12.7 C
Kocaeli
Çarşamba, Kasım 12, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 67

Yıl 2015 PKK’nın Anadolu’yu İşgali!

“Virgülüne bile dokunmadan aynen sizlerle paylaşıyorum… Bu bir kader değil! Bunu değiştirmek zorundayız!”

1919 yılının 15 Mayıs’ında Yunanlılar; İngiliz, Fransız ve ABD’nin isteği ile Türk yurdu Anadolu’yu işgale başladı.

Bu devletlerin Yunan işgaline yol vermelerinin nedeni; kendi toplumlarına duyurdukları gibi Batı Anadolu’daki Rumların katledilme tehlikesi değil, Anadolu’yu Türklerden tümden temizlemek ve bu bölgelere göz dikmiş olan İtalyanların işgaline izin vermemekti. Yani duygusal ve emperyal nedenler? Şimdi bu işgal, ülkemizin Doğu ve Güneydoğu Anadolu’sunda PKK tarafından hayata geçiriliyor.

Yunan işgali süresince, Türklerin varlığını yeryüzünden silmek gayesinin bir aşaması olan Anadolu’yu Türklerden temizleme projesi için; köy, kasaba, cami, fabrika, ev dinlemeden yakıp yıktılar. PKK’da yıkıp yakmadı mı? Buna günümüzde de devam etmiyor mu?

Yunanlılar, işgale ve giriştikleri soykırıma, temel teşkil eden görüşleri; “Türklerin, Küçük Asya’ya hâkim olmasından sonra, buralarda yaşayan büyük Yunan kitlelerinin dinlerini ve milliyetlerini değiştirdikleri” idi. Benzer iddia, Türkiye Cumhuriyeti’nin, Kürtleri asimile ederek yok ettiği yönünde değilmi? Bunu hem Pkk hem de arkasında olan küresel güçler söylemiyor mu?

Hedefte bugün olduğu gibi o zamanda, yine Türk Ordusu ve kumandanları vardı. Çünkü onlar veya yönlendirdikleri silahlı Türk grupları, hristiyanları kesmeye hazırlanıyordu. 2007 yılından itibaren Türk Ordusu’na karşı yürütülen planlı saldırı ve ordunun kışlaya hapis edilmesi bunun içinmi acaba? Kürtlerimi keseceklerdi? Tarihte kimi kesmişiz ki; onları keselim.  Hem biz onlarla bir millet değilmiyiz? Kürtlerinde Lozan’da iradesi böyle değilmiydi?

Örneğin Nurettin Paşa, o dönemde Yunan ve Ermenilerin bütün faili meçhul suçları kolaylıkla üzerine attığı bir hedef olmuştu. Bugünde Türk Ordusu’nun ve emniyet güçlerinin kahraman mensupları, faili meçhul uydurmacası ile hedef değillermidir?

Yunan kaynaklarına göre 15 Mayıs 1919 öncesinde, İzmir’in nüfusunun % 50’sinden fazlası Rum’du. Yunan unsurunun sayısal çoğunluğu ve sosyal yaşamdaki baskısı, kentte bir Yunan havası esmesine neden oluyordu. Yani İzmir, Rum’undu ve Türklerin elinden alınmalıydı! Diyarbakır’ın bir Kürt şehri olduğu iddiası ile ne kadar benzeşiyor değil mi?

Hristiyan ahalinin, can ve mal güvenliğini korumak için İzmir’e çıkan Yunan askerleri, önlerine çıkan her Türk’ü katletmekten çekinmediler. Askerlerin bu insanlık dışı hareketlerine, Rum ve Ermenilerde iştirak etti. Son günlerde kendileri gibi düşünmeyen insanlara ve koruculara; Pkk’nın neler yaptığını biliyorsunuz! Benzemiyor mu?

Hükümet Konağı ve kışladan çıkarılan sivil memurlar ile askerlere, yerli Rumlar; taş sopa ve demirlerle saldırmış ve birçok kişiyi feci şekilde katletmişlerdir. Kordon ve rıhtımda öldürülen ve yaralananların çoğu denize atılmıştır. Denizden günler sonra çıkartılan cesetlerin birbirine zincirle, demir telle bağlı oldukları görülmüştür. PKK’nın yaptığı katliamların vahşeti arşivlerde duruyor. İsterseniz bir bakın! Nice öğretmen, hâkim, savcı, kaymakam, asker ve polis benzer akıbete uğramamışmıdır?

İşgalde ilk önce, Türk ahalinin tamamen silahsız kalması için, silahlarını teslim etmeyenlerin kurşuna dizileceğini ilan ettiler. Türklerin oturdukları yerleri yakmadan önce, su kaynaklarını kestiler. Gayr-ı Müslim halkı, Müslüman Türklerden ayırmak için onlara fes yerine şapka giydirerek, ev ve iş yerlerini işaretlediler. Yağma da yanlış yapılmaması için, levhaların Rumca yazılmasını emrettiler. Biliyorsunuz çözümcü hükümet; halen PKK’ya silah bıraktıramadı. Oslo görüşmelerinde de 1.5 milyon silahın Türkiye’de halka dağıtıldığını kabul ettik. PKK’nın bu silahları kime karşı kullanacağını Cizre’de bir kez daha görmedik mi?

Sadece Aydın’da öldürülen binlerce insanımızın dışında; 11.500 ev, 50 cami ve mescit, 400 kadar mağaza ve dükkân, 130 yağ ve pamuk fabrikası, 160 okul ve 20 resmi bina yakılmış ve yıkılmıştır. Germencik’te isimleri tespit edilebilen 1800 Türk genci öldürülmüştür. Günümüzde de Pkk tarafından bu yakma ve yıkma olayları devam ediyor. Acaba ne kadar okul, cami, belediye ve hükümet binası, araç, gereç, iş makinası Pkk tarafından yakılmıştır?

1919’da meydana gelen olayları araştırmak için Paris Konferansı Yüksek Konsey’inin kararı ile bir “İnceleme Komisyonu” kuruldu. İngiliz, Fransız, İtalyan, ABD, Osmanlı ve Yunan temsilcilerinin bulunduğu bu komisyonun, 13 Ekim 1919’da sunduğu raporun 6. maddesinde Yunan kuvvetlerine “Çıkarma esnasında Türkler, en küçük bir mukavemet dahi göstermemiştir” diye yazıyordu. Hep söylüyorum, bugünde Türk Milleti, PKK’ya ve çözülme sürecine ses çıkarmıyor diye.

Gördünüz değil mi? Yunan’ın Anadolu’yu işgal nedenleri ve işgal sırasında yaptıkları ile Pkk’nın stratejisi ve yaptıkları arasında nasıl benzerlikler var. Aslında Pkk ile Yunanlılar arasında fikri ve duygusal bağlarda bulunuyor. Yoksa günümüzde bunların arasındaki işbirliğini, başka ne ile izah etmek mümkün?

2015 yılına girerken geçmişe ve 2014’e dair güzel şeyler anlatmak isterdim. Ancak ne yazık ki, öyle yapamıyorum. Çünkü gerçekler acıtıcı!

Biliyorum ki; siz emekli maaşınıza zam, atama, vergi affı, bedelli askerlik, sosyal yardımlar, ballı teşvikler ya da çiftçiyi, köylüyü, hayvancılığı destekleyen kolay krediler peşindesiniz… Belki uyandınız ama tercihleriniz, geçmişte Selanik ve İzmir’de olduğu gibi suskun kalmak!

Pembe hayatınız, bölücü işgal başarıncaya kadar küresel güçlerin desteği ile sürecek ve işgal tamamlanınca acı gerçeklerle karşı karşıya kalacaksınız.

Bütün bunlara rağmen ben, 2015 yılından ümitliyim çünkü mücadele ediyorum. Ama biliyorum ki; siz benim kadar ümitli değilsiniz. Eğer böyle devam ederseniz ve bende mücadelem ile kazanırsam, başarıyı sizle paylaşmak gibi bir niyetim olmadığını da biliniz.

Unutmayınız ki, Türkiye ve Türk Milleti; yaşadığı bu topraklardaki tek çakıl taşına varıncaya kadar sahip olduklarının bedelini fazlasıyla ödedi. Fırsat buldukça üstüne çullanan Yunanlılar, Ermeniler, hainler, vatansızlar ve bu ülkenin toprağında yetişip de köklerine ihanet edenleri gördü, yaşadı ve halen de yaşamakta.

Vesselam, 2015 ümidin, zenginliğin, varlığın, sıhhatin ve PKK ile arkasındaki şer güçlerin darma duman edildiği bir yıl olsun. İnşallah başaracağız! 9 Eylül’de yaşadıklarımız önümüzü aydınlatıyor…

İlâhiyatçı Prof. Dr. MEHMET MAKSUDOĞLU’dan Okunmaya Değer İki Eser:

1-Kırım Türkleri 2-Osmanlı’dan Günümüze Değişmez Mâcerâmız

1-Kırım Türkleri

13,5 X 21 santim ölçülerindeki 135 sayfalık eserin Prof. Dr. Mehmed Maksudoğlu tarafından kaleme alınmış ‘ÖNSÖZ’ başlıklı yazısı, kitabın tanıtımı için ideal bir metindir.

Bu kitapçıkta, gerek Türkiye’nin çeşitli yörelerinde, gerekse Kırım’da ve Tataristan’da, Romanya ve Bulgaristan başta olmak üzere çeşitli Balkan ülkelerinde, Belarus’ta ve Avrupa’nın değişik ülkelerinde, Başkurdistan’da, Kafkasya’da, Rusya Federasyonu’nun, Moskova dâhil olmak üzere çeşitli yerlerinde, Özbekistan’da, Kazakistan’da, Kırgızistan’da, Ukrayna’da, İkinci Dünyâ Harbi’nden sonra gittikleri ABD’de, yine, daha önce gittikleri Avustralya’da ve Finlandiya’da, buna ilâveten, Sovyetler Birliği döneminde gittikleri veya dağıtıldıkları çeşitli ülke ve bölgelerde yaşamakta olan, ‘Tatar’ denilen milyonlarca insandan, daha çok Kırım Türklerini ilgilendiren konuları ele alıyoruz.

Önce, ‘Tatarlar Kimdir?’ bölümünde, kendilerine ‘Tatar’ denilen bu insanların, ‘Türk’ soylu olduklarını, kişinin soyunu belirlemede en önemli gösterge olan anadillerinin, yâni ‘Tatarca’nın, Türkçenin dört büyük lehçesinden biri olduğunu gösteriyoruz. Kendilerine de zamanla benimsetilmiş olan ‘Tatar’ sözünün, 13. yüzyılda, ‘Tatar’ adıyla tanınan ve o zamanlar, bilinen dünyânın hemen her tarafını zaptetmiş olan ‘Mongol’ kavminin hâkimiyeti altında kaldıkları için, üzerlerinde, o zamandan kalma bir siyâsî (kavmî/etnik değil) yafta olduğunu gösteriyoruz.

Târih kitaplarında, 1402 yılında, Ankara yakınındaki Çubuk ovasında Yüce Osmanlı Devleti’nin hükümdârı Yıldırım Bâyezîd Hân ile Türkistan hâkimi Emîr Timur arasındaki tâlihsiz savaşta, Yıldırım’ın ordusunda iken ona hiyânet edip Timur’a katılan Kara Tatarlar anlatılır. ‘Tatar’ sözünden dolayı da Türkiye’de, ‘Tatar’ denilenler bu işten eziklik duyarlar. Hâlbuki durum bütün açıklığıyla ve kesin olarak şöyledir:

13. yüzyılda Mongollara ‘Tatar’ deniyordu. Tatarlar (Mongollar) 1243’te Selçukluları Kösedağı Savaşında yenip Anadolu’ya hâkim oldular. Osmanlı devlet adamı, Defter-i Hâkaanî Nâzırı Mustafa Nûri Paşa’nın yazdığı gibi,  bu Kara Tatar tâifesi, Cingizîler cânibinden (Mongollar tarafından) Selâcikaya nezâret itmek (Selçukluların toparlanmalarını engellemek) üzere Rûma (Anadolu’ya) i‘zâm olunan (gönderilmiş olan) akvâmdan (kavimlerden, topluluklardan) olub… Anadolu’nun büyük bir kısmına hâkim olan Yıldırım onlardan vergi almaz, sâdece onları savaşta kullanırdı. Timur, bunların reisleriyle gizlice haberleşip onlara Anadolu hükümdarlığını vadetti, onlar da savaş başladığında Timur tarafına geçtiler. Yâni, ‘Kara Tatar’ denilenler, Kırımlı, Kazanlı filân değil, doğrudan doğruya Mongollardır.

‘Moğol’ ile ‘Mongol’ arasındaki farkın izahını, Yesevî Üniversitesi’nde görev yaptığım sırada (2004-2005), orada öğretim üyesi olan Kaldıbay Mirza’dan dinlemiştim. Buna göre:

Mongol: Cingiz Hân’ın kavmi.

Moğol: İçinde Mongolların, Türklerin bulunduğu siyâsî federasyon.

Bundan dolayı, bu kavimden, ‘Mongol’ diye söz edeceğiz.

Üçüncü konu, okullarımızda okutulmakta olan târih kitaplarına bile yanlış olarak geçmiş bir olay hakkındadır. Târih kitaplarında, Kara Mustafa Paşa’nın Viyana’yı 1683 yılında kuşattığı sırada Kırım Hânı Murad Giray’ın, kendisine verilen ‘köprüyü tutma’ işini yapmadığı için Jan Sobiyeski’nin oradan gelerek Osmanlı Ordusunu bozguna uğrattığından bahsedilir. Osmanılar devrinde yazılmış olan kitaplara ve Türk Târih Kurumu’nca yayınlanan Osmanlı Târihi’nin ilgili bölümüne bakıldığında, ortaya çıkan, ÇOK DEĞÎŞÎK BÎR MANZARADIR. Merak edenler, geniş bilgi için, ayrıca Osmanlı Târihi adlı kitabımıza bakabilirler.

Kanaatimizce, olayın can alıcı noktası şudur:

Sefer, Yanık ve Komaran kalelerini almak üzere düzenlenmişti. Yolda, Reîsul Küttâb Mustafa Efendi, Kara Mustafa Paşa’yı pohpohlayıp hırsını tahrik etti. Sadrâzam, bu kaleleri almayıp Viyana’yı kuşattı. Burada, bürokrasinin çürümüşlüğünü belirtmek gerekir:

Bürokrasi, birçok durumlarda, baş belâsı olabilmektedir. Bir yerlere nasılsa gelmiş kifâyetsiz muhterisler, her devirde devlet gücünü kendi şahsî çıkarları için kullanabilmekte, bulundukları yerden daha yükseğe çıkmak için her şeyi yapmaktadırlar. Viyana bozgununda da bunun gölgesini görüyoruz. 

Yılmaz Öztuna da bu konuda şöyle demektedir: ‘Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, şehrin düşeceğinden emîn, bekliyordu.’  Aynı yazar: ‘Viyana surlarında ikişer metre eninde 6 gedik ve bu gedikleri genişletmek için diplerine patlayıcılar yerleştirilmiş ve ateşlenmek üzere gördükleri manzara, müttefik hükümdarları dehşete düşürdü’ demektedir.

KARA MUSTAFA PAŞA, Viyana’yı zapt edebilecekken NÎÇİN BEKLEDİ?

Bekledi, çünkü bürokraside makam kapmaca oyunları doruktaydı: öyle ki, bozgun haberi üzerine, sarayda iki ÜST DÜZEY GÖREVLİ, Mîrâhûr ile Kızlar Ağası, ikbâl yolu kendilerine açılıyor diye mendil çıkarıp oynamışlardı! Bunlardan Sarı Süleymân, daha sonra getirildiği görevde başarılı olamayacak, Sobiyevski’yi, yine bir Kırım hânı, Selîm Giray yenecektir.

Kara Mustafa Paşa, Viyana’nın teslim olmasını bekledi: çünkü orduyla girecek olsa, askerin üç gün yağma hakkı vardı (Cenâb-ı Hak, Müslümana, ganimeti helâl kılmıştır ve Osmanlı bu kaideye uymaktadır.) Böylece, ganimetten, Devlet Hazînesine pek bir şey kalmayacaktı.

Halbuki şehir teslim olursa, ganimet, Tey’ sayılacak, OLDUĞU GİBÎ DEVLET HAZÎNESİNE KALACAKTI. Hazîneye, yâni Beytulmâle kalmış olan ganimetin bölüştürülmesi, Sadrâzamın tasarrufunda, onun eliyle olacaktı. Böylece, Sadrâzam, üst düzey bürokratlara dağıtacağı bol hediyelerle, durumunu sağlamlaştıracaktı.

Diğer ayrıntıları bu kitapta, ilgili yerde ve Osmanlı Târihi adlı kitabımızda okuyabilirsiniz.

* * *

Bu kitapçıkta şu bölümler var:

1-Tatar’ denilenler kimlerdir?  2-1402 yılında Ankara Savaşı’nda Yıldırım Bâyezid’e hiyânet edenler, günümüzde kendilerine ‘Tatar’ denilenlerin ataları mıydı?  3-Osmanlı Ordusunun 1683 yılındaki ikinci Viyana Kuşatması, ‘Tatar’ denilenler yüzünden mi başarısızlığa uğradı?                                                                                                                           

Bu konular ana hatlarıyla, sırayla ve tarafsız olarak incelenecek ve Kırım’ın durumu yine ana hatlarıyla verilecektir.

İNKILÂB BASIM YAYIM ORGANİZASYON VE TİCÂRET LİMİTED ŞİRKETİ

Akşemseddin Mahallesi, Şehitkubilay Sokağı Nu: 6/A-B Fâtih, İstanbul.

Telefon ve Belgegeçer: 0.212-524 44 99 e-posta: inkilab@inkilab.com.tr //  www.inkilâb.com.tr

2-Osmanlı’dan Günümüze Değişmeyen Mâcerâmız

Prof. Dr. Mehmet Maksudoğlu’nun diğer eseri, Aynı ölçüde 152 sayfadır. Dikkatle okunması, farz-ı ayn olarak aynen ve titizlikle uygulanması gereken arka kapak yazısı:                                                

İslâm anlayışına göre devlet, Allah’ın vahyettiği kutlu buyrukları yeryüzünde hayâta geçirmenin, uygulamaya koymanın âletidir. Avrupa’da 1648 yılında kabul edilen Westfalia andlaşmasıyla, Kilise’nin yerini alan Parlamento’nun 3 erki vardır:

1-Legislation (teşri’) yasama. 2-Jurisdiction (kazâ) yargı. 3-Excetion (icrâ) yürütme

Devlet’te ise 2 erk vardır: 1-Yargı. 2-yürütme

Teşri’, adı üstünde: ‘şeriat koymak’ (yasama) demektir, Devlet, zâten var olan şeriatı uygular. (Çıkarılan kanunnâmeler, ‘yönetmelikler’ olarak anlaşılmalıdır.)

Batıdaki siyâsî kuruluşların da kendilerine has, özel isimleriyle state, etat, staat diye anılmaları gerekir. İmparatorluk ise, global çapta eşkıyâlıktır, soygunculuktur. Avrupa’lı emperyalistlerin on altıncı yüz yıldan beri yaptıkları budur. Amaçları eşkıyâlıktır.

Osmanlı ise, uyguladığı millet nizâmı ile hâkimiyetindeki gayrı müslimlerin dil, din ve kültürlerini korumuştur. Amacı, Nizâm-ı Âlem idi; yeryüzünde hakkı hâkim kılmak, adâleti, düzeni sağlamaktı.

Adı Devlet-i ‘Aliyye-i Osmâniyye olan, kendisi hakkında asla ‘imparatoriyye-i Osmâniyye‘ etiketini kullanmamış olan Osmanlı’dan ‘imparatorluk‘ diye söz eden, polis ile haydudu aynı kefeye koymaktadır. Batılı, bunu, bile bile, Osmanlınınkini, kendi kirli yönetimine benzer göstermek için kasden, gâvurluğundan yapmaktadır.

Bizdeki dikkatsiz ve bilinç yoksulu kimseler de ‘imparatorluğu büyük devlet’ zannetmek zavallılığı ile yapmaktadırlar; yapı ve yayılış amacı farkından gafildirler. Yaptıklarının, ‘kasap Kaya bıçak kullanmaz’, ‘banker Antonio fâizle iş görmez’ demek olduğunun farkında değildirler.

Osmanlı Devleti’nden ‘imparatorluk’ diye söz eden Türk târihçi ciddîye alınabilir mi?

Prof. Maksudoğlu eserinde; Osmanlı Devleti’nin hangi sebeplerle güç kaybettiğini, bozulmaların başladığını araştırıyor.

Devletlerin güç kaybetmesi, toplumda bozulmaların başlaması sosyolojik bir olaydır. Sosyolojik olayların sebebi tek değildir. Olaylar demeti hâlinde doğar ve gelişir. Olayların doğuşunun ve gelişmesinin ipuçları olarak görülen ilgi çekici tespitler, okuyucuyu eseri daha dikkatli okumaya dâvet ediyor.

*Şeyhülislân Ebüssuûd Efendi’nin, kabulü için gayret sarf ettiği, vefatından sonraki yüz yılda da yürürlükte kalan hukuk sistemi sebebiyle, ‘Kanûnî’ unvanıyla anılmasını sağlayan, Yavuz Sultan Selim Han’ın vefat etiğinde, tahtın tek vârisi olduğu için* Osmanlı tahtına oturan Süleyman Han, pâdişah olunca, şehzâdeliği döneminde Erderun olarak anılan saray mektebinde tanıdığı, hakikaten çok zeki ve kabiliyetli bir insan olan ve daha sonra ‘Pargalı’ olarak anılan İbrâhim Paşa’yı usule aykırı olarak sadrazamlık makamına oturttu. Başlangıçta, ‘Makbul İbrâhim’ olarak anılırkan Osmanlı Cihan Devleti’nin en güçlü, en şaşaalı döneminde sadrâzamlık görevine getirilince, temele ilk su sızmıştı. Hürrem Sultan’ın saraya hâkim olması, onun tesirinde kalarak Osmanlı tahtına en lâyık olan Şehzâde Mustafa’nın, yalan beyanlara dayalı dedikodular sebebiyle ve babasının emri ile feci bir şekilde katledildi. Şehzâdeler arasındaki taht kavgaları, Kanûnî’nin vefatından sonra pâdişah olan Sultan İkinci Selim Han döneminde dirâyetli vezir Sokullu Mehmet Paşa’nın gayretlerine, Mimar Sinan’ın İslâm âlemine armağan ettiği muhteşem eserlere rağmen, Osmanlı içten içe güç kaybediyordu.  Osmanlı’da çöküş dönemi başlamıştı. Yeniden yükselişe geçildiği dönemler oldu ise de haşmetli tekne Osmanlı’nın su alması bir türlü önlenemiyordu. Prof. Maksudoğlu’nun ısrarla belirttiği şeklen batılılaşma mâcerâmız, bilinen felâketli neticeyi inşa etti. 

Mısır Hidivi Kavalalı meselesi, tımar düzeninin bozulması, Lâle Devri, 18. Yüzyıldan itibaren iflah olmaz batı hayranlığı, Baltalimanı Anlaşması, Teslimiyet, Tanzimat, Islahat, kültür istilâsı,  Kırım Harbi, İttihat ve Terakki… Birinci Dünya Savaşı ve Perde…

Prof. Dr. Mehmet Maksudoğlu eserini, şu cümlelerle bitiriyor: Türkiye’de; İsviçre Medenî Kanununa göre evlenen, Alman Ceza Muhakemeleri Usulüne göre yargılanan, İtalyan Ceza Hukukuna göre cezalandırılan, Fransız İdâre Hukuku’na göre idâre edilen ve İslâm Hukuku’na göre gömülen Türkler olarak yaşıyoruz.

Çok cesur asker olan Enver Paşa, Turan idealini gerçekleştirmek için Rusya’ya gitti ve şehîd oldu. Osmanlı Devleti’nin sona ermesi ve Türkiye Cumhûriyeti’nin kurulmasıyla, Turancılık akımı, Sovyetler Birliğindeki Türklerle ilgilenmek bakımından, tehlikeli görüldü, taraftarları 1944 yılında takibâta uğradı ve işkence gördüler. Ancak işâret etmek gerekir ki, Türkiye’deki Türklerin, başka ülkelerdeki Türklere karşı ilgisi asla sona ermedi ve değişen dünyâ şartları içinde, fincancı katırlarını ürkütmeden, bu ilginin gereği, ticâret ve kültür alanlarında yerine getirilmektedir.

Kurtuluş zihinlerde başlar. Mâlik bin Nebi’nin deyimiyle önce sömürülebilirlikten kurtulmak gerekir. Biz, taklitçi sömürge aydınları ile yolumuza devam ediyoruz.

Bu araya; gazeteci yazar, fikir adamı, Türk milliyetçisi Ömer Lütfi Mete’nin (1950-2009) bir cümlesini sıkıştırıvereyim:  ‘Ülkeyi partiler, programlar düzeltemez. Ahlâkımız düzelmedikçe, ahlâk siyâsete hâkim olmadıkça memleket de düzelmez.’

Biliyor musunuz? bilge lider Aliya İzzetbegoviç; ‘Düşman tarafından öldürüldüğünde değil, ona benzediğin zaman zaman ölmüş olursun’;  Napolyon Bonapart ise ‘Türkler öldürülebilir fakat mağlup edilemezler’ Diyordu.

*Gelibolulu Mustafa Âlî Efendi’nin yazdığına göre Yavuz Sultan Selim’in ilk çocuğu Birinci Süleyman’dır. Şehzâdeliği sırasında ismi bilinmeyen bir câriyeden dünyâya gelmiştir. Selim Han’ın tahta çıktığı yıl doğdu. Annesi evlendirilip saraydan gönderilmesinden sonra hâmile olduğu anlaşılmıştır. Ancak cariye artık başkasıyla nikâhlı olduğu için Üvey, şehzade olarak kabul edilmemiştir. Bununla birlikte Yavuz Sultan Selim, ‘Üveys Süleyman’ adındaki evlâdının yetiştirilmesiyle ilgilendi. Yavuz’un vefatı ile pâdişah olan Süleyman Han,  Üveys Süleyman’ı 1545 yılında Yemen Eyâletine vâli olarak tâyin edince ‘Üveys Paşa’ olarak anıldı. Üveys Paşa 1547’de Yemen’de çıkan bir ayaklanmada şehit oldu. Rivâyete göre Üveys Paşa’nın ölüm haberi Kanûnî Sultan Süleyman Han’a ulaşınca; ‘O benim baba tarafından kardeşimdir.’ demiştir.

AKIL FİKİR YAYINLARI 

Alemdar Mahallesi, Alayköşkü Caddesi, Küçük Sokak Nu: 6/1 Cağaloğlu, Fatih, İstanbul 

Telefon: 0.212-514 77 77 e-posta: bilgi@akilfikiryayinlari.com  www.akilfikiryayinlari.com 

Prof. Dr. MEHMET EMİN MAKSUDOĞLU Eskişehir, 1939 İlk, orta ve lise tahsilini Eskişehir’de tamamladıktan sonra (1956), Ankara Üniversitesi (A.Ü.) İlâhiyat Fakültesi’ni bitirdi (1960). İzmir İmam-Hatip Lisesi’nde Hadîs, Arapça, İngilizce ve Farsça öğretmenliği yaptı (1960-61) A.Ü. İlâhiyat Fakültesi’nde, İslâm Târihi Kürsüsünde asistan olarak çalışmaya başladı. (1961). ‘Tunus’ta Osmanlı Hâkimiyeti’ konulu teziyle doktor oldu (1966). İngiltere’de Cambridge Üniversitesi, Faculty of Oriental Studies’te Türkçe (1967-70), Yedek subay olarak bulunduğu askerî okulda Târih ve İngilizce, İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nde Arapça öğretti (1973-82). Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nde Yardımcı Doçent olarak İslâm Târihi dersleri verdi. (1983). 1986 yılında Doçent, 1995 yılında Profesör oldu. Malezya International Islamic University’de Târih ve Medeniyet Bölümü Başkanı (1991-95), Eskişehir Osmangâzi Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Kurucu Dekanı (1996-2005) oldu. Milletlerarası Hoca Ahmed Yesevî Türk-Kazak Üniversitesinde 1 yıl süreyle târih ve Arapça öğretti. Türkiye’ye dönerek Eskişehir Osmangâzi İlâhiyat Fakültesi’ndeki görevine devam etti. 2006 yılında yaş haddinden emekli oldu. 2006-2007 öğretim yılında Hollanda-Rotterdam’- daki Milletlerarası İslâm Üniversitesi’nde İslâm Târihi dersleri verdi. Yurtdışında bazı merkezlerde Arapça ve İngilizce konferanslar verdi. Çok sayıda makalesi yayınlandı. Eserlerinden bazıları: • Analitik Osmanlı Târihi. İnkılâb Basım Yayım, İstanbul 2020 • Osmanlı History, Malaysia 1999 • Osmanlı Târihi, Ensar Neşriyat, İstanbul 2010 • Historia Osmane dhe Institucionet, Tiran, 2017 (3. baskı) • Osmanlı History and Institutions, Ensar Neşriyat, İstanbul 2011 • Hazreti Muhammed A.S., İstanbul 2009, Ensar Neşriyat • Arapçayı Öğreten Kitap, Akdem Neşriyat, İstanbul 2020 (33. baskı) • Kendi Kendine Pratik Arapça, İstanbul 2013, (10. baskı) • Arapça Dilbilgisi, Akdem Yayınları, İstanbul 2019 (32. baskı) • İmam-Hatip Liseleri İçin Arapça 1, 2 ve 3, İstanbul 1992-1989, 1991 • Arapça-Türkçe Öğretici Sözlük, M.Ü. İlâhiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul 2015 • Arapça Okuma Kitabı, Ensâr Neşriyat, İstanbul 2011 • Arabic in English, M.Ü. İlâhiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul 2013 • 6’dan 66’ya Herkes İçin Arapça 1-4, M.Ü. İlâhiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul 2013.

Edip ve eğitimci yazar Dr. SÂKİN ÖNER ile Türk-İslâm Ülküsünün Mütefekkiri SEYYİD AHMET ARVASİ Hakkında Konuştuk. 

Vefatı: (31 Aralık 1988)

(ÜÇÜNCÜ (SON) BÖLÜM)

Oğuz Çetioğlu: Arvasi Hoca’nın Doğu Anadolu gerçeğine bakış açısı nasıldı?

 Dr. Sâkin Öner: Arvasi Hoca, Doğu Anadolu çocuğu olmasına rağmen, bölgeciliğe ve bölücülüğe kesin olarak karşıydı. Fakat Hoca’nın insanlar üzerindeki büyük etkisini gören devletin istihbarat kurumları, Doğu Anadolulu olması sebebiyle onu yıllarca ‘Kürtçü’ diye tâkip ettiler. Bu durumu Hoca da biliyordu ve bundan çok rahatsız oluyordu. Fakat bu rahatsızlığını mümkün olduğu kadar çevresine hissettirmiyordu. Hiçbir zaman devletin yıpranmasını istemiyordu. Bu durum, Hoca’nın Türk milliyetçiliği inancını hiçbir zaman zedelemedi. Yalnız birçok üst görev için düşünüldüğünde hep önüne engel çıkartıldı. Mesela Atatürk Eğitim Enstitüsü’nde iken, çok yararlı olabileceği Millî Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu Üyeliğine getirilmesi düşünülmüş, maalesef engellenmiştir. 12 Eylül’den sonra MHP Genel İdare Kurulu üyesi suçlamasıyla tutuklanıp dört aya yakın askerî cezaevinde kaldıktan sonra suçsuz görülüp beraat ederek hürriyetine kavuştu. 1986 yılında bir gün Millî Güvenlik Kurulu, ‘Doğu Anadolu gerçeği’ni anlatması için Hocayı Ankara’ya dâvet etti. Hoca dâvete icabet ediyor ve konuşmak için kürsüye geldiğinde; ‘Beni yirmi beş yıldır tâkip ettiniz. Bir Kürtçünün, bir Kürt milliyetçisinin Doğu Anadolu hakkındaki görüşlerini dinlemek için mi, yoksa bir Türk milliyetçisinin görüşlerini dinlemek için mi çağırdınız. Önce karar verin, ondan sonra konuşacağım’ diyor ve susuyor. Ortalık buz kesiliyor. Bir Orgeneral kalkıyor ve diyor ki: ‘Hoca doğru söylüyor. Biz kendisini yıllarca Kürtçü diye tâkip ettik, büyük hatâ ettik. Devletim adına kendisinden özür diliyorum. Biz kendisini bir Türk milliyetçisinin Doğu Anadolu hakkındaki görüşlerini öğrenmek ve tavsiyelerini almak için dâvet ettik. Buyurun Hocam, sizi dinliyoruz’ diyor. Hoca bundan sonra bu konudaki görüşlerini açıklıyor ve konuşmasının sonunda: ‘Siz Doğu Anadolu insanına güvenmiyorsunuz. Ama bu bölgenin çocukları da en az diğer bölgelerdekiler kadar vatanseverdir. Vatanını, imanını, namusunu korur. Yeter ki, siz onlara güvenin, görev verin destek olun’ diyor. Koruculuk sisteminin bu tavsiyeden sonra hayata geçirildiği söylenir. Millî Güvenlik Kurulu, çok beğenilen bu konferansın genişletilerek kitap haline getirilmesini Hoca’dan rica ediyor. Hoca da bu çalışmayı yaptı ve teslim etti. Bu çalışma, 1986 yılında devletle bağlantılı olan Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü tarafından ‘Doğu Anadolu Gerçeği’ ismiyle kitap olarak bastırıldı. Genelkurmay bu kitabı ordu mensuplarına ve etkili çevrelere dağıttı. Kitabın ilaveli 2. baskısı yine aynı Enstitü tarafından yapıldı. 1993’te Burak Yayınevi 3. baskısını yaptı.

Arvasi Hoca’nın milliyetçiliğinin duygu ve iman ayağından başka bir de maddî ayağı vardı. Maddî ayağı, ‘muasırlaşmak’, yani çağdaşlaşmaktı. Hoca, Gökalp’in ‘Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak’ çizgisindeydi. Hem Türk milliyetçisi, hem Müslüman, hem de çağdaş olunabileceğine, muasır dünyâya öncülük edilebileceğine inanıyordu. Ne pahasına olursa olsun, mutlaka ilmî ve teknolojik üstünlüğü ele geçirmemiz gerekiyordu. Hoca bu konuda şöyle diyordu: ‘Bu milletin en büyük özlemi nedir biliyor musunuz? Yabancılaşmadan çağdaşlaşmak. Türklük, Müslümanlık ve çağdaşlaşmak birbirine zıt düşen özellikler değil, aksine çağdaş Türk-İslâm Medeniyetinin yeniden doğuşunu gerçekleştirecek şartlardır.’ Hoca, Türk gençliğine, kendi kökünden kopmadan, kendi kültür ve medeniyetinin değerlerini kaybetmeden, Türkiye Cumhuriyeti’ni dünyanın bir numaralı devleti hâline getirme ülküsüyle yetiştirilmesinin önemli olduğunu belirtmiştir. Arvasi, Türk gençliğinin, dünya Türklüğünün, İslâm dünyasının ve bütün mazlum milletlerin ümidi olmaya namzet bir gençlik olarak yetiştirilmesini istemiştir.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, Seyyid Ahmet Arvasi, İslâm dinini çok iyi bilen, yorumlayan ve yaşayan samîmi ve tâvizsiz bir Müslümandı, din adamı değildi. İslâmın meşru çerçevesi içinde şuurlu ve idealist bir Türk milliyetçisiydi. Aynı zamanda aydın ve entelektüel bir insandı,  ilimde ve teknolojide çağdaşlaşmayı, her alanda güçlü bir devlete ve zengin bir millete sâhip olmayı, milliyetçiliğin bir gereği olarak görürdü. Ama onun milliyetçiliği sâdece Türkiye Türklerine münhasır değildir. Bütün Türk ve İslâm dünyasını ve insanlık âlemini de kucaklayan birleştirici bir milliyetçilik anlayışına sahipti.

Çetinoğlu: Arvasi Hoca’nın fikir dünyası hakkında verdiğiniz bilgiler için teşekkür ederim, Sâkin Bey…

Dr. Öner: Ben de sizemillî düşüncenin 20. yüzyıldaki önemli kanaat önderlerinden biri olan Seyyid Ahmet Arvasi’nin ruh ve fikir dünyası hakkındaki bilgilerimi ve anılarımı paylaşmama imkân verdiğiniz için teşekkür ediyorum.

  Dr. SÂKİN ÖNER       Sâkin Öner 05.10.1947 târihinde Denizli ilinin o zaman Çal ilçesine bağlı bulunan ve günümüzde Baklan adı ile ilçe olan Dedeköy bucağında doğdu. Emniyet Komiseri olan babasının görevleri sebebiyle ilkokulu; Manisa’nın Kırkağaç ilçesinde, Manisa vilayetinde, Afyon ilinin Sandıklı ilçesinde, ortaokulu; Sandıklı, Balıkesir’in Bandırma ilçesinde, Van’da okudu, Van’da başladığı liseyi 1965 yılında Yozgat’ta bitirdi.       Üniversiteye İstanbul Hukuk Fakültesi’nde başladı. Gazetecilik tutkusu ve geçimini sağlama düşüncesiyle Bab-ı Âli’de Sabah Gazetesi’nde muhabir olarak çalışmaya başladı. 1966 yılında Bugün Gazetesi’ne teknik sekreter olarak transfer oldu. 1967’de Hukuk Fakültesi’nden ayrılarak yeniden girdiği üniversite giriş imtihanı sonucunda İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü kazandı. Üniversite hayatı boyunca; dergicilik, kitapçılık ve yayıncılık yaptı. Üniversiteden 1972 yılı Şubat ayında mezun oldu. Denizli iline öğretmen olarak tâyin edildi. İstanbul’da Atatürk Eğitim Enstitüsü’nde, Sinop Lisesi, İstanbul Kız Lisesi, Şehremini Lisesi, Pertevniyal Lisesi ve Behçet Kemal Çağlar Lisesi’nde idareci ve öğretmen olarak çalıştı. İstanbul Millî Eğitim Müdürlüğü’nde Müdür Yardımcılığı, Vefa Lisesi’nde müdürlük yaptı. ‘Tanzimat Döneminde Dil ve Edebiyatta Milliyetçilik’ konulu doktora tezini vererek ‘Türk Dili ve Edebiyatı Doktoru” oldu. 2005 yılında Millî Eğitim Bakanlığınca ilk defa uygulamaya konulan öğretmenlik kariyer basamakları uygulamasında, en yüksek puanı alarak kendi alanında ‘Birinci sırada Başöğretmen’ unvanını kazandı. 2010 yılında tâyin edildiği İstanbul Erkek Lisesi Müdürlüğü’nden, 07 Mart 2012 târihinde emekli oldu. Marmara Üniversitesi’nde Yardımcı Doçent Doktor yapıldıktan sonra 2012-2016 yılları arasında İstanbul Kavram Meslek Yüksekokulu Müdürlüğü yaptı.        Sâkin Öner, âilesinden, Van ve Yozgat’taki arkadaşlarından aldığı etkilerle milliyetçi ve maneviyatçı bir dünya görüşüne sahip oldu. Milliyetçi fikrî ve siyasî hareketlerle ilgilendi. Şiir ve nesir alanında çalışmalar yaptı. Gazete ve dergilerde üst düzey yönetici olarak görev yaptı, yayınevi kurdu, dergi çıkardı, bu yayın organlarında Türk Milliyetçiliği fikriyatına hizmet eden makaleler yazdı.          Göktuğ Yayınevi tarafından 1971 yılında yayımlanan Osmanlıcadan Türkçeye çevirdiği Ömer Seyfettin’in ‘Amelî Siyâset’ isimli eseri, Sâkin Öner imzasıyla yayınlanan ilk kitaptır. Aynı yazarın ‘Türklük Ülküsü’ isimli kitabını da Osmanlıcadan Türkçeye çevirip yayınladı. Yayınlanmış diğer eserlerinden bâzıları şunlardır:       Abdülhak Hamit Tarhan Biyografisi (1974),  Ülkücü Şehitlere Şiirler (1975), Ülkücü Hareket’in Şiirleri ve Marşları (1976), Ârif Nihat Asya Biyografisi (1978) Müslim Ergül ve Osman Nuri Ekiz’le birlikte Eğitim Enstitüleri Türkçe Bölümü 2. sınıf Yeni Türk Edebiyatı (Servet-i Fünûn’dan Cumhuriyet’e kadar) isimli ders kitabı. (1979), Yusuf Akçura’nın ‘Türk Yılı’ isimli dergide yer alan ‘Türkçülük’ başlıklı 128 sahifelik uzun makalesini Osmanlıcadan yeni yazıya çevirdi. Kitap, Türk Kültürü Yayınları arasında çıktı. Nihal Atsız Biyografisi (1979), Köy Enstitülerinden Eğitim Enstitülerine (1979), Kompozisyon Sanatı (l981), İmla-Noktalama ve Cümle Bilgisi: (1981), Örnek Açıklamalarla Atasözleri ve Özdeyişler (1981), Prof. İskender Pala ve Rakin Ertem’le birlikte Ortaokul 1., 2. ve 3. sınıflar için Türkçe ve Dil Bilgisi Kitapları (1992), Vefa Lisesi 125. Yıl Anı Kitabı (1997), Editör olarak Lise 9., 10. ve 11. sınıfların Edebiyat, Kompozisyon ve Türk Dili kitapları (1998), Özlü Sözler (1998),  İlk Dersimiz Sevgi (Şiirler 2002), Vefa Lisesi 135. Yıl Anı Kitabı (2007).

SEYİT AHMET ARVASİ’NİN BÜTÜN ESERLERİ:

Sosyolog ve mütefekkir yazar Seyit Ahmet Arvasi, Türk milliyetçiliği-ülkücülük fikriyatının en aktif ve mühim ideologlarınının önde gelenlerindendir. Bütün eserleri 19 cilt hâlinde, Bilgeoğuz Yayınları tarafından yeniden basılarak kültür hayatımıza kazandırıldı. *İlm-i Hal, *Diyalektiğimiz ve Estetiğimiz, *Doğu Anadolu Gerçeği, *Eğitim Sosyolojisi, *Hasbihal (6 Cilt), *İnsan ve İnsan Ötesi, *Kendini Arayan İnsan, *Mamak Günleri, *Sohbetler, *Şiirlerim, *Türk İslam Ülküsü (3 Cilt), *Türkiye’de Şark Meselesi ve Alınacak Tedbirler.

BİLGEOĞUZ YAYINLARI:                                                                                                                                                     Alemdar Mahallesi Molla Fenarî Sokağı Nu: 35/B Cağaloğlu, İstanbul. Telefon: 0.212-527 33 65                                                 Belgegeçer: 0.212-527 33 64  e-posta: bilgi@bilgeoguz.com.tr  www.bilgeoguz.com.tr 

SEYİT AHMET ARVASİ’DEN BİR MAKALE:

MİLLÎ TERBİYE İHTİYACI VE BAZI ÇATLAK SESLER

Çocuğun terbiyesinde âile ve cemiyetin rolü üzerinde çok tartışılmıştır. Bâzıları, çocuğun terbiyesinde âileye ağırlık tanırken, bâzıları bu işin cemiyete âit olduğunu söylemiştir.

Umumiyetle liberal çevreler, çocuğun tamamı ile âileye âit olduğunu, onun terbiye ve gelişiminden âilenin sorumlu bulunduğunu, bu konuda devletin müdâhale hakkı bulunmadığını, âilenin, çocuklarına -onlar reşit oluncaya kadar-  istediği terbiyeyi verebileceğini savunurlar.

Buna karşılık, tâlim ve terbiye işini, İçtimaî bir vakıa olarak değerlendiren çevrelere göre de çocuk, âile kadar içinde doğduğu cemiyete ve devlete de âittir. Çocuğun terbiyesi ve gelişmesi, cemiyeti ve devleti de ilgilendirir. Âileler çocuklarını, elbette istedikleri gibi yetiştirme hakkına sahiptirler. Ama, hiçbir âile, çocuğuna “anti sosyal” bir terbiye veremez, onu, içinde doğduğu cemiyetin millî ve mukaddes değerlerine ters düşecek bir tarzda yetiştiremez. Yine hiçbir âile, çocuğunun beden ve ruh sağlığını bir kenara atamaz ve hiçbir âile, çocuğunu millî birlik ve beraberlik şuuruna aykırı düşecek biçimde şartlandıramaz.

Kaldı ki, iyi düşünülecek olursa, genç nesillerin terbiyesinde her âile, aynı derecede güçlü ve başarılı olamaz. Tâlim ve terbiye, artık bir uzmanlık işidir ve ancak ehil ellerle yürütülür. Öte yandan, problemli, huzursuz, her bakımdan yetersiz ve cemiyetin değerleri ile çatışan pek çok âilenin varlığı da bir vakıadır. Genç nesiller, bunlara teslim edilemez. Esâsen pek çok medenî ülkenin anayasası, bu konuda devlete müdâhale hakkı tanır. Devlet, umumî mânâsı ile velâyet ve vesâyet hakkını kullanarak mahkeme kararı ile çocuğu -tehlikelerden korumak üzere- kendi himâyesine alabilir. Durum, ülkemizde de aynıdır.

Bütün bunları niçin yazıyoruz? Son zamanlarda, tâlim ve terbiyemize yönelik çok garip sesler ve acayip tavsiyeler ortaya atılmaktadır. Bunlardan bazılarının görüşlerini özetlemek istiyoruz:

Bölücü çevreler, tâlim ve terbiyemizin belkemiğini teşkil eden Türkçe öğretimine karşı çıkıp, mahallî ve etnik ağızları savunmak cüretini göstermekte, ‘Çocuk benim değil mi? Onu istediğim gibi yetiştirebilirim’ diyebilmektedirler.

Ateist ve dinsiz çevreler: ‘Okullarda verilen mecburî dîn kültürü de ne demek? Ben çocuğumu, tanrıtanımaz ve dinsiz yetiştirmek istiyorum’ diyerek meydan okuyorlar. Marksistler ve komünistler: ‘Millî târih ne demek tüm çatışmalar sınıfsaldır.

Onun için okullardan Türk ve ‘İslâm Târihi dersleri kaldırılmalıdır. Ben çocuklarımı Marksist ve materyalist yetiştirmek istiyorum, bu benim en doğal hakkımdır’ diyebilmektedirler.

Eşcinseller ve benzerleri: ‘Biz cinsel özgürlük isteriz. Okullarda dîn ve ahlâk derslerine yer verilmemelidir’ diyorlar.

Ne gariptir ki, bazı çevreler bunlara destek verebiliyorlar.

‘İrtica’ yaygaraları ile kafaları ve gönülleri bulandıran bir kısım ‘çirkin basın’ da bunların boy boy resimlerini basabiliyor ve beyanatlarına ciddiyetle yer verebiliyor.

Hayret etmemek mümkün değil.

  SEYİT AHMET ARVASÎ’NİN KENDİ KALEMİNDEN HAYAT HİKÂYESİ: 15 Şubat 1932 târihinde Ağrı ilinin Doğubeyazıt kasa­basında doğdum. Ailece Van’ın Müküs (Bahçesaray) kasabasına bağlı Arvas (Doğanyayla) köyündeniz. Muhitimizde bu köyün adı­na izafeten Arvasîler olarak tanınırız. Soyadı Kanunu çıktıktan sonra, köyümüzün adı soyadımız oldu. Babam Van Gümrük Müdürlüğü’nden emekli Abdülhakim efendi, annem ev kadını Cevahir hanımdır. Biri benden büyük 5 kardeşim var. Evliyim. Hâlen 5’i hayatta 6 çocuk babasıyım, ilkokula Van’da başladım. Doğu­beyazıt’ta bitirdim. Ortaokula Karaköse’de başladım, Erzurum’da bitirdim. Daha sonra Erzurum Erkek Öğretmen Okulu’na (sonra Nene Hatun Kız Öğretmen Okulu oldu) kayıt yaptırdım. 1952 yılında ilkokul öğretmeni olarak çalışıp askerliğimi yedek subay olarak tamamladım. Sonra Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Pedagoji Bölümü’ne kaydoldum. 1979 yılında emekliye ayrıldım. Ben İslâm, iman ve ahlâkına göre yaşamayı en büyük saâdet bilen, Türk milletini iki cihanda aziz ve mesut görmek isteyen ve böylece İslâm’ı gaye edinen Türk milliyetçiliği şuuruna sâhibim. Benim milliyetçilik anlayışımda asla ırkçılığa, bölgeciliğe ve dar kavmiyet şuuruna yer yoktur. İster azınlıklardan gelsin, isterse çoğunluktan gelsin her türlü ırkçılığa karşıyım. Bunun yanında Şanlı Peygamberimizin; ‘Kişi kavmini sevmekle suçlanamaz.’ ‘Kavminin efendisi, kavmine hizmet edendir.’ ‘Vatan sevgisi iman­dandır.’ tarzında ortaya koydukları yüce prensiplere de bağlıyım. Öte yandan İslâm’ın yakından uzağa doğru bir fetih ile bütün beşeriyeti tevhid bayrağı altında bütünleştirmeye çalışan İlâhî sis­tem olduğunu da unutmuyorum. Yine Şanlı Peygamberimizin, ‘İlim müminin kaybolmuş malıdır. Nerede bulursa almalıdır’ tarzında formülleştirdiği mukaddes ölçüye bağlı olarak, hızla muasırlaşmak gereğine inanmaktayım. Bu Türk-İslâm kültür ve medeniyetinin yeniden doğuşu (rönesansı) olacaktır.   İslâm’dan zerre taviz vermeden yepyeni kadrolar ve müessese­ler ile zamanımızın bütün meseleleri, vahyin, Peygamber tebliğ­lerinin ve sünnet yoluna bağlı büyük müçtehidlerin açıkla­malarının ışığında, yeniden bir tahlile ve tertibe tâbi tutulabilir.   İnanıyorum ki, hem Türk hem Müslüman olmak hem de muasır dünyaya öncülük etmek mümkündür. Ecdadımız bütün târihleri boyunca bunu denediler ve başarılı oldular. O halde bizler niye bu târihî misyonumuzu yerine getirmeyelim?   Asla unutmamak gerekir ki, yabancı ideolojiler, yabancı ve istilâcı devletlerin fikir paravanalarıdır. Milletleri içten vuran sinsi tuzaklardır. Bunu bildiğim, buna inandığım içindir ki, Türk milleti­ni parçalama oyunlarına ve tertiplerine karşı durmayı, büyük bir namus ve vicdan borcu bilmekteyim. Hele bir Doğu Anadolu çocuğu olarak, doğduğum ve büyüdüğüm bölge etrafında döndü­rülmek istenen hâin niyetlere, kahpe tertiplere karşı elbette kayıt­sız kalamazdım. Beni yakından tanıyanlar, bütün hayatımı ve çalışmalarımı Türk-İslâm Ülküsü’ne vakfettiğimi elbette bilirler. Beni bu mukaddes yoldan döndürmek için ne oyunlara, ne terti­plere ve ne kahpeliklere maruz bırakıldığımı bir Allah bilir bir ben. Şüphesiz bu oyunlar bitmemiştir ve kolayca biteceğe de benzemez. Kesin olarak iman etmişimdir ki, Müslüman Türk milleti ve onun devleti güçlü ise, İslâm dünyası da güçlüdür. Aksi bir durum varsa, bütün Türk dünyası ile birlikte İslâm dünyası da sömürülmektedir. Galiba bu durumu en iyi idrâk edenler de düşmanlarımızdır. Onun için bütün İslâm dünyasını esir almak isteyen şer kuvvetlerin ilk hedefi, Türk devleti ve Türk milleti olmuştur. Târihten ibret almasını bilenler, bunu ayan-beyan göreceklerdir. Durum günü­müzde de aynıdır. Onun için diyorum ki; Türk devletini yıkmak ve Türk milletini parçalamak isteyen bölücüler, yalnız Türklüğe değil, İslâm’a da ihânet etmektedirler.

Bitti 

 Okunanı Anlama San’atı

     Çok okumak istediğimiz hâlde,

     Okumakta zorlandığımız,

     Anlamakta güçlük çektiğimiz eserler vardır.

     Sanki eser bizi reddediyormuş,

     Bizi karşısında görmek istemiyormuş gibi,

     Bir rûh hâleti içine girer ve içinden çıkılamazmış gibisinden

     Bir çıkmaz sokakta buluruz kendimizi.

     Bu duruma üzülür, düştüğümüz eser ve kitaplar karşısında,

     Âdeta mahçup bir vaziyet alırız!

     İşte bu sıkıntılı okuma ve anlama atmosferine düşen

     Ve düşeceklere Sn. Süleyman Kösmene çok enfes,

     Çok veciz ifadelerle kaleme aldığı,

     Yol gösterici rehber olucu satırlarıyla,

     Bu gibi durumlardaki okurlara Hızır gibi yetişiyor.

     Onların önüne apaydınlık bir “Kitabı Anlama Yolu” sunuyor.

     Sıkıntıları gideriyor, idrâk ufuklarını genişletiyor,

     Okumayı sevenlere rahat bir nefes aldırıyor.

     Zâhiren herkesin bilmediği kelimelerle yüklü

     Ve uzun cümlelerle örülmüş,

     Çok değerli bir eser için söylediği,

     Alıntıladığımız aşağıdaki sözleri,

     Bu çeşit her kitap karşısında takınılacak tavrı,

     Tutulacak metod ve yolu gösterdiği için,

     Herkesin eline tutuşturulacak bir meş’ale düşüncesiyle,

     Sizlere sunmanın heyecanıyla,

     Sizleri bu elmas sözlerle başbaşa bırakmanın

     Mutluluğunu duyuyor.

     Bilhassa talebe ve öğrencilere

     İvedilikle gerekenleri yapmalarını tavsiye ediyorum.

     Şimdi buyurun kitabı anlama yolunda istenen yürüyüşe:

x

   “Öyle ‘kelimeleri anlamıyorum, cümleleri bana yabancı geliyor’ falan demeyin.

     İnanın; kendinizi ona (kitaba) verdiniz mi, o da kendini size veriyor.

     O nazlanmıyor. Yeter ki siz nazlanmayın!

     O size uzak değil, yeter ki siz ona uzak durmayın!

     O size küsmez; yeter ki siz ona küsmeyin.

     Biz kendi sıkıntımızı karşı tarafta sanırız.

     Oysa hiç de öyle değil.

     Sıkıntı tamamen bizde.

     Biz okumuyoruz.

     Biz müstağni (bigâne) davranıyoruz.

     Biz her şeyi biliyormuşuz gibi yapıyoruz.

     Aslında okuduğumuzda

     Ne kadar bilmediğimizi anlıyoruz.

     İşte…(okumak) böyle bir şey!

     Okumadan, ondaki bilgiler bize gelmez.”

     (Süleyman Kösmene, Yeni Asya, 27 Aralık 2024)

Milli Kimlik Üzerine

Türk Milleti; gerçekleri görmek, anlamak, uyanmak ve bu nedenle engin tarihinin süzgecinden geçmek zorundadır. Kendimiz olabilirsek, kendimize güvenle köklerimize dönebilirsek, şahsi çıkarlardan uzak yüksek karakterli düşünebilirsek ve bu anlayışla yönetimlerimizi oluşturabilirsek, süper güçlere karşı milli saygınlığımızı, milli çıkarlarımızı koruyabiliriz.
Neden bu ifadeyle giriş yaptım? Buyurun;
Doğan çocuklarımıza koyduğumuz isimlerden Arapça sanılan aslında İbranice olan isimlerden derlediklerimiz;
Gabriel: Cebrail
Michael: Mikail
David: Davud
İsaac: İshak
Mousa: Musa
Solomon: Süleyman
Eve: Havva
Adam: Adem
Abraham: İbrahim
Usain: Hüseyin
Elias: İlyas
Noah: Nuh
Jacop: Yakup
Jasmin: Yasemin
Josef: Yusuf
Aaron: Harun
Örnekleri çoğaltmak mümkündür…
*
Çocuklarımıza Türkçe adlar verelim…
Arapça-İbranice ve yahut diğer başka kültürlerin isimlerini koymayalım.
Araplar, ev temizliği yapan kızlara ‘Ayşe’ derler.
Fatma “sütten kesilmiş” demektir.
Hatice “Vaktinden önce doğmuş” demektir.
Zeynep “tombul” demektir…
O halde;
Türkçe konuş !
Türkçe selamlaş !
Türkçe düşün !
Türkçe oku !
Türkçe yaz !
Türkçe dua et!
Türkçe giyin !
Türkçe gez !
Türkçe sev !
Gonca, Yonca, Gül, Bilge, Irmak, Deniz, Doğa, Başak, Begüm, Burcu, Türkan, Türkü, Hatun, Işıl, Öykü, Sevim, Toprak, Ülkü, Aykız, Bengü vs. gibi öz Türkçe isimler dururken, neden Arapça-İbranice isimleri çocuklarımıza koymakta ısrar ediyoruz?
Mesela Osman, Arapça bir isimdir “Yılan yavrusu” demektir…
Öz Türkçe “Yiğit” gibi bir isim dururken, el kadar çocuğa yılan yavrusu ismi konması akıl kârı mıdır?
Araplardan ayrı bir kültür geleneği olan Türk milleti içinde, hâlâ İslam dini ile Araplığı ayıramayanlara, şalvarı ve hurmayı dinin icabatından sayanlara rastlayabiliyoruz.
Bunlar, (…) koyu Arap milliyetçiliğine hizmet ettiklerinin farkında değiller.
Asimile olmak çocuklarınıza Türkçe isimler vermemekle başlar.
Dilini özünü unutursun.
Özün dışında herkese herşeye benzersin.
Milli benliğini koruyamayan vatan toprağını da koruyamaz…
Türkiye ve Dünyadaki mevcut Müslümanlık dini, Kuran dinine alternatif dindir. Yaşanan Müslümanlık dini Arap milliyetçiliğini besleyen bedevi kültürüdür
Bilinmeli ki asıl âlim; ilim, tefsir, hadis bilmekten ibaret değil; Kâinatın kitabını inceleyip, Allah’ın sanatına tanıklık eden yiğitlerdir.

Ev Gençleri Sorunu

Çalışma hayatına katılmayan, eğitim görmeyen ve aktif bir sosyal hayattan uzak şekilde yaşayan (evde kalan) gençleri tanımlamak için “ev genci” kavramı kullanılıyor. Bu grup uluslararası literatürde NEET (Not in Employment, Education or Training) olarak yer alıyor.

Yani bu grup diğer ülkelerde de var. Ancak mesela OECD ülkelerinde 2010 yılından bu yana “ev genci” oranı hiç değişmeden yüzde 12 oranında seyrediyor. OECD ülkeleri arasında, ev genci oranı en düşük olan, gençlerin iş ve eğitim hayatına katkılarının en yüksek olduğu ülkeler İzlanda, Hollanda, İsviçre, İsveç ve Norveç.

Fakat Türkiye’de ev genci oranı 2010 yılında yüzde 18 iken, 2010’da %18, 2015’te %20, 2020’de %22, 2023’te %24 mertebesine ulaşmış durumda.

2024 yılında, toplamda, Türkiye’de yaklaşık 4 milyon genç “ev genci” olarak yaşamaktadır.

Özellikle 18-24 yaş aralığındaki gençler arasında bu oran %31,1’e ulaşmıştır. Yani her üç gençten biri ne eğitimde ne de iş hayatındadır. Bu yaş grubundaki kadınlar arasında “ev genci” olma oranı %41,4 iken, erkeklerde bu oran %21,4’tür.

Türkiye’nin genç nüfusu arasında eğitim ve istihdam alanında çok ciddi sorunlar yaşandığını anlamak için sadece bu veriler yeterlidir sanıyorum. Devleti yönetenlerin, bu verileri gördükten sonra uyku uyuyamaması lazım.

Sorunu büyüten başka bir yönü, kadınlar arasında “ev genci” olma oranının daha da yüksek oluşu. Toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve istihdam fırsatlarına erişimdeki engellerin kaldırılamamış olmasının bir göstergesi bu.

*********************************

Son Demografik Fırsatı Kaçırıyoruz

Türkiye halen genç nüfusa sahip olduğu son şanslı dönemde. Artık nüfusumuz artmıyor ve gittikçe yaşlı bir toplum haline geliyoruz.

Türkiye’de yaşlı nüfusun toplam nüfus içindeki oranı 2023’te yüzde 10,2’ye çıkarak Cumhuriyet tarihinde ilk kez çift haneyi gördü. Nüfusun yarısının yaşını ifade eden ‘Ortanca yaş’ ise 1935’te 21,2 iken 2013’te 30,4’e ve geçen yıl 34’e yükseldi. Dahası ortanca yaşın 2030’da 35,6, 2040’ta 38,5, 2060’ta 42,3 ve 2080’de 45 olacağı tahmin ediliyor.

“Çalışma çağı” olarak tanımlanan 15-64 yaş arası nüfusa “aktif nüfus” da deniyor. Aktif nüfus devletlerin tarihinde sadece bir defa en büyük rakama ulaşır. Bu en yüksek rakamlarda olduğu dönem bir millet için “Demografik Fırsat Penceresi” olarak kabul edilir. Çünkü genç nüfus iyi eğitilir ve iyi kullanılırsa bu dönemlerde o ülke en büyük atılımı yapma şansına kavuşur.

15-64 yaş grubundaki nüfusun oranı, 2007 yılında %66,5 iken 2023 yılında %68,3 oldu. Bu rakamlar tam da “demografik fırsat penceresi” döneminde olduğumuzu gösteriyor. Ancak bir daha asla böyle şanslı bir dönemi yaşayamayacağız.

Ancak bu altın fırsat döneminde gençlerimizin üçte birini, eğitim görmediği halde -işsiz olduğundan- “ev genci” olarak sosyal hayata katılmadan evde ana babaya bağımlı olarak yaşatıyoruz.

“Demografik fırsat penceresini iyi kullanan, istihdam yaratan, üretim yapan devletler gelişir, zenginleşir ve çağ atlayarak muasır medeniyetler seviyesine ulaşırlar. Değerlendiremeyen devletler ise işsizlikle boğuşur, toplumun dengesi bozulur, gelir adaletsizliği had safhaya çıkar ki aktif nüfusu elinden kaçırır ve başkalarının kalkınmasına yol verir.” (Prof. Dr. Taner Tunç)

İşte tam da bunu yaşıyoruz. Ve bu yıllar maalesef tarihe “kayıp yıllarımız” olarak geçecek.

*********************************

Ev Genci Oranının Yüksek Olma Sebepleri

Türkiye’de işsizlik oranlarının yüksek olması ve gençler arasındaki işsizlik oranının daha da endişe verici seviyelerde bulunması, ev genci sorununun temel nedenlerinden biridir. Yaşadığımız ekonomik krizler ve özel sektörde istihdam imkanlarının artırılamaması, çalışanların yarısının açlık sınırı seviyesindeki asgari ücrete mahkum edilmesi gençlerin çalışma hayatına katılmasını zorlaştırmakta.

Eğitim sistemi ile iş piyasası arasındaki uyumsuzluk yani iş piyasasının istediği nitelikte mezun verilmemesi, meslek liseleri ve üniversite programlarının piyasa ihtiyaçlarını karşılamaması, öğrencilerin mezun olduktan sonra işsiz kalma riskini arttırmakta.

Toplumda gençlerin aile yanında kalmalarını destekleyen kültürel yapı ve gençlerin sosyal bağımsızlık kazanmalarının önündeki engeller de bu sorunun kökleşmesinde rol oynamakta. Kadın gençler arasında ev genci oranının erkeklere göre daha yüksek olması, toplumsal kültürümüzde cinsiyet rollerinin etkisini gözler önüne sermektedir.

****

Çözüm Yöntemleri: Genç istihdamını destekleyen teşvik ve hibelerle, işverenlerin genç çalışanları istihdam etmeleri sağlanabilir.

Okullarda eğitimin niteliğini artırıcı tedbirler yanında, mevcut mezunlara sertifika programları, online eğitimler ve nitelikli kurslarla iş piyasasının istediği nitelikler kazandırılmalıdır.

Gençlerin kendi işlerini kurmaları için girişimcilik eğitimleri ve sermaye desteği verilmelidir.

Meslek liseleri ve üniversite bölümleri iş piyasası ile daha entegre hale getirilmelidir.

Kadın gençlerin iş hayatına daha kolay katılabilmeleri için kreş imkanları ve esnek çalışma modelleri geliştirilmelidir.

“Ev gençleri sorunu”nun çözülmesi, ancak bunu dert edinen bir yönetimle mümkün olabilir. “Sizden” ve “bizden” denilmeden bütün gençlerimizin ekonomik bağımsızlık kazanmaları ve topluma aktif katılımlarının sağlanması için çok boyutlu politikalar hayata geçirilmelidir. Çünkü bu yaklaşımlar uzun vadede, sadece gençlerin değil, toplumun bütününün refahına katkı sağlayacaktır.

Avrupa’da bu sorunun çözümü için, gençlerin eğitim, staj, iş veya mesleki eğitim imkânlarına erişimlerini garanti altına almayı amaçlayan Genç Garantisi Programı, Mesleki Eğitim ve Staj Programları, gençlerin sosyal girişimcilik faaliyetlerine katılmaları için destek programları; Kadınların iş gücüne katılımını artırmayı hedefleyen, esnek çalışma ve çocuk bakım desteği gibi uygulamalar yaygındır.

Yeniden keşfe lüzum yok, bu tür uygulamaları bizim yapımıza uyumlu hale getirip icraata başlamak gerekir. Gecikmeden ve demografik fırsat penceresini kaçırmadan…

Ruhittin Sönmez

Edip ve eğitimci yazar Dr. SÂKİN ÖNER ile Türk-İslâm Ülküsünün Mütefekkiri SEYYİD AHMET ARVASİ Hakkında Konuştuk.     

Vefatı: (31 Aralık 1988)

(İkinci Bölüm)

Oğuz Çetinoğlu:  Ülke ve millet kalkınması hakkındaki görüşleri nasıldı?

Dr. Sâkin Öner: Arvasi Hoca’ya göre kalkınma; maddî ve mânevî kalkınma olmak üzere iki boyutludur. Maddî kalkınma, ekonomi ile ilgili olup, eğitilmiş insan gücü ile doğru orantılıdır. Kendi insanını eğitemeyen ve kendi teknolojisini üretemeyen ülkeler kalkınmış sayılmazlar. Kalkınmış ülkelerin gerçek güçleri, fabrikalarından, barajlarından ve yerealtı kaynaklarından çok, eğitilmiş kadrolarından gelir. Kalkınmanın mânevî boyutu ise; bizzat insanın ilimle, sanatla, ahlâkla, din ile yoğrularak, işlenerek yüceltilmesini, sosyal, kültürel, ekonomik ve politik hayatın en önemli ve temel unsuru durumuna getirilmesini hedefler. Eğer eğitim, maddî ve mânevî kalkınmayı sağlayıcı kadroları yetiştirmeyi hedefleyip, ona göre bir muhtevâya sâhip değilse ülkenin sömürülmesini önleyemez. ‘Bir ülkeyi geri bırakmanın ve sömürmenin en kestirme yolu, o ülkenin eğitimini baltalamak, o ülkeyi millî ve çağdaş ihtiyaçlara cevap verecek bir eğitimden mahrum bırakmak, yetişmiş elemanlarını israf etmek veya çalıp götürmektir.’

Çetinoğlu: Eskilerin isimlendirmesiyle münevver, günümüzdeki ifâdesiyle ‘aydın’ kavramını anlayışı nasıldı?

Dr. Öner: Arvasi’ye göre aydın, kendi millî kültürünü çağdaş seviyede temsil edebilen ve bir meslek alanında başarılı görevler yapabilen kimsedir. İnsanlık dünyası, millî kültür dâirelerinden oluşur ve ortak bir insanlık kültürü yoktur. Bu yüzden aydın, kendi millî kültürünü çağdaş seviyede inceltip temsil edebilen kişidir. Kendi kültüründen kopan kişi, aydın değil, yabancılaşmış kimsedir.  Ona göre okul, sosyal hayatın tabîi bir parçası olarak cereyan etmekte olan eğitim faaliyetlerinin millî ve çağdaş ihtiyaçlara göre planlanması ve teşkilatlanması zaruretinden doğmuştur. Okul, millî ve mahallî hammaddeyi işleyerek, düzenleyerek, geliştirerek, çağdaşlaştırarak pedagojinin tavsiye ettiği yol ve biçimlerde genç nesillere aktarmaya çalışır.

Arvasi Hoca’nın anlayışına göre, eğitim sisteminin temel maksadı,  bir bütün olarak fert ve cemiyetin saadetini sağlamaktır. Bunu sağlayacak olanlar da, eğitimcilerdir. Ona göre eğitimciler, nitelikleri, bilgileri, yaşayışları ve uygulamalarıyla öğrencilerine örnek olmalıdırlar. Eğitimciler; mütevazı, şefkatli, sabırlı ve yumuşak huylu olmalı ve öğrencilere daima doğruyu öğretmeli ve göstermelidir. Branşlarında yeterli ve üstün olmalılar, sürekli kendilerini yenilemeye ve geliştirmeye çalışmalıdırlar. Vatan, millet ve devlet sevgileri yüksek olmalı, Allah sevgisi ve korkusu ile dolu olmalıdır. Eğitimciler, işlerini sevmeli ve idealist olmalıdırlar. Öğrencilerini en iyi şekilde yetiştirmeye çaba göstermelidirler.

Çetinoğlu: Söyledikleriyle yaptıkları arasında çelişkinin varlığından söz edilebilir mi?

Dr. Öner: Seyyid Ahmet Arvasi Hoca, hayatı boyunca anlayışına uygun iddialı ve örnek bir öğretmen olmaya özen gösterdi. Bu inançla binlerce öğrenci yetiştirdi. Yetiştirdiği öğrencilerin çoğu da mesleğinde başarılı olarak çeşitli yönetim kademelerinde görev aldılar. Hocaları Arvasi’nin öğretisini ve düşüncesini, görev yaptıkları yerlere ve öğrencilerine yaydılar.

Çetinoğlu: Arvasi’nin milliyetçi yönü hakkında konuşabilir miyiz?

Dr. Sâkin Öner: Seyyid Ahmet Arvasi, gerçek bir Türk milliyetçisi idi. İslâmın meşru çerçevesi içinde Turancı denilecek kadar Türkçü ve milliyetçiydi. Türklüğü beden, İslâmiyet’i ruh bilen bir milliyetçilik anlayışına sâhipti. Hayatı, din ve milliyet gibi iki mukaddes varlığımızı karşı karşıya getiren dinimizin ve milliyetimizin düşmanlarına karşı mücâdele ile geçmiştir. O, bu düşmanları durduracak tek reçete olarak da, felsefesini kendisinin oluşturduğu Türk-İslâm Ülküsü’nü görmüştür.

Arvasi Hoca, milliyetçilik anlayışını şöyle özetlemiştir: ‘Ben, İslâm iman ve ahlâkına göre yaşamayı en büyük saadet bilen, Türk milletini iki cihanda aziz ve mesut görmek isteyen ve böylece İslâm’ı gaye edinen Türk milliyetçiliği şuuruna sâhibim. Benim milliyetçilik anlayışımda asla ırkçılığa, bölgeciliğe ve dar kavmiyetçilik şuuruna yer yoktur. İster azınlıklardan gelsin, ister çoğunluktan gelsin her türlü ırkçılığa karşıyım. Bunun yanında Şanlı Peygamberimizin ‘Kişi kavmini sevmekle suçlanamaz. Kavminin efendisi, kavmine hizmet edendir. Vatan sevgisi imandandır sözleriyle ortaya koydukları yüce prensiplere de bağlıyım’ diyordu.

Şanlı Peygamberimizin neslinden olan Arvasi Hoca’nın milliyetçiliği, ahfâdından kalan bir mirastır. Âilesinin muhterem büyüklerinden, büyük din âlimi ve gönül adamı, Necip Fazıl Kısakürek ve Hüseyin Hilmi Işık’ın mürşidi Seyyid Abdülhâkim Arvasi Hazretleri âile mensuplarına şu vasiyette bulunmuştur: ‘Türk milleti, sahabe-i kiramdan sonra İslâmiyet’e hizmet eden tek millettir. İslâm’ın bayraktarlığını yapan bu millet gelecekte de bu hizmetini devam ettirecektir. Onun için hepiniz Türk milletinin hizmetinde olup onun yükselmesi ve yücelmesi için çalışacaksınız.’ Arvasi âilesinin mensupları, bu nasihata sıkı sıkıya bağlı kalmış ve ömürlerini Türk milletinin hizmetine adamışlardır. Bu arada şu bilgiyi de aktarayım. Alparslan Türkeş’le Necip Fazıl’ı görüştüren ve aralarında bir gönül köprüsü kurduran da Arvasi Hoca’dır. Necip Fazıl, bu dostluk sonucu 1977 seçimlerinde MHP’nin İstanbul’daki mitingine katılarak konuşma yapmıştır.

Çetinoğlu: Bâzıları soruyor: ‘Neden Türk-İslâm ülküsü?’

Dr. Öner: Arvasi Hoca, hâlâ Türklerin İslâm’ın bayraktarlığını yaptığına ve bu görevin hâlâ bu millette olduğuna inanıyordu. Bu yüzden bu iki mukaddes varlığın birbirinden ayrı, farklı ve karşı varlıklar gibi gösterilmesine tahammül edemiyordu. Türklük ve Müslümanlık etle tırnak gibi birbirinden ayrılmaz bir bütündür. İşte bu sebeplerle Arvasi Hoca, l970’li yılların başından itibaren, Türkiye’yi yüceltecek ve gençliğimize benimsetilecek düşünce sisteminin adını ‘Türk-İslâm Ülküsü’ olarak koymuştur. Hoca, aynı gerekçeyle, ‘kültür mozayiği’ sözünden de çok rahatsızdı.

Arvasi, Türk milliyetçilerinin, Türk-İslâm ülkücülerinin dâvasının, Allah ve Resûlünün dâvası olduğunu, bunun da ‘İlâ-yı Kelimetullah’ dâvası olduğunu ve kıyâmete kadar devam edeceğini savunuyordu. Aksini iddia edenlerin, ya Türk milliyetçilerini tanımadığını veya bühtan ettiklerini söylüyordu ve ‘Türk milliyetçisi, her şeyden önce bir iman adamıdır’ diyordu. Türk milletinin dünyaya ‘nizâm-ı âlem’ vermek üzere gönderildiğine inanıyordu. ‘Kesin olarak iman etmişimdir ki, Müslüman Türk milleti ve onun devleti güçlüyse İslâm dünyası da güçlüdür’ diyen Arvasi, İslâm dünyasını esir almak isteyen şer kuvvetlerin ilk hedefinin Türk devleti ve Türk milleti olduğunu belirtiyordu.

Arvasi Hoca, İslâm’ın ve Türklüğün âşığıydı. Târih boyunca bütün milletlerin putları, yâni müşahhas ve maddî tanrıları olduğunu, Mûsevîlik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık gibi ilâhî dinlerde ise Allah’ın mücerret bir varlık olduğunu söylüyordu. Bu konuda sık sık ‘Târihte yontulmuş tanrısı olmayan bir millet vardır, o da Türk milletidir’ derdi. Hem Müslümanlığı, hem Türklüğü ile iftihar ederdi. Prof. Dr. Ümit Özdağ’ın bir yazısında dediği gibi,  Arvasi Hoca, tıpkı 17. Yüzyılda yaşayan hemşehrisi müfessir Vanî Mehmet Efendi gibi düşünüyordu. Mehmet Efendi, yazdığı ‘Araisü’l-Kur’ân’ isimli tefsir kitabında “Türkler, Kur’ân’da bahsi geçen Zülkarneyn’den maksat Oğuz Han olduğunu söylerler ki, bu konuda tereddüdü mucip olacak hiçbir nokta yoktur’ der. Hoca sık sık ‘Oğuz’un çocukları’ dediğinde gözleri ışıldar, sesi gürleşirdi.

Arvasi Hoca, Mustafa Kemal Atatürk’e, son Türk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olarak saygı duyuyordu. Onun bu konudaki duygusunu, Savaştepe İlköğretmen Okulu’nda görev yaparken öğrencileriyle 23 Nisan 1962’de yaptığı Anıtkabir ziyâreti sırasında Anıtkabir Özel Defterine yazdığı şu ifadede açıkça görmek mümkündür: ‘Cumhuriyetimizin kurucusu Aziz Atatürk’ümüzün mânevî huzurlarında millî ruh ve Türk şuurunun bütün imanını yaşadık.’ (M. Ozan Semerci, Hatıraların Aydınlığında Seyyid Ahmet Arvasi, s. 196-197)

Arvasi Hoca’nın Türk milliyetçiliği ile ilgili düşüncelerini açıkladığı ilk eseri olan ‘İleri Türk Milliyetçiliğinin İlkeleri’, 1965 yılında İstanbul’da Mümin Çevik’in sâhibi olduğu Doğan Güneş Yayınları arasında yayınlandı. Mavi kapaklı ince bir cep kitabı olarak basılmıştı. Bu kitap metni Ahmet B. Karabacak’ın sahibi olduğu Milli Hareket Dergisi’nin Ekim 1967 târihli 15. sayısında da yayımlandı. Arvasi kitabının önsözünde özetle şunları söylüyor: ‘Bugün Türkiyemiz çeşitli fikir akımlarının birbiriyle karıştığı bir alan hâline gelmiştir. Ziya Gökalp’ten önceki veya Ziya Gökalp’in fikir alanına doğuşunu hazırlayan şartlara benzer bir ortam içindeyiz. Bugün içinde bulunduğumuz kaosu böylece inceleyip değerlendirecek ve Türk milletine ışıklı bir yol açacak milliyetçi ve ileri insanlara muhtacız. Türk milliyetçiliğini her türlü istismar ve ithamdan kurtarıp, aydın Türk gençliğine yeni baştan teslim etmenin zamanı geçmek üzeredir. Bizi böyle bir sisteme ulaştıracak fikir ve bilim adamlarımızın doğuşunu beklemek yerine, bu adamları yetiştirmek yolunda bütün imkânları ve gayretlerimizi birleştirmeliyiz.’  Hoca bu kitabında milliyetçiliği şöyle târif ediyor:  ‘Milliyetçilik, bir milletin kendini iktisâdî, siyâsî yönden ve kültür sahâsında güçlendirmesi ve başka millet ve gruplara sömürtmeme gayretidir. Bu bakımdan milliyetçilik; meşru bir hak ve şuurdur.’

Çetinoğlu: Merhum Arvasi’nin milliyetçilik anlayışının derinliklerine de inebilir miyiz?

Dr. Öner: Arvasi Hocanın milliyetçilik anlayışı, bütün Türklük dünyasını da kucaklıyordu ve bir anlamda Turancıydı. Henüz 17 yaşında bir delikanlı iken (1949) yazdığı ‘Özleyiş’ isimli şiirinde, onu maziye ve ecdâda âşık ve Türklüğün muhteşem çağlarına özlem duyan bir yaklaşım içinde görüyoruz:

Tuna neden köpürmüş, Kırım neden inliyor?   

Nerde parlayan kılıç, Nerde o akıncı ced?

Şimdi Hazar uzaktan feryadımı dinliyor.

Ayrıldı mı Kafkaslar yurdumdan ilelebet?

 Kıbrıs’ın ayrılışı derd oldu içimizde,

Barbaros’un sesini kaybettik Akdenizde,

Adalar yabancıda, dinmez dertleri bizde,

 Balkanımız vatandan ayrıldı mı nihayet?’

Arvasi Hoca, ömrü boyunca Türk milliyetçilerinin sınırlarımızın dışında kalan soydaşlarımızla ilgilenmelerini ve onların kurtuluşu için mücâdele etmelerini istemişti. Onun ‘Turan’a sevgisini,  öğrencilerinden M. Ozan Semerci, Hoca ile ilgili kitabındaki (s. 106) şu anekdotta çok güzel anlatmaktadır. Yıl 1960, mevsim ilkbahar. Savaştepe İlköğretmen Okulu öğretmen ve öğrencileri okulun bahçesindeki çınaraltında halay çekiyorlar. Sırası gelen Karadeniz üstünden ‘horana bak horana” diyor ve buna kendi bulduğu kafiyeli bir cümleyi ekliyordu. Sıra Arvasi Hocaya gelince ek cümle olarak ‘Karadeniz üstünden Turan’a bak Turan’a’ deyiveriyor. Kimse ‘Turan”ın anlamını bilmediği için şaşırıyor. Hafta boyunca girdiği bütün sınıflarda Hocaya ‘Turan’ın ne olduğu soruluyor. O da dersin ilk 15-20 dakikasında, Komünist Rusya’nın Orta Asya’daki Türklere yaptığı zulmü anlatıyor. Türklük dünyasının hürriyete kavuşması ve Turan ülküsünün gerçekleşebilmesi için çok güçlü bir devletimizin olmasını, bunun için gençlerin çok okuyup ve çok çalışıp ülke kalkınmasında görev almaları gerektiğini belirtiyor.

Hoca, ilk kitabı olan ‘İleri Türk Milliyetçiliğinin İlkeleri’nde, dünya Türklüğü hakkında şöyle diyor: “Anadolu Türklüğünü dünya Türklüğünden (meselâ; Kıbrıs’tan, Batı Trakya’dan, Kerkük’ten, Azerbeycan’dan vs.) koparmamak gerekir.”

Çetinoğlu: Dinî bilgiler açısından donanımlı olduğu söylenir…

Dr. Öner: Arvasi Hoca bir din âlimi kadar dinî bilgiye sâhip olmakla birlikte din adamı değildi. Onun dinî ilimler alanındaki vukufiyetini, bir Müslümanın beşikten mezara hayatını ve 24 saatini, bir haftasını, bir yılını nasıl yaşaması gerektiğini anlattığı ‘İlm-i Hâl’ isimli eserinde görmek mümkündür. Arvasi Hoca’yı yakından tanımayan bazı kişiler, dinî bilgilerinin derinliği ve dinî hassasiyetlerinin yoğunluğu sebebiyle, onu hep bir din mücahidi olarak göstermeyi tercih etmişlerdir. Fakat Hoca, iyi bir Müslüman olmakla birlikte, Türkçü denecek kadar ileri derecede bir milliyetçiydi. Atatürk Eğitim Enstitüsü’nde birlikte görev yaparken, dinî yönü zayıf olan bâzı Türkçü gençlere kızdığımı ve sert biçimde eleştirdiğimi görünce beni bir kenara çekerek ‘Aman Sâkin Bey, Hareket’in Türkçü karakterini kaybetmiyelim, kaybettirmeyelim’ demiştir.

DERKENAR:

SEYİT AHMET ARVASİ’DEN SEÇMELER:

Benim milliyetçilik anlayışımda asla ırkçılığa, bölgeciliğe ve dar kavmiyet şuuruna yer yoktur.

  •  

Bir Doğu Anadolu çocuğu olarak, doğduğum ve büyüdüğüm bölge etrafında döndürülmek istenen hâin niyetlere kahpe tertiplere karşı elbette kayıtsız kalamazdım.

  •  

Beni yakından tanıyanlar bütün hayatımı ve çalışmalarımı Türk-İslam Ülküsü’ne vakfettiğimi elbette bilirler.

  •  

Biz Müslüman Türk’üz. Bizi, gelecek asırlarda yine biz olarak temsil edebilecek güçlü kadrolara muhtacız.

  • Kadrolar değişmedikçe anayasalar kanunlar kararnameler ve tüzükler değişse bile bir mânâ ifade etmez.
  •  

Hayretle gördüm ki bu ülkede Türk kelimesinden ürkenler var. Yine hayretle gördüm ki bu ülkede İslâm kelimesinden ürkenler var. Ve yine ürpererek gördüm ki, bu ülkede Türk ve İslâm kelimelerinin yan yana gelmesinden dehşete kapılan kişi ve çevreler var.

  •  

Bugün yeryüzünde iki sömürgeci blok vardır. Bunlardan biri kara renkli   ‘kapitalist’ emperyalizm, diğeri ise bütün fraksiyonu ile ‘kızıl’ emperyalizmdir.

  •  

Birincisi ‘çok milletli şirketlerin’ paravanasında ‘az gelişmiş veya gelişmekte olan halklara yardım etmek, hürriyet ve medeniyet götürmek’ maskesi altında, ikincisi de ‘ezilen, sömürülen halklara bağımsızlık ve adâlet götürmek’ maskesi altında ‘iç savaşlar’ çıkarmakta ve ‘dünya proleterlerinin* dayanışması’ adı altında işgalini gerçekleştirmektedir.

  •  

Ve târih bir gün acz içinde kıvrana kıvrana şehâdete susamış bir ülkücüden daha müthiş bir silahın keşfedilemediğini yazmak mecburiyetinde kalacaktır.

  •  

Çok defa beynelmilelci sloganlara yapışarak vatan çocuklarını kendi öz târihlerine millî ve mukaddes kültür ve medeniyetlerine millî ülkülerine yabancılaştırmaya dinlerine dillerine, bayrağına ve târihine düşman etmeye çalışıyorlar.

  •  

Târihine kültürüne bayrağına devletine ve milletine yabancılaşmış nesiller ve kadrolar teşekkül etmişse bizi biz yapan millî ve mukaddes değerlerimize alenen tecâvüz edilebiliyorsa devletin ve milletin bütünlüğüne yönelen eylemler pervasızlaşmışsa bunları sâdece sosyal değişmelerin tabii sonuçları olarak yorumlamak mümkün değildir; ihânetle, kendini sosyal değişmenin sancıları ile maskeleyemez.

  •  

İtikat ve ibâdete bid’at katan, İslâmiyet’i kendi dar idraklerine göre yorumlamaya kalkan beyinsizler kendilerine ne ad verirlerse versinler, asla İslâm’a hizmet etmemektedirler.

  •  

Türk milliyetçilerinin çile ve ıstıraba duçar olduğu dönemler Türk millî şuurunun yeni bir zaferini müjdelemektedir.

  •  

Mustaripler, mağdurlar ve mazlumlar çoğalıp Türk milliyetçilerinin saflarını takviye ettikçe hareketin aşk ve harâret potansiyeli de artmaktadır.

  •  

Türk’üm Müslüman’ım ve medeniyim diyen Türk-İslâm ülkücülerine en az 200 yıldan beri ezilen hor görülen vatan çocuklarına devrimbazların neden niçin ve nasıl düşman edildiğini acaba gösteremeyecek miyiz?

  •  

‘Türk’üm’ derse ilkel olmakla itham edilen milletin târihine kültürüne ülküsüne yabancılaşmayan öğretmen memur polis, öğrenci, işçi ve halkın ıstırabı ne zaman bitecek?

  •  

Vatanımız ve milletimiz dört bir yandan ayrı renk ve biçimde gelişen kültür emperyalizmine mâruz kalmaktadır. Kapitalist ve komünist oyunlara ilâveten Arap ve Fars kültürünün ülkemizdeki tahribatı çok büyük olmaktadır.

  •  

Türk Milletinin hayatî meselesi tamamen kendinden olan kendini çok seven millî târihine millî kültürüne gönülden bağlı ve bu değerlere yabancılaşmamış aydın ve milliyetçi kadrolardır. İşte millî eğitim Türk milletine dâima bunları vermelidir.

  •  

Dinimizin ve milliyetimizin düşmanları din ve milliyet gibi iki mukaddes varlığımızı birbirine düşman göstermek oyunundan kolay kolay vazgeçeceğe benzemiyor.

  •  

İnanıyorum ki hem Türk, hem Müslüman olmak hem de muasır dünyaya öncülük etmek mümkündür.

  •  

Türk devletini yıkmak ve Türk milletini parçalamak isteyen bölücüler yalnız Türklüğe değil İslâm’a da ihânet etmektedirler.

  •  

İslâm dünyasını esir almak isteyen şer kuvvetlerin ilk hedefi Türk devleti ve Türk milleti olmuştur.

  •  

Kesin olarak iman etmişimdir ki Müslüman Türk milleti ve onun devleti güçlüyse, İslâm dünyası da güçlüdür.

  •  

Kişi milletini sevmekle suçlanamaz. Milletinin efendisi, milletine hizmet edendir. Vatan sevgisi imandandır.

*Proleter: işçi. (Komünist rejimlerde halk, proleter ve burjuva olarak iki kısımda mütalaa edilirdi. ‘Eğitimli ve varlıklı insan’ mânâsındaki  burjuva, rejim aleyhtarı olarak görülür ve ezilmeye, yok edilmeye çalışılırdı.) 

(Devam Edecek)

Prof. Dr. Sâdık K. Tural’dan 4 Adet Muhteşem Eser:

 (Beşinci Bölüm)

4-Millî Benlik Ve Kimlik

Prof. Dr. Sâdık K. Tural’ın ‘Millî Benlik ve Kimlik’ isimli eseri;13,5 X 21 santim ölçülerinde 103 sayfadır. ‘Düşündükçe İnsanız’, ‘Zekâ Bir Hazinedir’, ‘Kavram Çeşitleri Üzerine’, ‘Kavramlar Zakânın Anahtarlarıdır’ ara başlıkları altında, kitapta yer alan bilgi hazinesi zengin odaların anahtarları verildikten sonra; Türkiye’de yaşanan kültürle alakalı sıkıntılara teşhis konuluyor: ‘Türkiye’de gruplaşmaların, birbirini dost saymaz tavırların, uzlaşmaz öfkelerin arkasındaki sebep: kavramların tanımlarındaki farklılıklardır.’

Elhak doğrudur. Kendilerinin allâme olduğuna inananlar, hatibin veya bilgilendirenin söylediğini beğenmez ve alternatif fikirler ileri sürmek suretiyle kendilerini tatmin etmeye çalışırlar. Bir kısmı da ‘Arkalarındaki emperyal güçlerin desteğiyle kavram târiflerini kirletir.’ En sâdık düşmanlarımız olarak ‘iç dengelerimizi bozmak ve ayrıştırılmış gruplar oluşturmak için büyük çaba harcar.’ Bin yıldır bu işi, misyonerleriyle yürütüyorlardı. Günümüzde, yerli ve gönüllü devşirilmiş misyonerleri kullanıyorlar.

Türkiye’miz için asıl beka meselesi olan bu faaliyetlerin yürütücüleri, ilk defa bu kadar net bir şekilde Sâdık Tural Hoca’nın cesâretle kaleme aldığı eserinde ifşa ediliyor. Geçmişimizden ve günümüzden örnekler vererek… ABD’ni 1993-2001 yılları arasında yöneten 42. Başkan Bil Clinton; ‘İslâm dünyasına bir halife tâyin etmemiz, bu halkları daha masrafsız yönlendirmemizi sağlayacaktır’ demişti. En sadık düşmanlarımız, 15 Temmuz şanlı direnişi yaşanmasaydı, masrafsız yönetime kavuşacaktı.

Dünya üzerinde hiçbir devlet, bir başka devletin verdiği akılla ve hatta siyâsî ve iktisâdi destekle ve de onun gösterdiği yolda ilerleyerek problemlerinden kurtulabilmiş değildir. Bu gerçeği, Dünya Bankası ve İMF ile canciğer kuzu sarması olduktan çok sonra anlayabilmiş olmamız, Cenâb-ı Allah’ın milletimize bir lütfudur.

Aziz ve muhterem Tural Hoca meseleye, uzmanı olduğu edebiyat penceresinden bakıyor ve gelinen noktayı, kavramların bulanıklaştırılmasının tabîi neticesi olarak görüyor:

Sayıca yüzden biraz fazla kavram vardır ki onların tanımında birleşememiş toplumlarda, öfkeli ayrışmalar ve kinli kamplaşmalar istikrarı yok eder. İstikrarsızlık yaygınlaştığında ahlâk, adâlet, sabır ve erdem kavramlarına bağlı hükümler, zekânın bölümleri üzerindeki etkilerini kaybederler. Kişilerin grupların zekâlarının bazı ana merkezleri işlevsizleşmişse veya işlerliklerini samîmi, güzel ve âdil olma ilkelerini dışlayarak devam ettiriyorsa, o toplumda istikrar kaybolmuş demektir. İstikrar kavramı, dengeli olma ifâdesi ile karşılanabilir; her parçanın veya grubun ana bütünle uyumlu olma işlevini kaybettiği durumlarda istikrar yok olma konumundadır. Bu olumsuzluklar, her türden ilişkiler ağında yaygın ve biçimlendirici ise, rejimi değiştirmek, devleti parçalamak, vatanı bölmek isteyenlerin istediği şartlar oluşmuştur. İstikrarsızlık, emperyal merkezler ile işbirlikçilerinin çok istediği bir ortam olduğundan, iç savaş denemelerinin kapılarını açar.

Acizler şikâyet eder, muktedirler çâre bulur’ sözünün varlığından haberdar olan Tural Hoca, kavram karmaşasından şikâyet etmekle kalmıyor, kavram açıklamalarını vererek karmaşayı, kavgaya dönüşmeden önlüyor. Açıkladığı ana kavramlar 5 adettir: ‘Benlik’, ‘Millî Benlik, ‘Kimlik’ ‘Millî Kimlik’ ve ‘Millî Kültür’…

Açıklamalar sırasında; ‘Benliğin oluşumu ve yansımaları’, ‘Millî benlik ve kimlik kavramlarının rejimle ilişkisi’, ‘Millî benlik düşmanlığı’  gibi ara başlıklar altında önemli detay bilgiler bulunuyor.

***

Kültür; insan kalabalıklarını millet yapan, onu diğer milletlerden ayıran en önemli özelliktir. Ziya Gökalp, eserlerinde her defâsında millî kültürün önemini savunup bir milletten başka bir millete taşınamayacağını ifâde eder. Cemil Meriç ise Ziya Gökalp’in kültür kavramını Fransızcadan düşünce hayatımıza kattığını ifâde ederek, ‘kültür’ kelimesini reddetmiştir. Cemil Meriç kültür diye bir kelimenin olmadığını, Avrupa’da medeniyet mânâsına geldiğini ifâde ederek bu kelimenin yerine daha mânâlı olduğunu söylediği ‘irfan’ kelimesini kullanır.

Kültür kavramı hakkında en geniş bilgileri bulabileceğimiz makaleyi Cemil Meriç kaleme almıştır. Üstat Meriç diyor ki: ‘Medeniyet, muhtevâsı çağdan çağa, ülkeden ülkeye, yazardan yazara değişen kaypak ve karanlık bir kelimedir ve bu kelime dâima bir başka kelime ile berâberdir: Kültür…’

Meriç’e göre kültür de tıpkı medeniyet mefhumu gibi kaypaktır. Unsurları sonsuz denilecek kadar çok olduğu için tahlil etmek mümkün değildir.

Cemil Meriç, kültürü târif etmenin ne kadar zor olduğu konusunda Lawrence Lowell’in şu sözlerine katıldığını da vurgular: ‘Dünyâda kültürden daha kaypak bir mefhum tanımıyorum. Tasvir edemezsiniz, çünkü bir yerde durmaz. Mânâsını kelimelerle belirtmeye kalkıştınız mı, elinizle havayı tutmuş gibi olursunuz. Bakarsınız ki her yerde hava var, ama avuçlarınız boş.’

20. yüzyılın ortalarında ABD’li iki antropolog Krober ve Kluckhan’ın yaptıkları bir incelemede, kültür ve kavramının tam 164 farklı târifini derlemiştir. Böylece çok eski ve önemli bir geçmişe sâhip olmakla berâber ‘kültür’ kelimesi üzerinde uzun yıllar boyunca bir uzlaşma ortamının oluşturulamadığını görürüz. Kısaca bu konuda ilim adamlarının bile zorlandığı görülür. Bu yüzden, insandan başlayarak onun yaşadığı ve bütünleştiği ortam hususunda değerlendirmeler yapılarak kültürün târifinin yapılması cihetine gidilmiştir. Zamanla umûmî kabul görecek olan bir kültür târifine doğru yol alınacaktır. Fakat burada da, sosyal ilimlerin tabiatı düşünüldüğünde çeşitli eğilimlerin, ideolojilerin ağırlıklı rol oynadığı görülür. Bu düşüncelerle her kişide var olduğunu kabul etmek durumunda bulunduğumuz beynelmilel ve özel vasıflar dışında bir de ‘her kişiyi’ bir gruplar dizisinin üyesi olarak târif eden vasıflar kümesinin bulunduğunu ve bunun kültürü oluşturduğunu belirterek şöyle bir târif yapılabilir: ‘Kültür zihniyetlerin bileşkesinde ortaya çıkan ve topluma kimlik kazandıran değer ve normlardır.’ Buradan hareketle ‘kültürü, bir topluluğu millet yapan ve diğer milletlerden farklı kılan bir hayat tarzı’ bir başka ifâdeyle ‘bir cemiyet, topluluk ve millet için sosyal akrabalık bağlarının ve değerler manzumesinin bütünü’ olarak târif edebiliriz.

 ‘Kültürün bir toplumun hayat tarzı’ olduğu belirtildikten sonra, şöyle de denilebilir: ‘Kültür bir topluluğun, milletin duygu, düşünce ve davranış kalıplarını ihtiva eder; burada başta dil, din, târih, bilgi, san’at, örf ve âdetler, ahlâk gibi unsurlarını ihtivâ eder. Kısaca kişinin bir cemiyetin üyesi olması dolayısıyla kazandığı çeşitli değerler yanında sâhip olduğu diğer bütün mahâret ve alışkanlıkları da ihtiva eden bir bütünden meydana gelen yapıdır.’

Meriç, ‘Kültürden İrfana’ adlı eserine kültürün târifiyle daha doğrusu târifsizliğiyle başlar. Kültürün 161 târifi olduğunu söyleyen Meriç, 39 sayfa devam eden açıklamalarıyla kültürün ne kadar kaypak ve muğlak bir kelime olduğunu ortaya koyar: ‘Tarımdan, idmana, balıkçılıktan medeniyete kadar akla gelen ve gelmeyen düzinelerce mânâ… Âdetâ kelime değil, bukalemundur.’ Bir konferansında ‘161 adet târifi olan bir kelimenin aslında tam olarak hiçbir târifi olmadığını’ belirtir.

Merhum Meriç, kültür kavramına Türkçe karşılık olarak Ziya Gökalp’in ‘hars’ kelimesini kullandığını fakat bu ‘bedbaht’ kelimenin halk tarafından beğenilmediğini söyler. Meriç’e göre Fransızca kültürün karşılığı ‘irfan’dır.

Onun, kültür karşılığı olarak teklif ettiği ‘irfan’ kelimesi pek güzel, sevimli, derinlikli ve câzibeli olmasına, ârif, târif ve mâruf gibi akrabalarını dilimize kabul etmiş olmamıza rağmen insanlarımız bu kelimeyi de tutmamış, ‘kültür’ kelimesini tercih etmiştir. ‘Ekseriyetin yanlışta ittifak etmesi mümkün değildir’ özdeyişi gereğince ve de milletimizin tercihine karşı çıkmanın saygısızlık olacağı düşünülerek ‘irfan’ kelimesinden özür dileyip  ‘kültür’ kelimesine bakarsak efendim, Ötüken’den yola koyulduktan sonra hep batıya doğru ilerleyen milletimizin başka türlü bir tercihi elbette söz konusu olmazdı. Ancak hemen belirtilmeli ki bu yöneliş ve ilerleyiş, eski dönemlerde tek muktedirlerin, Tanzimat’tan sonra da millet dediğimiz sessiz çoğunluğun değil, batı hayranı çığırtkan azınlığın tercihidir.

Milletimiz, ‘öz İngilizce, öz Fransızca olmadığı gibi, öz Türkçe de olmaz’ diyerek, öz Türkçecilerin kültür yerine kullanmak istediği  ‘ekin’ kelimesini de, ‘onun yeri ziraattir, tarladır’ diyerek kabul etmedi.

Şurası bir şaşmaz hakîkattir: Türk kültürünün; Müslüman veyâ gayrimüslim… Diğer milletlerin kültürlerinden farklı olarak ihtiva ettiği unsurlar vardır.

Bu konuda Prof. Dr. Erol Güngör* diyor ki: ‘Bir topluluğun ihtiyaçlarını karşılamak üzere benimsemiş bulunduğu hayat tarzı bütün maddî ve mânevî unsurlarıyla birlikte, toplumun kültürünü teşkil eder.’ O halde Müslüman veyâ Müslüman olmayan, hattâ buna mezhep farklılıkları içinde bulunan Türk topluluklarını da ilâve ettiğimizde görürüz ki, diğer bazı milletlerin kültürlerinde de bulunmakla berâber, ‘âile anlayışı’ ve ‘devlet’ unsurları, Türk’ün bilinen târihî süreci içerisinde başka milletlerden daha farklı ve ağırlıklı bir mânâ taşımıştır.

Türk Millî Kültürü’ denildiğinde ise bütün olumsuzluklar, kendiliğinden keenlemyekün oluverir. Bu olumlu neticeyi Prof. Dr. merhum  İbrâhim Kafesoğlu’na borçluyuz.

Sâdık K. Tural Hoca’nın, ‘Millî Benlik ve Kimlik’ isimli eserinin son cümleleri de saadetlerle bezenen geleceği müjdeliyor:

Ataların ruhunu, târihin ve toprağın ruhunu, yaşanan zamanın ruhu ile henüz doğmamış kuşakların ruhlarını iç aynalarında göremeyenler -ilgi çekicilik gösterip- aydın geçinerek kitleleri bir süre yanıltabilirler. Îman, adâlet, sevgi, saygı ve ahlâk ile bilgi/bilim kavramlarının gerekleriyle yoğrulmuş bulunan aydınların çoğunlukta olduğu toplumlarda istikrarsızlık olmaz. Allaha inanan, ahlâkı olan, inanç, siyâset, hukuk, ticâret, bilim, sanat alanlarında eser ve hizmet verirken, ortak paydayı gözeten aydınların çoğunluğu oluşturduğu toplumlar, istikrarlıdır.

Vatanının bölünmez ve bayındır; devletinin güçlü ve itibarlı; toplumunun bütünleşmiş ve istikrarlı olmasına katkıda bulunmak için çalışan, bilgili, ahlâklı, dünyalığa, kine ve hasede teslim olmayan aydınların sayısını artırmak dışında güvenli bir yol yoktur.

TÜRK EDEBİYATI VAKFI YAYINLARI

  Divanyolu Caddesi Nu: 14 Sultanahmet, Fâtih, İstanbul. Telefon: Telefon: 0.212-526 16 15  

Belgegeçer: 0.212- 513 77 49 e-posta: tedev30@gmail.com

(Bitti)