11.6 C
Kocaeli
Çarşamba, Kasım 12, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 70

Prof. Dr. Sâdık K. Tural’dan 4 Adet Muhteşem Eser:

1-Sorulara Cevaplar (İkinci Cilt) 2-Edebiyat Bilimine Katkılar (İkinci Cilt) 3-Şiir İkliminde Birkaç Saat 4-Millî Benlik Ve Kimlik

(Birinci Bölüm)

Prof. Dr. SÂDIK K. TURAL: 1946 yılında Kırıkkale’de doğdu. İlk ve orta öğrenimini lise öğrenimini Kırıkkale ve Samsun’da tamamladı. Ankara Üniversitesi Dil ve Târih Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde başladığı yükseköğrenimini (1966), Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde bitirdi. İlkokul öğretmeni olarak başladığı (1964 Kasım-1967 Şubat), memuriyetten istifa edip bir süre ara verdikten sonra, 1968 Ekim-1971 Nisan arasında, Millî Eğitim Bakanlığı’nın çıkardığı Türk Ansiklopedisi’nde ‘düzeltici’ ve ‘redaktör yardımcısı’ olarak çalıştı. 4 Ocak 1972’de Hacettepe Üniversitesi’nde Türkçe dersleri öğretim görevlisi, 1973 Haziranında ise, Yeni Türk Edebiyatı alanında araştırma görevlisi oldu. 1978 Martında ‘Edebiyat Doktoru’; 1982 Kasımında ‘Yardımcı Doçent’, 1983 Nisanında ise ‘Doçent’ unvanlarını aldı; Selçuk Üniversitesi Fen-Edebiyat ve Eğitim Fakültelerinde bir yıl (1982 Ekim-1983 Ağustos) gönüllü olarak çalıştı. 21 Ağustos 1988’de, Hacettepe Üniversitesinde ‘Profesör’ unvanını aldı. Ağustos 1989’da, Gazi Üniversitesi’ne geçerek Fen-Edebiyat Fakültesi’nde, önce Sanat Târihi ve Felsefe bölümleri ile Gazi/TÖMER’in kurucu başkanlığını yaptı; 1991 Ekiminden itibâren ise, Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanlığı ve Fakülte Yönetim Kurulu Üyeliği görevlerini yürüttü. 1984 yılı Aralık ayında, kadrosu üniversitesinde kalmak kaydıyla Devlet Plânlama Teşkilâtında (D.P.T.) ‘Kültür Plânlamacısı’ olarak görev aldı. 4 Mayıs 1988’e kadar, D.P.T. Sosyal Plânlama Başkanlığı bünyesinde görev yaptığı sırada, kültür sektörünü, çalışma alanı bakımından genişletti. Türkiye ile on yedi devlet arasında (bir kısmı ülkemizde, bir kısmı ilgili ülkelerde) yapılan, Kültürel Değişim Programı anlaşmalarında, Başbakanlık (D.P.T.) temsilcisi olarak, ‘metin oluşturma’ ve ‘müzâkere heyeti üyeliği’nde bulundu.

1983-1988 yılları arasında, Kültür Bakanlığı yayın komisyonlarında görev aldı. Millî Eğitim Bakanlığı adına, Aralık 1988 – Ağustos 1989 arasında, Almanya’da (Köln) Türk Çocuklarında Kültürel Kimlik ve Eğitim Meseleleri Projesi’nin Başkanı olarak görev yaptı.

1989’da, Bakanlar Kurulu’nca, Atatürk Yüksek Kurumu, Atatürk Kültür Merkezi Bilim Kurulu Üyeliğine; Bilim Kurulu tarafından da, Yürütme Kurulu Üyeliğine seçildi (1989-1993). Kadrosu üniversitede olmak şartı ile Kasım 1993’te ‘Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı’ görevine tâyin edildi. Bu görevinde iken, 8 yıl içinde, yaklaşık iki yüz elli eser, altmış adet bilimlik dergi (Erdem, Bilge, Arış) yayımlanmasını sağladı. 14 Ağustos 2000 târihinden itibâren Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı uhdesinde kalmak şartıyla vekâleten, 28 Eylül’de asaleten Atatürk Kültür, Dil ve Târih Yüksek Kurumu’na Başkan olarak tâyin edildi; diğer taraftan 3 Ocak 2002 târihine kadar Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı görevini de yürüttü. Gerek Türkiye’de, gerekse yurt dışında, yüzü aşkın millî, milletlerarası panel, sempozyum, kongre ve bilgi şölenlerinde bildiri verdi, tartışmacı olarak yer aldı. Edebiyat alanında yeni hizmetler yapan Divan ve Yeni Divan dergileri (1979-1980) ile yayın tanıtımı ve eleştiri için çıkarılan Bilge Dergisini ve halı, kilim konulu Arış Dergisini kurup yönetti (1994-2002). Atatürk Kültür Merkezi Başkanı olarak Uluğ Bey ve Çevresi (1994-Ankara), Nevruz (1995-Ankara), Manas Destanı ve Etkileri (1995-Ankara, Konya), Dünyâ’nın Epik Mirası: Manas (1995-Bişkek), Nevruz ve Renkler (1996-Ankara), Türk Dünyâsında Halı, Kilim ve Cicim Sanatı (1996-Kayseri), Nasreddin Hoca (1996-İzmir) konularında milletlerarası bilgi şölenlerini ve 4-7 Kasım 1997 târihleri arasında, 190 bildirinin sunulduğu, Dördüncü Milletlerarası Türk Kültürü Kongresi’ni düzenledi. Nevruz kavramına bağlı duyuş, düşünüş ve yorumları bilime dayandırma arzusuyla, 18-20 Mart 1999 târihlerinde, Elazığ’da milletlerarası Üçüncü Nevruz Bilgi Şöleni toplantısını gerçekleştirdi. Türk Dünyâsının romancısı, filozof ve diplomatı, milletlerarası övüncü Cengiz Aytmatov için, 8-10 Aralık 1998’de, Ankara’da, Doğumunun 70. Yıl Dönümünde Cengiz Aytmatov konulu, milletlerarası, bilimlik bir toplantı yapılmasını ve bildiriler kitabının basılmasını gerçekleştirdi. Şanlıurfa’da, Türk Kültüründe Karakeçililer Milletlerrası Bilgi Şöleni’nin birincisini ve ikincisini düzenleyip bildiriler kitabının yayınlanmasını sağladı. Türk Dünyâsının ulu şahsiyeti Dede Korkut adına, Ankara’da, 19-21 Ekim 1999 târihlerinde gerçekleştirdiği, 60 bilim adamının katıldığı, milletlerrası Dede Korkut Bilgi Şöleni’nin bildirilerini yayımladı.

17-19 Mayıs 2000 târihinde, Bulgaristan’ın Şumnu şehrinde ‘Balkanlarda Kültürel Etkileşim ve Türk Mîmârisi’ adlı Türkiyeli ve Balkan devletlerinden katılan 60 bilim adamıyla milletlerarası sempozyumu düzenledi. Toplantılarda sunulan bildirilerin tamamını, Türkçe, Bulgarca iki ciltlik kitaba dönüştürdü. Güneydoğu Anadolu ve Arap dünyüsındaki Türk varlığının ve kültür izlerinin, bilimlik zeminde konuşulmasını sağlamak üzere, 24-28 Ekim 2000 târihlerinde, Hatay’da 29 yabancı ve 33 yerli ilim adamının katılımıyla ‘Orta Doğuda Osmanlı Dönemi Kültür İzleri milletlerrası Bilgi Şöleni’ni gerçekleştirdi. Arapça, İngilizce özetlerle birlikte bu toplantının bildirilerini iki cilt hâlinde yayınladı. Sâdık Tural, 1995’ten îtibâren Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı tarafından yönlendirilen ve Türkiye’den 470, Türk Cumhuriyetleri ile topluluklarından 168 kişinin çalıştığı, her biri 600’er sayfalık, 33 ciltlik bir külliyat olması plânlanan Türk Dünyâsı Edebiyatı Projesi’nin başkanlığını üstlendi. Türk Dünyâsının yazarlarının ortak kataloğu olarak düşünülen ‘Türk Dünyâsı Edebiyatçıları Ansiklopedisi’, ‘Edebiyat Kültür Kavramları ile Terimleri Ansiklopedik Sözlüğü’, ‘Türk Dünyâsı Edebiyatı Antolojisi’, ‘Türk Dünyâsı Edebiyatı Târihi’ olarak bölümlenen büyük projedeki eserlerin ilk beş cildinin basılmasını sağladı.

Ermeni Meselesi konusunda bir araştırma yaparak, Esenboğa baskını sonrasında protesto için kendisini yakan Artin Penik’in konuşmalarını da içeren bir yoğun disk (CD) hazırladı, Türkçe, İngilizce, Almanca, Rusça olarak çoğaltılmasını sağladı (2001).

‘Dünyânın somut olmayan kültürel mirası’ projeleri içinde UNESCO Merkezi (Paris) tarafından ‘Meddahlar ve Yaygın Meddahlık’ konulu bir saatlik bir yoğun disk (CD) hazırlattı; metin yazarı ve danışman olarak görev aldığı proje, UNESCO Türkiye Millî Komisyonu ve UNESCO Merkezi tarafından kabul edildi (2002). Mayıs 1996’da, UNESCO Millî Komisyonu ‘Yönetim Kurulu Üyeliği’ne ve oradan da ‘Kültür Komitesi Başkanlığı’na seçildi.

Sâdık Tural, ‘Zamanın Elinden Tutmak’ adlı eseri ile Türkiye Millî Kültür Vakfı Ödülü (1982), KASD (Kayseri Sanatçılar Derneği) Ödülü (1983)‘ne lâyık görüldü. Manas’ın 1000. yılı münâsebetiyle, Türkiye ve Bişkek’te yapılan ilmî toplantılardaki, Türk Heyeti Başkanlığı ve kutlamalardaki diğer katkıları için, Kırgızistan Devlet Ödülü’nü aldı (1995). Türk kültürü ve edebiyatı konusunda yaptığı çalışmalardan dolayı, Türk Ocakları Genel Merkezince ‘Prof. Dr. Osman Turan Türklük Araştırmaları Armağanı’ (Nisan 1996) verildi. Türk Dünyâsında edebiyat biliminin zenginleşmesine hizmetlerinden dolayı, Kazakistan Bilimler Akademisi tarafından, ‘Akademiker Kültür Profesörü Ödülü’nü aldı ve ‘Akademi Üyeliği’ne seçildi (Kasım 1996). Akademinin dâveti üzerine, ilk Türkiyeli üye olarak, beratını Almatı’daki törenle aldı. Türkmenistan Bilimler Akademisinin İlmî Kurulu tarafından, 22 Mayıs 1997’de ‘Şeref Üyeliği’ ve ‘Akademik Profesör’ unvanı verildi; Aşkabat’taki berat ve nişan merâsimine bizzat katıldı. Kırgızistan (Bişkek) ÇU Üniversitesi tarafından, ‘Hürmetli Profesör’ unvanı ve beratı, 4 Kasım 1997 günü, Rektör Prof. Dr. Sultan Mambetgaliev tarafından, Ankara’da verildi.

Sâdık Tural’a ‘Şeref Üyeliği’ verilmesini kararlaştıran Kırgızistan Milletlerarası Cengiz Aytmatov Akademisi adına üyelik beratı, 20 Kasım 1997 günü, Ankara’da, Başkan Prof. Dr. Akademik A. Akmataliev tarafından tevdi‘ edildi. 26 Nisan 1999 târihinde, Azerbaycan Bakü-Asya Üniversitesi Rektörlüğü tarafından ‘Fahrî Doktor’ unvanı verildi. İpek Yolu Vakfı Yönetim Kurulu tarafından, 5 Temmuz 1999 günü, Antalya’da, ‘İpek Yolu Hizmet Ödülü’ ile ‘İpek Yolu Vakfı Onur Üyeliği Plâketi’ verildi. A.M.D.A. (Assocation of the Medical Doctors of Asia)’nın ‘Şeref Üyeliği’ne seçildi (Ağustos 1999). Eylül 1999’da, Motif Halk Oyunları Eğitim Derneği/Vakfı’nca, Geleneksel Motif Halk Bilim Ödülleri’nin ‘Halk Bilim Hizmet Ödülü’ ve beratı verildi. 19 Aralık 1999’da, Türk Folklor Araştırmaları Kurumu tarafından ‘İhsan Hınçer Türk Folkloruna Hizmet Ödülü ve Şeref Belgesi’ne lâyık görüldü. 29 Mayıs 2000 târihinde, Türk Dünyâsına yaptığı hizmetler dolayısıyla, Kazakistan Cumhuriyeti, Kazakistan Bilimler Akademisi tarafından, ‘Mustafa Çokay Devlet Şeref Ödülü’ (altın madalya) ve beratı ile Abılay Han Dünyâ Dilleri ve Devletlerarası İlişkiler Üniversitesi tarafından ‘Şeref Profesörü’(Profesör Kurmetti ) unvanları, iki ayrı törenle verildi. “Kırgızistan Devleti Millî Devlet Üniversitesi” 2 Ekim 2000 târihinde Bişkek’te yaptığı bir törenle “Fahrî Profesörlük: Ardaktuu Profesörü” unvanı beratı ve cübbesi verildi. İLESAM’ın yedi kurucusundan biri ve iki dönem yönetim, bir dönem denetim, hâlen Haysiyet Kurulu Üyesi; Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü ile Gazi Üniversitesi bünyesindeki Türk Kültürü ve Hacı Bektaş-ı Velî Araştırma Merkezi’nin Bilim Kurulu Üyesi; Gazi Üniversitesi TÖMER’in Kurucu Başkanı; KİKTAV (Kırıkkale İlini Kalkındırma Vakfı)’ın Yönetim Kurulu Üyesidir. Tural, Yurt içinde ve dışında yetmişi aşkın teşekkür plâketi aldı. Üç yüzün üzerinde makale, bilimlik bildiri ve değerlendirme yazısının büyük bir kısmı çeşitli eserlerin ve dergilerin bünyesinde yer alarak basıldı. Sadık Tural, kendi adıyla on iki, müşterek on üç, toplam yirmi beş adet esere imzasını koydu. Prof. Dr. Sadık Tural, merhum Nihad Akay’ın kızı Uzman Dr. Dicle Hanım ile 1974’te evlendi. Oğulları da akademisyenliği seçti ve iç mimarî doktorası yapmaktadırlar.

(Devam Edecek)

Şehit Mustafa Fehmi Kubilay ve Menemen Olayı

Mustafa Kemal Paşa’nın hedefi, her bir vatandaşın eşit olduğu, milli egemenliğe dayalı, milli bir devlet kurmaktı. Bu doğrultuda 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edilmiş ve Türkiye, Mustafa Kemal Paşa’nın liderliğinde hızlı bir modernleşme sürecine girmiştir. Siyasi, sosyal, hukuki, kültürel ve ekonomik alanlarda birçok köklü değişiklik yapılmıştır. 1930 yılına gelindiğinde Halifeliğin kaldırılması, Tekke, Zaviye ve Türbelerin kapatılması, Tevhid-i Tedrisat Kanunu, Türk Medeni Kanunu, Şapka Kanunu, Kılık-Kıyafet Kanunu ve Latin Harflerinin kabulü bu değişikliklerden bazılarıdır. Yaşanan köklü değişiklikler, toplum ve devlet hayatında ciddi bir dönüşüme sebep olmuştur: Artık egemenlik milletindir; hiçbir kişinin ya da zümrenin ayrıcalığı yoktur; herkes kanun önünde eşittir.

Türkiye’nin çağdaşlaşma yolunda aldığı mesafe ve uyguladığı eşit yurttaşlık politikası, önceden imtiyaz ve nüfuz sahibi olan bazı kesimlerin imtiyazlarını ve nüfuzlarını kaybetmelerine sebep olmuştur. Sahip olduğu imtiyazları kaybeden bazı şeyhler ve aşiret reisleri, Cumhuriyet rejimine ve inkılaplara cephe almıştır. Bu cepheleşme, birçok kez isyanla sonuçlanmıştır. Bunların yanı sıra etnik ve dini nitelikli, ayrı bir devlet kurmayı amaçlayan isyanlar da çıkmıştır. Esasen Anadolu coğrafyası, Osmanlı Devleti döneminde de birçok isyana sahne olmuştur; fakat Cumhuriyet döneminde çıkan isyanların niteliği farklıdır. İsyancılar, Cumhuriyet döneminde doğrudan rejimi hedef almış; kamuoyu oluşturmak ve taraftar toplamak için dini istismar etmiş ve inkılaplar aleyhine propaganda yapmıştır. İsyancıların hedefi Cumhuriyet rejimini yıkmak ve kaybettikleri imtiyazları geri kazanmaktır. Hatta bunun için karşılarında en büyük engel gördükleri Mustafa Kemal Paşa’yı da hedef almışlar; ona suikast düzenlemek veya yabancı bir devletle işbirliği yapmak da dâhil olmak üzere her türlü saldırıyı ve ihaneti göze almışlardır. Nesturî İsyanı, Şeyh Sait İsyanı, Hakkâri İsyanı, Mutki İsyanı ve Tendürek İsyanı 1930 yılına kadar çıkan isyanlardan sadece birkaçıdır. Fakat 23 Aralık 1930’da yaşanan Menemen Olayı, sebep ve sonuçları itibariyle diğer isyanlardan farklıdır. Üzerinden yıllar geçse de toplum hafızasından silinmeyecek niteliktedir.

Şeyh Sait İsyanı bastırılmış ve Mustafa Kemal Paşa’ya yönelik İzmir Suikastı önlenmişti. Fakat rejim, inkılap ve Mustafa Kemal Paşa karşıtları, yeni bir isyan için zemin yokluyorlardı. Bu süreçte 1929 yılında Amerika’da başlayan ve etkisini bütün dünyada hissettiren ekonomik kriz yaşanmıştır. Uzun süren savaş yıllarından sonra ekonomisini henüz toparlamaya başlayan Türkiye de bu krizden ciddi şekilde etkilenmiştir. Krizin sebep olduğu ekonomik zorluklarla mücadele etmek durumunda kalan geniş halk kitlelerinde hükümete karşı bir memnuniyetsizlik oluşmuştur.

Ekonomik buhranın sebep olduğu yaraların sarılmaya çalışıldığı bir süreçte Mustafa Kemal Paşa’nın teşvik ve talimatıyla 12 Ağustos 1930’da Serbest Cumhuriyet Fırkası kurulmuştur. Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kurulmasıyla Türkiye, ikinci kez çok partili hayata geçmiştir. Mustafa Kemal Paşa, çok partili sistemi kurmak suretiyle Türkiye’de demokrasiyi işler hale getirmek; farklı görüşlerin de TBMM’de temsil edilmesini sağlamak ve siyasi rekabet ortamını oluşturmak istiyordu.

Başta Fethi (Okyar) Bey olmak üzere Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kurucu kadrosu Cumhuriyet rejimini, inkılapları ve Mustafa Kemal Paşa’nın liderliğini benimseyen insanlardı. Dolayısıyla partinin teşkilatlanmasını da bu çerçevede yürütüyorlardı. Fakat gerek mevcut ekonomik durumdan şikâyet edenler gerekse rejim, inkılap ve Mustafa Kemal Paşa muhalifleri kısa sürede bu partiye katılmıştır. Partinin taraftar kitlesi her geçen gün artmıştır. Muhalefetteki Serbest Cumhuriyet Fırkası ile iktidardaki Cumhuriyet Halk Partisi arasındaki gerginlik kısa sürede seçmene de yansımıştır. SCF’nin 7 Eylül 1930’daki İzmir mitingi olaylı geçmiştir. Mitingde yaralananlar olmuş ve CHP İl Başkanlığı ile Anadolu gazetesi saldırıya uğramıştır. İktidar muhalefet ilişkilerinin son derece gergin olduğu bir sırada belediye seçimleri yapılmıştır. Cumhuriyet döneminde ilk defa bir seçime birden fazla siyasi parti katılmıştır. Kurulalı henüz bir-iki ay olan SCF, aralarında Menemen’in de bulunduğu 30 seçim mahallinde belediye başkanlıklarını kazanmıştır. Seçimlere müdahalede bulunulduğu yönündeki iddialar sebebiyle de iktidar-muhalefet arasındaki gerginlik artmıştır. Fethi Bey, 17 Kasım 1930’da SCF’yi feshetmiştir. SCF’nin, kendisini feshetmesinden sadece 36 gün sonra İzmir’in Menemen ilçesinde Menemen Olayı yaşanmıştır.

Menemen olayı, Manisa’da başlayan ve Menemen’de son bulan irticai bir isyan hareketidir. İsyanın elebaşı mehdilik iddiasında bulunan 33 yaşındaki Girit göçmeni Derviş Mehmet’tir. Menemen olayında şehit düşenler ise Asteğmen Mustafa Fehmi Kubilay, Bekçi Hasan ve Bekçi Şevki’dir. Asteğmen Kubilay, Bekçi Hasan ve Bekçi Şevki de Girit göçmenidir.

Menemen isyanı öncesinde, isyan sırasında ve isyandan sonra yapılan yargılamalar sürecinde yaşananlar, Menemen Divanı Harbi Örfisi Müddei Umumi Muavini A. Fuat Bey’in Esas Hakkındaki İddianamesinde tüm ayrıntıları ile yer almıştır. Buna göre: İsyanın elebaşı, mehdilik iddiasındaki Giritli Mehmet, Şamdan Mehmet, Sütçü Mehmet, Nalıncı Hasan, Çakıroğlu Ramazan, Emrullahoğlu Mehmet, Alioğlu Hasan, Çırak Mustafa, Topçu Hüseyin, Keçili Süleyman Çavuş ve Pabuççu Hüseyinoğlu Ali ile birlikte dört gün üst üste Manisa’da Tatlıcı Hüseyin’in evinde toplantı yapmıştır. Menemen isyanı bu toplantılarda planlanmıştır. Buna göre isyancıların elebaşı Giritli Mehmet, 7 Aralık 1930 Pazar sabahı Şamdan Mehmet ve Sütçü Mehmet’le Paşa köyüne hareket edecekti. Bir gün sonra da Paşa köyünde Emrullahoğlu Mehmet, Alioğlu Hasan, Nalıncı Hasan ve Çakıroğlu Ramazan kendilerine katılacaktı. Topçu Hüseyin, Çırak Mustafa, Tatlıcı Hüseyin, Keçili Süleyman Çavuş, Pabuççu Hüseyinoğlu Ali de daha sonra silahlanarak arkalarından gelecekti.

Planladıkları gibi 7 Aralık Pazar sabahı Giritli Derviş Mehmet, yanına Sütçü Mehmet ve Şamdan Mehmet’i de alarak, bacanağı posta sürücüsü Kâhya İsmail’in arabasıyla Paşa köyüne gelmiştir. Burada analığı Rukiye’nin evinde misafir olmuştur. Emrullahoğlu Mehmet, Alioğlu Hasan, Nalıncı Hasan ve Çakıroğlu Ramazan da kendilerine katılmıştır. Grup bu köyde silahlanmış ve yanlarına “Kıtmir” ismini verdikleri bir köpeği de alarak gece yarısı Sütçü Mehmet’in köyü Bozalan’a doğru hareket etmiştir. Köpeğe Kıtmir isminin verilmesi bilinçli bir tercihtir; çünkü bu isim halk arasında “Yedi Uyuyanlar” olarak bilinen yedi gencin köpeğinin ismidir. Asiler bu şekilde kendilerine dini bir hava vermeye çalışmışlardır. Yolculuk sırasında Çakıroğlu Ramazan durumun ciddiyetini kavrayarak gruptan kaçmıştır. Geri kalan altı kişi ise Bozalan’a ulaşmıştır. Asiler, Bozalan’da 15 gün kadar kalmıştır. Cumhuriyet rejimini yıkmak ve şeriat devleti kurmak isteyen Giritli Mehmet, bu sürede mehdiliğini ilan etmiş ve taraftar sayısını artırmıştır. Onun mehdi olduğuna inananların çoğu, uyuşturucunun etkisindedir.

Giritli Mehmet, gerekli hazırlıkları tamamladıktan sonra beraberindeki asilerle birlikte 23 Aralık 1930 Salı sabahı Menemen’e ulaşmıştır. Eyleme geçmeden önce yine beraberindeki asilere esrar içirmiştir. Çoğu uyuşturucunun etkisindeki asiler, saat 06:20’de Menemen’deki Müftü camisine gelmiştir. Giritli Mehmet, camidekilere mehdi olduğunu söylemiş; kıtmir isimli köpeği mehdiliğine delil olarak göstermiş ve onları kendisine katılmaya davet etmiştir. Kendisine katılmayanların ve direnenlerin şehri kuşatan 70 bin kişilik hilafet ordusu tarafından öldürüleceğini öne sürmüştür. Daha sonra üzerinde “İnna fetahna leke…” suresinin yazılı olduğu camideki yeşil bayrağı da alan asiler, kendilerine katılanlarla birlikte belediye meydanına gelmişlerdir.

Giritli Mehmet, belediye meydanındaki kalabalığa da benzer şeyler söylemiştir. Kendisine katılanlarla birlikte tekbir getirerek şehri dolaşmaya başlamıştır. Karşılaştıkları insanları isyana katılmaya, hilafet sancağı altına girmeye davet etmişler; bu daveti kabul etmeyenleri ise ölümle tehdit etmişlerdir. İsyancılar bir yandan da ortada hükümet olmadığını propagandasını yapmışlar ve çevredeki esnafı da kendilerine katılmaya zorlamışlardır. Arkalarından gelen 70 bin kişilik bir ordu olduğunu öne sürmüşler ve bu ordunun tüm kuvvetiyle birlikte sözde mehdinin emrinde olduğunu iddia etmişlerdir. Bu şekilde Menemen’in bütün mahallelerini dolaşmışlardır. Bu sürece şahit olanların bir kısmı korkudan ya da cahillikten isyancılara katılırken bir kısmı da asilere itibar etmeyerek evlerine kapanmıştır.

İsyanın elebaşı Giritli Mehmet kendisine katılanlarla birlikte Menemen’in mahallelerini dolaştıktan sonra belediye meydanına gelmiştir. Asiler, sabah camiden aldıkları yeşil bayrağı meydana dikmişler ve bayrağın etrafında ellerinde silahlarla sözde zikre başlamışlardır. Bu sırada isyandan haberdar olan jandarma yazıcısı Ali Efendi, beraberinde dört askerle birlikte Giritli Mehmet’in yanına gitmiş ve onlara ne istediklerini sormuştur. Giritli Mehmet, Ali Efendi’ye “sen git kumandanına haber ver, o gelsin. Bana top, kurşun işlemez!” karşılığını vermiştir. Bunun üzerine Ali Efendi durumu derhal Jandarma Bölük Kumandanı Fahri Bey’e haber vermiştir.

İsyanı haber alan Jandarma Bölük Kumandanı Fahri Bey ise hemen asilerin yanına gelmiş ve Giritli Mehmet’e hitaben “Ne istiyorsunuz? Buradan dağılınız!” demiştir. O da “ben Mehdiyim, şeriatı ilân ediyorum, bana kimse mukavemet edemez, çekil!” karşılığını vermiştir. Bu diyaloğa şahit olan bazı Menemenliler de alkışlamak suretiyle Giritli Mehmet’i desteklemiştir. Olayın büyümesinde asiler kadar, alkışlayarak destek verenlerin de etkisi vardır. Giritli Mehmet’i ikna edemeyeceğini ve isyanı diyalogla önleyemeyeceğini anlayan Kumandan Fahri, destek çağırmak için geri çekilmiştir. Olaydan kaymakamı haberdar etmiş ve 43. Alay Komutanlığı’ndan destek kuvvet istemiştir. Fakat olayın ne denli vahim olduğu konusunda Alay Komutanlığını bilgilendirmemiştir.

43. Alay Komutanlığı, isyanı bastırmak üzere Asteğmen Mustafa Fehmi Kubilay’ı bir müfreze ile olay mahalline göndermiştir. Asteğmen Kubilay aslında öğretmendi; askerlik görevini yedek subay olarak yapıyordu. Asteğmen Kubilay olay yerine gelmiş; askerini belediye meydanındaki kahvenin önüne bıraktıktan sonra öne çıkarak isyancılara derhal silahlarını bırakmalarını, isyana son vermelerini ve dağılmalarını söylemiştir. Mehdilik iddiasındaki Giritli Mehmet’i kolundan tutarak çekmiş ve asilerle bir arbede yaşamıştır. Maiyetindeki askerlere süngü tak emrini vermiştir. Giritli Mehmet ise Asteğmen Kubilay’a ateş etmiştir. Asteğmen Kubilay yaralanmış; arkasından ateş edilmesine rağmen Kaymakamlık binasının arkasındaki avluya kadar gelebilmiştir. Fakat aldığı kurşun yarası sebebiyle daha fazla ilerleyememiş ve düşmüştür. 24 yaşında şehit olmuştur. Fakat isyancılar, bu kez de onun cansız bedenini hedef almıştır.

Asteğmen Kubilay’ın maiyetindeki askerlerin silahlarında tatbikat mermisi olması isyanın seyrini değiştirmiştir. Ateş eden askerlerin mermileri, tatbikat mermisi olduğu için asilere etki etmemiştir. Gerek bu durumun gerekse halkın kendisine mukavemet göstermemesinin etkisiyle Giritli Mehmet daha da cesaretlenmiştir. Adamlarıyla birlikte Asteğmen Kubilay’ın yanına gitmiş, canavarca bir hisle Şehit Kubilay’ın başını kesmiştir. Şehit Kubilay’ın kesik başını meydana getirmiş ve bayrak direğine bağlamıştır. Yaşananlar kelimenin tam anlamıyla vahşettir. Bu vahşet karşısında kalabalıktan bazıları yine alkışlamak suretiyle isyancılara destek vermiştir.

İsyanın büyümesi üzerine Alaydan derhal destek kuvvet gönderilmiştir. Gelen destek müfrezeleri hemen isyana müdahale etmiş; asiler teslim olmayınca çatışma yaşanmıştır. Yaşanan çatışmada Menemen’deki bekçilerden Hasan ve Şevki de şehit düşmüştür. Buna karşın başta isyanın elebaşı Giritli Mehmet olmak üzere Şamdan Mehmet ve Sütçü Mehmet ölü; Emrullahoğlu Mehmet ise yaralı olarak ele geçirilmiştir. Olay yerinden kaçan Nalıncı Hasan ve Alioğlu Hasan ise Manisa’da yakalanmıştır. İsyana katılan diğer asiler de derhal tespit edilmiş ve yakalanmıştır. Böylece ilk etapta Menemen’deki askeri ve mülki idarenin yetersizliği sebebiyle bastırılamayan isyan, gelen destek kuvvetin müdahalesiyle aynı gün bastırılmıştır.

Menemen İsyanı, Türkiye genelinde infiale yol açmıştır. Başta Gazi Mustafa Kemal Paşa olmak üzere devlet erkânı ve Türk milletini derin bir üzüntüye sevk etmiştir. Mustafa Kemal Paşa, olaydan haberdar olunca devlet ricaliyle bir toplantı yapmış, durumu değerlendirmiş ve alınması gereken tedbirleri belirlemiştir. Kubilay’ın şehit edilmesi sebebiyle Türk ordusuna bir taziye mesajı göndermiştir: “Büyük ordunun kahraman genç subayı ve Cumhuriyetin ülkücü öğretmen topluluğunun kıymetli üyesi Kubilay’ın temiz kanı ile Cumhuriyet, hayatiyetini tazelemiş ve kuvvetlendirmiş olacaktır!”

Bakanlar, milletvekilleri, Türk Silahlı Kuvvetleri, sivil toplum örgütleri ve Türk milleti de Menemen İsyanı’na tepki göstermiştir. Yurdun birçok yerinde isyanı kınayan mitingler yapılmış ve protesto telgrafları çekilmiştir. Menemen, Manisa ve Balıkesir’de bir ay süre ile sıkıyönetim ilan edilmiştir. Dâhiliye Vekili Şükrü Kaya ve Örfi İdare Komutanı Fahrettin Paşa, olay mahallini incelemek üzere Menemen’e gelmiştir. Olayda ihmali görülen Menemen Kaymakamı Vekâlet emrine alınmış; Jandarma Bölük Kumandanı Fahri Bey ise vazifesinin gereğini yapmadığı iddiasıyla tutuklanmıştır.

Korgeneral Mustafa Muğlalı başkanlığında Divan-ı Harbi Örfi kurulmuş ve isyancılar yargılanmıştır. Menemen isyanı sebebiyle “1924 Anayasası’nı zorla değiştirmeye girişenler”, “1924 Anayasası’nı zorla değiştirmeye girişenlere yardım edenler”, “Giritli Mehmet’in mehdilik ve isyan için harekete geçtiğini bildikleri halde yetkili birimleri haberdar etmeyenler” ve “tekkelerin kapatılmasından sonra tarikat ayinleri yapanlar” olmak üzere dört grupta toplam 105 kişi yargılanmıştır. Bunlardan 37’si hakkında idam kararı verilmiştir: Fakat 6’sının cezası 65 yaş üzerinde oldukları için 24 yıl hapis cezasına çevrilmiştir. Yargılanma sürecinde 1 kişi hayatını kaybetmiştir. 2 kişinin cezası da TBMM Adliye Encümeni tarafından 2 yıl hapis cezasına çevrilmiştir. Geri kalan 28 kişinin cezası ise infaz edilmiştir. İnfazlar özellikle halkın görebileceği yerlerde yapılmıştır. Diğer 68 sanığın bir kısmı değişik oranlarda hapis cezası alırken; bir kısmı da beraat etmiştir.

Menemen şehitleri Asteğmen Kubilay, Bekçi Hasan ve Bekçi Şevki için Menemen’de bir anıt yaptırılmıştır. Şehit Kubilay, kısa sürede Cumhuriyetin ve inkılapların simgesi haline gelmiştir. Halkevlerinin anma törenlerinde de üzerinde en fazla durulan kişiler arasında yer almıştır. Şehit Kubilay’ın özellikle Türk gençliği için rol model olması arzulanmıştır.

Nasrullah UZMAN

KAYNAKLAR

Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Başkanlığı Cumhuriyet Arşivi (BCA)

BCA, 30.11.1/60.38.19.

BCA, 30.11.1/60.38.20.

BCA, 490.1/1201.211.1.

TBMM Zabıt Ceridesi, Cilt 25, Devre 3, İçtima 4 İnikat 25.

GOLOĞLU, Mahmut, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi – I Devrimler ve Tepkileri (1924-1930), Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul 2017.

KOCATÜRK, Utkan, Doğumundan Ölümüne Kadar Kaynakçalı Atatürk Günlüğü, Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı, Ankara 1999.

KURTOĞLU, İsmail, Menemen Olayı, Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Eskişehir 2000.

ÖZEN, Fatih, Modern Türkiye’nin Yeni İnsan Arayışı: Halkevleri Örneği (1932-1938), Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara 2017.

TAŞKIN, Abdullah, Türk Siyasal Hayatında Menemen Olayı, Hasan Kalyoncu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Gaziantep 2020.

Alıntı: https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/menemen-olayi-2/

Bahar Kıştan Sonra

     Bu millet, bu devlet asırlarca İslâm’ın istikbal beka ve geleceğinin istinat ve dayanağı olmuş.

     Kelimetullah / Allah’ın kelâmı, sözü, din ve imanın yayılması, yükselmesi ve yüceltilmesi için, insanüstü bir gayret sarf etmiş.

     Farz-ı kifaye olan / bir kısım müslümanların yapması ile diğerlerinin yapmasına lüzum kalmayan; farz olan cihadı yapmış.

     Böylece dinin ve dindarlığın gereğini yerine getirmiş.

     Kendini İslâmla yekvücut bilmiş, tek bir beden hâlini almış.

     Kısaca, kendini İslâm âlemine fedaya hazır hissetmiş.

     Hilâfete bayraktar görmüş olan Türk Milleti ve Türk Devleti; ne hazindir ki, Birinci Dünya Savaşı sonunda kendini büyük bir felâketin kucağında bulmuş.

     İslâm Âlemi bu mağlubiyet karşısında, şaşkın bir vaziyete düşerek ne yapacağını bilmez bir şekilde geleceğe ümitsiz bir şekilde bakar olmuş.

     Çünkü milletin ekseriyet ve çoğunluğunun bilerek bilmeyerek yaptığı hatalar; daima milleti; umumî / genel bir musibete duçar eder / düşürür ve bu durum herkesi etkiler.

     Fikrî dalâletler / düşünce sapkınlıkları, fikir ve kanaat bozuklukları,

     Nemrudane inatlar, Firavunane gururlar göklere yükselir.

     Hassas hilkat sırrını zedeler.

     Şirazeden çıkmış fiil ve hareketlerimiz; kadere öyle bir fetva verdirir ki;

     Tufanlar, salgın hastalıklar ve bitip tükenmiyen savaşlar içinde bulur millet kendini.

     Ve tabii bütün bunlara müstehak olduğu ve bunları hak ettiği için, belâ yağmurları yağdıkça yağar.

     Bütün bunlara rağmen bu günahkâr millet Kendine gelerek hızla toparlandı.

     Kanıyla abdest aldı. Gazi olup, şehitler vererek fiilen tövbe etti.

     Saadet ve hürriyetin kapısını çaldı.

     Yaşadığı acı musibetlerin, istikbalde telafi edileceğinin şuur ve bilinciyle, hayata tekrar sımsıkı sarıldı.

     Çünkü biliyordu ki, üçü verip üç yüzü kazanan kayba uğramış sayılmaz.

     Zira her zaman hıyanetin neticesi olan musibet; aynı zamanda mükafatın da sebebidir. 

     Gerçi kader bir sille vurdu, kazaya da çarptırdı.

     Ama unutmamalı ki,

     Her sabah geceden, her bahar kıştan sonradır.

     Din – millet sevgisi ve gayretine sahip olanlar;

     Bu hâlleri, istikbal ve geleceğin aydınlık günleri ile değiştirecekleri için, ne gam be dostlar! Çünkü bu musibet; hayatımızın mâyesi kaynağı, temeli ve esası olan;

     Şefkat, uhuvvet / kardeşlik ve İslâm tesanüt ve kaynaşmasını harika bir şekilde inkişaf ettirdi.

     Kardeşlik duygusunu geliştirdi.

Devrim Şehidi Kubilay ve Arkadaşları

Laik Cumhuriyetimize karşı ilk büyük ayaklanma;
( 23 Aralık 1930 )
İzmir’in Menemen ilçesinde, 94 yıl önce şehit edilen Asteğmen Mustafa Fehmi Kubilay ve bekçi arkadaşları, her yıl olduğu gibi binlerce İzmirlinin katıldığı törenle anıldı.
Menemen ilçesinde, 94 yıl önceki ayaklanmada Asteğmen Mustafa Fehmi Kubilay, Bekçi Hasan ve Bekçi Şevki şehit edilmişti.
Asteğmen Kubilay’ın başını keserek öldüren Giritli Hasan oğlu Derviş Mehmet ve beş adamının tümünün, Manisa’da ikamet ettikleri ve Nakşibendî tarikatıyla bağlantıları oldukları ortaya çıkmıştı.

Yetkililerin yaptıkları konuşmalardan verilen ana mesajlar;
“Şehit Asteğmen Kubilay ve arkadaşları Cumhuriyetimize kast etme cüretini gösteren bu karanlık anlayışa gözünü kırpmadan, bedenlerini siper etmiştir”
“Kahraman şehidimiz Kubilay bizim için birçok değerin simgesi, bir değerler bütünüdür. Kubilay olmak vatanseverliktir, Atatürk ilke ve inkılâplarından ödün vermemektir. Kubilay olmak karanlıklar yerine aydınlığı, dogmalar yerine bilimselliği ve akılcılığı seçmektir”
*

, “Şunu çok iyi biliyoruz ki; 94 yıldır hiç bir zaman Cumhuriyete karşı saldırı bitmedi. Biz yine çok iyi biliyoruz ki; iyilik kötülüğü, doğru yanlışı, bilim cehaleti yener. Doğru ama belki de bu bilginin konforuyla rehavete kapıldığımız da oluyor. O nedenle mutlaka iyiliği çoğaltmalıyız. Mutlaka doğruyu çoğaltmalıyız. Mutlaka bilimi çoğaltmalıyız. Yani cehaletle mücadele edeceksek, Cumhuriyetin değerlerine saldıranlarla mücadele edeceksek çoğalmak mecburiyetindeyiz. Aramızdaki dayanışmayı artırmak, daha çok omuz omuza olmak mecburiyetindeyiz. Cumhuriyetin erdemlerini, Cumhuriyetin değerlerini yeni bir yüzyıla taşırken, birbirimize çok daha güçlü bir biçimde sahip çıkmak zorundayız. Biz kazanacağız. Kazanmamızın tek yolu birbirimize sahip çıkmaktan geçiyor”
*

İnce bir ustalıkla Cumhuriyet düşmanı Derviş Mehmet’in zihniyetini kurumlaştırarak devletin kurumlarında sempatiyle taraftar bulan, etkinlik kazanan ABD güdümlü Din Hocası Fettullah Galen’in kurguladığı Terör örgütünün –FETÖ—Üniter, Laik Cumhuriyetimizi dönüştürme amaçlı ele geçirme hamlesinin başarısızlığa uğramasında milletimizin sergilediği duruşuna, Türk Silahlı Kuvvetlerine sonsuz minnettarız.
*

Öncelikle vurgulayalım ki, FETÖ İhaneti, asker kullanmadan bir ülkeyi kendi dinamikleri üzerinden kendi çocuklarını ve inançları da kullanarak ele geçirme projesidir.
Türkiye Cumhuriyetine karşı projelendirilen bu ihanet şebekesi kırk yıldan beri bir örümcek ağı gibi örgütlenerek neredeyse bütün kurumlarımızı ele geçirmeyi amaçlayan ve bu ihaneti işlerken, elde edilen insanlar Islama hizmet ettikleri düşüncesi ile huşu ile bir ibadet şuuruyla bu ihanete yardımcı olmuşlardır.
12 Eylül sonrası önü açılarak, devlet içindeki servis elemanları ile her türlü devlet desteğiyle organize olan bu yapı, Siyasal İslamcılık ideolojisiyle desteklenerek, masum bir hizmet hareketi olarak topluma yansıtılarak, toplumun her kesiminden destek bulması sağlanmıştır. Güçlendikçe gücünü ve etki alanını alabildiğine artırarak büyük bir sermaye gücünün de sahibi olarak, her alanda menfaatler sunarak, insanların zaaflarını azami ölçüde kullanarak her kesim ve her kesitte destekçi bulmuşlardır.
Yaşanan süreçte görüldüğü gibi bu zihniyet hem milletin itikadını bozmuşlar hem de Türk ve Atatürk düşmanlığı üstüne bina ettikleri temelsiz bir İslam anlayışını Ümmet sıfatıyla cahil kitlere kabul ettirerek, dini değerleri, beraberce tahrif edilerek yozlaştırılmıştır.

*
Türklüğü Anadolu’dan silmek isteyenlerin planları aksamıştır ancak bu plan iptal edilmemiştir… Davit Rockefeler’in, “Atatürk yüzünden planlarımızı yarım yüzyıl ertelemek zorunda kaldık” sözü, planın devam ettiğinin en açık ifadesidir…
O dönemde Türklüğe karşı olup, İngilizlere uşaklık yapan hainler ile, günümüzde Türklüğe saldıran hainlerin hiçbir farkları yoktur…
Türk milleti bu gerçekleri bilmek zorundadır…

*
Millet olarak içtimai bünyemize kan kaybettiren nice maddi-manevi belaların, musibetlerin hala içindeyiz. Hem içten hem dıştan kuşatılmış durumdayız. Uzun vadeli çalışmalara muhtacız; sürekli kısa nefesli olaylarla meşgul ediliyoruz. Millet-devlet el ele, orta ve uzun vadeli stratejiler geliştirmek zorundayız.
*
İşlemeye çalıştığımız konunun ana temasını Atatürk’ün meşhur sözüyle tamamlayalım;
‘’Efendiler, sırası gelmişken, aziz milletime şunu tavsiye ederim ki, bağrında yetiştirerek başının üstüne kadar çıkaracağı adamların kanındaki, vicdanındaki öz cevheri çok iyi tahlil etmek dikkatinden bir an geri kalmasın’’

Esad ve Netanyahu Yargılanmalı da Öcalan’a Af Niye?

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’yi anlamak kolay değil.  Sonkonuşmasında “Masumların hesabı katil Esad’dan mutlaka sorulmalıdır. Bu alçak, cani Netanyahu ile birlikte en yakın zamanda yargılanmalıdır” dedi.

Bu iki “katil, alçak, zalim, cani” nihayetinde kendi devletleri içinde -tartışmalı da olsa- yapılan seçimlerde ülkelerini yönetmek üzere seçilmiş kimseler. Her ne kadar işledikleri cinayetler ve yaptıkları zulümler için seçilmiş olmaları mazeret teşkil etmese de -sonuçta- terör örgütü lideri değil bunlar.

Aynı Devlet Bahçeli bu konuşmasının devamında DEM Partisinin İmralı’daki PKK terör örgütünün cani lideri ile görüşmesi gerektiğini söylemeye devam etti. Bahçeli zaten bir süredir İmralı’daki caninin, PKK’yı lağvetmesi karşılığı, affedilmesini de savunuyor.

Hatta “Öcalan TBMM’de konuşmalı” ibaresini kullanarak terör örgütünün cani liderinin DEM’in başına geçip bir siyasi parti lideri gibi siyaset yapmasını zihinlerde meşrulaştırma çabası içinde.

Bu sözlerle açığa çıkan politikanın sadece Bahçeli’ye ait olmadığı, CB Erdoğan ve hükümetinin de birlikte yürüttüğü bir siyasi yol olduğu açık.

Merak ediyorum, Bahçeli ve Erdoğan, Öcalan yüzünden ölen 40 binden fazla insanımızın sayısını ve PKK’nın Türkiye’ye maliyetini Esad’ın Suriye’ye, Netanyahu’nun Ortadoğu’ya verdiği zarardan daha mı az buluyor?

**********************************

Kudüs’ün Fethi Hayali ve “Türkiye Türkiye’den Büyüktür” Sözü

Devlet Bahçeli İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’ya salvolar yollarken, coşkusunu frenlemedi ve şu sözleri söyledi: “Şam’a gözünü diken Tel Aviv’de, Kudüs’te Osmanlı şamarını yer. Şam fethedilmişse Kudüs’ün fethi de yakındır.”

Diğer sözleri ve Erdoğan ile söylem birliği içinde olduğu beyanları olmasa, Bahçeli’nin bu sözünü “Türkiye’nin bölgesel ve uluslararası alandaki iddialı duruşunu ve İslam dünyasıyla olan bağlarını vurgulayan” bir ifade olarak değerlendirilebilirdim.

Üstelik, tam da bu sıralarda, CB Erdoğan’ın iddialı bir sözü de benzer tartışmalara yol açtı:

“Türkiye, Türkiye’den daha büyüktür. Ufkumuzu 782 bin kilometrekareyle sınırlandıramayız. İnsan nasıl kaderinden kurtulamazsa, Türkiye ve Türk milleti de mukadderatından kaçamaz, saklanamaz.”

Bu sözler, “Türkiye’nin sadece coğrafi sınırlarıyla sınırlı olmadığını, daha geniş bir kültürel ve tarihsel etkiye sahip olduğunu ifade etmek için söylenmiş olabilir” diye düşünmek istiyorum.

Cumhurbaşkanına bu sözleri söyleten, bu motivasyonu veren, Batı medyasında çıkan Erdoğan’ı övücü sözler ile Trump’ın “Erdoğan çok akıllı ve çok güçlü bir adam. Erdoğan iyi anlaştığım biri. Suriye’nin anahtarı Türkiye’nin elinde olacak” sözleri olmalı.

Çünkü Erdoğan aynı konuşmasında “Türkiye’nin diplomaside artan gücünü, uluslararası düşünce kuruluşlarından medyaya varıncaya kadar herkes yazıp çiziyor. Biz de gücümüzün ve etkinliğimizin farkındayız” dedi.

Ancak unutulmasın ki, Batı’ya güven olmaz. Geçmiş döneminde Erdoğan’a ‘Akıllı ol, aptal olma’ diye başlayan ve ‘Yoksa senin ekonomini mahvederim’ diye tehditler içeren mektubu gönderen de aynı Trump’tı.

Bahçeli ve Erdoğan’ın bu ifadelerinin herkes tarafından bizim gibi yorumlanmayacağı belli. Ortadoğu’daki aktörler bu iki liderin sözlerini birlikte değerlendirecektir. Buradan Türkiya’nin “İslam Birliği” ideali yönünde, işgalci bir politika izlediği sonucuna varmaları mümkündür.

**********************************

Türk Birliği veya İslam Birliği İdeali

Böyle ideallerin varlığı bu tür politikaların somut adımlarla desteklenip desteklenmediği ve ne ölçüde uygulandığına bağlıdır.

Yunanistan’ın “Megalo İdeası”, İsrail’in “vadedilmiş toprakları ele geçirme,” ABD’nin “Yeni Dünya Düzenini kurma”, Rusya’nın “sıcak denizlere inme” idealleri gibi, bizim “Türk Birliği” ülkümüz, İslamcı kesimin “İslam Birliği” ideali toplumun ve devleti yönetenlerin şuuraltında uzak/yakın bir hedef olarak bulunabilir.

Ancak bu idealler, gereğini yapmadan veya yapacak gücün olmadığı halde, yüksek sesle seslendirildiğinde fayda yerine zarar getirebilir.

Türkiye, Suriye macerasına gücünün ve etkisinin çok üzerinde sonuçlar almak hayaliyle girmişti. Ama sonuçta bölünmüş bir Suriye’de iki terör örgütü (PKK ve HTŞ) komşumuz oldu. 5 milyondan fazla Suriyeli sığınmacının külfetini çektik. İsrail, Suriye topraklarına girdi, Suriye devletinin bütün askeri gücünü imha etti. İsrail’in önündeki en büyük engel kalktı.

ABD ve İsrail’in açtığı alanda HTŞ güçlerinin hâkim olmasından, Türkiye zafer kazanmış gibi paye çıkarmak doğru değil. Buradan bir başarı hikayesi çıkarmak ve halkı gaza getirmek için “Kudüs’ün fethi yakın” gibi söylemler mantıklı gelmiyor bana.

Her iki lider sözlerini “Türkiye’nin etkisinin coğrafi sınırlarıyla sınırlı olmadığını, daha geniş bir kültürel ve tarihsel etkiye sahip olduğunu” ifade eder tarzda açıklığa kavuşturmalıdır. Dış politikanın böyle konularını iç politika aracı olarak kullanmak veya seçim propagandası malzemesi yapmak yanlıştır.

Bugün ister Turan veya Türk Birliği, isterse İslam Birliği hedeflensin önce kendi içinde Türkiye’nin çok güçlü olması gerekir. Ekonomisi güçlü, bilimde, kültürde, sanatta ileri, kendi içinde hukukun üstünlüğünü sağlamış, adil bir yönetim altında özgür ve mutlu bireylerden oluşan bir toplum olmadan ne Türk Birliğini ve ne de İslam Birliğini gerçekleştirebilirsiniz.

**********************************

Önce Güçlü Türkiye

Milyonlarca kilometrekarelik geniş coğrafyalara sahip çıkmak çok zordur. Öncelik toprak birliği değil, iş birliğini artırmak olmalı. Birlik olmak istediğiniz ülkelerle stratejik sektör ve alanlarda iş birliğini derinleştirmeniz gerekir.

Türkiye’nin 2030’da iki trilyon dolar GSYH büyüklüğünü aşabilmiş 15 ülke arasında yer almasına çaba göstermeniz gerekir. İnsanlarınız iyi beslenmeli, sağlıklı şehirlerde yaşamalı. Özgür düşünce ortamı yaratarak üniversitelerimizi bilim üreten merkezler yapma hedefiniz olmalı. Yurtdışına beyin göçünü önlemeniz, halen dışarıdaki değerli insanlarımız için ülkemizi cazibe merkezi haline getirmek niyetiniz olmalı. Eğitim kalitenizi çağdaş seviyenin üstüne çıkarmanız lazım. İhracatın üçte birini yüksek teknolojili ürünler oluşturmalı.

Bunları başarırsak dış politikada da etkimiz çok olur.

Suriye’de ilk hedefimiz ise; “Türkiye için tehdit olan ve Suriye’nin doğal kaynaklarını kullanan PKK/YPG’nin lağvedilmesi veya Suriye’den çıkarılması” ile “Türkmenlerin yaşadığı özerk bir bölge” oluşturulmasıdır.    

Suriye’de, ifade edildiği gibi etkimizin olup olmadığı (olmasını can ü gönülden dilerim) bu hedeflere varmadaki başarımızla ölçülecektir.

Sarıkamış Şehitleri ve Yalan Fırtınası

Alper Aksoy ( yazar )

“Doksan bin şehit” yalanıyla taçlanan, iç siyaset malzemesi olarak kullanıldığı için ters yüz edilen tarihi gerçekler Sarıkamış’ta donan askerlerimizden daha büyük bir facia ile bizleri yüz yüze getirmiştir. Kemalist solcularla İslamcı aydınlar ittifak yaparak Enver Paşa’yı karalama kampanyası açtılar. Ankara Hükumeti Batum’a gelen Enver Paşa’yı Mustafa Kemal Paşa’ya rakip gördüğü için her tür karalamaya çanak tutuyordu. Olan tarihi gerçeklere oldu. Bu yalan ve karalama fırtınasının önemli başlıklarına kısaca temas edeceğim.

  1. YALAN: “Enver Paşa Kuzey Cephesi’nde Rusları yenerek Turan’a yürüyecekti.”
    Osmanlı İmparatorluğunun parçalanması, topraklarının bölüşülmesi konusunda İngilizler, Fransızlar, Ruslar anlaşmışlardı. İngilizler Çanakkaleyi geçip İstanbul’a yürüyecekti. Fransızlar güneyden, Ruslar kuzeyden cephe açacaklardı. Öyle de yaptılar. 1. Dünya Savaşı’na girmemek gibi bir seçeneğimiz kalmamıştı.
    1 Kasım 1914’de Rus Ordusu Osmanlı sınırlarını geçerek Köprüköy’e doğru ilerlemeye başladı. Osmanlı Ordusu “Ooo muhterem komşumuz Ruslar hoş geldiniz, sefalar getirdiniz” diye kırmızı karanfille mi karşılayacaktı?.. Enver Paşa, 3. Ordu komutanı Hasan İzzet Paşa’ya tam taarruz emrini verdi. Vatan savunması söz konusu idi. Türk Ordusunun taarruzunda binlerce şehit verildi ve Ruslar geri püskürtüldü. Yani “Turan’a gitme” hayali değil vatan savunması ön planda idi, çünkü ilk ileri harekatı Ruslar başlatmıştı.
  2. YALAN: “Enver Paşa askere kışlık elbise vermeden cepheye sürdü.”
    Bu satırlar kendini bildi bileli günlük tutan Iğdırlı Ali Çavuş’un not defterinden, ta ki Allahuekber Dağlarında parmakları donuncaya kadar.
    “Yemen’in sıcağını bilen bilir ağam, taşlar tava gibi kızar. İnanın insanın parmak oynatacak mecâli kalmaz. Bize ‘hazırlanın gidiyorsunuz’ dediklerinde nasıl da sevinmiştik. İki alay yola çıktık ve tam dört ay yürüyüp Doğu Anadolu’ya vardık. Meğer sıcak, ayazın yanında nimet-i ilâhi imiş. Güya ordugâh kurduk ama çadırın bezi buz kesti, oğlak kulağı gibi gevreyip gevreyip kırılmaya başladı. Bölük kumandanım, beni sıhhiye olarak ayırdı, ancak ne tabip ne de ilaç vardı. İşsiz güçsüz kaldım, tekrar takımdaki yerimi aldım. Gündüzleri neyse de geceler bitmek bilmiyor. Akşam olunca şiddetli rüzgâr çıkıyor, dağlardan topladığı karları önüne katıp Köprüköy’ü dövüyor. Yüzbaşımız, gelecek cuma Başkumandan Enver Paşa Hazretleri’nin teşrif edeceğini müjdeledi. O gelince bize yün içlik, çorap ve kaput dağıtacaklarmış. Yemen’den beri sırtımızda taşıdığımız yazlıklardan kurtulacakmışız. Allah, devlete ve millete zeval vermesin.”
    Iğdırlı Ali Çavuş ve arkadaşları, Yemen’den gelen bütün birlikler bekledikleri kışlık giyeceklere kavuşamadılar. Çünkü 7 Kasım 1914’de Bezm-i Alem, Bahr-i Ahmer ve Mithat Paşa gemileri Ruslar tarafından içindeki 3000 Mehmetçikle beraber Karadeniz’de batırıldı. Geriye koygun bir ağıtın dizeleri kaldı.
    “Sarıkamış Altınbulak
    Soğanlı’yı biz ne bilek
    Bizim uşak göycek gezer
    Ağca zıbın, gara yelek”
    Sadece Yemen’den gelen birliklerde kışlık elbise yoktu o da gayet normaldi. Enver Paşa bunun da tedbirini almış Yemen’den gelen iki alaya Almanlardan aldığı kışlık giyecekleri yola çıkarmıştı.
    Peki şunu mu yapmalıydı Enver Paşa: “Ruslar az bekleyin lütfen, kışlık elbiseler daha gelmedi, onlar gelsin, haftaya savaşa tutuşalım” mı demeliydi?..
  3. YALAN: “Enver Paşa’nın savaş planı çok kötüydü.”
    Rus Generali Maslovski hatıratında Türk askerinin metanetini överken Enver Paşa için şöyle söylemektedir:
    “Başarılacak bir harekatta, maiyet kumandanlarının Enver’in emirlerini uygulamada gevşeklik göstermeleri başarısızlığa sebep olmuştur.”
    Askeri tarihçi Fahri Belen:
    “Kurmay heyeti ve kumandanlar, Başkumandan Vekili Enver Paşa’nın emirlerini dinlememiş, onu yanıltmış ve zafer fırsatını kaçırmışlardır. Mesela 29. Tümen Kumandanı Arif Bey, Sarıkamış’tan iki topla yapılan ateşten şaşırmış, tam başarı vadeden hücumu durdurmuştur.”
    Genel Kurmay başkanlığının İnternet sitesinde Sarıkamış Kuşatma Harekâtı’nın; düşman kuvvetlerinin arkasına düşmeyi hedef alan “başarılı bir plan” olduğu ifade edilmiştir.
    Kurt kuzuyu yemeye karar verdiyse kuzunun suyu üstten içmesi ile alttan içmesi arasında fark yoktur… Enver Paşa’yı karalamak için Türk tarihinin en dahice planının da karalanması iğrenç bir yalandır.
  4. YALAN: “Sarıkamış’ta 90.000 askerimiz donarak öldü.”
    Yıl 1914… Gezegenimiz çevresinde uydular yok, atmosfer hareketleri takip edilemiyor, meteoroloji ilmi yok… Sadece yöre köylerinden alınan bilgi ile 10. Kolordu 25 Aralıkta düşman arkasına sarkmak için yürüyüşe geçti… Toplam mevcut 30.000 idi… Bahar gelmeden Rus Ordusu üç yönden kuşatılarak imha edilecekti. Fakat Allahüekber Dağlarında son 30 yılın en şiddetli kar fırtınasının onları beklediğini bilemezlerdi. Tipi damarlarında dondurdu kanlarını. Tek kurşun atamadan Mehmetçikler kar taneleri gibi yerlere döküldüler, bembeyaz yorgana sarıldılar Sarıkamış’ta.
    “Sarıkamış kar altında, Mehmedim karlar altında
    Yüreğinde sevdiceği: Memleketi kor altında
    Anama demeyin sakın, tüfengi omzuma takın,
    Bu yüreği benden sökün, yatamam toprak altında.
    Sıfırın altında kırk dereceye düşen soğuk, düşmandan, daha düşman. Ama bağrımızda bir başka düşman daha vardı: Enver Paşa muhalifleri. Ankara Hükümeti’ne yaranmak için 90.000 şehit yalanına sarıldılar. Doğu Anadolu’daki 3. Ordunun toplam asker sayısı 75.000. Allahüekber Dağlarından yürüyüşe geçen 10. Kolordunun asker sayısı 30.000… Peki nasıl olur da bu rakamlardan “90.000 askerimiz donarak öldü” yalanı çıkarılabilir?.. Bu yalana İslam Ansiklopdedisi, TRT Belgeselleri, Wikipedia daha birçok kaynakta rastlamak mümkün.
    Peki neydi işin aslı?
    Rusya’da savaşa karşı olan bir kamuoyu vardı. Bunların da başını Bolşevikler çekiyordu. “Türklerle savaştınız, 30.000 asker kaybettiniz, peki ne kazandınız?” sorusuna “Biz de 90.000 Türk askerinin donarak ölmesine sebep olduk” diye verilen cevap Rusya’da iç siyaset malzemesi olarak kullanıldı ve bu yalan oradan da bize atladı. Çanakkale’deki şehit sayımız 55.000 iken son yıllarda bu rakam 400.000’ne kadar yükseltildi. Millet olarak abartıları da çek seviyor olmamız “90.000 askerimiz donarak öldü” yalanını kolayca benimsetti.
    Rus Ordusunda görev yapan generaller sonraki yıllarda “Sarıkamış’ta çarpışmada vurulan ve donarak ölen Türk askeri sayısı 23.000’dir” bilgilerine yer verdiler. 10. Kolordu’dan kar fırtınasından kurtulup buluşma noktasına ulaşan birlikler olduğu da biliniyor. Tipi başladığında askeri hiyerarşi bozulduğu için herkes bulabildiği köylere, mağara kovuklarına sığınıyor. Fırtına dindikten sonra bu askerlerin cepheden firar edip köylerine döndüğü de savaşın başka bir acı gerçeği… Bütün bu bilgilerden sonra Sarıkamış’da donarak ölen asker sayımızın 13.000 – 16.000 arasında olabileceğini söyleyebiliriz.
    *
    Sarıkamış yıllarında Skorsky helikopterlerimiz yoktu, meteoroloji ilmi yoktu, motorlu kar araçlarımız yoktu, düşman harekatını gözleyen insansız hava araçlarımız yoktu… Yok oğlu yoktu…
    “Yüzbaşılar, binbaşılar,
    Tabur taburu karşılar
    Bir kar yağar ince ince,
    Yatan şehitler ışılar.”

I. Dünya Savaşı’nda Kafkas Cephesinde: Sarıkamış Savaşı

Ord. Prof. Enver Ziya Karal

Karadeniz olayı üzerine Ruslar Anadolu’nun kuzey-doğu sınırında saldırıya başlamışlardı. Bu bölgede Osmanlı-Rus sınırı Ayastefanos (Yeşilköy) ve Berlin Antlaşmalarıyla saptanmış bulunuyordu. Karadeniz’in kuzeyinde bir noktadan hareketle güney doğuya zikzak bir biçimde ilerlemekte olan sınır, Artvin, Oltu ve Baradız’ın güneyinden geçerek bundan sonra daha da güneye kayıp doğuya yönelmekte ve Ağrı’nın doğusunda bir noktada İran sınırına ulaşmakta idi. Ve buna göre de Batum, Ardahan ve Kars da Rusya’da kalmaktaydı.

Birinci Dünya Savaşı’nda bu sınırın ötesinde yani Rus topraklarına ve berisindeki Türk topraklarına yapılacak olan hareketlere “Kafkas Hareketleri” denilmesi, Kafkasya’nın coğrafya alanını pek de karşılamamaktadır. Aslında bu hareketler Kafkasya dağlarının güneyinde ve Anadolu’nun doğusunda yer almaktadır.

Osmanlıların Kafkasya’da giriştikleri savaşların amacı üç kademeli olarak gelişecektir: Birinci kademe 877-78 Savaşı sonunda Ruslara bırakılmış olan Batum, Ardahan ve Kars’ın geri alınmasıdır, ikinci kademe de daha önceki savaşlarda Ruslara kaptırılmış olan Kafkas halkını ve en çok Müslümanları Rus boyunduruğundan kurtarmaktır. Üçüncü kademeye gelince Hazar Denizi dolaylarında Orta Asya’da yaşayan Türklerle temasa geçerek Pan Turancılık planını gerçekleştirmektir. Bu üç kademeli amaçtan birincisi, aynı zamanda Doğu Anadolu vilayetlerinin savunmasını sağlayan bir nitelik taşıdığından gerçekçidir, ikincisi ve üçüncüsü ise gerçekten çok hayal ürünüydü.

Kafkasya’da Osmanlı Amaçları

Rusya’nın Kafkasya’dan Osmanlı İmparatorluğuna yönelmiş olduğu ve Birinci Dünya Savaşı’ nda da yönelteceği savaşların amacı da üç aşamalıydı. Birinci aşama Doğu Anadolu’yu istila ederek Güneyde İskenderun’dan Akdeniz’e ulaşmak. İkinci aşama Karadeniz’de Trabzon’u aldıktan sonra kıyı yolu ile İstanbul’a kadar uzanmaktı. Üçüncü aşamaya gelince, Doğu Anadolu yönünden ve Dicle-Fırat havzasından Basra Körfezi’ne çıkmaktı. Birinci ve ikinci aşamalarda Rusya, Balkanlarda yaptığı gibi Hıristiyan halkın ve en çok Ermenilerin avukatlığını yapmaktadır. Üçüncü aşamada ise çıkarları İngiliz çıkarları ile çatışmaktadır. Bu nedenle Rusya, uzlaşma devletleri tarafında bulunduğu için bu amaçtan vazgeçmiş gibi görünmekteydi.

Kafkasya’da Rus Kuvvetleri

Dünya Savaşı’nın başlarında Rusların Kafkasya’da önemli kuvvetleri yoktu. Ruslar da Almanlar gibi savaşın kısa süreceğine ve sonucun Avrupa’da alınacağına inanmakta idiler. Rus Başkomutanlığı’na göre İstanbul’a giden yol Berlin’den geçmekteydi450. Nitekim aniden Osmanlıların savaşa girecekleri kuşkusunun başlaması üzerine Kafkas ordusuna önem verilmeye başlandı. Ekim ayı sonunda bu ordunun bütün kuvveti, 100 tabur ile 117 bölük ve 250 toptan ibaretti. Bu, insan sayısı itibarıyla 100.000 er ve 15.000 atlı demekti. Bunların dışında geri hizmetlerde ve yedek olarak kullanılacak 150.000 kişilik bir kuvvet de vardı. Savaşın başlayacağı günlerde bu kuvvetlere 4 Ermeni taburu ile 2 Gürcü taburu katılacaktır451. Kafkas Ordusu görünürde Genel Vali Varantsov Dashkov komutasındaydı. Gerçekte ise komutan, Kafkasya’yı çok iyi tanıyan Kurmay Başkanı General Yudiniç idi. Genel Vali’nin karargâhı ve kurmay heyeti Tiflis’te bulunuyordu. Kafkas ordusunun savaş planı, savunma esasına ve sınır yakınlarında bölgesel saldırı hareketlerine girişmek üzere düzenlenmişti.

Osmanlı Kuvvetleri

Yukarıda da belirtildiği gibi Ekim ortalarına kadar Osmanlı Başkomutanlığı kesin bir savaş planı düzenlememişti. 20 Ekim’de Bronzard tarafından esasları saptanan ve Enver Paşa tarafından kabul edilen savaş hareketleri planında,Kafkas cephesinde Osmanlı ordusunun Rus kuvvetlerini oyalamakla yetineceği belirtilmişti. Bu görev de 3. Orduya verilmişti. 3. Ordu, 8,9 ve 10. kolordularla nizamiye ve yedek süvari tümenleri ve sınır birlikleri ile kale birliklerini kapsamakta idi. Bütün bu kuruluş ve birlikler, savaş başlayacağı sırada sayı bakımından 190.000 insan gücü, 60.000 hayvan, 168 top ve 44 makinalı tüfekle derme çatma birkaç atlı birlikten ibaretti. 3. Ordu Komutanı Hasan İzzet Paşa, Kurmay Başkanı da Gazi Bey’di. Ordugâhı da Erzurum’daydı.

Görünürde Osmanlı kuvvetleri Rus kuvvetlerine üstündü. Fakat bu üstünlük ancak sayı ve moral bakımdandı. Kaldıki 190.000 olarak gösterilen askerden eğitim görmüş ve savaşacak durumda olanlar bu miktarın yarısı kadardı. Üstelik de ordu yiyecek-giyecek ve taşıt araçlarından yoksundu. Doğu Anadolu’ nun da korkunç kışı başlamak üzereydi. Kar yüksek dağlara düşmüş, derece sıfırın altına inmişti. Bu durumda 3. Ordu Komu-tanlığı’nın ilk kararı, savunmada kalmaktı.

İlk Rus Saldırıları

1 Kasım’da, Karadeniz olayından üç gün sonra, Rus birlikleri sınır boylarında Osmanlı karakollarına saldırmaya başladılar. 2 Kasım’da General Bergman komutasında önemli Rus birlikleri Karaurgan, Oltu, Kağızman’dan hareket ederek sınırı aştılar. Zivin, Doğu Beyazıt ve Diyadin’i ele geçirdiler.

3. Ordu Komutanı Hasan izzet Paşa, Rusların üstün kuvvetlerle büyük saldırıya geçtiklerini sanarak önceki kararını yürütmek üzere birliklerine emir verdi. Buna göre ordunun bütün kuvvetleri Erzurum dolaylarında toplanacak ve Erzurum Kalesi’nden de faydalanarak burada savunma savaşı yapılacaktı. Ne var ki, 4 Kasım’da Rus birliklerinin yürüyüşü yavaşlamamış ve amaçlarının Erzurum istikametinde büyük bir saldırı geliştirmek olduğu yolunda tahminler zayıflamıştı.

Birinci Köprü Muharebesi

5 Kasım’da Hasan İzzet Paşa’ya Genel Karargah’tan Köprü Köy dolaylarına gelmiş olan Rus kuvvetleri üzerine saldırıya geçmesi emri verildi. 6 Kasım’da Rus ve Osmanlı kuvvetleri arasında temas hasıl oldu.

Ertesi günü savaş başladı. Rusların 22 taburuna karşılık Osmanlıların 26 taburu vardı. Ne var ki, Osmanlı birlikleri arasında bağlantı sağlanamadı. Düşman üzerine yürümekte olan Osmanlı birliklerinden kimileri keşif yapamadıklarından baskına uğradı. Eğitimsiz ve disiplinsiz asker, tüfeklerini ve çantalarını bırakarak kaçmaya başladı. Bu durumu düzeltmek için epeyi zahmet çekildi. 8 Kasım’a kadar devam eden muharebede iki taraf da kesin bir sonuç sağlayamadı. Yedekleri bulunmayan düşman birlikleri önceden hazırlamış oldukları savunma mevzilerine çekildiler.

İkinci Köprü Muharebesi

Hasan İzzet Paşa da düşmanı kovalamak niyetinde değildi. Mevzilerini kuvvetlendirmeye ve yeni saldırı için birliklerine çeki düzen vermeye koyuldu. Enver Paşa ise Birinci Köprü Muharebesi’nin yarattığı olumsuz havayı dağıtmak için de düşmanın kendisini toparlamasına meydan vermemek amacıyla Hasan İzzet Paşa’ya, bütün kuvvetleriyle düşmana saldırmasını ve bir kolordu kadar tahmin edilen kuvvetinin yok edilmesini emretti. Hasan İzzet Paşa böyle bir saldırı için hazırlıklı olmamakla beraber verilen emre uyarak, 10 Kasım’da düşmanın Köprü Köy dolaylarındaki mevzilerine saldırıya geçti. Osmanlı saldırısına Ruslar, bütün kuvvetleriyle karşı koymaya çalıştılar. Osmanlıların iki kolordusu karşısında kuvvetlerinin yüzde kırkını kaybedince geri çekilmeye başladılar. İki yanlarından izlenme devam etmekteydi. Çekilme Azap bölgesindeki eski mevkilerine kadar devam etti. 17 Kasım’da Osmanlıların bu mevkileri de ele geçirmek için yaptıkları saldırılar başarıya ulaşamayınca Hasan İzzet Paşa, savaş hareketlerini durdurmak zorunda kaldı.

Osmanlılarda Memnunsuzluk

3. Ordu’nun Rus kuvvetlerini yok etmekteki başansızlığı Enver Paşa’yı çok üzmüştü. İttihat ve Terakki Genel Merkezi ile Erzurum, Van ve Trabzon valileri ve Teşkilat-ı Mahsusa (Özel Teşkilat) da üzgün ve Enver Paşa’ya karşı küskündü. Bunlara göre dinamik ve cesur komutanlarla saldırıya geçildiği takdirde Rus Kafkas ordusu bozguna uğratıldıktan başka Kafkasya bile alınabilirdi. Sözü edilen başarısızlıktan Alman İmparatoru ile Genelkurmayı da her halde hayal kırıklığına uğramıştı. Şöhretini ve mevkiini ataklığına borçlu olan Enver Paşa, şöhretinin yıpranmasına katlanamazdı.

Kafkasya’yı İstila Planı

Bu başarısızlıklardan Kafkasya’yı istila etmek planı canlandı. Gerçi bu düşünce daha öncede tartışılmıştı. Fakat Genel Karargâhtaki Türk kurmayları, harekete geçilmesi için Karadeniz’de üstünlük kurulmasını, Bulgaristan yolunun açılmasını ve ilkbahar mevsiminin beklenmesini şart koşmuşlardı. 17 Kasım’dan beri bu şartların gerçekleşmesi bir yana bırakılarak söz konusu planın esasları şu suretle saptandı: Kafkas Rus Ordusu, cepheden 3. Osmanlı Ordusu tarafından tesbit edilecek iran’dan ve Karadeniz’den gönderilecek kuvvetlerle iki yandan sarılacak. Iran kuvvetlerinden bir kısmı ile Teşkilat-ı Mahsusa birlikleri Türk yerli halkını ayaklandırarak Rus Kuvvetlerini arkadan vuracaktır. Bu esaslar, Enver Paşa ile Alman yardımcıları arasında tartışıldı ve varılan genel kanı şu oldu: Yapılacak hareketler imkânsız olmamakla beraber tehlikelidir. Planın yürütülmesi ile ilgili olarak Wangenheim Alman yüksek komutanlarına şu tavsiyede bulundu: “Arkadaşça fakat ihtiyatlı davranmalı ve bütün sorumluluk Türk Genelkurmayı’na ve en çok Enver Paşa’ya yüHetilmelidir”453. Sözü edilen planın ilk başarı koşulu gizli tutulmasında idi. Bu nedenle plan, genel karargâhtaki görevli Türk kurmaylarının bilgisi dışında hazırlanmıştı. Planın yürütülmesi için gerekli incelemelerin yapılmasına sıra gelince, Hafız Hakkı Paşa plandan haberdar edilerek onayı alındı. 24 Kasım’da Teşkilat-ı Mahsusa’dan Rıza Bey, birliğinin Artvin’i alması planının olumlu gerçekleşeceği yolundaki umutları kuvvetlendirdi. Bir gün sonra Hafız Hakkı Paşa sözde 3. Ordu’nun durumunu incelemek, as-lındaysa Enver Paşa planın gerçekleştirme koşullarını bildirmek üzere Mecidiye Kruvazörü ile Trabzon’a gönderildi.

2 Aralıkta Hafız Hakkı Paşa, Köprü Köy’deki karargahında Hasan izzet Paşa ile görüşerek onu Ruslarla karşı saldırı yapabileceğine inandırdı. Oysaki ne Kurmaybaşkanı ne de kolordu komutanları böyle bir saldırıya geçilebileceğine inanmamışlardı. Ordu araç ve gereçlerinin sağlanması şartını öne sürmüşlerdi. Hafız Hakkı Paşa bu hususu sezmiş, her ne bahasına olursa olsun saldırıdan yana olduğu için iki kolordu kumandanlığınında kendisine verilmesini istemişti. Henüz bir kolorduya değil, bir tümene bile komuta etmemiş olan Hafız Hakkı Paşa’nın bu isteği Enver Paşa’yı tedirgin etmişti. Kendi düşüncesi ürünü olan bir planın yürütülmesinde Hafız Hakkı’nın kazanacağı bir başarı, Enver’in şöhretini gölgelendirebilirdi.

Enver Paşa 3. Ordu’da

Belki de bu nedenle 6 Aralık’ta Enver Paşa Bronzard Paşa ile Yavuz Zırhlısına binerek Erzurum’a gitmek üzere Trabzon yolunu tutmuştu. 8 Aralık’ta Trabzon’da karaya ayak basmış, oradan da Erzurum’a geçerek 13 Aralık’ta 3. Kolordu karargahının bulunduğu Köprü Köy’e ulaşılmıştı. 3. Ordu Komutanı Hasan İzzet Paşa ile yaptığı görüşmeler sonunda girişilecek saldırı hareketleri üzerinde onunla fikir birliğine varmıştı. 17 Aralık’ta da Erzurum’a dönmüştü.

Bu arada yapılacak büyük saldırı hareketleri ile ilgili olmak üzere yüksek komuta heyetinde önemli değişiklikler olmuştur. Enver Paşa’nın eniştesi ve İstanbul Merkez Komutanı Halil Bey, kurulacak bir tümenin başında İstanbul’dan Tebriz yönünde harekete memur edilmişti. Bu tümenin görevi, Tebriz üzerinden Dağıstan’a yürümek, Kafkas İslam memleketlerini Ruslara karşı ayaklandırmak ve 3. Ordu’nun karşısında bulunan Rus ordusunu arkadan vurmaktı.

Genel karargahta Haberleşme Şube Müdürü Kazım (Karabekir) Paşa da İran, Turan ve Hindistan’da faaliyetlerde bulunacak bir başka tümenin başına getirilmişti. Kazım Karabekir’in görevinin ayrıntıları, iran’a yürüyerek Tahran’ı işgal etmek, iran’ı, Rus etkisinden kurtarmak ve mümkünse Türkistan ile Afganistan’da ayaklanmalar çıkartarak bu yerlerde İngilizlerle Ruslara karşı propaganda faaliyetlerinde bulunmaktı. Genel Karargah kurmaylarından Ali İhsan Paşa’ya gelince o da 2. Ordu Kurmay Başkanlığı’na atanmıştı.

3. Ordu’daki değişiklikse şöyleydi: Enver Paşa İstanbul’dan hareket ettiği gün, X. Kolordu Komutanı Ziya Paşa’yı emekliye sevk ederek yerine Albay Hafız Hakkı Paşa’yı atamıştı. Bundan bir müddet sonra da Doğu Anadolu savaş bölgelerini iyi tanıyan IX. Kolordu Komutanı’nı saldırıya aykırı düşüncelerinden ötürü emekliye ayırmıştı. Enver’in bu çalımlı hareketlerinden ürken ve onun ordunun hiçbir ihtiyacını sağlamaya önem vermeden “Ya settar!” diye saldırıya geçmesinden kuşkuya düşen 3. Ordu Komutanı Hasan İzzet Paşa da 18 Aralık’ta “Ben bu hareketleri yürütmeye kendimde kuvvet ve güven görmemekteyim” diyerek454 istifa etmişti. Bir gün sonra da Enver Paşa, 3. Ordu Komutanlığı’nı üzerine aldı (19 Aralık).

Sarıkamış Savaşı

Enver Paşa’nın girişeceği ve Sarıkamış Savaşı adını taşıyacak olan savaş hareketlerinin amacı 1878’de Ruslara bırakılmış olan Kars, Ardahan ve Batum’u geri almaktı. Bu, fikir bakımından ulusal ve gerçekçi bir amaçtı. Almanlar bunun yerine Odessa’ya bir çıkartma yapılmasını veya Osmanlı kuvvetlerinin Galiçya’ya çıkartılıp Avusturya cephesinde savaşmasını önermişlerdi. Enver Paşa kabul etmemişti. Kabul etmemekte haklıydı, çünkü Ruslar er geç Kafkasya ve İran’daki durumlarından faydalanarak Doğu Anadolu’yu istila etmeye kalkışacaklardı. Enver Paşa Kafkasya üzerine tarafımızdan yöneltilecek bîr savaşta, bu bölgedeki Türk ve Müslüman halkının ayaklanıp, Osmanlılara destek olacağını varsaymaktaydı.

Savaş Koşulları

Savaşa katılacak Osmanlı kuvvetlerinin esasını 3. Ordu teşkil ediyordu. Üç kolorduyu kapsayan bu ordunun savaşa yarar kuvveti 90.000 kadardı. Biri Irak’tan, diğeri İstanbul’dan gönderilecek iki tümenle bu mevcudun 120.000’e çıkartılabileceği düşünülmüştü. Ayrıca Batum civarında da bir çıkartma yapılması da hesaplanmaktaydı. Rus kuvvetlerine gelince, Osmanlı 3. Ordusu cephesi karşısındakiler 60.000 kadardı.

Osmanlı kuvvetlerinin sayı üstünlüğüne eklenecek başka bir üstünlükleri daha vardı, O da askerin cesareti, yürüyüşe, yoksulluğa katlanma kudreti ve yaptıkları savaşın ulusal nitelik taşıdığı yolundaki kanılarıydı. Ne var ki, bu üstünlüğü gölgelendiren faktörler hiç de az değildi. Askerin çoğu büyük bir savaş planını gerçekleştirmek için manevralarla yetiştirilmiş değildi. Yiyecek, giyecek bakımından yeteri kadar donatılmış da değildi. Geri ve sağlık hizmetleri Tanrı’nın yardımına bırakılmıştı. Savaşılacak bölgede yol şebekesi, bir tek yolun dışında da yok gibiydi. Yollar da karla örtülüydü. Kimi yerlerde karın kalınlığı bir buçuk metreyi bulmaktaydı. Isı da -20, -25 derece arasında oynamaktaydı. Nihayet bütün bunlara Başkomutan Vekili ve 3. Ordu Komutanı Enver Paşa’nın da toptancılığı eklenmekteydi. Paşa cesur, vatansever ve zekiydi. Fakat büyük savaşlar yönetmek tecrübesinden yoksundu. Ne askere ne de komutanlara karşı hiçbir merhameti yoktu. Sınırsız ve sert bir disiplinle her şeyin çözülebileceği gibi bir mantığın kurbanıydı.

Osmanlı Saldırısı

Enver Paşa bu koşullar içinde 3. Ordu’nun bütun kuvvetleriyle saldırıya geçmeye karar verdi. Saldırı Rus kuvvetlerini bir çember hareketi ile savaşa zorlayarak yenmek esasına dayandırılır işti. Bu maksatla XI. Kolordu ve süvari tümeni Aras’ın güney ve kuzeyinde bulunan ve yaklaşık olarak bir kolordu ile bir süvari taburundan ibaret olan Rus kuvvetlerini gösteri saldırılarla oyalayarak yerinde mıhlayacak, bu esnada IX. ve X. Kolordularla da Bardız ve Oltu üzerinden düşmanın sağ kanadını çevirerek Araş vadisine atıp, Sarıkamış ve Oltu hattından uzaklaştıracaktı. 22 Aralık’ta çevirme saldırısı, plan gereğince başladı. IX. Kolordu Bardız; X. Kolordu Oltu yönünde ilerledi. Zayıf Rus kuvvetlerine karşı başarılar kazanıldı. Bu arada bir Rus saldırısı da püskürtüldükten sonra Osmanlı kuvvetleri Oltu ile Bardız’a girdiler. Bir yandan da Ardahan ve Kars üzerine yürüdüler. Ne var ki bu başarılar, sonra gölgelenmeye başladı. Enver Paşa’nın kuşatma kollarını 15 kilometre doğuya kaydırması, ordu ile kolordular ve birlikler arasında haberleşmenin normal bir biçimde yapılamaması, yorgun askerin bir gün bile istirahat ettirilmemesi saldırı gücünü yıpratmaktaydı.

Enver Paşa 25 Aralık’ta IX. Kolordu’nun bir tümeni ile Bardız’dan yoluna devam ederek, Sarıkamış’a 6 kilometre yaklaştı. Bir Rus birliği yolunu kapamaktaydı. Bu esnada Rus karargahında Sarıkamış’ı boşaltmak ve geri çekilmek tartışılıyordu. Ruslar X. Osmanlı Kolordusu’nun Allahüekber Dağı’ndan ilerlemekte olduğunu, XI. Kolordu’nun da kendilerine karşı saldırıya geçtiğini öğrenmişler ve kötümserliğe kapılmışlardı. Enver Paşa 26 Aralık’ta olumsuz sonuçlanan iki saldırıdan sonra X. Kolordu, nun gelmesini beklemeye başlamıştı. X. Kolordu’nun gelmesiyse hiç de kolay değildi. 25 kilometrelik Allahüekber yaylasında kar bir metreyi aşıyordu. Asker saatte ancak bir kilometre ilerleye-bilmekteydi. Gece ve gündüz yürünerek ve yolda soğuk, açlık ve yorgunluktan 10.000 can kırıldıktan sonra ancak 3000 kişi Sarıkamış’a ulaşabildi (27 Aralık). Bu koşullar altında 30 Aralık’ta Rusların 22 yaya taburuyla 12 süvari bölüğüne ve 22 topuna karşılık X. Kolordu’nun giriştiği iki saldırıdan önemli bir sonuç alınamadı. Bu sıralarda IX. Kolordu’nun gerisini örten tümen de mevzilerini bırakmak zorunda kalmıştı.

Osmanlı Çekilişi

4 Ocak’ta Sarıkamış’ın kuzey sırtlarında 20 kilometrelik geniş bir cepheyi tutan yaklaşık 7000 kişilik Osmanlı kuvvetine karşılık Ruslar 30.000 kişiyle saldırıya geçtiler. Saldırı planı Osmanlı kuvvetlerini doğudan ve batıdan kesmek, bir süvari tümeni ile de sol yanın gerisine sarkmaktı. Enver Paşa için bundan sonra çözülmesi gerekli olan sorun 3. Ordu kalıntısını geri çekmekti. Sarıkamış’taki kuvvetlerin komutasını, rütbesini Orgeneralliğe yükselttiği Hafız Hakkı Paşa’ya bırakarak cepheden ayrıldı (5 Ocak). Aynı gün IX. ve X. Kolordulara geri çekilme emri verildi. Bu emrin verilmesinde geç kalınmıştı. Geri çekiliş sırasında Bronzard kolundan yaralandı. Ali İhsan Paşa ve IX. Kolordu esir düştü. Hafız Hakkı Paşa’da atını dört nala sürerek canını zor kurtarabildi. X. Kolordu da ağırlıklarını ve bu arada 12 sahra topunu uçuruma yuvarlayarak geri çekilmeye devam etti. 8 Ocak’ta Enver Paşa, 3. Ordu Komutanlığı’nı Hafız Hakkı Paşa’ya bırakarak Erzurum üzerinden İstanbul yolunu tuttu. Bundan sonra Osmanlı kuvvetleri çekilmelerinde büyük kayıplar vererek, 18 Ocak’ta Sarıkamış’tan önceki mevkilerine döndüler. Düşman kuvvetleri de sarsılmış ve yorulmuş bulundukları için duraklamak zorunda kaldılar. Sarıkamış Savaşı artık sona ermişti.

Sarıkamış Savaşı Sonucu

Büyük ümitlerle girişilen Sarıkamış çevirme saldırısı üç hafta kadar sürmüş ve büyük kayıplarla sonuçlanmıştır. Enver Paşa, lakonik bir sözle bu olayı şöyle anlatmıştır: “Gittik, gördük, saldırdık, geri döndük”. Doğru, fakat ne bahasına! 3. Ordu’nun kahramanlıkları, Ruslardan çok yüksekti. Fakat kara kışın karşısında mevcudunun yarısını (70-80 bin kişi), toplarıyla silah ve taşıt araçlarının da yarısından fazlasını kaybetmişti. IX. Kolordu Komutanı ve karargâhı esir düşmüştü. Ordu Komutanı Hafız Hakkı Paşa tifüse yakalanmış, sonra da ölmüştü. Enver Paşa’ya gelince, geri çekilme sırasında bir aralık büyük bir bunalım geçirmiş, Türk ulusundan özür dileyen vasiyetnamesini yazarak intihar etmeye karar vermişti. Talat Paşa’nın etkisiyle ve zorlukla bu fikrinden vazgeçirilmişti. Ordunun nesnel ve moral kayıplarına, savaşılan bölgenin Türk ve Müslüman halkının kayıplarını da eklemek gerekir: Birçok köy savaş kuralları gereği yakılmış veya harap edilmiştir. Halk Rusların ve en çok Ermenilerin zulmünden korkarak varını yoğunu bırakıp, Erzurum doğrultusunda göç etmeye koyulmuştur.

Bu trajedi niteliğini taşıyan görüntüsüne rağmen Sarıkamış Savaşı, Balkan Savaşlarından ayrı bir ruh ile yönetilmiş ve yapılmıştır. Gençleştirilmiş olan komutanlar ve subaylar, yüksek bir disiplin ve vatanseverlik duygusu ile savaşmışlardı. Erlerde, birçok olumsuz olay dışında, bin bir güçlük ve yoksulluğa rağmen, ulusal bir savaş yaptıklarının bilinci ile görevlerini yerine getirmişlerdi. Sarıkamış Savaşı’nın olumlu sayılabilecek bir sonucu da nasıl olsa Osmanlılara karşı günün birinde saldırıya geçecek olan Rus Kafkas Ordusunu yıpratmış olması (30.000 kayıp) ve bu cephedeki saldırıların gerçekleştirilmesi olmuştur.

Sarıkamış Savaşı’nın siyasal sonuçları da olmuştur. Bunların başında Rusların müttefiklerine Çanakkale’de Türklere karşı bir cephe açmak ve Osmanlı Imparatorluğu’nu aralarında paylaşmak fikrini kabul ettirmeleri gelir.

Sarıkamış Savaşandan sonra 3. Ordunun Kafkas Sarıkamış’tan Sonra Cephesi’ndeki yeni bir büyük saldırıya geçmesi artık söz konusu değildi. Bu ordunun 1915 yılı içindeki görevi Doğu Anadolu’yu savunmak olacaktı. Bunun için de ordunun yeniden örgütlenilmesine girişildi. Rus Kafkas Ordusu da bir yıl sonra Erzurum üzerine saldırıya geçmek için hazırlıklara başladı. Şu da var ki, Ruslar, 1915 yılında boş durmadılar. Birkaç sınır bölgesinde saldırılar yaptılar. Bir aralık da Malazgirt dolaylarına kadar gelmeye muvaffak oldularsa da püskürtüldüler. Bu son saldırılarında Ermenileri de ayaklandırıp savaşa sürüklemişlerdi.

* Kaynak: Osmanlı Tarihi, IX. Cilt, İkinci Meşrutiyet ve Birinci Dünya Savaşı (1908-1918), Ord. Prof. Enver Ziya Karal, 414-424 ss.

https://ttk.gov.tr/i-dunya-savasinda-kafkas-cephesinde-sarikamis-savasi

Bilgi Bahçesi

     Kocaeli’nin Gebze ilçesi, Dünya Cenneti İstanbul’un yanı başında şirin bir yurt parçası; İzmit Körfezi kıyısında sanki bir inci derecesinde, şirin mi şirin bir kasaba. Fakat aynı zamanda mânen de takdîre şayan bir potansiyele sahip. Çok değerli ehl-i kaleme de ev sahibliği yapan bir belde.

     İşte Gebze’nin güzîde / seçkin yazarlarından biri de, bulunduğu köşesinden etrafa ışıklar saçan bir fikir kaynağının ta kendisi. Mütevazi zâhirinde, bâtınını tuşa getiren yazılarıyla, yurt sathına ışınlar yayarak, ulvî bir vazifenin de yorulmaz muharriri / yazarı. Kâinat kitabının, fikir dalgalarıyla kapısını aşındırarak, içinde yer almayı başarmış biri.

x

     Sayın Mehmet Asıf Işık, “KALEME AND OLSUN Kİ” adlı eserine; “Oku!” diye başlayan Kutsal Kitab’ın; okumaya teşvik etmesini nazara vererek başlıyor. Kitabının hikmet dolu satırlarıyla bizleri başbaşa bırakıyor. İşte bu kitabı:

x

     İnsan olmanın yollarını bilmek için,

   “Yazı”yı değil, “Mânâ”yı okumak için,

     Düşünmek, akıl ve şuur sahibi olmak için,

     Kâinat’ın bir minyatür tecellisi olan insanın; aslî vazifelerini bilmek için,

     İnsan olmanın anahtarlarını elde etmek için,

     Akıcı, sürükleyici bir şekilde Yüce Allah’ın nasıl nazara verildiğini görmek için,

     Ancak okuyan insanın; gerçek insan olabileceğini anlamak için,

     Kalp ve nefsin gerçek mahiyetini ve onların kimler olduğunun farkına varmak için,

     İçimizde, kendimizden kendimize seslenen sesleri duymak için,

     İnsanın, kâinatın nasıl özeti olduğunu bilmek ve anlamak için,

     Dünya hayatının gerçek mahiyet ve içyüzüne vâkıf olmak için,

     Allah’ın nasıl bilinebileceğini öğrenmek için,

     Kenz-i mahfî / gizli hazîne olan insanın; nasıl bir keyfiyet içerdiğini idrâk etmek,

     ve insanın neden sona razı olmadığını bilmek için,

     İçimizdeki “Ben”in kim olduğunu fehmetmek için,

     İnsanın ebedî oluşunun müjdesini almak için,

     Enfes anekdotlarla önümüze aydınlık kapıların açıldığını görmek için,

     Yüzlerce kitap okuyarak öğreneceklerimizi; bir ama, pîr olan bir kitapta bulmak için,

     Hikmetli, binbir kitap okumuş olmak için,

     Boş ve kof şeyler değil de, hoş ve lâtif şeyler okumak için,

   “Üslûb-u beyan aynıyla insan” ifadesinin müşahhas / somut örneklerine muhatap olmak için,

     Bu gidişin dönüşünün, nereye olacağını keşfetmek için,

     Geçmişi, hâli ve geleceği lâyık-ı veçhiyle düşünüp taşınmak için,

     Bir kitabı, bir olayı veya evreni nasıl okumamız lâzım geldiğini bilmek için,

                                                                x

     Kitap denen bilgi bahçesinde dolaş dur!

     İşte asıl gerçek çiçeklik, ancak budur.

                                                               x       

     İfadesine hak vermek için,

     Madenlikten cevher oluşa yükselmek için,

     Ham olan çocuklarımızı yandırıp pişirerek;

     nasıl adam edeceğimizin sırrına ermek için,

     Allah’ın Cemâl ve Celâl isimlerini bir görmenin sırrını kavramak için, 

     Kemal mertebesine çıkaracak merdiveni edinmek için

                                                               x

     Bakma’dan görme’ye,

     Bilme’den anlama’ya

     İstiyorsan geçiş;

     Ki, işte budur gerçek iş.

     Hem de, Sayın Mehmet Asıf Işık’a olmak için eş!

   “KALEME AND OLSUN Kİ” eserini;

     Hemen okumalısın kardeş!                              

                                                               x

     Birlik ve beraberliğin sağladığı güç ve kuvveti görmek için,

     Kâinattaki her varlığın nutka gelip,

     nasıl bir zikir hâlinde olduğunu görmek ve duymak için,

     Hz. Ali’ye yapılan atıfları ve tespit edilen noktalardan haberdar olmak için,

     Depremin korkunçluğuna şahit olmak ve alınması gereken dersler için,

     Hz. Yusuf’un dilinden, isteklerin en yücesinin ne olduğunu bilmek için,

     Çay’ın enteresan içimi, tadı ve doyulmaz bir rahatlık verici sihrini bilmek

     ve gereğini yapmaya hahişger / arzulu olarak, çay sohbetlerine katılmak için,

     Şiirin mest edici etkisinin kaynağını keşfetmek için,

     Güzel Türkçe’mizin güzel kullanılışıyla karşılaşmak, ifade güzelliğini görmek için,

     Yaman Dede’nin ibretli Hakk’ı buluş ve Hakk’a yöneliş aşkını yaşamak için,

     Ve bunlar gibi daha nice ilginç hususları bilmek için,

     Bu değerli eseri; büyük bir iştiyak ve arzu ile okumalı ve okutmalıyız.

                                                               x

     (Mehmet Asıf Işık, KALEME AND OLSUN Kİ, Liz Yayınları)

Türkçe Sevdâlısı Dr. Yesevîzâde Şâkir Alparslan Yasa İle Türkçemize Musallat Edilen Problemler Hakkında…

Oğuz Çetinoğlu: Sizin ifâdenizle ‘Târihî Türkçe’mizde ihtiyacı karşılayacak bize âit bir kelime varken uydurulan kelimelerden biri ‘cevap’ yerine ‘yanıt’ kelimesidir. Üstelik bu kelimenin Dîvânu Lügati’t-Türk’de bulunduğu iddia ediliyor. Oysaki Dîvânu Lügati’t-Türk’de ‘yanıt’ değil ‘yanut’ var. Bu söyleniş Anadolu’da dil zevkimize uygun bulunmamış ve kullanımdan düşmüştür. Siz durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Dr. Yesevîzâde Şâkir Alparslan Yasa: ‘Cevap’ (İstanbul’un güzelim telâffuzuyla ‘cevâb’) gibi asırlar ve asırlardır kullandığımız, iliklerimize işlemiş bir kelime yerine neden (cebren ve hileyle) ‘yanıt’ diye bir kelime ikame etmek istenir? Cevap ki… onunla ‘cevap vermek’, ‘cevaplandırmak’, ‘cevaplamak’ gibi fiiller, ‘cevap yetiştirmek’, ‘cevâbı bastırmak’, ‘cevâbı yapıştırmak’, ‘tedâviye cevap vermek’, ‘çocuktan al cevâbı!’ gibi tâbirler,  ‘hazırcevap, hazırcevaplık’, ‘cevap anahtarı’ gibi mürekkep isimler, ‘cevaben’ gibi bir zarf, ‘cevâbî’ gibi bir sıfat, ‘cevâbî mektup, yazı, nota, cevapnâme, cevaplı telgraf, sözlü cevap, yazılı cevap, cevap hakkı, kabul cevâbı, red cevâbı, müsbet cevap, menfi cevap, cevap eğrisi’ gibi kalıplar teşkil etmiş, gündelik konuşmalarımızla, sayısız nesir ve manzûmeyle onu ete kemiğe büründürmüş, asırların seyri içinde ona târihî derinlik ve bin bir tedâi kazandırmışız… O ki, Türkçemizin ecdattan devraldığımız ve bizden sonrakilere devretmekle mükellef olduğumuz her kelimesi gibi, mukaddes bir emânettir ve kudsiyeti nisbetinde üzerine titrenmeye lâyıktır…

Öyleyse bu kelimeye ve bu kelime gibi Târihî Türkçenin her kelimesine, hattâ mantığına ve nahvine dahi neden düşmanlık yapılır? Ve ne hakla? Hangi salâhiyetle? Onlar, bu dilimiz üzerinde tasarruf, dilimizde inkılâp yapma, ecdat yadigârı dilimiz yerine uyduruk bir dil ikame etme hak ve salâhiyetini kimden aldılar?

Çetinoğlu: Sizce kimden almış olabilirler?

Dr. Yasa: Bugün kat’î delillerle biliyoruz ki düşmanlıklarının yegâne sebebi, (iflâh olmaz Sabataî münâfıklığının eseri olarak) Din-i Mübine karşı duydukları hadsiz kin ve nefrettir. 1932’deki ilk Dil Kurultayında bunu pervasızca ilân etmişlerdi. Sonra da muhtelif vesilelerle ve muhtelif suretlerde bunu ifâdeden hiç imtina etmediler. Dil İnkılâbına başlangıcından bugüne kadar hâkim olan ruhu, o hareketin içinde kerhen yer almış (iki devre Türk Dil Kurumu Başkanlığı yapmış) birinci dereceden bir görgü şâhidi, hakikî bir lisaniyatçı olan Prof. Dr. Tahsin Banguoğlu şu tesbitiyle dile getirmişti:

Cumhuriyet devrinin ruh hâli sâdece sınırsız bir Batı hayranlığı ve kayıtsız şartsız oraya yöneliş hamlesi olarak izah edilemez. Devrin iktidara yakın aydınlarında bir de Doğu düşmanlığı ve onu itme öfkesi hüküm sürmüştür. Bu duygu giderek bir nesli sarar. Yerli veya Doğu’dan gelmiş her şey kötüdür, Batı’dan gelen her şey makbul. Sâdece bu anlayış dilde de Doğu kaynağını büsbütün bırakıp Batı dillerine kapıyı açmaya yeterdi. Bu, nihayet tasfiyeciliği ön plana geçirdi. (Banguoğlu 1987: 351)

Çetinoğlu: Jenosid kararı nasıl alındı, nasıl tatbike konuldu?

Dr. Yasa: Bu zihniyetledir ki Milletin damarına basarcasına, evvel emirde, onun en fazla benimsediği, sevdiği, dilinden düşürmediği kelimelere taarruz ettiler. Dil İnkılâbının icra mercii olan Türk Dili Tetkik Cemiyeti, bunun için 1933 Martında ‘Dil Anketi’ ismiyle bir uydurmacılık seferberliği başlattı. Buna göre, her gün, Şemseddîn Sâmi’nin Kamûs-ı Türkî’sinden seçilmiş 10-15 kelime gazetelerden halka ilân edilecek ve memleketin bütün okur-yazar kitlesi bunlara ‘Öz Türkçe’ mukabiller arayacaktı. Bu işe her vilâyette valiler nezâret etmekle mükellefti. Böylece bilhassa bütün resmî ricâl ve her kademeden memur bu seferberliğe iştirakle mükellef tutuluyordu. Bulunacak mukabiller, eski kaynaklarda kalmış ölü kelimeler, halk ağzında yaşayan (ve aslında pek çoğunun kaynağı meçhul) kelimeler veya herkesin kendi keyfine göre uydurup teklif edeceği yeni kelimeler olabilirdi. Bu suretle yekûn olarak 1382 kelime ‘kara listeler’le ilân edilmiş ve bu suretle toplanan mukabillerden yapılan seçmelerle daha sonra (1935’de) neşredilen Osmanlıcadan Türkçeye Karşılıklar Kılavuzu, Cep Kılavuzları, Tarama Sözlüğü gibi Dil İnkılâbının esas müracaat kaynakları ortaya çıkarılmıştır.

Çetinoğlu: Bulunan ve teklif edilen kelimelerin Türk dili kaidelerine uygun olup olmadığı araştırıldı mı?

Dr. Yasa: Hayır. İşte ‘cevap, zıt, v.s.’, bu ‘kara listeler’de ilân edilip hemen ilk elde tasfiye edilmek istenen kelimeler cümlesindendir. Bu idamlık kelimeler hakkında resmen ilân edilmiş kıstas şuydu: ‘Her gün konuşup yazdığımız dilin içinde duran, dilimizde, hele yazımızda çok kullanılan, konuşurken dilimize, yazarken kalemimize takılıp duran Arapça ve Farsça sözler…’ veya bu kıyıma memur edilen İbrahim Necmi Dilmen’in ifadesiyle: ‘Büyük dil anketi, dilimizde bugün konuşurken, yazarken kullanmaktan kurtulamadığımız arapça, farsça sözlere karşılık aramak için açılmıştır’. Yâni ‘acele, âdet, âfiyet, can, cennet, cehennem, cenâze, şahıs, şahâdet, şart, şeref, şeriat, tâbî, tâbut, târih, ilh.’ gibi ve Celâl Nuri İleri’nin: ‘Bir Arapça veya Fârisî kelime ki Türkçeleşmiş ve bunun fâidesi de görülmüştür, ondan vazgeçmek, vücûdumuzdan bir parça kesmek demektir’ dediği cinsten kelimeler… (Bu hususta bütünüyle mevsuk ve mufassal malûmat için Türkçenin Istılâh Mes’elesi ve Milletimize Revâ Görülen Kültür Jenosidi gibi eserlerimize mürâcaat edilebilir.)

‘Yanıt’ kelimesi, Resmî Uydurma Dilde, 1930’lu senelerde ‘cevap’ yerine ikame ediliyor. İlkin Sadri Maksudi Arsal’ın birçok ölü kelimeyle beraber onun da canlandırmasını teklif ettiği dikkati çekiyor. (Arsal 1930: 329) 1935 senesine ait olan ve İslâm Medeniyeti kaynaklı kelimelerimizin tasfiyesinde rehber vazifesi gören Cep Kılavuzları’nda da ‘cevap’ yerine ‘yanıt’ kullanılması tavsiye, daha doğrusu emrediliyor. Hâlbuki yine aynı seneye ait Osmanlıcadan Türkçeye Karşılıklar Kılavuzu’nda (s. 29) ‘cevap’, (‘Güneş-Dil’ mantığınca) ‘halis Türkçe’ menşeli gösteriliyor; yalnız, ‘cavap’ şeklinde telâffuz edilmesi isteniyor.

Çetinoğlu: Cevap / Yanıt’ hâdisesi hakkında mufassal mâlûmat verebilir misiniz?

Dr. Yasa: ‘Yanut’ (> yanıt) Dîvânu Lugati’t-Türk’le berâber birçok eski metinde karşımıza çıkıyor. Dil İnkılâbının fanatik bir taraftarı olan ve İnkılâbın öncü kadrosunda yer alan Besim Atalay, kendi eseri olan Dîvân Tercümesi’nde, kelimenin ‘karşılık, bedel, îvaz’ mânâsına geldiğini (III/8, 28), fakat ‘söz yanutı’ kalıbında ‘sözün cevabı’ demek olduğunu (III/28) kaydediyor. Dîvân’ı tekrar tercüme eden Ercilasun ve Yavuzarslan’a göre de, onun umumî mânâsı, ‘hem karşılık, hem fiyat’, ‘sözün yanutı’nda ise ‘sözün cevabı’ demektir. (2015: 359, 351) Kelimenin ‘yan-mak’ fiilinden türediği aşikârdır. Dîvân’da belirtilen mânâsı, ‘dönmek, geri gelmek, vazgeçmek’tir. ‘Er yõldan yandı’, ‘adam yoldan döndü’ ve ‘yandı (döndü, vazgeçti) erinç (belki) ugragı (maksadı)’ (mısraı), ‘o (düşman) döndü belki maksadından’ demek. Kelimenin bugün kullandığımız mânâsıyla ‘yanmak’ ve kusmak mânâsında ‘yanmak’ gibi iki sesdaşı daha var. (Ercilasun / Yavuzarslan 2015: 378) Bugün de kullandığımız ‘yine’ zarfı, bu fiilin zarf-fiilinden (‘yana yana’, döne döne, tekraren) türemiş. Yaşayan ikinci bir türemesi, ‘yankı’ (< yãnku; aksisedâ)’dır. ‘Dönmek’ mukabili ‘yanmak’ fiili bugün bize hiçbir mânâ ifâde etmiyor. (Bu hal, ölü kelimeler için umumî kaidedir ve bu sebeple de onları canlandırmaya kalkışmak abestir.) ‘Yanıt’ın ‘îvaz, bedel, karşılık’ mânâsı, türediği fiilin ‘dönmek’ mânâsıyla irtibatlıdır ve ondan ‘söze mukabele’ gibi bir mânâ çıkarılması, ancak dolaylı, tâlî bir mânâ sıfatıyla mümkündür. Nitekim, ‘yanıt’ kelimesinin, birçok eski metinde, hemen daima birinci mânâsıyla kullanıldığı görülüyor. Aşağıdaki misaller bu tesbitimizin delilidir:

1) 10. asrın başlarında Sâmânî Hükümdarı Mansûr İbn Nûh tarafından hem Farsçaya, hem Türkçeye (harfiyen) tercüme ettirilen Kur’ân-ı Kerîm’in Rylands Nüshasında, ‘yanmak’ fiili, ‘geri dönmek, rücû etmek, irtidâd etmek, suçtan dönmek, tövbe etmek, vazgeçmek, yüz çevirmek’ gibi mânâlarda kullanılmıştır. Aynı fiilden türeme ‘yangan’, dönen, yönelen; ‘yangu’, dönme; ‘yangu yer’, dönüş yeri; ‘yanıglı’, geri dönen, geri çeviren, önleyici; ‘yandurmak’, döndürmek, başka bir şeye çevirmek, iâde etmek; ‘yandurulmak’, döndürülmek, çevrilmek, ters döndürülmektir.

Yanut’, ecir, mükâfat, sevap, ceza mânâlarında kullanılmıştır. Meselâ: ‘Külmesünler (gülmesinler) azkına (azıcık) ığlasunlar (ağlasınlar) üküş (pek çok), yanut mükâfat anı kim kazganur erdiler = Azgülüp çok ağlayanlar, mükâfatını kazanmışlardır.’ ‘Kılsa edgü (iyi, hayırlı, sâlih) iş berürmiz anga yanutını =  Kılsa sâlih amel, veririz ona mükâfatını.’ ‘Tãngrı üskinde (indinde) dünyâ yanutı hem âhiret yanutı = Tanrı indinde dünyâ sevâbı, hem âhiret sevâbı.’ ‘Yanut bermek’, ecrini, karşılığını, mükâfat veya cezasını vermektir. ‘Yanut berigli’, karşılık olarak tuzak kurandır. ‘Yanut berilmek’, karşılığı verilmek, cezalandırılmaktır. (Ata 2004: 745-753)

2) Aynı harfiyen tercümenin 12-13. asırlarda istinsah edilerek dili kısmen değiştirilmiş Leningrad Nüshasında, ‘yanmak’ fiili aynen bir evvelki nüshadaki mânâlarıyla kullanılmıştır. Bundan türeme ‘yanut’ ise, yine, mükâfat veya cezâ şeklindeki karşılık, ecir, bedel, îvaz, sevap mânâlarındadır. Meselâ: ‘Anda adınkı (/ azınkı) (ondan başka) ne añar (nasıl) yanut bergeymiz añar (ona) = Ondan başka nasıl karşılık vereceğiz ona’. ‘Cawab berdimiz, yâni yanut kıldımız añar = Cevâb verdik, yâni karşılığını verdik ona’. ‘Men barıb añın yanutını kıldım; tört yerde başını yardım = Ben varıp onun cezâsını verdim; dört yerinden başını yardım’. ‘Yanut bergü tagma (her bir) et (canlı) üze (üzerine) ne kim kılmış erse (olsa) = Karşılığını vereceğiz her bir canlıya, [her] ne kılmış olsa [yaptığı her işin]’. ‘Ezgü yanut = Hayırlı karşılık, mükâfat, sevap’. (Borovkov 2002: 310)

3) II. Murad devrinde Muhammed Bin Hamza tarafından yapılan Kur’ân-ı Kerîm tercümesinde (tamamlanışı: 18 Ramazan 827 / 14 Ağustos 1424), ‘yanut’ aynen Karahanlı Meâlindeki mânâsıyla kullanılmıştır ve ‘cevâb’ karşılığı değildir. ‘Yanud (veya yanut) güni’, ‘yevmu’d-dîn’, yâni hesap günü, amellerin mükâfat veya cezâsının görüleceği gündür. ‘Yanud virici’, Allâh’ın sıfatlarından olan ‘El-Hasîb’in, yâni hesap görücünün mukabilidir. (‘Bayık –muhakkak ki- Tañrı oldı her nese –şey- üzere hisâb eyleyici, yâ –yâhud- yanud virici’.) ‘Yanud virmek’, mükâfat veya ceza olarak karşılığını vermektir. ‘Yanud virilmek’, yine amellerinin mükâfat veya ceza olarak karşılığını görmektir. (‘Pes ol gün, zulm olınmaya hiç nefs, nesene –nesne-; dakı -dahi- yanud virilmeyesiz, illâ anı kim işlerdünüz -işlediklerinizden, yâni amellerinizden başka bir şeyin cezâsını görmezsiniz-’.) Kezâ: ‘Pes ol kim gönendünüz -istifâde ettiniz- anun-ıla, anlardan; virün anlara yanudların- ücretlerini-, yânî kâbînlerin -mehirlerini-’.  ‘Dakı uğrı –hırsız- er, dakı uğrı avrat; kesün ellerini ol ikinün; yanud -cezâ- içün ana kim kazandılar; azâb içün Tañrı’dan’. ‘Her kim, oldı diler dünyâ yanudın, yâni dünyâ davarın -malı, mülkü-; Tañrı katındadur dünyâ yanudı, dakı âhıratun’.

 Bu misaller daha da çoğaltılabilir. Açıktır ki ‘yanıt’ kelimesi, mânâsı zorlanarak ‘cevap’ karşılığı bir kelime hâline getirilmeye çalışılmıştır. O ‘cevap’ ki asırlardır seve seve kullanıyoruz ve onu ‘yanıt’la karıştırmıyoruz. Öyleyse bu ölü kelime, hem de yanlış bir mânâyla neden canlandırılmak istenmiştir? Bugünkü Türkçede karşılığı olmayan bir mefhumu ifâde etmiş olsa, bu tavır saygıyla karşılanabilirdi. Halbuki ecdadın tamâmen terk ettiği böyle bir kelimeye günümüzde hiç mi hiç ihtiyacımız yoktur. Ya uyduruk, ya ölü, ya Fransızcadan devşirme kelimeleri Târihî Türkçenin yerine ikame edip yeni bir dil yaratmak dâvasında olanların zâten bizim ecdadımıza da, Milletimize de hiç hürmetleri yoktur. İçleri İslâm’a ve Müslüman Milletimize karşı gayzla doludur. Ve dil dalâletlerinin tek sâiki de budur.

YESEVÎZÂDE ALPARSLAN YASA:      1949 senesinde Şanlıurfa’nın Bozova kazasında doğdu. Baba tarafından Türkistanlı (Fergana’nın Beşarık kazâsmdan, Hoca Ahmed Yesevî sülâlesine mensûb bir âile), anne tarafından Halfetilidir.      1967-1973 senelerinde Millî Eğitim Bakanlığı burslusu olarak ve iktisâd tahsili maksadıyle Fransa’da bulundu; fakat, tahsilini tamâmlıyamadan Türkiye’ye döndü. Avdetinde Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne kaydolduğu hâlde o anarşi senelerinde yine tahsilini yarım bırakmak mecbûriyetinde kaldı. Bu arada, Yesevîzâde imzâsıyle, mecmûa ve gazetelerde araştırma makaleleri ve ayrıca kitaplar neşretmekteydi. Bu devrede, bâzıları gazetelerde sâdece tefrika olarak kalan on iki kitap neşretti. Bunlar, daha ziyâde, bâzı siyâsî doktrinler, milletlerarası siyâsetin perde-arkası, Yahûdilik ve Masonlukla alâkalıdır. İslâm hakkındaki birçok çalışmasından sâdece iki tânesini kitap hâlinde neşretmeye muvaffak oldu.      Anarşi mağdûrları için çıkarılan aftan istifâde ederek, 1992-1993 öğretim yılında SBF’ye tekrâr kayıt yaptırdı ve -hem çalışıp hem okumak sûretiyle- 1998 Ekiminde bu Fakültenin İktisâd Bölümü’nden mezûn oldu. Hâcettepe Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümünde 2003 Haziranında kabûl edilen Yüksek Lisans Tezi ve aynı Bölümde 2009 Haziranında Doktora Tezi kabul edilerek tahsil hayatını tamamladı. Hâcettepe Üniversitesi’nin Fransızca Mütercim-Tercümanlık Anabilim Dalında 2000-2001 Öğretim Yılından başlıyarak 2013-2014 Bahar Dönemi sonuna kadar evvelâ ‘Araştırma Görevlisi’, sonra ‘Öğretim Görevlisi’ sıfatıyle, tercüme sâhası ile alâkalı muhtelif derslerle berâber, mukayeseli Fransız-Türk edebiyatı, kültürler arası haberleşme, mukayeseli Fransız-Türk grameri, iktisâd, hukuk, Avrupa Topluluğu hukuku, milletler arası kuruluşlar, gazete dili gibi 20 civârında farklı ders verdi. Sonra 15 ay kadar Abant İzzet Baysal Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümünde Yrd. Doç. olarak çalıştı ve orada matbûat târihi dersini verdi. 2016 Nisanında yaş haddinden emekliye sevk edildi.      2002 senesinden beri, tercüme sâhasıyle, ayrıca mukayeseli edebiyat ve Fransız edebiyatı ile alâkalı ve muhtelif akademik mecmûalarda neşredilmiş -bâzıları kitap hacminde- 18 makalesi bulunmaktadır. Bunlardan mâadâ, kitap bölümü, tercüme kitapları, milletler arası sempozyumlarda sunduğu tebliğleri, değişik tercüme kitaplar hakkında hakem raporları ve (ortak müellifi olduğu Türk Eğitim Sistemi. Alternatif Perspektif, gibi ve daha başka münteşir akademik çalışmaları mevcûddur.

Kaynaklar:

Arsal, Sadri Maksudi (1930), Türk Dili İçin, Türk Ocakları İlim ve Sanat Heyeti Neşriyatından.

Ata, Aysu (2004), Türkçe İlk Kur’an Tercümesi (Rylands Nüshası). Karahanlı Türkçesi. Giriş, Metin, Notlar, Dizin, Ankara: T. Dil Kurumu Yl.

Atalay, Besim (2013), Dîvânu Lugati’t-Türk (Tercümesi), Ankara: T. Dil Kurumu Yl., 2 cilt içinde 4 cilt.

Banguoğlu, Tahsin (1987), Dil Bahisleri, İstanbul: Kubbealtı Neşriyatı.

Borovkov, A. K. (2002), Orta Asya’da Bulunmuş Kur’ân Tefsirinin Söz Varlığı (XII.-XIII. Yüzyıllar), Rusçadan

Ercilasun, Ahmet B. ve Akkoyunlu, Ziyat (2015), Dîvânu Lugati’t-Türk. Giriş, Metin, Çeviri, Notlar, Dizin. Ankara: T. Dil Kurumu Yl.,

Yasa, Ş. Alparslan (2013). Türkçenin Istılâh Mes’elesi ve İdeolojik Kaynaklı Sapmalar (‘Öztürkçe’ Dayatmasıyle Yasa,

Türk Çağının Anarahmi Türk Kadını

Son on yıllarda sıklıkla tanık olduğumuz kadına yönelik tecavüzlerin, cinayetlerin yanı sıra bazı sözde akademik bilgiçlerin ‘’kadının yeri evidir, dışarıda değil otursun çocuğuna baksın, evinin işini yapsın, eşini memnun etsin’’ mealinde üretimler Türk kadınına yapılacak esef verici davranışlardır saygısızlıktır kendi varlığını inkâr etmektir.
*
Kurtuluş savaşlarında Türk kadının yiğitçe, fedakârca ülkesinin düşman işgalinden kurtulması adına Türk askerinin her daim arkasında ve yanında olduğunu görmüş, kahraman kadrosuyla ülkemizin kurucusu Gazi Paşamızın kahraman Türk kadını üzerine sözlerinden bir kesit sunalım:
‘’İnsan topluluğu kadın ve erkek denilen iki cins insαndαn mürekkeptir. Kabil midir ki, bu kütlenin bir pαrçαsını ilerletelim, ötekini ihmal edelim de kütlenin bütünlüğü ilerleyebilsin? Mümkün müdür ki, bir cismin yarısı toprαğα zincirlerle bağlı kαldıkçα öteki kısmı göklere yükselebilsin?
Kαdınlαrımız için asıl mücadele αlαnı, asıl zafer kαzαnılmαsı gereken αlαnı, biçim ve kılıktα bαşαrıdαn çok, ışıklı, bilgi ve kültürle, gerçek faziletle süslenip donαnmαktır. Ben muhterem hαnımlαrımızın Αvrupα kαdınlαrının αşαğısındα kαlmαyαcαk, aksine pek çok yönden onlɑrın üstüne çıkαcαk şekilde ışıklı, bilgi ve kültürle donαnαcαklαrındαn αslα şüphe etmeyen ve buna kesinlikle emin olαnlαrdαnım.
*
Zαmαn ilerledikçe, ilim geliştikçe, medeniyet dev αdımlαrıylα yürüdükçe; hαyαtın, asrın bugünkü gereklerine göre evlat yetiştirmenin güçlüklerini biliyoruz. Αnαlαrın bugünkü evlαtlαrınα vereceği terbiye, eski devirlerdeki gibi basit değildir. Gerekli özellikleri tαşıyαn evlat yetiştirmek, pek çok özelliği şαhıslαrındα tαşımαlαrınα bağlıdır. Bu sebeple Kαdınlαrımız, hαttα erkeklerden dαhα çok aydın, dαhα çok feyizli, dαhα fαzlα bilgin olmαyα mecburdurlαr!
Αnαlαrın bugünkü evlαtlαrınα vereceği terbiye eski devirlerdeki gibi basit değildir. Bugünün anαlαrı için gerekli vαsıflαrı tαşıyαn evlat yetiştirmek, evlαtlαrını bugünkü hαyαt için fααl bir uzuv haline koymαk pek çok yüksek vαsıflαrı tαşımαlαrınα bağlıdır. Onun için Kαdınlαrımız, hαttα erkeklerimizden çok aydın, dαhα çok feyizli, dαhα fαzlα bilgili olmαyα mecburdurlαr; eğer hαkikαten milletin αnαsı olmαk istiyorlαrsαnız.
*
Bizim dinimiz hiç bir vakit kαdınlαrın erkeklerden geri kαlmαsını talep etmemiştir! Αllαh’ın emrettiği şey erkek ve kadın Müslümαnlαrın ilim ve İrfan edinmeleridir. Kadın ve erkek bu ilim ve irfanı αrαmαk ve nerede bulursα orαyα gitmek ve onunlα mücehhez olmαk mecburiyetindedir.
*
Tαrlαlαrdα erkeklerle birlikte çαlışαn, kαsαbαlαrdα pαzαr yerine giden, yumurta ve tavuğunu sαtαn, ondan sonra kendisine gerekenleri bizzat satın αlαn, çαlışmαlαrının hepsinde kocαlαrınα yardımcı olɑn kαdınlαr!..
Dünyanın hiçbir yerinde hiçbir milletinde Αnαdolu köylü kadınının üstünde kadın mesaisi zikretmek olαnαğı yoktur.
Kαdınlαrımız eğer milletin gerçek αnαsı olmαk istiyorlαrsα, erkeklerimizden çok dαhα aydın ve faziletli olmαyα çαlışmαlıdırlαr.
Milletin kαynαğı, toplumsαl hαyαtın temeli olɑn kadın αncαk faziletli olursα görevini yerine getirebilir’’.
*
Fosilleşmiş beyinleriyle, bedevi kültürüyle beslenmiş bilgiçler’’ anası’’ hakkında ne düşünüyor dersiniz?
Kız çocuklarını toprağa gömen ‘’bedevi kafası’’ şimdide sen okuma çalışmana gerek yok diyor. Onüç yaşında başkalarının seçtiği kişilerle evlen istiyor. Senin çocuklarını karanlık saçan mekteplerde/ karanlık mahfillerde tecavüz edilmiş, kişiliği iğdiş edilmiş, beyni köleleştirilmiş, hurafeci inançlarla kendi hükümranlığına parya yapmayı düşünüyor.
*
Sen okursan senin çocuklarını eğip bükemezler, köleleştiremezler… Sen okursan, senin çocukların karanlık fikirlere karşı gelir, kişilik ve irade sahibi olur, okuyup öğrenmeye aç olur, bilim üretmek ve insanlığa katkı sağlamak, gelecek nesillere mutlu müreffeh ve adil bir dünya bırakmak onda vaz geçilmez bir amaç olur.
Kur’an okuyup anlayamasın diye Arapça okumasını tembihlerler. Okursan, okuyup anlarsan, iffetin kara çarşafın içinde olmadığını, insanın aklında şekillendiğini öğrenmeden korkarlar.
Türk kadını!… Sen okuyup münevver olursan, bunların hiç birini yapamazlar… Sen aydınlık geleceğin ışık kaynağı olursun, ‘’Türk Çağının Ana Rahmi’’ olursun.