12.7 C
Kocaeli
Çarşamba, Kasım 12, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 68

Edip ve eğitimci yazar Dr. SÂKİN ÖNER ile Türk-İslâm Ülküsünün Mütefekkiri SEYYİD AHMET ARVASİ Hakkında Konuştuk.      

Vefatı: (31 Aralık 1988)

(Birinci Bölüm)

Oğuz Çetinoğlu: Türk-İslâm Ülküsünün Mütefekkiri, ‘Asrın Yesevisi’ Seyyid Ahmet Arvasi 36 yıl önce 31 Aralık 1988 târihinde İstanbul’da vefat etti. Onu değerli kılan özellikleri ile röportajımıza başlayabilir miyiz?

Dr. Sâkin Öner: Arvasi, çok yönlü bir şahsiyetti. Bir fikir ve dâva adamı olmasının ötesinde eğitimci, şâir ve yazardı. Büyük bir idealist ve eylem adamıydı. Çok kültürlü gerçek bir entellektüeldi. ‘Mektep Adam’dı. Tavizsiz bir Müslüman ve şuurlu bir Türk milliyetçisiydi.

Seyyid Ahmet Arvasi, bir misyon (vazife) ve vizyon (hedef) sâhibiydi.

Çetinoğlu: ‘Misyonu’ ve ‘vizyonu’ hakkında neler söylemek istersiniz?

Dr. Öner: Misyonu; Türk gençliğine ve milletimize ‘ilâ-yı kelimetullah’ idealini ve Türk-İslâm ülküsünü benimsetmekti. Vizyonu ise, bu ideal ve ülkünün alperen ruhuyla yetiştirilecek gençler eliyle dünyaya yayılmasına vesile olmaktı. Bütün ömrünü bu gaye ve hedef uğrunda çalışma ile doldurdu. Onun şahsiyetinin ağır basan yönü eğitimciliğiydi. Gerek 27 yıllık öğretmenlik hayatında, gerekse emeklilik hayatında eğitimciliğine ara vermedi. Gerek sivil toplum kuruluşlarındaki konuşmalarında, gerek gazete ve dergilerdeki yazılarında, gerekse evinde misafirleriyle yaptığı hasbıhallerde hep eğitimciliğini ön plânda devam ettirdi.

Hiçbir konuda taassubu yoktu. Çünkü gerçek bir münevverdi. Doğu ve batı düşünürlerinin hepsini okumuştu. Bütün fikir akımlarını ve ideolojileri, İslâm dinini, dinî ilimleri, dinler felsefesini, eğitim psikolojisini ve sosyolojisini iyi biliyordu. Bu bilgisini; ‘Kendini Arayan İnsan’, ‘İnsan ve İnsan Ötesi’, ‘Diyalektiğimiz ve Estetiğimiz’, ‘İlm-i Hâl’ ve ‘Eğitim Sosyolojisi’ isimli eserlerinde bu zengin kültürün yansımalarını açıkça görebiliriz. Hocanın bu kültür birikiminden dolayı muhalif düşünceli kişiler ve öğrencileri onunla tartışamazlardı. Sonra Hocanın kuvvetli bir mantığı vardı ve tartışma âdabını iyi bilirdi. Muazzam bir analiz ve sentez kabiliyetine sâhipti.

Medenî ve sosyal bir insandı. Her görüş ve yapıdaki insanı saatlerce sabırla dinler, görüşür, tartışırdı. Tartışmanın galibi her zaman Arvasi Hocaydı. Bu yüzden aşırı sol görüşlü öğrenciler onun dersine girmek istemezlerdi. Çünkü dersin sonunda düşüncelerinin ve inandıklarının sarsıldığını görürlerdi. Bir gün derste Darwin’in evrim teorisi görüşülürken, bu teoriyi savunan bir öğrenci ‘Hocam, diyorlar ki, insan maymunun gelişmiş şekliymiş, doğru mu?’ diye sorunca, Hoca ‘O zaman, o mantığa göre çınar ağacı da maydanozun gelişmiş şeklidir’ diye cevap vermiş. Tabii Darwin’in teorisi, bu cevap karşısında iflas etmiştir.

Hoşgörüsü çoktu. Kızmazdı. Yalnız İslâm’a ve Türklüğe karşı bir haksızlık veya saldırı yapılırsa çok sinirlenir ve çok sert tepki gösterirdi. Çoğu zaman gülerek konuşur, ortamı yumuşatırdı. Sevdirir, müjdeler, korkutmazdı. Herkesi ilgi ve sevgisiyle kucaklamaya çalışırdı. Çünkü kaybetmeyi sevmiyordu, herkesi kazanmayı düşünüyordu. Hatâlar ve eksikler üzerinde fazla durmazdı. Çocuklara da büyük adam gibi değer verir, onları karşısına alır, dinler ve ciddî cevaplar verirdi. Özellikle gençlere çok değer verir, onları büyüklere karşı korurdu. Çünkü onları geleceğimizin mîmarları olarak görüyordu. Onlara asr-ı saadet yıllarını, alperenleri, derviş gazileri anlatırdı. Onlara maddî ve mânevî sıkıntılarında yardımcı olmaya çalışırdı.

Çetinoğlu: Liderlik vasıfları hakkında neler söylemek istersiniz?

Dr. Öner: Liderdi. Onun için bütün milliyetçi gençlerin de kendilerini lider olarak yetiştirmelerini isterdi. ‘Bir milliyetçi yaptığı işte en iyi olmalı’ derdi. Bulunduğu toplulukta hemen bir çekim merkezi olurdu. Herkes onun etrafında toplanır, onu dinler ve onun tavsiyelerine göre hareket ederlerdi. Bu yüzden etrafındakiler düşünce tembeli olmuşlardı. Çünkü çözemedikleri meseleyi Hocaya getirirler, o da meseleyi basite indirger, herkesin anlayacağı şekilde analiz eder ve yorumlardı. Biz bunun böyle olduğunu vefatından sonra daha iyi anladık. Bu konuda büyük boşlukta kaldık. Artık bundan sonra bütün meseleleri kendimiz çözmek mecbûriyetindeydik.

Bütün zamanını mesleği ve dâvâsı doldurduğu için âilesine pek zaman ayıramazdı. Sanıyorum âilesi onun misyonunun ve vizyonunun farkındaydı. O yüzden fazla sıkıştırmıyorlardı. Uyuduğu geceler azdı, zamanını gündüz işine, akşamları da dostları ve öğrencileriyle sohbete ayırırdı. İbâdet saatleri dışında kalan gece saatlerinde de yazılarını ve kitaplarını yazardı. Çok misafirperverdi, misafirlerine bizzat kendi ikramda bulunurdu. Eliyle çay, kahve, çörek dağıtır, yemek saatiyse mutlaka yemeğe alırdı. Bu konuda müdâhele edenlere ‘beni şanlı Peygamberimin sünnet-i seniyyesinden mahrum bırakmayın’ diye çıkışırdı. Misâfirlerinin tek tek hatırlarını sorar, gönüllerini alırdı.

Çetinoğlu: Âile çevresi nasıldı?

Dr. Öner: Âilesinin ve sülâlesinin her ferdi İslâm’ı hayat tarzı olarak benimsemişlerdi. İslâm’ı hem yaşıyor, hem yaşatıyorlardı. Vefatından bir iki yıl önce Tekirdağ Ziraat Fakültesi’nde öğretim üyesi olan damadı Doç Dr. Reşat Yaman Karadeniz bir trafik kazası sonunda vefat etmiş, kızı da bu kazada ağır yaralanmıştı. Duyar duymaz arkadaşlarımızla evine gittik. Ev alıştığımız ölü evi gibi değildi. Sanki hiçbir şey olmamış, hayat normal devam ediyordu. Ne bir feryat, ne bir ağlama, ne inleme sesi, ne de üzgün ve asık bir yüz gördüm. Hocam beş on dakika içinde damadı ve kızının başına gelen kaza hakkında bilgi verdikten sonra bizi akşam yemeğine aldı. Yemekten sonra da eskisi gibi çaylar, kahveler içildi, meyveler yenildi. Türkiye ve dünya meseleleri görüşüldü.  Sonra ayrıldık. Aynı durumla Hocanın vefat ettiği 31 Aralık l988 sabahında da karşılaştım. Allah’tan gelen bu tecelliyi bütün âile tevekkülle kabullenmiş, nefislerini Allah’a teslim etmişlerdi. Ben o zaman dedim ki, tam inanmış bir âilenin ölüm karşısındaki tavrı böyle olmalı.

Kısacası Seyyid Ahmet Arvasi, inandığını yaşayan samîmi bir Müslüman, gerçek bir münevver ve entelektüel, alanında âlim, yiğit bir Türk milliyetçisi, örnek, bir dâvâ ve fikir adamıydı.  İstanbul beyefendisiydi. Doğru, dürüst, düzgün bir adamdı. Dostuna munis ve müşfik, düşmanına korkusuz ve cesurdu. Özetle dört dörtlük adamdı.

Çetinoğlu: Eğitimciliği, milliyetçiliği, hâtıraları, yazıları ve şiirleri hakkındaki bilgilerinizi lütfeder misiniz?  

Dr. Öner: Seyyid Ahmet Arvasi’nin en belirgin vasfı, eğitimciliğidir. 1952 yılında başlayan eğitimcilik hayatı, resmî olarak 11 Haziran 1979 târihinde Ümraniye Lisesi Rehberlik Öğretmeni olarak emekli oluncaya kadar devam etti. Aslında onun eğitimcilik hayatı, cemiyet ve ev hayatı içinde, vefat târihi olan 31 Aralık l988’e kadar devam etti. Toplumu ve özellikle gençliği, çağın ilmî ve teknolojik gelişmelerinden kopmadan, Türklük şuuru ve İslâm imanı ve ahlakiyle yetiştirmeyi aslî vazife olarak benimsemişti.

Çetinoğlu: Öğretmenlik hayatından bahseder misiniz?

Dr. Öner: Arvasi Hoca,  İlkokul Öğretmeni olarak 1952-1953 öğretim yılında Konya’nın Beyşehir ilçesinin Doğanbeyli nâhiyesinde çalıştıktan sonra 1953-1954 öğretim yılında Ağrı’nın Tutak ilçesinin Mollaşemseddin köyü ilkokuluna tâyin oldu. 1955-1956 yıllarında yedeksubay olarak askerlik görevini yaptı. 1956-1958 yılları arasında Ankara’da Gazi Eğitim Enstitüsü Pedagoji Bölümünü bitirdi. Bundan sonraki meslek hayatında hep Öğretmen Okulları ve Eğitim Enstitülerinde görev yaptı. Sırasıyla; 1958-1959 öğretim yılında Van’ın Erciş ilçesinin Alparslan İlköğretmen Okulunda, 1959-1965 yılları arasında Balıkesir’in Savaştepe ilçesinin İlköğretmen Okulunda, 1965-1972 yılları arasında Balıkesir’deki Necati Eğitim Enstitüsünde, 1972-1975 yılları arasında Bursa Eğitim Enstitüsünde ve 1975-1978 yılları arasında İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsü’nde Pedagoji Öğretmeni olarak çalıştı. Bu sürede ben de İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsü’nde Müdür Başyardımcısı olarak görev yaptım. Arvasi Hoca Enstitüde Eğitim Psikolojisi ve Eğitim Sosyolojisi gibi meslek derslerine giriyordu. Eğitim Sosyolojisi dersinin ders kitabını da yazmıştı. Bu kitabı bütün Eğitim Enstitülerinde okutuldu. Arvasi Hoca, Öğretmen Okulu ve Eğitim Enstitülerindeki 20 yıllık kesintisiz öğretmenliği sonunda binlerce İlkokul, Ortaokul ve Lise Öğretmeni yetiştirdi. Bu sâyede adı ve düşünceleri bütün Türkiye’ye yayıldı.

Çetinoğlu: Düşünce ve inançları sebebiyle haksızlıklara mâruz kaldığı biliniyor…

Dr. Ömer: Evet! 1978 yılında Ecevit Hükümetinin bürokrasideki ülkücü kıyımından Arvasi Hoca da nasibini aldı. Ben ve birçok arkadaşımız gibi o da Atatürk Eğitim Enstitüsü’nden sürgün edildi. Sürgün edildiği okul, Kırşehir Lisesi idi. Okul, Kırşehir’de solcuların hâkim olduğu kurtarılmış bölgedeydi, orada çalışma imkânı yoktu. Ama Hoca, yiğitçe gitti, göreve başladı, fakat gerçekten çalışamayacaktı. Duruma üzülen Vanlı hemşehrileri devreye girdi, daha önce başbakanlık yapmış olan hemşehrileri Ferit Melen’le görüşerek,  Hocanın İstanbul’a âilesinin yanına tâyinine yardımcı olmasını rica ettiler. Melen devreye girdi ve Hocayı İstanbul’a tâyin ettiler. 27 Nisan 1978’de göreve başladığı Kırşehir Lisesi’nden Ümraniye Lisesi’ne tâyin oldu. 23 Ağustos 1978’de bu okulda göreve başladı. O târihlerde bu okulun bulunduğu bölge de solcuların hâkim olduğu ‘kurtarılmış bölge’ diye isimlendirilen bölgelerdendi. Bu okulda Hocaya ders verilmeyerek okula sokulmadı. O da çoğu zaman rapor alarak 1978-1979 öğretim yılını tamamladı.  10 Haziran 1979’da yapılan MHP’nin 14. Büyük Kongresinde yakın dostlarının girişimiyle bilgisi dışında MHP Genel İdare Kurulu Üyesi seçildi. Kendisi o anda İstanbul’daydı ve hiçbir şeyden haberi yoktu. 11 Haziran 1979 Pazartesi günü radyoda 13.00 haberlerini dinlerken bu göreve seçildiğini öğrendi. En ufak tepki görmeyerek ertesi günü Ümraniye Lisesi’ne giderek emeklilik dilekçesini verdi.

Çetinoğlu: Fakat hocalığı bırakmadı…

Dr. Öner: Bırakmadı. Arvasi Hoca emekli olduktan sonra eğitimciliğini üç ayrı kulvarda devam ettirdi. Bir yandan basındaki günlük yazıları ve kitaplarıyla halkımızı, bir yandan sivil toplum kuruluşlarındaki konuşmalarıyla gençleri ve yetişkinleri, bir yandan da evindeki sohbetlerle dostlarını ve öğrencilerini eğitmeye devam etti. Çok geniş bir kültür ve ilim sâhibi idi. Onun için her konuda konuşabiliyordu. Etkili ve ikna edici bir anlatımı, çok güzel bir sesi vardı. Zekâ fışkıran kapkara gözleriyle insanın içini okurdu. Her soruya doğru ve inandırıcı cevaplar verirdi. Onunla münâkaşa eden solcu öğretmenler  ‘Arvasi ile münâkaşa etmeye gelmiyor, insanı allak bullak ediyor’ derlerdi. İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsü’nde birlikte çalıştık. Solcu öğrencilerin, kafaları karışarak değişecekleri korkusuyla Arvasi Hoca’nın derslerine girmediklerine çok defa şâhit oldum. Bu okulda milliyetçi arkadaşlarımızın çoğu yönetici idi, fakat o sadece öğrencilerinin değil, bizim de öğretmenimiz, kanaat önderimizdi. Biz sıkıldığımız ve tıkandığımız anlarda ona danışırdık. O da mutlaka bize şartlara göre en uygun çözümü gösterirdi. Biz de rahatlar ve onun gösterdiği yolda yürürdük. Emekli olduktan sonra 12 Eylül darbesine kadar Hergün gazetesinde “Türk-İslâm Ülküsü” başlıklı köşede Türkiye ve dünya meselelerini tahlil eder ve çözüm önerileri sunardı. Daha sonra bu yazıları kitap olarak yayımlandı. Hergün’de de beraberdik. Ben de hem gazetenin Haber Müdürlüğünü yaptım, hem de “Ülkücünün Gündemi” başlıklı köşede günlük yazılar yazıyordum.

Çetinoğlu: Eğitim anlayışından bahseder misiniz?

Dr. Öner: Arvasi Hoca’ya göre eğitim, insanın yaradılış özellikleri göz önünde bulundurularak düzenlenmelidir. Eğitim, insanda doğuştan var olan niteliklerin farklılaştırılması ile ilgilidir. Amacı, insanın olumlu yönlerini geliştirme, olumsuz taraflarını azaltma veya yok etmeye yöneliktir. O, eğitimi, insanı yoğurma ve biçimlendirme süreci olarak kabul eder. Ona göre eğitimin hedefi, insanı gerekli bilgi ve beceriler, kazandırılacak olumlu niteliklerle yüceltmek, tabiatın ve tabiattaki yaratılmışların efendisi yapmaktır. Eğitimi, herkesin temel hakkı kabul eden Arvasi, bu konuda herkese fırsat ve imkân adâleti sağlanmasını, her yerde, sürekli ve dengeli olmasını, ferdi farklılıkların esas alınması gerektiğini belirtiyordu.  Eğitim, demokratik, planlı ve programlı olmalı, teori ve pratiğe yer vermeliydi. Kurumlar teknolojik gelişmelere göre şekillendirilmeliydi. Ona göre, yükseköğretime de büyük önem verilmeli, kademeleri esnek olmalı ve ara sınıflardan mezuniyete imkân verilmeliydi. O yıllarda eğitimde yatay ve dikey geçişlere imkân verilmiyordu.

Arvasi Hoca, eğitimin ‘millî’ olmasına büyük önem verirdi. Ona göre eğitim, yabancılaşmaya karşı millî şuuru uyanık tutmalı, kültür mirasını yeni nesillere aktarmalıdır. Eğitim, millî kültürü zenginleştirmek için, başka milletlerin kültürleri ve eserlerinden de faydalanabilir. O, yabancı medeniyet ve kültürleri tanımaktan yanaydı, gençlerin dünya ile iletişim kurabilmeleri için yabancı dil öğrenmelerini teşvik ederdi. Fakat yabancılaşmaya karşıydı. Bu sebeple, yabancı dille eğitimi, kültür sömürgeciliği olarak görüyordu. Arvasi’ye göre eğitim, sosyal değişmeyi sağlayıcı, sosyal çözülmeyi önleyici olmalıdır. Eğitim, kültür fonksiyonu ile nesiller arasında kopukluk oluşturmadan ve başka kültürlerin etkisi ile kendi kültürüne yabancılaşmadan çağdaşlaşmayı gerçekleştirebilmelidir.

Çetinoğlu: İdealist düşüncelerinin temelinde ne vardı?

Dr. Öner: Arvasi’ye göre, eğitimin politik fonksiyonu ile milletin ulaşmak istediği nihaî hedeflere ve millî ülkülere uygun insanı yetiştirmesi gerekir. Millî ülkü ve hedefleri politik bir fonksiyon hâline getirmemiş bir eğitim, milletine yabancılaşmış ve canavarlaşmış tiplerin çoğalmasına sebep olur. Hiçbir millet kendini ortadan kaldıracak, târihten silecek veya başka milletlere köle edecek eğitime izin vermez, vermemelidir.  Eğitimin ekonomik fonksiyonu, fert, toplum ve iktisâdî alanın istek ve ihtiyaçlarına göre eğitimin teşkilatlandırılmasını, okulların açılmasını, personelin yetiştirilmesini ve fert ve grupların kabiliyetlerinin geliştirilmesini göz önünde bulundurur. Eğitim bu işleviyle millete güçlü üreticiler, akıllı ve bilgili tüketiciler, zeki ve namuslu müteşebbisler ve çağdaş ekonomik savaşlarda milletimizi ve devletimizi savunabilecek kadroları yetiştirebilmelidir.

Çetinoğlu: “Sosyal yönü kuvvetliydi” diyorsunuz. Sosyal yönü hakkında biraz bilgi verir misiniz?

Dr. Öner: Arvasi Hoca her tip ve karakterde kişi ile görüşebilen, her ortama girebilen ve uyum sağlayabilen bir insandı. Davet edildiği bütün sivil toplum kuruluşlarının sosyal etkinliklerine katılırdı. Bu yönüyle tam bir cemiyet adamıydı. Bu konuda bir anekdotu paylaşmak istiyorum. Ömrünü Türk milliyetçiliği ülküsüne adamış olan büyük sanatçı İlham Gencer, sık sık İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsü’ne gelerek ülkücü gençlere millî parçalardan oluşan konserler verirdi. Bir defasında okulumuzun öğretim kadrosunu Yeniköy’de müzik yaptığı Yalı Restoran’a davet etti. Bir gece on kadar arkadaşımızla bu davete icabet ettik. Başımızda da Arvasi Hoca vardı. Gencer bizi görünce yaptığı müziği keserek “İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsü’nün saygıdeğer öğretim üyeleri restoranımızı onurlandırdılar” diyerek hâzirûna tanıttı. O andan itibaren o içkili mekânda programını değiştirerek tamamen millî bir müzik ziyâfeti çekti. Oraya sırf İlham Gencer’in okulumuza ve öğrencilerimize gösterdiği yakın ilgiye teşekkür etmek için gitmişti.

*  *  *  

SEYİT AHMET ARVÂSİ’DEN BİR KİTAP TÜRK İSLAM ÜLKÜSÜ:

Çağımızın güzel ahlak ve fazilet timsali âlimlerinden biri olan merhum eğitimci-sosyolog Seyit Ahmet Arvasi, yaşadığı dönemde Türk gençliğinin yolunu ve gönüllerini aydınlatmış bir ülkü eridir.  O, gençlerin ideolojik bataklıklar içerisinde çırpındığı bir dönemde, kurtarıcı olarak ortaya çıkmış, kalemi ve sohbetleriyle kısa zamanda kendini sevdirmiş ve saydırmıştır. Fikir üretmiş ve gençlerin doğru yerde olmaları, doğru yolda ilerlemeleri için çalışmış ve başarıya ulaşmıştır.

Arvasi hoca, fikir ve düşünce hayatının çeşitli uçurumlarında dolaşan gençlerin koruyucu meleği olmuştur. Hedefini çok açık ve net bir şekilde şu veciz cümle ile ortaya koymuştur: ‘Ben, İslâm iman ve ahlâkına göre yaşamayı en büyük saâdet bilen, büyük Türk milletini iki cihanda aziz ve mesut görmek isteyen ve böylece İslâmiyet’i gaye edinen Türk milliyetçiliği şuuruna sâhibim.’ Bu ideal, Türk gençliğinin büyük bir bölümü tarafından benimsenmiştir.

Türklük bedenimiz, İslâm ruhumuz’ sloganı ile harekete geçen gençler, yıkıcı-bölücü eylemler önünde aşılmaz setler oluşturmuşlar, Türkiye’yi kanları ve canları pahasına büyük tehlikelerden korumuşlar.

Daha önce 3 ayrı cilt hâlinde basılan kitap, bu defa, 16 X 24 santim ölçülerinde 768 sayfalık tek cilt halinde toplanmış ve Aralık 2013’te okuyucunun istifadesine sunulmuştur. 

BİLGEOĞUZ YAYINLARI: Alemdar Mahallesi Molla Fenarî Sokağı Nu: 35/B Cağaloğlu, İstanbul. 

Telefon: 0.212-527 33 65 Belgegeçer: 0.212-527 33 64  e-posta: bilgi@bilgeoguz.com.tr  www.bilgeoguz.com.tr 

(Devam Edecek)

İnsanın Üç İçgüdüsü

Bir zamanlar entelektüeller, çok satan kitaplara burun kıvırırdı. Öyle ya, tarihten sosyolojiye, psikolojiden siyasete uzmanlık alanlarını anlatan eserleri “halk” okumazdı ki. Her ne demekse bu “halk”; o okumayınca da popüler olmak mümkün değildi. 21. asırda bu düşünceler de değişti. Bilime ait konuları popüler seviyede anlatan eserler çok satan olmaya başladı. Altı yıl önce İngiliz The Guardian gazetesi, Harari’nin Sapiens’ini örnek tutup “Beyinli Kitaplar Nasıl Yayın Fenomeni Oldu?” diye bu değişimi sorguluyordu. 

Bunun birden fazla sebebi var. Eskiden bilim dalları arasında çok açık ve belirgin çizgilerin, uzmanlıklar arasında duvarların varlığı kabul edilirdi. Fakat özellikle insana ait bilimlerde arkeoloji, psikoloji, antropoloji, sosyoloji ve hatta biyoloji, birbirinden ayrılamayacak şekilde iç içe geçti. Karmaşık tabiatı ve insanı ancak birden fazla mevziye yerleşmiş çok sayıda ışıkla aydınlatırsak karanlıklar kalkıyor. İnsanın bilimi bir bilimler sentezi. Bu sentezlerle ilk defa aydınlanan gölgeler, insana “Hah!” dedirtiyor. Geçen asrın ikinci yarısında gelişmeye başlayan sosyobiyoloji, sonradan aldığı adla evrim psikolojisi, bu keşif yollarının en önemlilerinden.  

Kültür psikolojisi

Son on yıllarda görülen bir başka gelişme de gerek sosyoloji gerekse psikolojinin içindeki düşünce-gözlem- deney dengelerinin soldan sağa kayması; deneyin ağırlığının giderek artması. İd, süper ego, maşerî vicdan gibi soyut söylemler değerlerini bütün bütün kaybetmedi ama olan biteni bunlarla açıklamak isteyenler, “Hadi göster öyleyse.” denmeye başlandı. 

Geçen ekimde yayımlanan bir kitap, New York Times’tan Financial Times’a yankı buldu. Konu, her boydan toplum birimleri, gruplar.  Kültür psikoloğu Michael Morris yazmış. “Birim” dediğimizde, bir futbol takımının taraftarlarından, bir kült mensuplarına, bir tarikat üyelerinden bütün bir millete kadar her boy toplumu kastediliyor. “Kültür Psikoloğu” bile geçen asırda pek rastlayamayacağımız bir uzmanlık. Morris, Colombia Üniversitesi Mezuniyet Sonrası İşletme Okulu’nun Psikoloji Bölümü’nde. Daha önce on yıl Stanford’da da hocalığı var. 

Kendi sayfasında işini şöyle tarif ediyor: “Davranış biliminin araçlarını kullanarak algılarımızı etkileyen, bizi farklı dünya görüşlerine ve hayat tarzlarına yönlendiren gizli kültür çerçevelerini keşfetmeye çalışıyorum.” 

Tribal

Morris, en küçükten en büyüğe bütün sosyal birimlere, kolaylık olsun diye “kabile” diyor. Kitabının ismi de kabileyle ilgili anlamına Tribal. Kitaptaki temel tezini kendi ağzından dinleyin: 

Bu kitapta, bizi mensup olduğumuz grupla paylaşmaya götüren özel insani becerinin soğanını soyuyor, üç kat “kabile içgüdüsü”nü belirliyorum. Bu içgüdüler Taş Devri’nde oluşmuş ama bu evrilmiş sistemleri zihnimiz ve kalbimizde bugün de fark ediyoruz. Sınıf arkadaşlarımıza, iş arkadaşlarımıza ve komşularımıza göz ucuyla bakışımız akran içgüdümüzün parçalarıdır. Günlük düşünce ve eylemlerimizde onlarınkilere yakın davranma eğilimimiz de öyledir. Ünlülere, CEO’lara, meşhur sporculara ve benzerlerine duyduğumuz hayranlık kahramanlık içgüdümüzün sonucudur. Bunlara şan ve ün sahibi olma isteğimizi ve topluma bu yolla katkıda bulunma arzumuzu da ekleyebiliriz. Geçmişe bakan özlem hissimiz, cetler içgüdümüzün parçasıdır. Geleneklerde hissettiğimiz rahatlık ve onları sürdürmeyi görev bilişimiz de. Bu içgüdüler her insanın içindeki üç karakter gibidir: Konformist (uyumcu), ait olma ve anlama peşindedir; katkıcı, saygı ve övgü ister; gelenekçi, sürekliliği bağrına basar. Bu sistemlerin her birinin hatalı tarafları olabilir, fakat kitapta göreceğimiz gibi bunlar genellikle insanlara, topluma uyum yönünde işaretler verir, yol gösterir.

Homo tributus

İnsan türü, dünya denilen mücadele alanında olağanüstü başarılıdır. Küçük cüssesine, birçok canlıya göre zayıf kaslarına, çok tehdit edici olmayan dişlerine rağmen diğer bütün canlılara üstünlük kurdu, sonunda dünyaya hâkim oldu. O kadar ki şimdi içinde bulunduğumuz jeolojik devre “antroposen – anthropocene ~ insan dönemi” deme eğilimi var. Dünya, insanın etkisi altında. Küresel ısınma probleminde olduğu gibi bu etki her zaman olumlu değil. 

İnsan nasıl hâkim oldu? On binlerce, yüz binlerce hatta milyonlarca yıl geriye baktığımızda bu soruya tekrar tekrar bulduğumuz cevap, “Toplum sayesinde!”dir. Psikolog Morris, işte o toplumu toplum yapan üç içgüdüyü belirliyor. Birbirimizle uyumlu hareket etmemizi sağlayan akran içgüdüsü, bizi topluma katkı yapmaya iten kahraman içgüdüsü ve topluma hafıza, kültür ve devamlılık sağlayan geçmişe saygı- sevgi; Morris’in tabiriyle cetler içgüdüsü

“İnsan”, diyor Morris, “homo ekonomikus değildir. Homo tributus’tur- kabile insanıdır.”

https://millidusunce.com/author/iskenderoksuz

Vatan Şairi Mehmet Akif Ersoy’un hayat hikayesi. (20 Aralık 1873 – 27 Aralık 1936)

İstiklal Marşı yazarımızı ve vatan şairi Mehmet Akif Ersoy’un tüm ömrü mücadelelerle geçti. Ersoy Milli mücadelede üstlendiği sorumlulukla, fikirleri ve eserleriyle tarihimizde müstesna bir yer edindi. İşte Vatan Şairi Mehmet Akif Ersoy’un hayat hikâyesi…

Fatih’te 20 Aralık 1873’te dünyaya gelen Mehmet Akif Ersoy, ilköğrenimine Fatih’te Emir Buhari Mahalle mektebinde başladı, 1882’de Fatih Merkez Rüştiyesinde orta öğrenimine devam etti. Babası Fatih Camisi medrese hocalarından Mehmet Tahir Efendi’den Arapça dersi alan Ersoy, aynı zamanda Fatih Camisi’nde Farsça derslerini de takip etti.

Babasının Ragif adını verdiği ancak annesi ve arkadaşlarının daha kolay telaffuz ettikleri Akif adıyla çağırmasıyla bu ismi benimseyen Ersoy, rüştiyedeki eğitimi boyunca Türkçe, Arapça, Farsça ve Fransızca dillerinde gösterdiği üstün başarıyla ön plana çıktı.

Rüştiye yıllarında şiire merak duymaya başlayan ve şiir kitaplarına yönelen Ersoy’un okuduğu ilk manzum eser ise Fuzuli’nin “Leyla ve Mecnun”u oldu.

Ersoy, rüştiyeyi bitirdikten sonra 1885’te dönemin gözde okullarından Mülkiye İdadisi’ne kaydoldu. Babasını 1888’de kaybeden Ersoy’un ertesi yıl büyük Fatih yangınında evleri yok olunca ailesi maddi açıdan zor durumda kaldı.

Usta şair, öncelikle meslek sahibi olmak ve yatılı okulda okumak istediği için Mülkiye İdadisi’ni bıraktı. Yeni açılan veteriner yüksekokulunda “Ziraat ve Baytar Mektebi”ne başlayan Ersoy, 1893’te baytarlık bölümünü birincilikle bitirdi.

Okul yıllarında spora da ilgi gösteren Ersoy, başta güreş ve yüzücülük olmak üzere uzun yürüyüş, koşma ve gülle atma yarışlarına katıldı.

İlk Matbu Eseri 1893’te Yayımlandı

Mehmet Akif Ersoy’un şiire olan ilgisi, okulun son iki yılında giderek artarken, çeşitli gazete ve dergilerde şiirleri yayımlandı, bilinen ilk matbu eseri ise “Hazine-i Fünun” mecmuasında 1893’te yayımlanan bir gazel oldu.

“Tophane-i Amire” veznedarı Mehmet Emin Bey’in kızı İsmet Hanım’la 1898’de evlenen ve 3 kız, 3 erkek çocuğu olan Ersoy’un oğullarından biri, henüz 1,5 yaşındayken vefat etti.

Şiir yazarak ve öğretmenlik yaparak edebiyat alanındaki çalışmalarına devam eden Ersoy’un neşriyat dünyasına girişi, daha çok 1908’de “İkinci Meşrutiyet”in ilanıyla başladı.

Ersoy, arkadaşları Eşref Edip ve Ebül’ula Mardin’in çıkardığı ve ilk sayısı 27 Ağustos 1908’de yayımlanan “Sırat-ı Müstakim” dergisinin başyazarı oldu.

BÜTÜN ŞİİRLERİNİ SAFAHAT’TA TOPLADI

Şiirlerini 7 kitaptan oluşan “Safahat” adlı eserinde toplayan Ersoy, 1911’de yazdığı ilk bölümde Osmanlı toplumunun meşrutiyet dönemini, 1912’de yazdığı “Süleymaniye Kürsüsünde” adlı ikinci kitapta da Osmanlı aydınlarını anlattı. “Halkın Sesleri” adlı üçüncü bölümü 1913’te kaleme alan Ersoy, “Fatih Kürsüsünde” isimli eserini ise 1914’te yazdı.

Ersoy, 1917 tarihli “Hatıralar” ile I. Dünya Savaşı hakkında görüşlerinin yer aldığı 1924 tarihli “Asım”ın ardından 7. bölüm olan “Gölgeler”i 1933’te tamamladı.

Yoğun ısrarlar sonucu Kur’an-ı Kerim’i Türkçe’ye tercüme etmeyi kabul eden Ersoy, 6-7 sene üzerinde çalışmasına rağmen sonuçtan memnun kalmayarak imzaladığı anlaşmayı feshetti.

Mehmet Akif Ersoy, “İstiklal Marşı”nı Türk milletine armağan ettiği için “Safahat” isimli eserine koymadı.

Vefatının ardından “Safahat” eserini Ömer Ziya Doğrul ve M. Ertuğrul Düzdağ yeniden bastı. Ersoy’un, “Kur’an’dan Ayet ve Hadisler” ile “Mehmet Akif Ersoy’un Makaleleri” adlı çalışmaları da hayatını kaybettikten sonra okuyucuyla buluştu.

Birinci Meclis’te Milletvekili Seçildi

Burdur Mebusu olarak Birinci Büyük Millet Meclisi’ne seçilen Ersoy, 1921’de Ankara Taceddin Dergahı’na yerleşti.

İstiklal Marşı yarışmasına 500 lira ödül verileceği için katılmayan şair, Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Bey’in ricası ve arkadaşı Hasan Basri Bey’in teşvikiyle kalemi eline aldı ve yazmaya başladı.

Mehmet Akif Ersoy’un İstiklal Marşı, 17 Şubat günü Sırat-ı Müstakim ve Hâkimiyet-i Milliye’de yayımlandı. Hamdullah Suphi Bey’in Meclis’te okuduğu ayakta alkışlanan İstiklal Marşı, 12 Mart 1921’de “Milli Marş” olarak kabul edildi. Ersoy, ödül olarak verilen 500 lirayı hayır kurumuna bağışladı.

Kurtuluş Savaşı ve zafer sonrası uzunca bir süre Mısır’da yaşayan ve orada Türkçe dersleri veren Ersoy, 17 Haziran 1936’da tedavi için İstanbul’a döndü.

Mısır’dan hasta ve yorgun olarak dönen ve Abbas Halim Paşa’ya ait Beyoğlu’ndaki Mısır Apartmanı’nın dördüncü katındaki dairede kalan Ersoy, 27 Aralık 1936’da hayata gözlerini yumdu.

İstiklal Şairi Mehmet Akif Ersoy’un her yıl binlerce kişinin ziyaret ettiği kabri, Edirnekapı Şehitliği’nde bulunuyor.

Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri kapsamında “2018 Yılı Vefa Ödülü”ne layık görülen Akif, “vatan şairi” ve “milli şair” olarak da Türk insanının kalbindeki yerini koruyor.

Prof. Dr. Sâdık K. Tural’dan 4 Adet Muhteşem Eser:

 (Dördüncü Bölüm)

3-Şiir İkliminde Birkaç Saat

Üçüncü baskısı 2024 yılında yapılan eser, KorKut Yayınları arasında çıkmıştır, 13.5 X 24 santim ölçülerinde, 304 sayfadır.

Arka kapak yazısında, şiirle ilgili nefis târifler var:

‘Şiir, benzer durum, kişi, olay ve varlıklarla karşılaştıklarında benzer şiddette heyecanlananların bir sözlü koro oluşturmasına yol açan; fikrin imbiklenmişliğini ve zevklerin incelmişliğini hazırlayan bir söz mimarisidir. Şiir, ona beden ve ruh kazandıran kelimelerin seçimi ve istifi bakımından bir dilin beyan örnekleri verebilme gücü ve zenginliğidir.’

‘Şâirler ve şiiri sevmeyi ihtiyaç sayan yüksek duyarlıklı insanlar, gönül ülkesinin vatandaşlarıdır; bencillikten arındırma çabasını da içinde bulunduran bediî tefekkür ve bediî heyecanlar, o insanları benzeştirip aynı iklimde yaşama enerjisiyle donatmaktadır.’

Eser, esâsen aziz olan suyun damıtılmış hâlini hatırlatan billur gibi göz alıcı kelimelerle şâirleri selamlıyor:

‘Ataların, târihin ve toprağın ruhundan gelen mesajlarla

çağdaş ihtiyaçları yoğurup kendi(miz) olma duyarlılığını

nazma taşıyan şâirlere selam olsun.

Onlar, sözlük ülkesinde yorulmazlıkla dolaşıp   

Allah ’tan, ataların ve toprağın ruhundan utanarak   

edebe ve hikmete aracılık eden süzülmüş söz bütünlükleri yaratıyorlar.  

Onlar toplumun, öğretmen ve bilge arayışını da karşılayarak benzeşmeyi,

 bütünleşmeyi artırıyorlar.  

Kelimeler ordusuna komutlar vererek duygunun, düşüncenin, hayalin bediî tefekkür

ile bezeli meyvalara dönüşmesini sağlayan şâirler, söz ülkesinin ganimeti irfan olan muzaffer fâtihleridir.’

Eserin birinci baskısından îtibâren editörlüğünü üstlenmiş olan Hatice Ayan’ın nesir olarak kaleme aldığı, fakat şiir ülkesinin sınırlarını aşıp seyrana çıkmış edâsıyla seci sanatını hatırlatan sunuş yazısı dikkat çekiyor.

Eserdeki bölümlerin başlıkları, okuyucuyu kitabı edinmeye yönlendiren şiddetli ve fakat okşayıcılığı ağır basan rüzgâr gibi…

*Bedrettin Keleştimur Diyor ki…

 *Şiir Bahçesine Girmeyi Denemek…

*ŞİİR İKLİMİ  

  *Nazmın Malzemesi veya Şiirde Bediî Tefekkür.   

*Şiir Konulu Sohbet.

*Şiirin Oluşumunda ‘Yel/Rüzgâr’ Öğesi. 

*ŞİİRTAHLİLLERİNDE YÖNTEM ARAYIŞI’ndan bölümler.

*Edipler de Bilgelerdendir.  

*Ezelî Tartışma veya Maznun.

*Ediplerin Aynasına Yansımalar.   

*Ortak Duyarlılığın İç Kalesi.

*TAKRİZLER

*Şiir, Şuur ve Millet. (Nüzhet Erman’ın Kitabı İçin) 

*Şiir Geleneğimiz İçinde Çınarlı Gerçeği.

*Şâir Bekir Sıtkı (Nihâî) Hoca’yı Selâmlarken.

  *MÜLÂKATLAR

*Şiir, Nereye Gidiyor? (Gıyasettin Aytaç)  

*Şiirle İlgili Bir Mülâkat. (Lütfü Parlak)

*Şiir, Şiirde Ses ve Ölçü Üzerine. 

*Bir Söyleşi (Ayşe Öztekin) 

*Şiir ve Mûsikînin ‘Yoldaşlığı’ Üzerine Sorular (Özgen Gürbüz) 

*ŞİİR VE MÛSİKÎYE DÂİR

*Öteden Taşınan Çığlık: Şiir

*Geçmişten Bugüne Ulaşan Bir Çığlık. 

*Sırrını Anlayabilseydim…

*Ana Kavramlar Dizini.

***

Şiir Konulu Sohbet’ başlıklı yazı, Tural Hoca’nın sınırsız muhayyile zenginliğinin engin ve derin bilgi hazinesinin aynası gibi. Oradan alınacak bir bölüm, diğer bölümlere haksızlık olur. Tamamını okumak gerekir.  Diğer yazılar da farklı değil… Hazret-i Fuzûlî’nin çektiği ıstırap dolu çilesini anlattıktan sonra sözünü ettiği vasıflardan nasibini yeterince almış bir söz ustası Sâdık K. Tural… Sâdece Fuzûli’den mi? Muhammed Şehriyârî, Hazret-i Yunus, Karac’oğlan ve Hazret-i Farâbî’nin de ilim çeşmesinden kana kana nasibini almış bir mütefekkir Tural Hoca…

Şiir Konulu Sohbet’… sadece bu başlık altındaki bölümü okumak için bile bu kitabı edinmeye değer. Diğerleri mi? Onlar, gül endamlı sultanın değerini sonsuzlaştıran mücevherlerdir.  (s: 69-151)

***

Bölümler arasındaki sayfalara yerleştirilen berceste kabilinden kısa metinler:

<>Ataların, târihin ve toprağın ruhundan gelen mesajlarla çağdaş ihtiyaçları yoğurup kendi(miz) olma duyarlılığını nazma taşıyan şâirlere selâm olsun. Onlar, sözlük ülkesinde yorulmazlıkla dolaşıp Allah’tan, ataların ve toprağın ruhundan utanarak edebe ve hikmete aracılık eden süzülmüş söz bütünlükleri yaratıyorlar. Onlar toplumun, öğretmen ve bilge arayışını da karşılayarak benzeşmeyi, bütünleşmeyi artırıyorlar. Kelimeler ordusuna komutlar vererek duygunun, düşüncenin, hayalin bediî tefekkür ile bezeli meyvelere dönüşmesini sağlayan şâirler, söz ülkesinin ganimeti irfan olan muzaffer fâtihleridir.

<>Şiir, çok özel yollarla bir bilgi türü, çok özel bir yapı kazandırılarak çok özel bir âhenk ve biçim ile paylaşıma sunulmuş bir özel söz iklimidir. Şiirdeki bilgi; ilhamın, feyzin, basiretin, hayretin ve kendi sınırlarını bilmeye bağlı çok özel heyecanların yarattığı çok özel bir beyandır. Bu beyanın, aklın sessizce oturup seyrettiği özel duygu sarsıntıları sırasında ve sonrasında oluştuğu da paylaşılası kılmanın gereklerini beklediği de bilinmelidir.

<>İnsanların kendi türlerinden olanlarla, bitkilerle ve coğrafya ile ilişkilerini özel bir duyarlılıkla anlatma ihtiyacı dilleri zenginleştirdi. Zamanın öğüttüğü varlıklar akıp giderken târihten mit’e, destan’a akan duyarlılığın ürünü olan nazımlı anlatımlar, dilin ve kültürünün temellerini ve şiir ile şiiriyetin ilk basamaklarını oluşturmuşlardır.

<>Şiirin mîmârisini kuran âhenge, nazım şekline ve duygu, hayal unsurlarının tefekküre dönüştürülmesine mahsus değerlendirilmeler, edebiyat araştırmacılarının yetkisinde sayılmalıdır.

Bütün mesele, edebiyat metinlerine, özellikle de manzum metinlere ortak-gerekli sorularla yöntemlice yaklaşıp tefekkür katmanlarını ortaya çıkarma anlayışında birleşmektir.

 <>Genel olarak nazım, özel olarak da şiir, fikrin imbiklenmesi, duygu ve hayalin damıtılması sonucu oluşan söz mîmârisidir.

<>İnsan, duygu ve hayalin gözü ile dilini de fikrin dilini de, bir özel iletişim dili ve mîmârisi olan nazma emânet edip ortaklıkları çoğaltarak şiir adı verilen bir kültür yarattı.

<>Şâir, kendi ruhuyla karşılaşmanın şaşkınlığıyla, merâmını anlatmaya çalışarak ömür tüketen insandır.

<>Her edebiyat eseri dil mîmârisinin sonucu olan özel bir yapıdır. Dilin mecazlar sistemi, birçok şiirin, bir veya iki nesil sonra kapılarının kilidi paslanmış, içinde hazine bulunduğu söylenen metruk bir binaya dönmesine yol açıyor. Bu binaya girmek, elle tutulmaz gözle görülmez olan zamanı yakalayıp bilgiye dönüştürmek zor, ama mümkün.

<>Şâirler, duyarlılığı ve cesâreti bizden fazla olan; gördükleri güzellik veya çirkinlikleri paylaşma ihtiyacı ile kıvranan insanlardır. Onlar, ataların, târihin ve toprağın ruhundan gelen mesajlar ile çağdaş ihtiyaçları yoğurup kendi(miz) olma duyarlılığını nazma taşıyan elçilerdir. Şâirler, yarattıkları edebe, hikmetli ilhama aracılık eden söz bütünlükleriyle Allah ’tan utanma, ataların ruhuyla bağlantılanma bilincinin canlı kalmasını sağlıyorlar. Onlar, toplumun öğretmen ve bilge arayışını da karşılayarak benzeşmeyi, bütünleşmeyi artırıyorlar. Şâirler, kelimelere komutlar vererek duyguyu, düşünceyi ve hayâli imbikleyerek eser yaratanlardır. Onların var ettikleri eserler ile söz ülkesi zenginleşmektedir.

<>Şiir, aynı duygularla heyecanlananların bir sözlü koro oluşturmasına yol açan ahengin kanatlandırdığı ifâdedir.

<>Şiir, çağrışım halkaları arkasına saklanması başarılmış bulunan mazmun adlı özel bilgi oluşturma ve paylaşma alanıdır.

<>İnsanın trajedisi ‘doğum’la başlar. Uyanık olma, uykunun; gençlik, ihtiyarlığın; dirim (tirim). ölümün vb. zıttı olan gerçeklikler, idrak sâhiplerini uyaran mantıkî tezatlar silsilesini oluşturur. Bizler, edebî eseri meydana getiren mantık ve beş duyuyu aşan tezatların yarattığı kompozisyona daha yakından bakmak mecburiyetindeyiz. Trajik ve traji-komik hâdise ve durumların hangi kelimelerle anlatılacağını, öncelikle şâirler, sonra da hikâyecil piyes, yazarları ve romancılar bilirler. Bu şiirdeki parıltı ve soğuk kelimeleri ‘soğuk kılınanın parıltıları’ şeklinde yan yana getirilirken, bir tasvir değil, tebliğ, telkin, tembih, tavsif unsuru olarak kontrast oluşturulmuştur. Şâir, rüyada da olsa gerçeğinin bahar mevsiminde çıkıp gelmesi ve ölüm korkusu ile yaşama sevinci kontrastını orijinal bir şekilde takdim etmektedir.

<>Nazım; ritmi ve âhengi vezin (hece, aruz) ile mısra sonlarında yer alan kafiye/ayak/ uyak adlı ses benzeşmelerinden oluşan bir yapıdır. Bu yapının diğer unsuru ise sarsılmalara yol açan duygu ve hayalin tefekkür imbiğinden geçirilip mazmunlaştırılmasıdır. Bu yapılardan bazıları kulübe, gecekondu, bazıları bağımsız tek, iki katlı ev, çok odalı konak, apartman dâiresi, bazıları ise. saraydır. Nâdiren bazıları da, çevresini ve içini gezerken duyduğum hayranlık sebebiyle birkaç ay rüyalarıma giren Tac Mahal gibi anlatılması çok heyecanlandırıcılığa sâhiptir.

<>Şiirin işlevi konusunda, genç şâirlerin veya ideoloji bezirgânlarının bâzen parıltılar taşıyan fakat şiiriyete sırtını dönmüş izahlarını bir kenara bırakmak gerekir. Şiirin işlevi, insanı çirkinden, basitten, bayağıdan, alelaâleden, nahoştan kurtarıp duygu ve hayâl bakımından ‘hoş’un, ‘güzel’in ve ‘ulvî’nin yanına çıkarma çabası; âhengin aracılığını da kullanıp insanı, yaradılış gayesine yabancılaştırmaktan alıkoyma arzusu; bu çaba ve arzuyu başkalarıyla paylaşma düşüncesidir.

<>Uzayda ışık olduğu hâlde ses yokmuş. Şöyle düşünüyorum: Allah mutlak sessizliği hem yaratmış, hem de kendisine tahsis etmiş. Söz, her zaman eleklerden, imbiklerden -yeterince- geçirilip beyan kıvamına ulaştırılamaz. Hem güzel, hem idrak seviyelerine göre etkileri farklı, hem derin ve geniş, hem de tefekküre ulaştıran beyan nitelikli ifâdeler, İlâhî vahye mahsus bir hikmettir. Vahiy, insanın yaratılma sebebini tefekkür etmesini, ahsen-i takvim hâlini hatırlamasını sağlayan bir söz ve ses mîmârisidir. Rab, insana işitme ve güzel etkili ses bütünlükleri oluşturma yetkisi vermiş. İşitmenin ve işittirmenin özeli ve güzeli ise, ritmi ve âhengiyle çok farklı olan mûsikidir. (DEVAM EDECEK)

3 Kitap, KorKut Yayınları’nın neşriyatıdır:

KURKUT YAYINLARI: İzmir Birinci Cadde Nu: 33/21 Kızılay, Ankara. Telefon: 0.312-417 81 21

Tek Adama Dayalı Sistem

Hatırlatmak isterim;
Türkiye efsanesi Köy Enstitüleri, 1940 yılında iş ve eğitimi bir araya getirmek, öğretmenler yetiştirmek amacıyla Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel tarafından kurulan sistemdir. Köy Enstitüleri, tarıma el verişli bölgelerde, entelektüel öğretmenler yetiştirmek için köylülerin katkılarıyla oluşturuluyordu
*
1935 yılına gelindiğinde nüfusunun yüzde 80’ini oluşturan köylerde, eğitim çağındaki çocukların ancak yüzde 25’ine eğitim verilebiliyordu. Kırk bin köyün 35 bininde öğretmen ve okul yoktu.
Yeni bir sisteme, yeni bir canlanmaya gereksinim vardı. İşte Köy Enstitüleri sistemi bu arayıştan doğdu.
Araştırmalara göre; Köy Enstitüleri sayesinde 1940 ve 1946 yılları arası 15 bin dönüm tarla tarıma elverişli hale getirildi ve bu tarlalarda üretime başlandı, 750 bin fidan dikildi, 1200 dönüm bağ oluşturuldu, 150 büyük çaplı inşaat, 60 işlik, 210 öğretmen evi, 36 ambar ve depo , 48 ahır ve samanlık, 100 km yol, 16 su deposu, 12 tarım deposu, 20 uygulama okulu ve 12 elektrik santrali yapıldı.
*

Tarım ve hayvancılığı darbe vuran; bugünkü ekonomik darboğazına girmemizin başlangıcı sayılacak Amerikan patentli zihniyeti kavrayalım:

Cumhuriyetin en başarılı eserlerinden biri olan Köy Enstitüleri sisteminden alınacak birçok ders vardır. Geçmişte başarıyla uygulanmış bu sistemden bugün de yararlanılabilir.

*

Ülkesine hizmet etmiş, vergisini vermiş bir yurttaş olarak; iktidarın ülkeyi getirdiği ekonomik çıkmazları görünce, varlık içinde yokluk yaşadığımızı görünce işte ‘’Tek Adama Dayalı Sistem’’ buymuş diyorum.

*
Uzmanların ifadesiyle Ülkenin ihtiyaç duyduğu buğday üretiminin % 40 ini ithal etme durumundayız.
Rusya’nın Ukrayna’yı işgal için savaş çıkartması en çok buğday aldığımız( ithal ettiğimiz buğdayın % 90 bu iki ülkeden yapılıyor) iki ülke açısından ekmek fiyatlarına olumsuz yansıma durumu varsa; Ayçiçeği yağının % 70 Ukrayna’dan ithal ediliyor ise… Daha birçok gıda ürünlerini ithal etmek zorunda kalmışsak ki düne kadar ihraç ettiğimiz gıda ürünleri;
Hayvancılığı dar boğaza sokmuşsanız….Yanlış giden bir şeyler var.
Ülkeyi yönetenlere sormamız gerekir:
Bulgaristan torağı kadar toprağımız işlenmez çorak halde bırakılmış ise; iktidar ne yapıyor?
İktidar neyle uğraşıyor?
*
Hayat pahalılığı( enflasyon) gittikçe yükseliyor; vergisini veren vatandaşın alım gücü daraldı; dar gelirli açlık sınırında; işsizlik hat safhada.
Nasıl politika üretiliyorsa; çalışanlar fakirleşiyor, patronlar zenginleşiyor(!)
Yirmi küsür yıldır Tek Adam Rejiminin ülkeyi taşıdığı nokta desem;
Yanlış mı dersiniz?
*
Özellikle Partili Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, tam anlamıyla çöküşü hızlandıran bir yapıya dönüştü. Sorun çözme kabiliyetini kayıp eden iktidar, uzmanlaşmış bürokrasi ve paylaşımcı bakanlıklar koordinasyonu yerine, karar alma yetkisini tek kişiye indirgedi. Böylece bütün sorunların çözümü, tek kişi, tek akıl, tek yetenek ve tek beceriye kalınca, o tek kişide varlık gösteren tek kapasite, ister istemez çözümsüzlük üretmeğe başladı. Nihayetinde hiç kimse, ekonomide, sanatta, sporda, hukukta, bilimde kısacası her alanda en iyi bilen olamaz. Bu, insan kapasitesinin üstünde bir yüktür. Hâliyle, bir ülkenin en temel sorunlarının çözümünü de ondan bekleyemeyiz. Çok sorunu, her bir sorunun uzmanlık gerektiren özelliklerini bilen kolektif akılla çözebiliriz.
*
Hukukun üstünlüğüne dayanan, fikir ve inanç özgürlüğünü önceleyen, yönetimde demokratik, laik sistemi esas alan, ortak aklın öne çıkması adına Parlamenter sistemin olmazsa olmazı olan, diğer bir ifadeyle ‘’demokratik Parlamenter Sistem’’in eksiksiz çalıştırılmasıyla güven temelinde, adaletin tecellisi ekseninde sorunların çözümü esas alınmalıdır.
*

Halkın tercihiyle iktidar olmuş demokratik güçler için Demokrasi bir anahtardır, problemleri çözme biçimidir. Demokrasi, devletinin, milletinin, bayrağının bayraktarlığını yapacak liyakatli, vasıflı, aydın kültürlü insanları öne çıkaran bir rejimdir.
Kapıları sizin gibi düşünmeyenlerin üzerine kilitleyerek demokrasiyi kilitleyemezsiniz, kapıları sizin gibi düşünmeyenlerin üzerine kilitleyerek millî iradeyi kilitleyemezsiniz, kapıları sizin gibi düşünmeyenlerin üzerine kilitleyerek sosyal kurumları kilitleyemezsiniz.
İlkeleriyle, yaşanan tecrübelerle hayata geçirilmiş ‘’devlet aklını’’kullanmayıp, ‘’tek adam’’diye adlandırılan anlayışla karar verirseniz yanlış üstüne yanlış yaparsınız; ülkenin itibarında güvensizlik yaratırsınız.
Bugün ülkemiz içte ve dışta bu güvensizliği yaşamaktadır kanaatindeyim.
*
Çağdaş anlamda Köy Enstitülerinin yeniden yapılanması düşünülmeli. Örneğin, halkçılık ve toplumsal kalkınma adına çağdaş ülkelerdeki benzeri gibi özerk çalışan, devlet destekli bir araştırma enstitüsü kurulabilir. Kurulacak bu enstitünün bilimsel araştırmalarından, önerilerinden ülkemiz hatta bütün insanlık yararlanabilir.

Kocaeli’nin “Worldclass” Değeri, Prof.Dr. Tahir Serkan Irmak

Prof.Dr. Tahir Serkan IRMAK aslında tüm Türkiye’nin tanıdığı bir isim. Özellikle deprem dönemlerinde hemen hemen her akşam ulusal kanallarda deprem hakkında yorum yapan uzmanlardan biri. Kendisi gerçekten alanında son derece önemli bir otorite.

Serkan Hoca’yla tanışmamız birkaç yıl öncesine dayanıyor. Dr. Süleyman Pekin’in Aydınlar Ocağı Başkanı olduğu dönemde Süleyman Ağabey’in yönetiminde birlikte görev almamızla başlayan tanışıklığımız, aradan geçen zaman içerisinde dostluğa dönüştü. Süleyman Pekin Ağabey’den Aydınlar Ocağı Başkanlığı görevini devraldığımız zaman, Serkan Hocam da ricamızı kırmayarak yönetimimizde görev almayı kabul etti. Hala Kocaeli Aydınlar Ocağı yönetiminde birlikte görev yapıyoruz.

Prof.Dr. Tahir Serkan Irmak, Jeofizik ve Deprem Mühendisliği alanında uluslararası çalışmalar yapan sayılı isimlerden biri. Kahramanmaraş depremleri üzerine yaptığı araştırma sonucu İngilizce olarak kaleme aldığı “Supershear triggering and cascading fault ruptures of the 2023 Kahramanmaraş, Türkiye, earthquake doublet” adlı akademik makale, dünyanın en saygın akademik dergilerinden biri olan Science Dergisi’nde yayınlandı.

Aynı akademik makale bugün itibariyle, yine dünyanın en saygın akademik makale havuzu olan Web of Science Core Collection’da alanında en çok alıntılanan %1’lik dilime girerek “Highly Cited Paper” (Çok Alıntılanan Makale) kategorisine yerleşti.

Peki, bu ne anlama geliyor?

Çok alıntılanan bir makale, özellikle de dünya genelinde çok alıntılanan bir makale, o makalenin yazarının dünya genelinde kabul gören bir otorite olduğu anlamına gelmektedir. Türkiye’deki üniversiteler tel tel dökülürken, Dünyadaki ilk 500 hatta ilk 1000 üniversite sıralamasına Türkiye’den üniversiteler giremezken, Prof.Dr. Tahir Serkan Irmak’ın bu başarısı ayakta alkışlanmayı hak ediyor demektir.

Bu vesileyle kıymetli Hocam ve yol arkadaşım Prof.Dr. Tahir Serkan Irmak’ı tekrar tebrik ediyor, başarılarının devamını ve bu ülkede kadrinin kıymetinin bilinmesini diliyorum.

Prof.Dr. Tahir Serkan Irmak Kimdir?

26.10.1972 Trabzon doğumludur. Lisans eğitimini Karadeniz Teknik Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Jeofizik Mühendisliği Bölümünde, Yüksek Lisansını Kocaeli Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Jeofizik Mühendisliği Bölümünde; ikinci yüksek lisansını Tokyo Üniversitesi, Deprem Araştırma Departmanı, Deprem Bilgilendirme Merkezi’nde; Doktora eğitimini Kocaeli Üniversitesi, Mühendislik Fakültesi, Jeofizik Mühendisliği Bölümünde; Post Doktora eğitimini ise Almanya’da Alman Coğrafi Araştırma Merkezi’nde tamamlamıştır. Halen Kocaeli Üniversitesi Mühendislik Fakültesi, Jeofizik Mühendisliği, Sismoloji bölümünde öğretim üyesi olarak görev yapan Prof.Dr. Tahir Serkan IRMAK, bir çocuk babasıdır.

“Merkez Muhalefet” Kimdir?

Türkiye ilginç olaylar yaşıyor. Benim tarafımdan bu “gündemi koşturmak” olarak niteleniyor.

Gündemi bilerek ve kasten koşturmalarının tek nedeni Türk Milletinin olan biteni anlamasının önüne geçilmek istenmesidir.

Öyle olunca istediklerini çok rahatlıkla yaşama geçirebileceklerini düşünüyorlar. Nitekim birçok kez böyle oldu.

Türkiye’de uzun süreli bir iktidarın varlığı hepimizin malumu olduğu üzere muhalefetin dizaynı ile mümkün olabilmiştir. Yani iktidarı var eden ve iktidar da tutan güç muhalefeti de istediği gibi yönetip yönlendirmiştir. Bunu olan bitenlerden rahatlıkla görebiliyoruz.

Bu muhalefete “sarı muhalefet”, “naylon muhalefet”, “yalandan muhalefet”, “sahte muhalefet” gibi isimlendirmeler yapılmıştır. Bunlar ne yazık ki, ülkemiz siyaseti adına utandırıcıdır!

Yine son günlerde yaşanan gelişmeler bize bu durumu ispat eden somut göstergeler olmuştur…

Örneğin idam mahkûmu hain bölücü başının TBMM’ye getirilip konuşturulmak istenmesinde muhalefetin iktidarı destekler mahiyette sessizliği vardır. Yine Suriye’de olan bitenler hakkında sözde “ana muhalefet” sus pustur. Fakirlik ve yoksulluk hatta halkın bir kısmının açlıkla imtihanı konusunda muhalefet partileri gerektiği kadar seslerini çıkartmamaktadır. Sebebi ise Türkiye’deki Neo liberal politikaların uygulanması konusunda iktidar cenahından (Akp-Mhp -Hüda Par-DSP-BBP) farklı düşünmüyor oluşlarıdır. Yine muhalefetmiş (!) gibi yaparak sözde ana muhalefet partisi CHP tarafından TBMM’ye taşınan Gelecek, Saadet, Deva girmenizdir bu partilerin iktidar partisine gidecekleri ciddi ciddi konuşulmaktadır. Daha önce de bir eski muhalif genel başkan Saray’a giderek Cumhurbaşkanı ile fotoğraf vermiştir.

Bu hususlar ülkenin geleceğinden endişe duyan ve muhalif düşünce taşıyan insanlarımız için üzüntü verici hususlardır.

Türk halkının gerçekleri haber almasının önüne medyanın karartılması ile de geçilmektedir. Öyle ise halkın göreceği şekilde “eylemli toplumsal muhalefet” gereklidir. Ancak bu da muhalefet görevini yerine getirmeyen muhalefetmiş gibi yapanlarca görülmezden gelinmektedir.

O zaman bize muhalefet görevini hakkıyla yapan bir gerçek muhalefet gereklidir.

Ben buna “Merkez Muhalefet” adlandırmasını yapıyorum.

Günümüzde Türkiye’de tek gerçek muhalefet vardır o da bugüne kadar bu konuda kendini ispatlamış olan Zafer Partisidir. Ben onu yukarıda izaha çalıştığım nedenlerle siyasetin ve muhalefetin merkezine konumlandırarak “Merkez Muhalefet” olarak niteliyorum.

Zafer Partisi sadece sığınmacılar konusunda değil, ekonomi, anayasa, enflasyon, tarım ve hayvancılık, dış politika sosyal sorunlar başta olmak üzere tüm başlıklarda ki, çözüm önerileri ve eylemli toplumsal muhalefet konusunda öne çıkışı (asgari ücretin ilanı ile Zafer Gençliğinin aynı gece meydanlara inişi) ile diğer muhalefet partilerinden bariz bir şekilde ayrılmaktadır.

Bu ona eskiden ana muhalefet olarak tanımladığımız görevi fiilen vermektedir. İşte ben buna halkımızın toplanacağı bir “Merkez Muhalefet” adlandırması yapıyorum.

Halkımızın da bu konuya dikkat ederek değerlendirmelerde bulunması bizi yarınlarda çözüme taşıyacaktır.

Prof. Dr. Sâdık K. Tural’dan 4 Adet Muhteşem Eser:

(Üçüncü Bölüm)

2-Edebiyat Bilimine Katkılar (İkinci Cilt)

‘Sorulara Cevaplar’ isimli kitapla aynı ölçüde ve aynı yayınevinin okuyucuya sunduğu eser 320 sayfadır. Doktora öğrencisi Hatice Ayan’ın editörlüğünü üstlendiği eserde ele alınan konular, hayli zengin ve ihatalıdır:

*İnsan Dil ve Edebiyat İklimi.   

*Edebiyat Bilimine Giriş.

*Edebî Değer Kavramının Arka Planı Üzerine.  

*Edebiyat Eserinin Ana Öğesi: Bakış Açısı.  

*Sanatçının İç Dünyâsı Farklıdır.

*Tahkiyeli İfâdenin Adı Tartışmalı Öğesi.  

*Filozof, Şâir, Romancı.  

*Yüzyılımızın Yeni Velîsi Cengiz Bey. 

*Günerkan Aydoğmuş’un Başarısı.  

*Çınar Ata’nın Yeni Romanı: Asla Boyun Eğme. 

  *Mit, Târih, Roman ve Nurmemmedoğlu’nun Eseri Üzerine. 

*İmdat Avşar’ın Hikâyelerinin Düşündürdükleri 1      

*İmdat Avşar’ın Hikâyelerinin Düşündürdükleri 2

*Yahya Kemal’in Arayışlarının Yol Açtığı Bir Edebî Topluluk; Nâyiler.        

*Şâir Mehmet Akif.

*Bizim Yahya Kemal’imiz.         

*Deneme Kavramı ve İsmet B. Binatlı’nın Kitabı Üzerine.  

*Sohbetler Adlı Eserin Düşündürdükleri.

*İki Aydın’ın Anlamlı Çalışması: Bilmeceler.  

*Hüsün ve Şiir İle ‘Genç Kalemler’ Dergilerine Dâir Notlar.

*Dergiler Birer Çoban Ateşidir.

Eserin son sayfaları; Sâdık K. Tural’ın Özgeçmişi, Ana Kavramlar Dizini ve Kişi Adları Dizini konularına tahsis edilmiştir.

Evvelâ ve mutlaka belirtilmeli: Bu eser, okyanuslar kadar engin ve derin, hatta uzay gibi uçsuz bucaksız… Kültür, ilim, fikir, irfan ve tefekkür kapılarını ardına kadar okuyucuya açıyor. Bütün ilimlerin hem anası hem babası olan felsefe başta olmak üzere sosyoloji, mantık, pedagoji ve husûsen edebiyat ve İslâm felsefesi gibi konuları, öpüp başımıza götürecek kadar, musafaha edecek kadar yakınımıza getiriyor. Hattâ ‘fark ettirmeksizin, yormaksızın bizi oraya taşıyor’ demek daha doğru olur. Âdetâ sebil… kısmeti olanlar hisselerine düşeni fazlasıyla alabiliyor.

Yolculuk, ilk makalenin ilk cümlesiyle başlıyor: “İnsan, ‘kendi’ olmak üzere, ‘kendisine özgü’ olan bir yapı ile yaratılmıştır.  Bu yapı, en güzel ve en özel kavramlandırma ‘ahsen-i takvim’ ile var edilmiştir.

Devamını, ilk makalenin ilk paragrafından okuyalım:

Allah yoktan var eden, yaratan, yarattıklarının işlev, işlerlik ve ömür sınırlarını belirleyen; sınırsız bilgi, akıl, erk sâhibi güçtür. Allah, insana, kendisine özgü gerçeklerden yola çıkarak önce kendi hakîkatini, sonra da Rabb’in (rubûbiyetin) hakîkatini bulma hakkı ve görevi vermiştir. Her insan ayrı bir ülkedir; parmak izleri ve işitme sistemindeki tek kişilik çok özel ayrıştırılmış yapılanmalar dikkate alındığında, beyindeki sisteme ait çok özel bir yazılımı ve onun işleyişini aramak gerektiği anlaşılır.

İns kelimesi yaklaşan, bir arada olmak isteyen, ünsiyet kurmaya yatkın bulunan, bu özelliği ile hem bedenlenmelere, hem de değer ve davranışlara yol açan özel yaratık anlamına gelen bir kavramdır. İns’in işlerliğinin ve işlevinin göstergesi zekâ adlı bir özel donanıma sâhip olmasıdır. İns adlı yaratık, kendiliğinin temellerini oluşturan özel donanımını hem bilgilerle zenginleştirmesi hem de kullanması arttıkça, insansı olmaktan kurtulup insan olmaktadır.

Makalenin devamındaki 3 adet ara başlık, cümlelerinin her biri metin muhtevâsının derinliği ve enginliği hakkında okuyucuyu haberdar ediyor:

*İnsan olma sürecinin anahtarı zekâdır. *Yaratılmışlığın ilk ögesi dildir. *İnsan niçin yaratıldığını düşünebilir (mi?) 

35. sayfada, kitaba isim olarak tercih edilen konulara giriliyor: Edebiyat bilimine giriş: Sanat nedir? Hangi ihtiyacı karşılıyor? Okumayan, okumadığı için anlayamayan, anladığını zannettiği meseleyi anlatamayanların da kolayca anlayabilecekleri ve anlatabilecekleri cümleler…

103-128 aralığındaki sayfalarda, az bilinen bir kelime hakkında bilgiler var:

Tahkiye: İnsan yaşadıklarından bir kısmını veya tamamını, başkalarının hayatına ait duyduğu ve/ veya şâhit olduğu olay(lar)ı anlatarak paylaşmak ihtiyacı duymaktadır. Anlatma ihtiyacı öyle güçlü bir dürtüdür ki, bazı insanlar olay(lar)ın nasıl olduğunun kendi ağzından dinlenilmesi gerçekleşmedikçe, rahatlayamaz. Bu ihtiyacını giderenlerden bir kısmı ise, yeni bir bütünlük (kompozisyon) oluştururlar ve edebiyatçı (edip, muharrir, yazar, şâir, nazım…) unvanı kazanırlar.

Hikâye etme yolu ile anlatım (tahkiyeli anlatım; öyküleme yolu ile anlatım; narration, recitale) bir konunun veya ana fikrin, olmuş veya tasarlanmış olaylara dayandırılarak ifâdelendirilmesidir. Tahkiye kavramı,  içinde en az bir olay/eylem öğesi bulunan vak’aya dayalı beyan bütünlüklerinin genel adı ve sıfatıdır. Anlatılan olay(lar)ın ilgi çekici, etkileyici ve hâfızada iz bırakıcı bir yapı olarak sunulmasında yer alan inceliklerden hem her birine, hem de oluşturduğu toplam atmosfere tahkiye denilir. ‘Tahkiyeli bütünlük’ün yapılandırılması sırasında, anlatıcı, gerçekten olmuşlara ve onlarda rol alanlara yaklaşımda ve kendi tasarladıklarında belirli ölçü ve şartlarla hürdür. Bu hürriyet keyfilikler, saçmalıklar, bayağılıklar olarak kullanılamaz.

Edebiyat hayatını oluşturan ‘edebiyat eseri’ nitelikli ifâde birlikleri, bir topluluğun, toplumun, insanlığın kültürel ihtiyacına cevap veren ‘edebî değer’  bulundurur. Edebiyat eserlerinin çoğunluğunu tahkiyeli eserler oluşturmaktadır.

129. sayfadan itibaren son dönem Türk dünyâsı edebiyatının adaşı Cengiz Dağcı ile birlikte en büyük yazarı Cengiz Aytmatov hakkında bilgiler veriliyor.

Cengiz Aytmatov gerek yaşadığı hayat, gerekse yazdığı; Manas Destanı başta olmak üzere Kırgız kültürünün binlerce yıllık sözlü geleneği olan masallar/efsaneler/ türküler olmak üzere kitap hâlinde yayınlanmış eserleri ile bir edebiyat ve kültür âbidesidir:

Yüz Yüze (1957), Deve Gözü (1960), İlk Öğretmen (1961), Al Yazmalım Selvi Boylum (1963), Toprak Ana (1963), Kızıl Elma (1964), Elveda Gülsarı (1968), Oğulla Buluşma (1969), Beyaz Gemi (1970), Fuji Dağının Tepesi (1973), Erken Gelen Turnalar (1975), Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek (1977), Gün Uzar Yüzyıl Olur (1980), Dişi Kurdun Rüyâları (1986), Beyaz Yağmur (1990), Cengiz Han’a Küsen Bulut (1990), Yıldırım Sesli Manasçı (1990), Kassandra Damgası (1995), Kuz Başındaki Avcının Çığlığı (1997), Çocukluğum (1998), Sokrat’ı Anma Gecesi (2000), Sultan Murat (2016).

Onu gönüllere yerleştiren insânî düşüncelerinden birinin özeti:

Nerede, hangi zamanda, hangi mekânda olursa olsun ve hangi mensubiyete bağlı bulunursa bulunsun; insan türünden birine verilen zarar, bütün insanlığa verilmiş zarardır..

Doğrusu insan, başkalarını anlatırken hep kendini arar. Aytmatov da başkalarının hikâyesini anlatırken hep kendini bulmaya çalıştı. Simurg kuşu gibi, hem bütün insanlarda kendini hem de kendinde bütün insanlığı duymaya çalıştı. Bu ve benzeri düşüncelere sâhip olmak, adâletle insanî değerlere saygılı olan hür ve demokrat ülkelerde yaşayan herkes için normaldir. O, bu düşünceyi, böyle düşünenlerin katledildiği, sürgüne gönderildiği, ölümle birlikte yaşamaya mahkûm edildiği bir yönetim içerisinde terennüm ediyordu.

Sâdık Tural’ın berceste cümlelerle çizdiği muhteşem Cengiz Aytmatov portresi:

Çok büyük şâirler, büyük roman yazarları hem de tiyatro yazanlar atalarının ruhlarından haber alıyorlar. Ata-babalarının sözlerini duyup, düşünüp muhakeme edip bugün yaşayan adamlara düşündürüp ulaştırıyorlar. Hayçı, şaman denilen insanlar, bilge, veli gibi başkalarını bilgilendiriyorlar.

Bir halkı millet yapan dilidir; bir dili milletin dili hâline getirenler önce şâirler ve romancılar, hikâyeciler, sonra ilim adamlarıdır. Kırgız halkını ve Kırgız Türkçesini dirilten, özüne sâhip çıkmaya çağıran Cengiz Aytmatov’dur. Aytmatov Kırgızların ve Türk dünyâsının övüncü, dirilticisi ve büyük oğludur.

Mankurtluktan insanlığa giden bir dünyânın dâvetçisi olan büyük yazar, büyük filozof, psikolog Cengiz Ağa Aytmatov’un 70 yaşını saygı ve sevgiyle kutluyorum.

Belli bir hacim içerisine sığdırılması gereken bu bölümdeki diğer yazıların mânevî varlığından ve yazılarda adı geçen şahısların gıyabından özür dileyerek ‘Edebiyat Bilimine Katkılar’ isimli kitap hakkındaki yazıyı; Tural Hoca’nın bir soruya verdiği cevap ile tamamlıyorum:

Defalarca gittiğim Azerbaycan, Türkmenistan, Kırgızistan ve Kazakistan ile Dağıstan ve Tataristan adlı coğrafyalarda Türk töresinin bazı değer ve davranışlarının yaşadığını görür, bulur heyecanlanırım. Heyecan, düşünceye önderlik ederse göremediklerinizi görebilir, önem vermediklerinizi fark edersiniz, değerlendirirsiniz. Sovyetik sistemin -her savaşta binlerce kişisini cephelere sürüp yok etmek dışında- çok da başarılı olamadığı Türkmenistan, Türk töresinin yaşatıldığı bir Türk kültür laboratuvarıdır. Halk hikâyeleri ve onlarda yer almış nazım parçaların: yaşı kırk ve üstünde olanların ezbere bildiğini, atalar sözleri ile birbirlerini eğitip öğütlü kıldıklarını görmek isterseniz Türkmenistan’da bir hafta, on beş gün kalın lütfen. Son yirmi yıl içinde şehir sayılan beş altı merkezde etki ve işlevini yitirmiş olan gelenek ve göreneklerin, davranış ve değerlerin bir köyde yaşadığına şâhit oldum. Annaguli Bey’in ailesinin yaşadığı köyden bahsediyorum. Diğer yandan yaşatılası değer ve davranışları, ‘Çöl Pazarı’ adı verilen -köylerden gelen insanların ürettiklerini pazarladığı- yerde de görebilirsiniz. Türkmenistan Kol Yazmaları Enstitüsünde -içindeki misafirhanesinde kalıyorduk- geceleri görebildiğim bir hazine var. Orada bulduğum Me(h)ti Köseyev metnini Annaguli Bey’in yardımı ile aldırıp O’nunla birlikte yayınladığım: konunun uzmanları bilirler. Yine orada Guroglı, Köroğlu kol(boy)larına ait metinler -yüzü aşkın defter idi- de araştırıcısını beklemektedir Ortaklaşa yapılacak çok iş var: TÜRK DÜNYASI ORTAK EDEBİYATI PROJESİ sonuçlandığında Çağdaş Türk Dünyâsının roman, hikâye ve piyeslerinin ilk örneklerini yayımlayabileceğiz.    

(Devam Edecek)

KOÜ’lü akademisyenlerin makaleleri WOS’da önemli atıf kategorilerine yerleşti

Kocaeli Üniversitesi Mühendislik Fakültesi öğretim üyeleri Prof.Dr. Müslüm Arıcı’nın iki, Prof. Dr. Tahir Serkan Irmak’ın bir makalesi Web of Science Core Collection’da alanında en çok alıntılanan önemli atıf kategorilerine yerleşti

KOÜ'lü akademisyenlerin makaleleri WOS'da önemli atıf kategorilerine yerleşti

Kocaeli Üniversitesi Mühendislik Fakültesi öğretim üyeleri Prof.Dr. Müslüm Arıcı’nın iki, Prof. Dr. Tahir Serkan Irmak’ın bir makalesi Web of Science Core Collection’da alanında en çok alıntılanan önemli atıf kategorilerine yerleşti

Kocaeli Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Öğretim Üyesi Prof.Dr. Müslüm Arıcı’nın “Exploring mushy zone constant in enthalpy-porosity methodology for accurate modeling convection-diffusion solid-liquid phase change of calcium chloride hexahydrate” isimli araştırma makalesi Web of Science Core Collection’da, alanında en çok alıntılanan yüzde 0.1’lik dilime girerek “Hot Paper” kategorisine, “Numerical thermal control design for applicability to a large-scale high-capacity lithium-ion energy storage system subjected to forced cooling” isimli araştırma makalesi ise Web of Science Core Collection’da, alanında en çok alıntılanan yüzde 1’lik dilime girerek “Highly Cited Paper” kategorisine yerleşti. Kocaeli Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Öğretim Üyesi Prof.Dr. Tahir Serkan Irmak’ın “Supershear triggering and cascading fault ruptures of the 2023 Kahramanmaraş, Türkiye, earthquake doublet” isimli araştırma makalesi Web of Science Core Collection’da, alanında en çok alıntılanan yüzde 1’lik dilime girerek, “Highly Cited Paper” kategorisine yerleşti.

https://www.cagdaskocaeli.com.tr/haber/22905348/koulu-akademisyenlerin-makaleleri-wosda-onemli-atif-kategorilerine-yerlesti
mask

KOÜ'lü akademisyenlerin makaleleri WOS'da önemli atıf kategorilerine yerleşti
KOÜ'lü akademisyenlerin makaleleri WOS'da önemli atıf kategorilerine yerleşti

Haber albümü için resme tıklayın+

ABONE OL

Kocaeli Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Öğretim Üyesi Prof.Dr. Müslüm Arıcı’nın “Exploring mushy zone constant in enthalpy-porosity methodology for accurate modeling convection-diffusion solid-liquid phase change of calcium chloride hexahydrate” isimli araştırma makalesi Web of Science Core Collection’da, alanında en çok alıntılanan yüzde 0.1’lik dilime girerek “Hot Paper” kategorisine, “Numerical thermal control design for applicability to a large-scale high-capacity lithium-ion energy storage system subjected to forced cooling” isimli araştırma makalesi ise Web of Science Core Collection’da, alanında en çok alıntılanan yüzde 1’lik dilime girerek “Highly Cited Paper” kategorisine yerleşti. Kocaeli Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Öğretim Üyesi Prof.Dr. Tahir Serkan Irmak’ın “Supershear triggering and cascading fault ruptures of the 2023 Kahramanmaraş, Türkiye, earthquake doublet” isimli araştırma makalesi Web of Science Core Collection’da, alanında en çok alıntılanan yüzde 1’lik dilime girerek, “Highly Cited Paper” kategorisine yerleşti.

Fötr Şapkalı Çoban Sülü

Benim yaş grubum, Süleyman Demirel’in politikaya girdiğinden bu yana Sayın Başbakan, Sayın muhalefet lideri, Sayın Cumhurbaşkanı olarak yakından takip etmiş bir kuşak. Adı ilk duyulduğunda Adalet Partisi Genel Başkanlığı sırasında oldu. Seçimde rakibi ise maruf bir aileden ve milliyetçi kesimin adayı Dr. Saadettin Bilgiç olmuştu. Ragıp Gümüşpala’nın vefatının ardından Adalet Partisi genel başkanlık seçiminde sağ ve sol gruplar Demirel’in masonluğuna dair belge dağıtmış, “Marison Süleyman” veya “Nurlu Süleyman” diyerek yürüyüşler yapmış, mitingler düzenlemişti.

Tarihi sürecine şöyle bir göz atıldığında en etkili gençlik ve işçi yürüyüşleri, kınamaları, protestoları, askeri müdahaleler Demirel’in Başbakanlığı sırasında yapılmıştı. Parlamentoda İsmet İnönü, Bülent Ecevit, Osman Bölükbaşı, Mehmet Ali Aybar, Necmettin Erbakan, Alpaslan Türkeş, Erdal İnönü, Turgut Özal gibi Türk siyasetinin en ağır toplarını karşısında bulmuştu. Süleyman Demirel “Yollar yürümekle aşınmaz” veya “nerede kalmıştık?” diyerek altı defa gitmiş, yedi defa gelmiş, başta GAP’a ve Keban’a, Atatürk Barajı’na imza atmış, Çankaya’ya kadar çıkmıştı. Şapkası da bir dönemin simgesi olmuştur.

Bülent Ecevit Hükümeti’nin Maliye Bakanı Zekeriya Temizel’in kurduğu, sürdürebilir insani kalkınma anlayışı çerçevesinde ülkemizin sosyal ve ekonomik potansiyelini harekete geçirmek amaçlı Ülke Politikaları Vakfı İstanbul’da “Süleyman Demirel 100 Yaşında” konulu Ekrem İmamoğlu, hekemi Dr.Aylin Cesur, emanetçisi Hüsamettin Cindoruk, bakanları Ali Naili Erdem, Hamdi Üçpınarlar ve Cavit Çağlar, dostu Prof.Dr. Mehmet Haberal, Prof.Dr. İlber Ortaylı’nın katıldığı bir panel düzenledi. Şişli Cevahir Salonu labalep dolmuş, Demirel ile alakalı bir de karikatür sergisi açılmıştı. Doğrusu bu sergi unuttuğumuz tebessüm etmeyi yeniden hatırlattı, meğer ne kadar da ihtiyacımız varmış bu gülümsemeye.

“Fakir Fukara Ezilmemeli, Vatandaşın Onuru ile Oynanmamalı”

Toplantıda her yaş, kültür, politika, sosyal hayat grubundan aydınlar vardı. O kocaman, heyüla gibi dev salonun böyle bir kış gününde dolmasına şaşırmadan edemedim.

Konuşmaları yakından takip ettim. Günümüzü yaşayınca, konuşmacıların anlattıklarıyla örtüştüğünde Süleyman Demirel’in önemli bir devlet adamı olduğunu daha da fark ettim. Mesela Demirel’den üç yaş küçük olduğunu belirten ve “komando” diye bilinen eski Milli Eğitim Bakanı Ali Naili Erdem anlattı; “aşırı gerilimli gerçekleşen Adalet Partisi kongresinde Süleyman Bey genel başkan seçilmişti. Kurmaylarını topladı ve bize “Haydi arkadaşlar ilk ziyaretimizi Saadettin Bilgiç Bey’e yapacağız” dedi. Halbuki Saadettin Bey kongrede rakibiydi.”

Ali Naili Erdem’in hatırlattığı diğer iki olay da şöyle;

-Zaman zaman Süleyman Bey ile birlikte alayişsiz nümayişsiz köylere kasabalara giderdik. Beyefendi bize; ev ziyareti yapmamızı tembih eder ve “Bakın vatandaşın başını sokacak evi var mı, tenceresi kaynıyor mu, sofrasında aş bulunuyor mu, işi gücü mevcut mu, çoluk çocuğu ne yapar, herhangi bir şikâyeti bulunuyor mu?  Biz bunun için iktidara geldik, millet bizi bununla görevlendirdi, hakkını verelim.” Biz de bunu hakkıyla yerine getirir, daha sonra kendisine anlatır ve tedbirimizi alırdık.

-İran Şahı Pehlevi gelmişti. Kendisini İstanbul’da Beylerbeyi Sarayı’nda ağırladık. Önce bir yemek verildi. Ardından de Münir Nurettin Selçuk bir konser gerçekleştirdi. Konser bittikten sonra Münir Nurettin masamıza kadar geldi, reverans yaparak selamladı. Tam alkışlayacaktık ki Beyefendi “Sanatçılar oturarak alkışlanmaz arkadaşlar” deyince hepimiz ayağa kalkarak Münir Nurettin Beyi alkışladık. O da mutlu oldu. Süleyman Bey sanata ve sanatçıya böylesine önem verirdi.

Ali Naili Erdem, Başbakan Demirel’in bir dönem mesai yaptığı başta Ferruh Bozbeyli, Mehmet Turgut, Faruk Sükan ve Saadettin Bilgiç gibi ağır toplarının ayrılarak yeni bir parti kurmasına ve arkadaşlarını gerektiği kadar sahiplenilmediğine üzüldüğünü anlattı.

“Yasaksız Türkiye Mücadelesi” diye tanıtılan ve bir Demirel Belgesel filmi gösterilen toplantıyı 14 siyasal parti temsilci göndermişti. Belgeselde özetle insanların davasından vazgeçmediği, çekilen çile ve meşakkatlerle aydınlık bir dönem açıldığı, medeniyet mirasına kavuşulduğu, milli-manevi değerlerimizin devreye girdiği vurgulanıyordu. Bir hususa da dikkat çekiliyordu; “Fakir fukara ezilmemeli. Parayı al, oyunu bana ver demek vatandaş onuru ile oynamaktır”

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’na göre; Süleyman Demirel devlet insanı, samimi, içten bir söz ustası ve lider. Politikada her iki geleneğin insanları gelişmelere 1950 gözüyle bakmıyor. Ortak birikime sahip çıkıyor. İktidarlar seçimle gelir, seçimle gider. Fukaralığı yener. Otoriter liderler toplumu böler. Hayatı zorlaştırır. Farklı görüşleri bir araya getirmez. Demokrat liderler mesela Demirel ve Ecevit aynı cümleleri seslendirirler. Tahkikat ve hukuku savunurlar. Dayatmacı ve partizan değillerdir.

Demirel, Türkiye’nin Çörçili mi?

CHP bu toplantıyı sahiplendi gibi göründü. Cumhuriyet Halk Partili olduğunu belirten Vakıf Başkanı Avukat İsmail Doğan Subaşı programı Demokrasi yoluna dönüş olarak değerlendirdi ve kolektif aklın önde olması gerektiğini savundu.

Süleyman Demirel’in hekimi Dr. Aylin Cesur’a göre de “Beyefendi nüktedan ve ötekileştirmeyen bir kişilikti. Yardım eden değil, babalık edendi idi. Hür ve sivil bir toplum oluşturmaya çalıştı. Onurlu vatandaşlık mücadelesi verdi. Eşi Nazmiye Hanım son yıllarını hastalıkla geçirdi. Kimseyi tanımıyordu. Ama Beyefendi onu hiç ihmal etmez “Nazmiye Hanım beni tanımasa da, ben onu tanıyorum ya” diyordu.

Böylesi toplantıları çok özlemişim doğrusu.

Her görüş birlikte; el ele, kol kola.

Hüsamettin Cindoruk’a göre de Demirel kimseye kızmaz. Kızar gibi yapardı. “Beyefendi’nin emanetçisi olmaktan da mutluyum ve gurur duyuyorum.” dedi eski TBMM Başkanı Cindoruk.

Allah sağlık ve hayırlı uzun ömür versin Prof.Dr. İlber Ortaylı’yı herkes pür dikkat dinledi. Etkinliğe İlber Hoca için gelen de bir hayli vardı. Kendisine has üslubu ve esprileriyle dikkat çekti. Ortaylı Hoca’ya göre; Demirel müstesna lider ve çalışkan yapılı. Cumhuriyetin ilk yılında seçkin bürokratlar cumhuriyeti kuruldu. İdealist ve aydın insan kıtlığı vardı, yönetim aydın katliamıyla savaştı. İşte o söz konusu yeni nesilden Süleyman Demirel çıktı. TBMM ve sonra iş insanı müteşebbis Vehbi Koç çıktı. Eşitlik sistemi gelişti. Herkes okuyabildi. Türkiye’nin Çörçil’i Süleyman Bey, İsmet Paşa ile dengeli ve seviyeli bir ilişki kurdu. Halk ile temasta da ustaydı.

İlber Hoca’nın bir esprisi vardı ki bir nevi hodri meydandı; Yapay Zeka Süleyman Demirel gibi konuşsun da göreyim.

İyi Parti Lideri Musavvat Dervişoğlu’na göre de Süleyman Demirel merkezde, çemberin ortasında bulunuyor. Dolayısıyla okulların kara tahtası, elektriğin teli, fakirin lokmasıydı. Musavvat Dervişoğlu hükümetin yarattığı sorunları çözmeye çalıştığını ileri sürerek karanlıktan aydınlığa çıkılması gereği üzerinde durdu ve Bülent Ecevit’in nezaketini, Necmettin Erbakan’ın inancını, Alpaslan Türkeş’in mücadelesini ve Süleyman Demirel’in de basiretini çok özlediğinin altını çizdi.

Toplumun her yaş grubundan sokaktaki insanların, tarladaki çiftçilerin, köydeki vatandaşların “Isparta İslamköylü Çoban Sülo ve kaptırmadığı fötr şapkasıyla” tanıdığı Süleyman Demirel 100 Yaşında toplantısı yaklaşık 5 saat sürdü.

MTTB Raporunda Gençlik Bakanlığı

Başbakan ve Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel Kars, Hakkâri, Yozgat, Uşak, Edirne veya Gaziantep’teki bir muhtarın da adını unutmaz, ziyaretine gelen hemşerilerine selam gönderirdi. Gazetecilerle iletişimi de böyleydi. Sizi tanıdıktan sonra unutmazdı. Kendisini Cağaloğlu Babıali’de Sabah Gazetesinde muhabir olarak çalışırken İstanbul Vilayetindeki bir basın toplantısında takip etmiş, tanımıştım (1967). Bundan sonraki karşılaşmalarımızda “şimdi nerdeyiz” diye nerede çalıştığımı sorardı. Öylesine zeki bir liderdi.

Merhum Demirel’i ayrıca üniversiteli öğrenci gruplarıyla MTTB olarak da defalarca ziyaret ettik. Özellikle Fransa’da başlayıp, sonra Türkiye’ye sıçrayan üniversitelerin işgal edildiği, boykotların yapıldığı, talebenin dert ve davalarının devasa arttığı zaman diliminde hazırladığımız raporları okur ve dinlerdi. Dolayısıyla MTTB Basın Yayın Müdürlüğünce hazırladığımız Milli Bir Eğitime Doğru adlı (Fatih Matbaası -1968) kitapçığı kendisine takdim etmiştik. Kitapçıkta üniversitedeki olayların sebebini ve çözümünü anlatmıştık. Bunun için de bir “gençlik bakanlığı” ile “gençlik meseleleri enstitüsü” kurulmasını önermiş, üniversitede okuyan gençlerin ucuz kitap temin edebilmesi için matbaa proje taslağı sunmuştuk. Bir yıl sonra İsmet Sezgin Gençlik ve Spor Bakanı olarak Demirel Hükümetinde (1969) görev aldı. Matbaa tasarımız da kabul edildi.

Cemaatlere; ”Ben Varım Ya!”

Başbakan Süleyman Demirel’e ulaşmak zor değildi.

Bu çerçevede cemaatler de temsilci olarak parlamentoya girebiliyordu. Kanat önderi Süleyman Hilmi Tunahan’ın damadı Kemal Kaçar böyle bir görevi üslendi, TBMM’nde önce Kütahya sonra 5.dönem İstanbul’u temsil etti. Risale-i Nur orjinli MTTB’den de Karamanlı Recep Özel 5. Dönem İstanbul Milletvekili seçilmişti. Daha sonra vekillik ve bakanlık cazip hale dönüşünce serzenişler de başladı. Süleyman Demirel hangi cemaatten olursa olsun “Biz temsil edilmiyoruz efendim” diyenlere “Ben varım ya!” diyordu.

Bir dönem ve lideri iyilikleri, güzellikleri, faydaları, bilen-bölen yanları ve eleştirilen tutumuyla tarihteki yerini aldı. Süleyman Demirel’in yeri, devlet adamlığı, demokratlığı, cumhuriyetçiliği, hizmeti günü yaşadıktan sonra, bugünü kıyas ile çok daha iyi anlaşılıyor. Demirel önemli bir devlet ve millet adamıydı.