeye ve buralara da Çin’den getirdikleri göçmen Çinlileri yerleştirmeye başladılar. Türkleri de bu gökdelenlerin içine serpiştirmeye, Çinli göçmenlerle birlikte yaşamaya mecbur etmeye başladılar.

2016’da sıra toplama kampları uygulamasına geldi. O günden bugüne milyonlarla Uygur’u keyfi olarak buralara koydular, hem rûhen hem de fiziken yok etmek, felç hale getirmek için yapmadık zulüm bırakmadılar. Bu kamplarda neler yaşandığının küçük bir örneğini meselâ, Türkiye Türkçesine çevrilmiş olan Gülbahar Hativaci’nin ‘Çin Kampından Nasıl Kurtuldum?’ adlı hâtırâlarda görebilir. İnsanın okumaya bile tahammül edemediği bu toplama kamplarında yapılanlardan Çin zulmünün ne olduğunu, soykırım politikasının mâhiyetini bir nebze de anlamak mümkün olur belki de.

Bunun dışında artık Doğu Türkistan’da Uygur Türkçesi ile eğitim tamâmen ortadan kaldırılmış durumdadır. Çocuklar ana sınıfından itibâren Çince eğitime, Çin örf-âdetlerini öğrenmeye mecbur tutulmaktadırlar. Hatta çocuklar için ihdas edilen özel toplama kampları bile bulunmakta, buralarda âilelerinden zorla alınan çocuklar tam bir Çinli gibi yetiştirilmeye çalışılmaktadır.

Doğu Türkistan’da millî hiçbir emâreye izin verilmemeye başlanmış, gelenekli hayat tam bir denetim altına alınmıştır. Yine Müslüman kimliği ifâde edecek her türlü söz ve davranış da yasaklanmıştır. Bunu Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın Urumçi ziyâretinde açıkça gördük. Aslında kurgulanmış bir buluşmada dahi, yaşlı kadın Sn. Fidan’ın ‘selamünaleyküm’ hitabına ‘aleykümselam’ diyememiştir. Çünkü Uygular öylesine büyük bir baskı ve tehdit altındadırlar. Câmilerin büyük kısmı yıkılmış, ayakta kalabilenlerin birçoğu eğlence merkezi, kulüp, Çin restoranı yapılmıştır. Bununla ilgili bir çok görüntüyü de hayasızca yayınlamaktan çekinmemektedirler.

Yine, her eve bir Çinli gözetmen atanmıştır. İstedikleri zaman istedikleri Uygur evine gidip orada yaşamakta, evlerde ailenin bir ferdiymiş gibi kalabilmektedirler. Bunu da yine utanmadan halkların kardeşliği diyerek dünyâya açıklamaktan imtina etmemişlerdir.

Bu konuda verilecek daha pek çok örnek var. Büyük şâir Fuzuli’nin dediği gibi ‘Derd çok, hemderd yok, düşman kavi, talih zebun’…

Son olarak şunu da ifâde etmek istiyorum. Bugün Türkiye’de Çin’in beşinci kol faaliyeti her geçen gün artmaktadır. Türkiye’den Türkçe yayın yapan radyolarının yanı sıra destekledikleri birçok başka radyo, çeşitli yollarla etki altına aldıkları kalem sâhipleri, kamuoyunda etkili kişiler bulunmaktadır. Özellikle, gelenekli olarak Doğu Türkistan dâvâsına sâhip çıkan milliyetçi, muhafazakâr kesimlere ulaşmaya ayrı bir önem vermektedir. Bunu yaparken de Doğu Türkistan meselesini ABD çıkarları ile özdeşleştirmekte ve halkın batıya duyduğu öfkeden yararlanmaya çalışmaktadır. Ama unutmamak gerekir ki Doğu Türkistan Türklerin anayurdu, İslam’ın Türkler arasında yayıldığı coğrafyadır. Doğu Türkistan’ı unutmak, Çin’in kara propagandası ile Doğu Türkistan’da yaşananlara kayıtsız kalmak kendini inkâr etmek, târihî hakîkatlere sırtını çevirmek demektir.

Burada şu inancımı da dile getirmek isterim. Şu anki karanlık tablo ne kadar koyu olursa olsun, Doğu Türkistanlıların göğüslerindeki iman, hür yaşama azimleri her zorluğun üstesinden gelecek ve Doğu Türkistan muhakkak bağımsız olacaktır. Tıpkı, 1933’te, 1944’te olduğu gibi…

Prof. Dr. ABDULHAMİD AVŞAR 1964 yılında Doğu Türkistan’ın Kaşgar şehrinden sonraki en büyük şehri Yarkent’te doğdu. İlk ve orta öğretimi Kayseri’de dereceyle bitirdi. 1986 yılında Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi (Basın-Yayın Yüksek Okulu) Radyo-Televizyon Bölümünden birincilikle mezun oldu. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Siyâset Bilimi Anabilim Dalında (SBF) yüksek lisans, Milletlerarası İlişkiler Anabilim Dalında (SBF) doktora yaptı. 2013’te de Uygulamalı İletişim alanında doçent oldu. 2022’de profesör unvanı aldı. 1985–1986 yılları arasında Yeşilçam’da çalıştı. 1987’de Prodüktörlük sınavını kazanarak TRT’de göreve başladı. Çeşitli drama, kültür ve kuşak programlarının yanı sıra birçok belgeselin yapım ve yönetmenliğini üstlendi. Hazırladığı belgesellerin önemli bir bölümünün metinlerini kaleme aldı. Avrupa Yayın Birliği (EBU), Akdeniz Ülkeleri Yayıncılar Birliği nezdinde yapılan çeşitli proje toplantılarında, Türk Dünyâsı Ülkeleri Medyaları İşbirliği Forumu, Şanghay İşbirliği Örgütü Medya Forumu gibi çok sayıda milletlerarası toplantıda TRT’yi temsil etti. Millî ve milletlerarası çeşitli film festivallerinde jüri üyeliği yaptı. TRT Azerbaycan Temsilcisi (2004-2007), TRT İstanbul Bölge Müdürü (2015-2018) ve TRT Kazakistan Temsilcisi (2018-2020) görevlerinde bulundu. 2011-2017 yılları arasında Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde öğretim görevlisi olarak lisans ve lisansüstü dersler verdi, birçok milletlerarası ve millî dergide yayın kurulu üyeliği ve yazarlık üstlendi. Hazırladığı dokümanter filmlerle; çok sayıda ödüle lâyık görüldü.  Millî ve milletlerarası çeşitli dergilerde yayınlanmış çok sayıda makalesi, yurtiçi ve yurtdışında basılmış kitapları, bildirileri; yurtdışı ve yurtiçinde faaliyet gösteren çeşitli televizyon, radyo ve gazetede yayınlanmış pek çok röportaj, program ve makalesi bulunmaktadır. İngilizcenin yanı sıra Uygur, Azerbaycan, Özbek, Kazak ve Kırım Tatar Türkçelerini bilmekte, Osmanlı ve Kiril alfabelerini okuyabilmektedir. Sürekli Basın Kartı sâhibi ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, Uluslararası Sinema Derneği, Türk Dünyâsı Kültür, Sanat ve Sinema Vakfı, Türkiye Spor Yazarları Derneği, Ekonomi Gazetecileri Derneği gibi meslek kuruluşlarının ve aynı zamanda Doğu Türkistan Vakfı’nın Mütevelli Heyet üyesidir. Evli ve üç evlât babasıdır. 2022 yılında İstanbul Ticaret Üniversitesi İletişim Fakültesinde profesör olarak göreve başladı, İletişim Fakültesi Medya ve İletişim Bölüm Başkanlığı ile İletişim Bilimleri ve İnternet Enstitüsü Medya ve İletişim Çalışmaları Anabilim Dalı Başkanlığını üstlendi. 2023-2024 yılları arası rektörlük görevini üstlendi. Halen aynı üniversitede öğretim üyesi olarak göreve devam etmektedir.

DERKENAR:

GÜNÜMÜZDE, İŞGAL ALTINDA BULUNAN TEK TÜRK YURDU:

D O Ğ U T Ü R K İ S T A N

Dünyânın diğer süper güçleri gibi Çin Halk Cumhuriyeti (ÇHC) de kendisine göre yeni bir düzen oluşturmuştur. Çin’in oluşturduğu düzen; kapitalist ekonomi ambalajı içinde komünizm ideolojisinden ve katıksız ırkçı düşüncelerden beslenen şoven ve emperyalist, gayri medenî ve çağ dışı yönetim sistemidir.

ÇHC bu sistemi şimdilik, yönetimi altında bulundurduğu Doğu Türkistan, Tibet ve İç Moğolistan’da uyguluyor.  Çok da uzak olmayan bir gelecekte, gücünü yetirebileceği; Pakistan, Keşmir, Afganistan, Kırgızistan, Tacikistan ve Moğolistan’da da uygulamaya koymak isteyebilir.

Kendi ırkından olmayanlara hayat hakkı tanımayan ÇHC yönetimi, çalıştığı işyerine giden Türklerin öldürülmesini engelleyemediği gibi, can güvenliği olmadığı için işyerine gidemeyen zavallıların işine, sorgusuz-sualsiz, derhal ve tazminatsız olarak nihâyet vermiştir.

ÇHC Yönetiminin yaptıkları bunlardan ibâret değildir. ‘Daha kaliteli bir millet oluşturmak’ düşüncesiyle, kendi insanına karşı giriştiği cinâyetler ve soykırım uygulamaları; insan haklarıyla ilgilenen beynelmilel kuruluşlarda, yüzlerce klasörü dolduran belgelerle tescillenmiş durumdadır.

Doğu Türkistan’ın akıl kamaştıran eşsiz zenginliklerine doğrudan sâhip olabilmek ve Türkleri bölgeden uzaklaştırabilmek için her gün binlerce insanla dolu trenler Doğu Türkistan’a yıllardan beri dolu geliyor, boş dönüyor. Bununla yetinilmiyor; köylerde yaşayan Müslüman Türk âilelerinin 2’den, şehirlerde yaşayanların ise 1’den fazla çocuk sâhibi olmaları yasaklanmıştır. Yasağa uymayıp hâmile kalan kadınlar yakalanıp seyyar kasaphânelerde derhal kürtaj ediliyor. Gayri sıhhî şartlarda ve ehil olmayan kişiler tarafından kürtaj edilen kadınların % 10’u ölüyor, % 25’i sakat kalıyor.

Gelen haberlere göre vahşet bununla bitmiyor. İnsanlar sırf, organları alınıp satılmak maksadıyla öldürülüyor. Deri ve böbrek gibi canlı doku taşıması gerekli organlar ise, kurşunlanan insan henüz can çekişirken, bedeni kesilip alınıyor. Kurşuna dizilen mahkûm âilelerinden kurşun parası tahsil ediliyor. Ödeyemeyenler çalışma kamplarına gönderiliyor.

HAKSIZLIKLAR KARŞISINDA SESSİZ KALAN DİLSİZ ŞEYTANDIR

Yaşanan vahşet karşısında bütün dünyâ sessizdir. Her fırsatta ‘insan hakları’, ‘hukukun üstünlüğü’ adına dünyâ jandarmalığına soyunan Amerika Birleşik Devletleri (ABD), hak aşığı olması gereken İslâm âlemi, aynı çileleri çekmiş Türk Cumhuriyetleri ve Hindistan ile medeniyet havârisi Avrupa Birliği (AB)… cılız kınama kelimelerinin ötesinde tepki göstermediler. Çünkü her birinin ÇHC ile siyasî, askerî ve ticarî anlaşmaları var.

Çin; Birleşmiş Milletler Teşkilatı bünyesindeki Güvenlik Konseyi’nin dâimî üyesi sıfatıyla önemli bir siyasî güçtür. Nükleer silahlara sâhip olması hasebiyle kendisinden çekinilmektedir. Dünyâ ticâretinde 2,5 trilyon dolardan daha fazla bir payı olduğu için aynı zamanda etkili bir iktisadî güçtür. Ve hepsinden önemlisi ÇHC; güçlü olduğunun farkındadır. Kendisini; değil alt edebilecek, kendisiyle mücâdeleyi göze alabilecek bir gücün bulunmadığı kanaatindedir.

Sergilenen vahşet karşısında, yetersiz ve kısa süreli olmakla birlikte, en ciddî tepkiyi Türkiye göstermektedir. Göstermekte haklıdır. Çünkü Doğu Türkistan Türkleri… soykırıma mâruz kalan mazlum ve mağdur insanlar; aynı târihi paylaştığımız, aydı dili konuşup aynı dine inandığımız, aramızda kopmaz bağlar bulunan öz kardeşlerimizdir.

DOĞU TÜRKİSTAN’DA *Milattan Önce 209 yılından Milattan Sonra 216 yılına kadar Türk asıllı Hun İmparatorluğu, *552-630 yılları arasında Birinci Göktürk İmparatorluğu *680-745 yılları arasında İkinci Göktürk İmparatorluğu *745-840 yılları arasında Uygur Devleti. *850-920 yılları arasında Kırgızlar *950-1212 yılları arasında Karahanlılar *1212-1759: Seyidiye Hanlığı *1759-1863: Çin Hâkimiyeti *1863-1876: Bağımsız Doğu Türkistan                      (Yakuphan Ba Devlet dönemi) 1876-1882: Çin yönetimi 1882-1944: Çin Genel Valiliği 1944-1949: Bağımsız Doğu Türkistan                    (Üç Vilayet  Rejimi) hüküm sürdü. 1949’dan günümüze: Çin işgali devam ediyor.    

YÜZSÜZLÜK

TC Başbakanı’nın Doğu Türkistan’da Müslüman Türk milletine uygulanan soykırımın durdurulması isteği, Çin Hükümeti tarafından ‘iç işlerine müdâhale’ olarak görüldü ve geri alınması istendi. Diğer taraftan ÇHC’nin soykırım olaylarını protesto etmek maksadıyla, sivil toplum kuruluşlarının İstanbul Valiliği’ne başvurduğunu öğrenen Çin’in İstanbul Konsolosluğu yetkilileri; İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne yazı göndererek, gösteriye izin verilmemesini talep etmişlerdir. İçişlerine müdâhale, asıl bu yazı ile vuku bulmuştur.

Çin, böyle yüzsüz ve küstah bir yönetim anlayışına sâhiptir.

Doğu Türkistan’da yaşanan insanlık dışı dramın önlenmesi için insan hakları ile ilgili kuruluşları, insan haklarına saygılı ülkeleri harekete geçirmek mümkündür. Bu vecibeyi, mazlum ve mağdur Filistin halkını kurtarmak için meseleyi Milletlerarası Adâlet Divanı’na intikal ettiren Güney Afrika Cumhuriyeti’nden bekleyemeyiz.  Türkiye bunu yapabilir. Hatta yapabilecek ve de yapması gereken tek ülkedir.

Çin’in, medenî dünyâ ile ilişkilerini geliştirdikçe bencillikten, şovenizmden ve barbarlıktan uzaklaşması, insan haklarına saygılı bir konuma erişmesi… tahammülü mümkün olmayan bir uzun süreçtir. O sürecin, milletlerarası kapalı ve gürültüsüz diplomasi yollarıyla çabuklaştırılması mecbûriyeti vardır. 

Milletlerarası strateji uzmanları, ÇHC yönetimini daha ılımlı hareket etmeye yönlendirecek asimetrik mücâdele yöntemini belirleyebilir.

Çâresiz olmadığımıza inandığımız anda, çözüm mümkündür.

Unutulmamalı: Zulüm üzerine kurulu yönetimler kalıcı olamazlar. Olabilselerdi, Sovyetler Birliği dağılmazdı. Günün birinde Çin Halk Cumhuriyeti de mutlaka dağılacaktır. İnanmış insanların kararlı mücâdelesi karşısında eritilemeyecek beşerî güç yoktur.

Diğer taraftan Doğu Türkistanlı soydaşlarımızın ve dindaşlarımızın da beklemeye tahammülü kalmamıştır. 

Oğuz Çetinoğlu: Akçakoca Kültür Platformu, 25 Şubat 2024 Pazar   

(BİTTİ)                                                                                              

Orada Bir Ülke Var Uzakta… Prof. Dr. ABDULHAMİD AVŞAR, DOĞU TÜRKİSTAN’ı Anlattı…

(Birinci Bölüm)

Oğuz Çetinoğlu: 07 Ekim 2022 târihinde; Çin’in Doğu Türkistan’daki insan hakları ihlallerinin Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi’nde tartışılması talebi, çoğu Müslüman ülkenin ‘hayır’ oylarıyla reddedildi. Bu talep hangi ülkeden gelmişti?

Prof. Dr. Abdulhamid Avşar: Öncelikle Çin’in Doğu Türkistan’daki insan hakları ihlallerinin Birleşmiş Milletler (BM) Teşkilâtı İnsan Hakları Konseyi’nde görüşülmesi konusu, BM İnsan Hakları Yüksek Konseyi tarafından hazırlanan raporun Yüksek Komiser Michelle Bachelet’in 1 Eylül 2022’de kamuoyuna açıklanmasıyla gündeme geldiğini ifâde etmek gerekir. Çin’in 2016 yılın sonlarında başlattığı ve 2017 yılından îtibâren sayısını hızla arttırmaya başladığı Doğu Türkistan’daki toplama kampları uygulamasının deşifre olmasından sonra milletlerarası kamuoyunda büyük bir infial meydana gelmiş ve Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nın bu konuda harekete geçmesi için talepler yükselmeye başlamıştı. Bunun üzerine BM İnsan Hakları Konseyi adına Yüksek Komiser Bachelet bir rapor hazırlamakta görevlendirilmiş, 2022 yılı başlarında rapor tamamlanmasına rağmen hemen açıklanmamış, dört kez ertelenmişti. Bunun üzerine raporun açıklanmaması için Çin’in BM İnsan Hakları Konseyi’ne baskı yaptığı ve Yüksek Komiser’in bu sebeple hazırlanan raporu kamuoyuyla paylaşmadığı iddiaları gündeme gelmişti. Bu arada hazırlanan raporun yayınlanmadan önce Çin tarafı ile de paylaşılmış olduğunun altını çizmek gerekir. Sonunda, rapor, Yüksek Komiser Bachelet’in görev süresinin bitmesine günler kala, -belki de biraz yumuşatılarak- 2022 yılı Eylül ayı başında açıklanmıştı. Buna rağmen raporda, Çin Halk Cumhuriyeti’nin Doğu Türkistan Türklerini ağır işkencelere mâruz tuttuğu tespitleri yer alıyor; Doğu Türkistan’da insanlığa karşı suç teşkil edebilecek derecede ciddî insan hakları ihlallerinde bulunduğu belirtiliyordu.

7 Ekim 2022’de konunun BM İnsan Hakları Konseyi’nde tartışılması talebi ise burada yer verilen tespitlerin değerlendirilmesi ve gerekirse Çin’in kınanması amacıyla ABD ve İngiltere başta olmak üzere Batılı ülkeler tarafından gelmiştir.

Çetinoğlu: Talebin reddedilmesindeki etkenler nelerdir?

Prof. Avşar: Talebin reddedilmesindeki etkenlerin başında, kanaatimce, Çin Halk Cumhuriyeti’nin ekonomik ve diplomasi yoluyla târih boyunca devam ettirdiği emperyalist dış politika gelmektedir. Bilindiği gibi, Orhun Âbidesinde ‘Çin’in ipeğine, gümüşüne (yâni ekonomik hegemonyasına), tatlı dilini (yani diplomatik aldatmacalarına) kandın, ey budunum, yok oldun’ sözleri, aslında atalarımızın biz Türklere ve hatta tüm insanlığa bir uyarısı ve vasiyeti hükmündedir. Çin’in ekonomi ve diplomasi yoluyla yayıldığı ve milletleri boyunduruğu altına aldıklarını büyük bir uzak görürlükle gözler önüne serer. Çin, bugün de aynı dış politikayı uygulamakta ve devletleri, hükümetleri etkisi altına almaktadır. Oylamada red oyu veren devletlere baktığımızda her birinde Çin’in ciddî yatırımları olduğu ve borç verdiği ülkeler olduğunu görüyoruz.

Bir diğer etken ise konunun ABD ve Batılı ülkeler tarafından gündeme getirilmesidir. Çin, bu devletlerin Doğu Türkistan’daki insan hakları ihlallerini gündeme getirmesini kendisini yıpratmaya yönelik kasıtlı bir politika olduğunu ileri sürmüş, kimi devletler de bu propagandaya aldanarak red oyu vermişlerdir.

Çetinoğlu. Reddedileceği belli olan bir talepte bulunmanın oluşturduğu menfi durumu yorumlar mısınız?

Prof. Avşar: Öncelikle, teklifin reddedileceğinin belli olduğu düşüncesinin doğru olmadığı kanaatinde olduğumu belirtmek isterim. Bildiğiniz gibi teklif, 17’ye karşı 19 oyla, yâni sadece 2 oy farkla kabul edilmemiştir. 11 üye de çekimser kalmıştır. Yani çekimser kalanlardan 3’ü evet oyu vermiş olsa teklif kabul edilmiş ve Çin’in Doğu Türkistan’daki insan hakları sabıkasının BM tarafından ortaya konulması gerçekleşmiş olacaktı. Ki, çekimser kalanlar arasında ABD ve Batılı ülkelerle birlikte hareket etmesi beklenen birçok ülke olduğu mâlum.

Diğer taraftan araştırma talebinin kabul edilmemesinin Çin’in suçlu olduğu, Doğu Türkistan’da insan hakları ihlali yaptığı ve insanlığa karşı suç işlediği kanaatine bir zeval getirmemiş, aksine tüm dünyânın bu tartışma sonucunda gerçeklerden haberdar olmasına vesile olmuştur denilebilir. Yani red kararı, aslında Çin’i aklamamış, vicdanlarda suçlu olduğu gerçeğini ortadan kaldırmamıştır.

Bu gelişmenin gözler önüne serdiği bir başka gerçek de BM Teşkilatı’nın birçok organında Çin’in mâlî destekler yoluyla önemli bir konum elde ettiğini ortaya koymuş; o dönemdeki tartışmalarda bu gerçek de sıklıkla dile getirilmiştir. Bugün BM bünyesindeki birçok kurum ve kuruluşta Çin baskın bir etkiye sâhiptir, çünkü bu teşkilatlara büyük miktarlarda fon aktarmaktadır.

Çetinoğlu: Hangi ülkeler Doğu Türkistan için lehte, hangileri aleyhte oy verdi?

Prof. Avşar: Oylamada ABD, İngiltere, Çekya, Finlandiya, Fransa, Almanya, Honduras, Japonya, Litvanya, Lüksemburg, Marşal Adaları, Karadağ, Hollanda, Paraguay, Polonya, Güney Kore ve Somali lehte el kaldırırken, Pakistan, Özbekistan, Kazakistan, Endonezya, Sudan, Senegal, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Moritanya, Nepal, Namibya, Kamerun, Çin, Fildişi Sâhili, Küba, Gabon, Bolivya, Eritre ve Venezuela aleyhte oy vermiştir. Brezilya, Gambiya, Hindistan, Meksika, Arjantin, Ermenistan, Benin, Libya, Malavi, Malezya ve Ukrayna ise çekimser kalmıştır.

Bu tabloda acı olan Müslüman ülkelerin tutumudur. Milyonlarca Müslümanın hem fizikî hem zihnî soykırıma, insanlık dışı muameleler, insanlığa karşı suç teşkil eden türlü işkencelere tâbi tutulması karşısında gözleri kör, dilleri lâl olmuş, hakîkat gün yüzüne tüm açıklığıyla çıkmış olmasına rağmen Çin’in yanında yer alma zilletini tercih etmişlerdir. Bunun sebepleri de gün gibi ortadadır. Kazakistan ve Özbekistan, kendileri için Çin’in yakın tehdit olması nedeniyle bu zillete katlanırken, o dönemki Pakistan yönetimi tam anlamıyla Pekin’e teslim olmuş durumdaydı. Hatta Çin bile sözde ‘eğitim kampları’ şeklinde toplama kampları gerçeğini kabul ederken. Pakistan bunu bile söylemekten kaçınıyor, Çin’i gözü kapalı destekleyen açıklamalar yapıyordu. Ve Endonezya, Sudan, Senegal, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Eritre, Moritanya, Fildişi Sâhili… o dönemki yöneticilerini, zâlimin yanında yer aldıkları, hakîkatin üstünü örtmeye âlet oldukları için, Doğu Türkistanlılar olarak Allah’a havâle ediyoruz.

Çetinoğlu: 2 Ağustos 1990 târihinde Saddam Hüseyin yönetimindeki Irak, Kuveyt’i işgal etti. Saddam Hüseyin, Kuveyt’in Irak’ın 19. Vilâyeti olduğunu duyurdu. Kuveyt çok sayıda heyetler oluşturup resmî makamlar nezdinde bilgilendirme ve talep görüşmeleri için Türkiye’ye geldi. İstanbul’a gelen heyetler, sivil toplum kuruluşlarını ziyâret ederek kuruluşların yöneticilerini ve üyelerini bilgilendirdiler. İşgalin devamı süresinde heyetlerin ziyâreti 1’er, 2’şer ay ara ile devam etti. Ankara’ya giden heyetler de resmî görüşmelerde bulundular. Ne kadar etkili oldukları bilinmez Fakat Irak, bir müddet sonra; ‘istediğimizi elde ettik’ diyerek işgali kaldırdığını açıkladı.

Çin ile Irak, elbette mukayese edilemez. Önemli olan Kuveyt’in işgal aleyhindeki çalışmalarıdır. Doğu Türkistan’ın Çin işgalinin kaldırılmasını temin edecek gücü ve destekçisi olmadığı da mâlûmdur.

Çâresizlik…’ gibi bir durum karşısında mıyız, ‘Yapılabilecek hiçbir şey yok’ diyerek beklemeli miyiz?

Prof. Avşar: Sayın Çetinoğlu üstadım, aslında Doğu Türkistan Türklerinin diaspora faaliyetleri târihin hiçbir döneminde olmadığı kadar yaygın ve güçlü bir şekilde cereyan etmektedir. BM İnsan Hakları Konseyi’nin Çin’in insanlığa karşı suç olan Doğu Türkistan’daki insan hakları ihlallerini araştırmaya karar vermesi de öncelikle dünyânın dört bir yanındaki Uygur teşkilatlarının çaba ve gayretleri sonunda olmuştur.

Diğer yandan Çin, diplomatik girişimlerle Doğu Türkistan’ı terk edecek bir devlet değildir. Çünkü, o bir işgalcidir ve Doğu Türkistan’ı batıya açılacak stratejik bir coğrafya olarak görmekte, zengin yeraltı ve yerüstü servetlerini sömürerek kendi gelişmesi için kullanmaktadır. Târih göstermiştir ki, Çin’in işgali ancak halkın millî direnişi, dînî ve millî kimliklerini muhâfazası ile mümkün olur. Elbette dünyânın Doğu Türkistan dâvâsına desteği de Çin’i zayıflatacak, Doğu Türkistan’daki emellerini sona erdirebilecek önemli bir etkendir. Bu bağlamda daha önce Doğu Türkistan dâvâsına uzak duran, bununla ilgili herhangi bir tavır almaktan kaçınan ABD ve Avrupa devletleri, elbette kendi çıkarları da gerektirdiği için, Doğu Türkistan dâaâasına destek vermeye başlarken, maalesef, Müslüman devletler Çin tarafında geçmiştir. Bu da bizim fâciamız…

Çetinoğlu: Rahmetli İsa Yusuf Alptekin’in 1960’lı yıllarda, Ankara’da, Mehmet Turgut, Ferruh Bozbeyli, Prof. Dr. Osman Turan, Osman Bölükbaşı… gibi şahıslarla ikili görüşmelerle dâvâsını anlattığının yakın şâhidiyim. Rahmetli Rıza Bekin Paşamız da çok gayretli idi.

Günümüzdeki sükûneti nasıl yorumlamak gerekir?

Prof. Avşar: Aslında sükûnet sâdece Türkiye’de söz konusu. Bunda da Doğu Türkistan dâvâsındaki karizmatik liderliğin ortaya çıkmaması başlıca etkendir kanaatindeyim. Diğer yandan, çok sayıda teşkilatın ortaya çıkması ve dâvânın yürütülmesindeki çok başlılık da etkiyi azaltan sebeplerden biri olmuştur denilebilir. Bunun yanı sıra dünyâdaki ve etrafımızdaki gelişmeler de Türkiye’nin dış politikasını etkilemiş, bundan da en çok yararlanan ülkelerden biri Çin olmuştur. Sükûneti böyle de düşünmek sebebin anlaşılmasına yardımcı olacaktır.

Bütün bunların yanı sıra yine de kamuoyu dikkatinden kaçmış olsa da Doğu Türkistanlı teşkilâtlar ve Doğu Türkistan’a gönül verenler elden geldiğince gayret etmekte, dâvâyı her ortamda anlatmaya, hakîkatleri dile getirmeye devam etmektedir. Bunlardan biri de Doğu Türkistan Vakfı’dır.

Çetinoğlu: Müslüman ülkelerin Doğu Türkistan meselesine uzak durmalarının sebeplerini azaltmak mümkün olabilir mi, nasıl?

Prof. Avşar: Elbette, mümkün ama zor bir meseledir demek isterim. Niçin böyle dediğimi Müslüman ülkelerin Kıbrıs ve Karabağ’da nasıl bir politika izlediklerine baktığımızda daha iyi anlamak mümkün olur. Maalesef, Müslüman ülkelerin çoğunun bir Müslümanlar politikası, Müslüman derdi yok. Ama buna rağmen, buyurduğunuz gibi, bıkmadan, usanmadan Doğu Türkistan dâvâsını Müslüman ülke yönetimleri resmî-gayrı resmî seviyelerde anlatmak, Müslüman ülke kamuoylarına ulaşmak, onları olan-bitenden sürekli olarak haberdar etmenin çok önemli olduğu açıktır. Ama burada şunun altını çizmeliyim ki, esas belirleyici tutum Türkiye’nin olacaktır.

Çetinoğlu: Doğu Türkistan meselesi hakkında kamuoyunu bilgilendiren sosyal medya kanalları hakkında bilgi lütfeder misiniz?

Prof. Avşar: Çok şükür Doğu Türkistan meselesi hakkında kamuoyunu bilgilendirmeye yönelik faaliyet gösteren çok sayıda sosyal medya hesabı olduğunu görüyoruz. Bunları hayata geçirenleri yürekten kutluyor, teşekkür ediyorum. Meselâ bunlardan biri de Doğu Türkistan Vakfı’nın sosyal medya hesaplarıdır. Bunun dışında Doğu Türkistan, Uygur Haber, Mavi Kelebek, Uygur Platformu, Uygur Hareketi, Dünyâ Uygur Kurultayı Vakfı, Milletlerarası Doğu Türkistan STK’lar Birliği, Toplama Kamp Mağdurları gibi sivil toplum teşkilatlarına âit hesaplar olduğu gibi Doğu Türkistan Dâvâsı ile ilgilenen kişilerin şahsî sosyal medya hesaplarından da Doğu Türkistan’daki gelişmeler paylaşılmakta, yazı ve yorumlara yer verilmektedir.

Çetinoğlu: Millî meselelerimizle bağlantılı yazar ve entelektüel şahısların bir kısmı, Doğu Türkistan’ı ‘Sinkiyang’, ‘Sincan’ gibi isimlerle anıyorlar. Onları nâzik ifâdelerle uyaracak bir ekip oluşturulmasında fayda mülâhaza eder misiniz?

Prof. Avşar: Maalesef, en çok yüreğimizi yakan meselelerden biri budur. Öncelikle şunu ifâde etmek isterim ki Doğu Türkistan’a Çinlilerin verdiği isim ‘Sincan’ değil, ‘Şincan’dır. Yani ‘Ş’ ile başlar ve yeni kazanılmış toprak, yeni sınır anlamına gelir. Sincan ise kadim bir Türkçe kelimedir ve Türk dünyâsının birçok yerinde yer adı olarak hâlen kullanılmaktadır. Nitekim Türkiye’de Ankara ve Afyonkarahisar’da ‘Sincan’ adlı yerleşim yerleri varken Azerbaycan’da da ‘Sincan’ ve ‘Sincan Bayat’ adında yerler bulunmaktadır. Ne var ki, Türkiye’de Türk Dünyâsı ile yakından ilgili olan kimi insanlar da dahil olmak üzere pek çok kişi bundan habersizdir ve bu farkı bilmemektedir. Çin de bundan yararlanmakta ve sanki Doğu Türkistan’a Türkiye’de ve Türk Dünyâsında var olan bir ismi verilmiş algısından yararlanmaktadır.

Diğer taraftan özellikle son yıllarda devlet televizyonu ve haber ajansının da Doğu Türkistan demekten kaçınarak ‘Şincan’ kelimesini kullanmaya başlamasıyla neredeyse ülkenin târihî adı unutulur bir duruma gelmiştir.

Bu konuda en azından bilmeyerek bu ifadeyi kullananlara ulaşılarak gerçeğin ne olduğunun anlatılması elbette faydalı olacaktır.

(İkinci –Son- Bölüm Yarın Yayınlanacaktır)

Müspet Doğu – İslâm Medeniyeti

     Yerdeki bütün ölçü ve dengeler; akıl, idrak ve muhakemeye uygun İlahî takdirlerdir.

     İslâm’daki rahmet, Kur’an semasındandır. Kur’an Medeniyeti’nin esasları / temelleri müsbettir.

     Saadet ve mutluluk çarkı, bu müspet esaslar üzere döner.

     Dayanak noktası, kuvvete bedel haktır.

     Hakkın devamlı gereği ise, adalet, dengeli ve ölçülü davranmaktır.

     Birbirine denk olmak üzere harekettir. Çünkü selâmet bundan çıkar.

     Böylece şekavet / sıkıntı, sızlanma ve mutsuzluk zail, yok olur, ortadan kalkar.

     Hedefinde; menfaat yerine fazilet vardır. Faziletin gereği ise,

     Muhabbet, birbirine yakınlık hissetme ve birbirini cezbetmedir.

     Bundan da, mutluluk ve saadet çıkar. Zail, yok olur adavet ve düşmanlık.

     Hayattaki prensibi: Cidal / mücadele, kavga, kıtal / birbirini öldürme yerine

     Teavün / yardımlaşma düsturudur. O düsturun şe’ni / gereği ise,

     İttihad / birlik ve tesanüd / dayanışma olup, bu şekilde toplum canlanır.

     Bir hizmetmiş gibi görülen hevâ – heves yerine hidayeti / doğru yolu göstermek.

     O hüda / hak ve doğru yolun gereği ise, insana lâyık tarzda terakkî etmek / gelişme, ilerleme

     Ve refahet / bolluk, bereket ve rahatlığın kapısını açmak.

     Ruha  lâzım surette tenevvür edip nurlanarak aydınlanmak.

     Tekâmül ederek yükselme ve olgunlaşmaktır.

     Kitleler içinde vahdet / birlik cihetini tardeden unsuriyet / ırkçılık, -dikkat müspet değil-

     Menfi milliyet yerine; din, dil bağını geçirmektir. Zira, din dil bir ise millet birdir.

     Canım Türkiyemiz’de ise, Din de birdir, Dil de birdir.

     Ortak Dinimiz İslâm, Ortak Dilimiz Türkçe’dir.

     Nitekim Hz. Muhammed’e sorarlar: “Arap kimdir?”

     Muhteşem bir cevap verir: “Arapça konuşandır.”

     Demek ki, “Türk kimdir?” sorusuna verilecek cevap da: “Türkçe konuşan.” olmalı.

     Çünkü millet; şüphesiz ki, aynı doğuşta olanlarla birlikte, menşe’leri ne olursa olsun,

     Aynı oluşta olanların birliğinden meydana gelen, bölünmez bir bütündür.

     Nitekim, “İstiklâl Marşı”mızı yazan ve aslen Arnavud olan Mehmed Âkif’i

     “Türk” saymamak mümkün mü? 

     Velhasıl, ittihad ve birlik cihetinin başta gelen gereği, samimi bir uhuvvet ve kardeşliktir.

     Şu hususu unutmamak gerekir ki, elbette Medeniyet’te pek çok güzellikler vardır.

     Lâkin onlar, aslında ne sadece Nasraniyet / Hristiyanlık malı ne de,

     Tüm katkılarına ve yoğun bir şekilde, özellikle fen ve teknik sahada çalışmalarına rağmen,

     Tek başına ne Batı’nın icadı ne de şu asrın san’atı değildir.

     Belki değil muhakkak ki, bugünkü ilim, fen ve teknik umumun malıdır.

     Çünkü, fikirlerin zaman içinde birbirine eklenmesi, ilave edilmesi,   

     Yani telâhuk-u efkârdan zuhur etmiştir.

     İlim ve fen yolunda, insanüstü gayret ve çabalar sonunda;

     Ayrıca semadan, İlahî kaynaktan gelen işaret ve dikkat çekmeler doğrultusunda,

     Allah’ın bu çalışkan ilim adamlarına, çalışmalarına bir mükâfat olarak yaptığı

     İlahî ilhamlar ve içlerine doğan hakikatlerden çıkan buluş ve icatlardan başka bir şey değildir.

     Ve bilhassa, İslâmî inkılâptan neş’et eden / doğan, ortaya çıkan ve kaynaklanan bir neticedir.

     Bunu kimse kendine temellük edemez / sahiplenemez.

     İslâm Medeniyeti, herkese selâmetli bir ortam sunar.

     Hariçten bir tecavüz ve saldırı vaki olursa, sadece müdafaada bulunur, savunmaya geçer.

     Aşırı davranışlardan kaçar. Saadet odur ki, küllü, bütünü ve geneli içine alıp hepsini kapsar.

     Hiç olmazsa, ekseriyet ve çoğunluğu kuşatarak, bir necat ve kurtuluş sebebi sunar.

     İnsanlara rahmet olarak nâzil olan, Allah katından inen Kur’an;

     Ancak umuma ve eksere saadet sunabilecek bir medeniyeti müjdeler.

Cengiz Aytmatov ve Muhteşem 3 Eseri:

 (Dördüncü (Son) Bölüm)

TOPRAK ANA

Çocukluğunda toprakla neşe içinde oynarken dedesinin borçları onu toprakla tanıştırır. Zamanla o da aile fertleri gibi toprak işçisi olur. Hayatını topraktan kazanır. Toprağı sürüp geçimini sağlamaya başlamıştır.

Bir müddet sonra Toprak Ana Tolgonay, kendisi gibi toprak işçisi olan Suvankul’a âşık olur ve evlenirler. Tarlalarda çalışarak geçimlerini sağlarlar. Tolgonay ve Suvankul’un; Kasım, Maysalbek ve Caynak adında üç oğulları olur.

Tolgonay ve Suvankul, bundan sonraki hayatlarını çocuklarının saadeti ve gelecekleri için çabalayarak geçirirler. Traktör sürmeyi ve okuma yazmayı öğrenen Suvankul, köye ilk traktörü getiren ekip başıdır. Aradan yıllar geçer. Çocuklar büyür, birer delikanlı olur. Kasım, babası gibi traktör sürücüsü olur. Maysalbek, öğretmen olmak için, köy okulunu bitirince şehire gider. En küçükleri Caynak da Gençlik Kolu başkanı olur. Bir süre sonra Kasım evlenir ve eve Aliman adında bir gelin gelir. Tolgonay, Aliman’ı kızı gibi sever ve benimser.

Herkes bu durumdan memnundur. Tolgonay, Suvankul, Kasım ve gelin Aliman hasat zamanlarını tarlada beraberce geçirirler, her şey yolundadır.

Bir gün ansızın tarlaya gelen bir Rus askerinden savaş çıktığı haberini alırlar. Güzel giden her şey bundan sonra tersine döner. Köydeki erkekler birer birer askere çağrılır. Ve bir gün Kasım’ın da askerlik çağrısı gelir. Bütün aile ne kadar üzülse de onu askere uğurlarlar. Aile daha sonra Maysalbek’in de askere çağrıldığını öğrendikleri bir mektup alır.

Savaş bütün hızıyla devam ederken, cephedeki erkek yetersizliğinden Suvankul da askere çağrılır. Suvankul’un da askere çağırılmış olması Tolgonay’ı derinden sarsar. O günden sonra ekip başı görevi Tolgonay’a verilir. Tolgonay bütün zorluklara rağmen var gücüyle çalışır.

Bir ara Caynak, annesine eğitime gideceğini söyleyerek evden ayrılır, ama cepheye gider. Niyeti Tolgonay’ı üzmemektir. Evinin bütün erkeklerini cepheye gönderen Tolgonay, oğlu Kasım ve kocası Suvankul’un şehit olduğu haberini alır. Şehit haberleriyle perişan olan Tolgonay, gelini Aliman ile hayata kaldığı yerden devam eder. Ancak bu sefer de oğlu Maysalbek’ten kötü bir mektup alır ve bir oğlunu daha cephede kaybeder. Uzun süre Caynak’tan da haber alamayınca onu da yitirdiğini düşünüp bütün ümidini kaybeder.

Tolgonay, acısını gelini Aliman ile dindirmeye çalışır, onu kızı gibi sâhiplenir. Hayata tutunmaya çalışır. Zaferin gelmesi yakındır. Cephelerden evlerine dönen askerler, yeniden tarlalarda çalışmaya başlarlar. Savaşın izleri yavaş yavaş silinmektedir. Tolgonay, gelini için üzülmektedir.

Onun evlenmesi, mesut bir hayat kurması gerektiğini düşünür. Ancak Aliman evlenmek istemez. Sonbahar aylarında sürü otlatmaya gelen bir çoban, Aliman’ı hâmile bırakır. Ancak Tolgonay bu durumu çok sonradan öğrenir. Aliman’ın doğumu yaklaştıkça Tolgonay’a olan davranışları değişir.

Eserden tadımlık bir bölüm: Aliman kayınvalidesine;

Bana bir şey sorma ana ben kendi varlığımı bile hissetmiyorum. Kendi hâlime bırak beni.’

Bundan sonra ona ne söylesem boş, hiçbir sözüm hoşuna gitmeyecek’ diye düşündüm ve üzüldüm. Bu düşünce ile dalıp gitmişim. Birdenbire niçin ve nasıl uyandığımı hatırlamıyorum. Aliman’ın yatağında olmadığını gördüm.

Alelacele giyinerek dışarı fırladım. Kapıdan çıkarken ambardan birtakım iniltiler duydum. Bütün gücümü ayaklarıma vererek oraya koştum. Kapıyı o kadar hızlı açtım ki az daha elimdeki fener düşecekti. Aman Tanrım! Gözlerime inanamadım: Aliman samanların üzerine yüzükoyun yatmış, doğum sancılarıyla kıvranıyordu. Üzerine atılıp bağırdım:

-Ne yaptın a kızım, bana niye söylemedin?

Yardım edip arkası üstü çevirmek istedim, elim kanlar içinde kalan eteğine dokununca büyük bir korkuya kapıldım, irkildim. Yüreğim kafesinden çıkacaktı nerdeyse. Vücudu ateş gibi yanan Aliman boğuk sesle mırıldanıyordu:

-Ölüyorum! Ölüyorum!

Ona su verdim. Titriyor, dişleri takır takır su bardağının kenarına vuruyor, ama vücudu ateşler içinde yanıyordu. İki yudum su ancak içebildi ve sonra kıvranmaya, inlemeye devam etti.  

Aliman çırpınıyor, inliyor, bağırıyordu. Sonra birden sakinleşir gibi oldu. Ama bu defa da hırıltılı sesler çıkarıyordu.

-Ana, başımı kaldır, dedi, nefes alamıyorum.

Ağlıyordu. Sonra hıçkırıkları bastırarak çabuk çabuk konuşmaya başladı: ‘Ana, sevgili anacığım, içim yanıyor, artık dayanamıyorum. Öleceğim… öleceğim… Her şey için sana teşekkür ederim, çok teşekkür… Beni bağışla anacığım. Ah Kasım hayatta olsaydı! Ah Kasım, ben ölüyorum… Beni bağışla…’

Ona yalvardım:

-Hayır, hayır sevgili kızım, ölmeyeceksin. Biraz daha dayan canım kızım, biraz daha! Anlıyorsun değil mi kızım, ölmeyeceksin, ölmeyeceksin.

Az sonra cıyak cıyak bir bebek sesi duyuldu.

Hayat niçin bu kadar acımasız, bu kadar kör? Çocuk dünyâya geliyor, Aliman dünyâyı terkediyordu. Biri doğuyor, biri ölüyordu. Bebeğin çıplak ve ıslak vücudunu entarimin eteğine ancak sarabilmiştim ki, anası Aliman, can vermiş, suskunluğa gömülmüştü. Başı yana düşmüş, hareketsiz kolları aşağı sarkmıştı.

-Alimaan! diye bağırdım korku dolu bir sesle. Sonra bileğini tuttum. Nabzı çarpmıyordu.

Gözlerimin önünde, bir an için, hayatla ölüm karşı karşıya idi.

***

Tolgonay, ismini Canbolat koyduğu torununa sarılarak hayata tutunur. Torununu zor şartlar altında büyütür. Bütün bu olaylara bitmeyen bir kıtlık ve açlık eşlik eder. Tolgonay’ın sık sık dertleştiği, her şeyin başladığı ve bittiği kaynak olan Toprak Ana ise gizli ve etkili başkarakteri olarak romanın dramatik kurgusunu omuzlar.

Okuyucu içine işleyen duygulara mâruz kalıp akan gözyaşlarımı silmek dışında mola vermeden okumaya devam eder. Bir fırsatını bulup da kendisinin, Tolgonay anadan ayrı bir şahıs olduğuna inandırabilen okuyucu, gözyaşlarını silip okumaya devam eder…

Dert ve üzüntü ile alâkalı özlü sözü hatırlayabilenler huzura kavuşur: ‘Hiçbir dert ve musibet yoktur ki daha büyüğü olmasın

Savaş aleyhtarlığını ‘cephe’yi değil de cephe dışındaki insanlarla ortaya koymak şüphesiz seçkin bir tercihtir. Bu tercihi merhum Aytmatov, çok başarılı bir şekilde kullanıyor.

Önceki 2 kitapla aynı ölçüde ve Refik Özdek tercümesi olan roman 139 sayfadır.

***

Cengiz Aytmatov’un eserleri aracılığıyla dünyâ, Kırgızistan’ı, Kırgızları, Issık Göl’ü, Tanrı Dağlarını öğrendi. Sadece Kırgızistan’da değil birçok ülkede çocuklarına Cengiz, Daniyar, Cemile, Asel, Tolgonay, Düyşön isimlerini veren aileler olmuştur. Onun ‘Cemile’sine bütün erkekler âşık olmuş, ‘Toprak Ana’sına hayran kalmış, ‘Beyaz Gemi’siyle bütün çocuklar yolculuk yapmıştır.

Yazar eserlerinde milletinin ürünü olan masalları, efsâneleri, mitleri, destanları kısacası halk kültürünü en mükemmel bir şekilde eserlerine yansıtmıştır. Eserlerini Kırgız ve Rus dillerinde yazmış ve Rusça yazılmış olan eserlerini Aşım Cakıpbekov Kırgızca’ya çevirmiştir.

Gün Olur Asra Bedel’ isimli romanını okuyanlar, ne zaman günler uzayıp yüzyıl olsa, ne zaman alnımızdaki Kassandra Damgası beni ele verecek diye kaygılansa, ne zaman Gülsarı’ya veya birilerine ‘elveda’ demek zorunda kalsa, ne zaman bir ala köpek gibi deniz kıyısında koşsak, ne zaman Toprak Ana ile dertleşsek, ne zaman yâdımıza Selvi Boylum Al Yazmalım düşse, ne zaman kendimizi Cengiz Hana Küsen Bulut gibi ağlamaklı hissetsek, ne zaman Dişi Kurdun Rüyaları’nı görsek aklımıza hep Bozkırdaki Bilge / Cengiz Aytmatov gelir. Türk edebiyatının zirvesini, Tanrı Dağı’nın ölümsüz ruhunu, dünyânın en çok okunan ve en büyük yazarını özlemle anar ve fâtihâlar gönderir.

ÖTÜKEN NEŞRİYAT A. Ş.  

İstiklal Caddesi, Ankara Han Nu: 63/3 Beyoğlu 34433 İstanbul Telefon: 0.212- 251 03 50

Belgegeçer: 0.212-251 00 12 e-Posta: otuken@otuken.com.tr  www.otuken.com.tr 

Kadına Yönelik Şiddet

Öncelikle vurgulamak isterim; Âdemoğlu dünyaya yaşamak ve yaşatmak için gelmiştir. İnsanlık tarihine baktığımızda Peygamberden tutun da sıradan vatandaşlara kadar herkesin kendine göre yaşama ve yaşatma mücadelesi vermiş olduğunu görürüz. İnsanlar bu Fani Âleme ölmek ve öldürmek için değil, yaşamak ve yaşatmak için gelmiştir.

Anaerkil bir yapı içeren Türk toplumlarında hakanların boyun eğdiği kadın anadır, kadın liderdir, kadın güçtür ve kadın devlettir İslam öncesi ve sonrası toplum yapısının dinamiklerinde.

*

Yıllarda ülkemizde işlenen kadına yönelik cinayetlerin, cinsel sapıklıkların sıkça işlendiği Anaerkil Türk insanına uygun düşmeyen içler acısı durumları yaşarken; ’İnançta körlüğü’’ nü,’’dini darlığı’’nı aşamayan, özgür düşünemeyen, üretemeyen, adaleti önceleyen Evrensel Hukuk Sisteminden mahrum, durmadan gericiliğin altını besleyen DİN diye bedevi kültürüyle, acem kültürüyle beslenmiş bir kısım dindarların da sapıklıklarını izliyoruz.

Bugün üzülerek belirtmek isterim ki DİN siyasallaşınca dindar geçinenlerin elinde kirlendi. Dindarlığımızın içtenliği azaldı. Dini hayatta bile yüzeysellik ve görsellik yükseldi. Söz düştü, imaj yükseldi. Dil, ırk, mezhep, grup ve siyasal tercihlerle kamplara bölünmek ve çatışmanın derinleştirilmesinin istendiği, vahdetten, birlikten ve beraberlikten bahsetmenin bile anlamını yitirdiği bir dönemi yaşıyoruz

Tekrar vurgulayalım; Kur’an’ın ve sünnetin ön gördüğü hayat ikliminden uzak kalmış, DİN diye Bedevi Kültürüyle, Acem Kültürüyle şuursuzca işlenmiş zihniyetlere özgürlük adı altında Batının Sokak kültürü de eklenince avamlaşan/ körleşen Türk insanı milli değerlerinin şuurundan bihaber olunca içine düştüğü dramlarla cebelleşir oldu.

*

İslam öncesi Türk kadınına verilen önemi okuduğum bir makaleden izleyelim:

Hun ve Göktürk devletlerinde de kadın bağımsız bireyler olarak hayatını yaşamıştı. Bu devrelere ait bilgiler kadının da erkeği ile beraber aynı iş ve hakka sahip olduğunu belirtmektedir. Türk kadını aile hayatında erkekle eşit durumdadır yani ana, baba ve çocuklardan aynı derecede sorumludur.  Yönetimdeki Türk kadını örneklerini bu dönemde bolca bulmak mümkündür. Asya Hunları zamanında, Çin İmparatorlarından Kao devrinde, kendisi bir kurtuluş ümidi bulmak ve Mete’nin Hatunu’nun aracılığını elde edebilmek için, gizli olarak çok değerli hediyeler gönderdiğini biliyoruz (Ögel, 1981: 406). Bu rica üzerine Hatun, Mete ile konuşur ve onu ikna eder.

Burada Çin İmparatoru’nun, Mete’nin Hatunu’nu kendisine denk sayarak muhatap aldığını, çare olarak gördüğünü ve yardım dilediğini görüyoruz.

 Gene Asya Hunları devrinde, Çinlilerle olan ilişkilerindeki belgelerde, Türk Hakanı yanında hatunun da resmen yer aldığı ve devleti bu ikisinin birden temsil ettiği yer almıştır. Daha sonraki dönemde Avrupa Hunlarına elçi olarak gelen Bizanslı yazar Priskos, Attila’nın huzuruna gittiğini anlatırken, Kraliçe Rekka’nın kendisini karşıladığını yazar (İnan, 1975: 26). Hun ülkesine gelen elçiler kraliçeye de hediyeler getirirdi.  Elçileri kabul edip görüşürdü.

Hükümdarın eşi olan hatundan başka kadınların da devlet teşkilatında yeri vardı. Attila’nın kardeşi Bleda’nın ölümünden sonra, eşi bulundukları köyün yöneticisi olmuştur (Ahmetbeyoğlu, 2001: 151).

 Ayrıca Hunlarda hatunlar, sarayda devlet adamları gibi eğitilip yetiştirilir, komşu devletler ve devlet idaresi hakkında geniş bilgilere sahip olurlardı (Ögel, 1981: 408).

 Göktürkler devrinde kağanın karısı Hatun devlet işlerinde kocasıyla birlikte söz sahibidir. Emirnamelerin yalnız kağanın adına değil, kağan ve hatun adına ortak imza edilmesi, resmi yazışmalarda kağanın hatundan ayrılmaması buna bir örnektir (Gültepe, 2013: 181).

Gene Göktürkler devrinde, 623 senesinin Ekim ayında İl Kağan, Çin’e elçi göndererek İmparator’dan kardeşinin bir Çinli prensesle evlenmesini rica etmiştir. İmparator buna karşılık, Ma-i şehrini kuşatmaktan vazgeçerse bu işin olacağını söyler. Bunun üzerine İl Kağan kuşatmadan vazgeçmek ister. Fakat karısı İçeng Hatun buna karşı çıkar, baskınlara devam edilmesi yönünde buyruk verir ve İçeng Hatun’un dediği olur.

 Bu konuda sayısız örneğe sahibiz. Saydığımız örnekler bize gösteriyor ki, Hun ve Göktürk devirlerinde kadın yönetimde erkek ile beraber bulunmakla kalmıyor, devletin çıkarlarının zedeleneceği durumlarda karar mercii olarak görülüp emirleri uygulanıyor ve yetkisi kağanın önüne geçiyor.

 Yine Attila’nın Hatununun sarayda kendisine ait süslü ve gösterişli bir köşkte oturduğunu, kendi hizmetine bakan özel erkânı olduğunu ve Bleda’nın eşinin yönettiği köyün sahibesi olması (Ahmetbeyoğlu, 2011: 151) mülkiyet hakkına işaret eder. Asya Hunlarında olduğu gibi (Kafesoğlu, 2007: 229),

 Avrupa Hunlarında da kadın, erkeği ile beraber ordu birlikleri içinde hareket halindeki birliklerin bir ferdi olarak askeri alanda boy göstermiştir (İnan, 1975:26).

 Yeri gelmişken at binip, silah kullanan Göktürk kadını adına Çinli bir şair tarafından yazılmış şiiri de paylaşmak gerekmektedir;   ”  Genç kızlar at üstünde gülümsüyorlar, Yüzleri yeşim taşından tepsi gibi kıpkırmızı, Kuşları ve hayvanları avlamak için süratle geliyorlar, Çiçekler arasındaki ay, eğer üstündeki gençleri mest etmiş. ” (Talaslıoğlu, Uykucu ve Salman: 158);

Evlenme konusunda ise önceki bölümdeki bilgilere ek olarak şunları söyleyebiliriz; Hunlarda ve Göktürklerde levirat usulünün yaygın olduğunu görüyoruz. Hunlarda, aile içi ilişki kurulmasına önlem olarak, dışarıdan hatta dokuz göbekten bağlı olmayan evlenmeye de dikkat edilirdi (Baykara, 2001: 154).

 Göktürklerde, yüksek bir mevkide olan bir kadın kendisinden aşağı durumda olan bir erkekle evlenemezdi. Kadın ve erkek eşit durumda olunca töre, isteyen erkeğe kızı vermeyi babaya emrederdi (Üçok, Mumcu ve Bozkurt: 33).

 Yine Göktürklerde, evlenme çağına gelen genç kız, kılıçla dövüşüp yendiği erkekle değil, yenildiği erkekle evlenirdi (İnan, 1975: 27). Bu adet de aynı zamanda Göktürk kadınının silah kullanma alıştırmaları yaptığını – silah kullanmayı bildiğini de göstermektedir.

Emekliler Emeklemesin Artık

Memur zamları, daha konuşulmaya başlanmadan, piyasalar kendilerine göre zamlarını çoktan yaptılar bile. Bir zamanlar meyve fiyatları el yakarken, şimdilerde sebzeler de kendilerini dokunulmaz ilan etti.

TV kanalları ve gazeteler, abartılı şekilde işçi ve memur zamlarını irdelemektedir. Asgari ücret ve zam oranları, haddinden fazla gündemde tutulmaktadır. Piyasa, daha zamlar belli olmadan, her şeye şimdiden abartılı şekilde zam yaptı. Yumurtada ve kırmızı ette olduğu gibi…

Bilindiği üzere, semt pazarları, marketlerden her zaman ucuzdur. Onun için orta halli, fakir vatandaşların alış veriş mekânı, genellikle semt pazarlarıdır.

İki gün önce bir Pazar yerinde vatandaşların alış verişlerini izledim. Haber yapan, mikrofonu vatandaşa uzatıyor ve sorular soruyordu. Hiç birinin elinde de alınmış bir sebze veya meyve yoktu. İşte konuşmalar:

 “Bir kaç kez pazarı dolaştım, bir şey alamadım, bir daha dolaşacağım.”

“Evladım ateş pahası her şey, paramla ihtiyaçlarım denk gelmedi, bir şey alamadım.”

Hele bir bayanın cevabı çok manidardı:

“Kereviz alacağım, pazarı tamamen dolaştım, bir yerde ucuz kereviz bulabildim. Tekrar orayı bulmaya çalışacağım, kalmışsa bir kilo almayı düşünüyorum.”

Yine bir TV kanalı; “her gün birkaç kez pazarlara uğruyorum. Sabahleyin ve öğle üzeri pazarlar çok sessiz ve sakin, akşama doğru kalabalıklaşıyor. Hatta Pazar dağıldıktan sonra döküntüler için bir çok gelen oluyor” diye izlenimlerini aktarmakta.

Bu konuşmalar, yürekleri burkan, içimizi üşüten bir manzarayı kulaklarımıza haykırmaktadır artık. Emekli, pazarların son saatlerini, hatta dağılmasını bekler hale gelmiştir.

Dün yıllarca alış veriş yaptığım eski mahallemdeki markete uğradım. Dudaklarım uçukladı. Bir zamanlar rahatça, bol bol alabildiğim sebze ve meyvelerin fiyatları gerçekten de uçmuştu.

Buna rağmen market dolup taşmaktaydı. Ama bu kez eski müşterileri tamamen değişmişti. Bunların içinde tabii ki ben dahil, artık emekliler yoktu.

Hükümet, yerel seçimlerden önce, emeklilere ümit veren konuşmalardan sonra, açıklanan “sözüm ona iyileştirmeler”le her seferinde emeklileri hayal kırıklığına uğrattı. Özellikle de çalışanlara verilen seyyanen zamla, emekliler tamamen mağdur edildi.

Çalışanla çalışmayan arasındaki pergelin kapanması imkânsız hale gelmiştir. Çoktandır marketleri terk etmek zorunda kalan emekliler, semt pazarlarına giderken de ellerindeki listenin bir kısmının üzerini çizmeye başlamıştır.

Emekliler için zaman zaman açıklanan bazı ayrıcalıklar, onların sağlıklı beslenmelerine ve mutlu bir hayat sürmelerine, yani hayatlarını idame ettirmelerine asla çare değildir.

Emeklinin, kendisini iyi hissetmesini sağlayan, değerli olduğu duygusunu artıran bir maaş alması elzemdir. Bu imkân, ona aynı zamanda yaşama sevinci de olacaktır.

Gün geçtikçe alım güçlerini kaybeden emekliler, eşini, çocuklarını, arkadaşlarını ve dostlarını bir çay içmeye, hele hele bir lokantaya götüremez hale gelmiştir. Bu çaresizlik, aynı zamanda emekliyi asosyal ve edilgen etmekte,  toplumdan soyutlanmasına, içine kapanmasına ve hayata küsmesine de yol açmaktadır.

Alın teriyle, sadakatle ömrünü devletine harcayan bürokrat dediğimiz kişiler bile emekliliklerinde, büyük itibar kaybına uğramışlardır. Emekli, çalışırken kurs ve seminerlerde gördüğü illerin dışında, emekli olduktan sonra her hangi bir yeri, artık ziyaret edememektedir. Tatile çıkması tamamen hayal olmuştur.

Büyük bir kısmı geçinemediği için, konumlarına uygun olmayan, onur kırıcı işlerde çalışmak zorunda kalmakta, hak etmedikleri muamelelere tabi tutulmaktadırlar. Halk ekmeği kuyruklarında iki büklüm bekleyen tamamen emeklilerdir. Belli bir yaştan sonra evinde sıcacık çayını yudumlaması gerekirken, yağmurda yağışta iki üç lira ucuz ekmek için çile çekmektedir.

Ailesine, çevresine vadettiği taahhütlerini emekli olduğunda yerine getiremeyen emekli, hayatını sorgulamaya başlamıştır artık.

Ömrünün 15-20 yılını okumaya adayan, özel ve kamu kurumlarında 30-40 yılını çalışmaya harcayan emekli, “Keşke bu kadar yıl koşturacağıma, bir daire alsaymışım. Yıllarımı heder edeceğime bir evin kirasıyla geçinir giderdim.” Diye düşünmeye başlamıştır.

Diyeceksiniz ki “okumanın değeri, hayata kattığı çok yönlü yararı” hiçbir şeyle ölçülemez. Elbette… Ama artık “hayat şartları ve emeklilerin hızla itibar kaybına uğraması” bu şekilde düşünenleri hızla artırmaktadır.

İktidara geldiğinde büyük başarılara imza atan hükümet, nedense emeklileri görmezlikten gelmektedir. Emeklinin artık seçimleri bekleyecek takati kalmamıştır. Konu vicdani ve insani bir sorumluluktur.

Ömrünü ülkesine adayan, yıllık tatillerini, önemli kutlama günlerini erteleyen, ev alma projesini, dinlenmeyi ve rahat etme umutlarını emekliliğine bağlayan emekliler, bu beklentilerinden umutlarını kestikleri gibi, geçinememenin kıskacında buruk ve çaresizdirler.

Emekliler “karmaşık kuramsal istatistiki gerekçeleri” dinlemekten bıkmışlardır. Küskün, kırgın ve çaresizdirler.  Somut olarak; “emeklemekten” kurtarılmalarını arzu ve umutla beklemektedirler.

Sevgiyle kalın…

Menfi Batı – Avrupa

     Menfi Batı Devletleri’nin -halklarına rağmen- tatbik ettikleri, şimdiki menfi esaslarını şöyle bir gözden geçirelim. Yaptıklarına bir bakalım. Görürüz ki, şimdiki medeniyetlerinin esasları menfi / olumsuz olup, çarkları bunlara göre dönmektedir.

     Dayanak noktası, hakka bedel kuvvettir. Kuvvetin gereği, yaptırımı ise, tecavüz ve çatışmadır. Bundan ise, hıyanet çıkar!

     Kastettiği hedef; fazilet bedeline hasis bir menfaat ve çıkardır. Menfaatin gereği ise sıkıntı, zahmet, husumet ve düşmanlıktır. Bundan ise cinayet çıkar.

     Hayattaki kanunu; yardımlaşma bedeline mücadele ve kavga; düstur ve prensibidir. Mücadele ve cidalin gereği ise; çekişme, husumet ve kavgadır. İtişme ve kakışmadır. Bundan sefalet, fakirlik ve yoksulluk çıkar.

     Akvamın / kavim ve milletler arasındaki esas / temel rabıta ve bağı: Başkalarının zararına uyanmış olan menfi milliyetçilik, yani unsuriyet ve ırkçılıktır. Ki, başkaları yutmakla beslenir ve kuvvet kazanır.

     Dikkat! Müspet milliyetin değil. Menfi milliyet / menfi milliyetçilik, yani ırkçılığın gereği; dehşetli çarpışma, vuruşma olup, bundan yıkılma, mahvoluş ve felâket çıkar. 

     Çekici hizmeti hevâ ve hevesi cesaretlendirme, kolaylaştırma ve arzuları tatmindir. Bundan  haram zevk ve eğlencelere aşırı derecede düşkünlük doğar. Bunların getirdiği nokta ise, insanı çirkinleştirir, biçimsiz ve çirkin bir şekle sokar. Ahlâk ve karakteri değiştirir. Kısaca, insanı mânen değiştirip, insanlıktan çıkarır.

     Şu sözde medenilerden çoğunun eğer içi dışına çevrilse; başta maymunla tilki, yılanla ayı ve domuz suretini aldıkları görülür! Evet, suretleri; ahlâk ve karakterlerinin şekillerini alır. Âdeta göz önüne post ve tüyleri dikilir.

     Evet Menfi Batı’nın şimdiki tarzı; hevesi serbest bırakmış. Hevâ da hür olmuş. Hayvanî bir hürriyet almış başını gitmektedir.

     Heves hükmeder, baskı yapar, uygular! Hevâ da baskıcı ve zorbadır. Zaruri olmayan ihtiyaçları; giderilmesi zorunlu olan yemek, içmek ve giyinmek gibi temel ihtiyaçlar yerine koymuştur.  Böylece rahatı izale etmiş gidermiş. Meselâ insan; eskiden dört şeye muhtaç iken, bugün yüz şeye muhtaç hale sokulmuş! Kazanç masraflara yetmez olmuş! İnsanı hile ve harama yöneltmiş; servet, haşmet / görkemlilik ve ihtişam başını alıp gitmiş. Ferdi, şahsı ahlâksız ve fakir eylemiştir. Nitekim, İlk Çağlar’daki her türlü vahşetin toplamı, zalimce davranışların tamamı ve cinayetler, acımasızlıklar, zulüm ve hıyanetlerin fazlasını; şu habis / pis, çirkin ve kötü Menfi Batı / Avrupa Medeniyeti’nin mülevves / çirkin yüzü; tek bir defada kustu! Nitekim Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’nda öyle kustu ki; hava, deniz, karaların yüzlerini bulandırdı, kanla lekeledi.

     İşte bütün bunlar; felsefe-i tabiiyyenin gerçekleri karartmasıyla, medeniyetin kötülüklerini güzel zanneden; insanı sefilliğe, sapık ve yanlış bakış ve düşüncelere sevk eden bozulmuş Menfi Batı – Avrupa Medeniyeti’nin, yani İkinci Avrupa’nın; insanlık dışı durum, duruş ve vaziyetleridir. Hele İsrail’in Gazze’de yaptığı ve hâlen devam ettiği, insanlık dışı yakıp yıkmaları, çoluk çocuk ayırt etmeksizin yaptığı katliamları sırasında; Menfi Batı’nın takındığı anlaşılmaz tavır ve davranış; insanı insanlığından utandıran soykırım karşısında, kılını bile kıpırdatmaması gibi, izahı zor bir durumu, somut bir şekilde sergilemesi; Menfi Batı / Avrupa Medeniyeti’nin ne olduğunu açıkça ortaya koymakta; tarihe kapkara bir leke olarak kaydedildiklerini de göstermektedir.

     “ABD’nin 4. kez Gazze’de âcil ateşkes, esirlerin serbest bırakılması ve açlıktan ölümlerin engellenmesi taleplerini içeren karar tasarısını veto et(mesi)…İlaç, sağlık ekibi ve yiyecek…hiçbir şeyin girişine izin veril(memesi)… Filistinlileri(n)… tehciri (göçü) için… gıda, yakıt ve temiz su girişine izin verilmemesi(nin) öngörül(mesi)” gibi, alınması istenen tedbir ve önlemler; Menfi Batı / Avrupa Devletleri’nin -içlerindeki halkların protestolarına rağmen- dünyanın gözü önünde, en ufak bir çekinceye yer vermeden; bildiklerini okumaları, Menfi Batı-Avrupa Medeniyeti’nin yukarıda belirttiğimiz, menfi vasıflarının birer müşahhas / somut göstergeleridir! (12 Aralık 2024)