Türk Millîyetçiliği Fikriyatının Yılmaz / Yorulmaz Müdafii İDRİS TÜRKTEN İle Gündemdeki Meselelerimizi Konuştuk.
Oğuz Çetinoğlu: Bilgi ve şuur kavramlarını yorumlar mısınız?
İdris Türkten: Çok güzel bir soru. Normal bir insanda ikisinin de bulunması gerekli kavramlar. Yani bilgi ve şuur anlam bakımından oldukça derin ve felsefi konulardır.
Bilgi: Genel anlamda, kişilerin veya sistemlerin nesneler, olaylar, kavramlar ve ilişkileri hakkında edindiği, işlediği ve sakladığı doğru veya doğrulanabilir kavramlar olarak tanımlanabilir. Bilgi, deneyimler, gözlemler, düşünceler ve kendisine rahmetler diliyorum Cemil Meriç’in deyimiyle: “tecessüs” yani öğrenme merakı sonucunda kazanılır.
Şuur (Bilinç): Şuur, bireylerin kendi zihnî ve hissî durumlarının farkında olma kapasitesidir. Bilinç, düşüncelerimizin, hislerimizin ve çevremizde olup bitenlerin farkında olmamızı sağlar. Şuur, Felsefi açıdan bakıldığında, şuurun tabiatı ve kökeni hâlâ tartışmalı bir konudur. Bilinç, subjektif deneyimin temelidir ve “zihin-beden” probleminin merkezinde yer alır.
Bu iki kavram birbirini tamamlar nitelikte olsa da, bilgi daha çok dış dünya hakkında, şuur ise iç dünyamız, deneyim ve farkındalık olarak derinlemesine düşünmeyi gerektirir.
Çetinoğlu: Bir ülkede yaşayan insanların hem bilgili hem de şuurlu olması elbette tercih edilir. Fakat Türkiye’mizde iki özelliğe de aynı ölçüde sâhip olan insanların sayısı ihtiyacı karşılamıyor. İnsanlarda bilgi mi önemlidir, şuur mu? Neden? (Bir başka ifâde ile toplum için bilgili insan mı değerlidir, şuurlu insan mı? Neden?)
Türkten: Bilgi ve şuur yukarıda da değindiğimiz gibi birbirini tamamlayan kavramlardır. Birisi olmaz ise ötekisi yarım kalır ve birinin eksikliği yapılan bir işte ve eylemde anında fark edilir. Bilgi, eğitimle kazanılan bir değerdir, ne kadar iyi eğitirseniz kişiden o kadar faydalı verim alırsınız. Peygamber Efendimiz, “İlim Çin’de de olsa gidip alınız” demiştir. Bilgi sâhibi olmanın ne kadar önemli olduğunu siz düşünün artık. Bilimin yanında şuur da çok önemlidir tabii. Bilgili bir insanda şuur yoksa eğer, onun yaptığı bir işten hiçbir fayda beklenemez. İdeal bir insan, içinde yaşadığı toplumun değerlerinin şuuru ile yani milli şuurla hareket etmek mecbûriyetindedir.
Cetinoğlu: İhtiyacımız ölçüsünde hem bilgili hem şuurlu insan yetişmemiş olmasının sebebi eğitim sistemimiz midir, insanlarımızın zekâ seviyesi mi? Beslenme problemi mi var, inanç yetersizliği mi, vatansevirlik duygularının yetersizliği mi? Yoksa başka problemler mi?
Türkten: Bu saydıklarınızın hepsi de önemli faktörlerdir. Cumhuriyetten sonra Mustafa Kemal Atatürk dönemi hâriç, eğitime yeteri kadar gerekli önem ve değer verilmemiştir. Bu yüzden Avrupa’ya karşı bilim ve teknolojide oldukça geriyiz. Avrupa matbaayı 1400’lü yıllarda kullanmaya başlamışken biz, 300 yıl sonra matbaa ile tanışır olmuşuz. Avrupa’da gelişen olayları her zaman 100 yıl geriden takip etmişiz. “Endüstri 1, buhar makinesinin insan gücü yerine kullanılmaya başladığı birinci endüstri devrimi. Endüstri 2, Henri Ford’un başını çektiği üretim bandı ne üretiyor bakınız! Otomobil. Tam 100 yıl önce. Endüstri 3, robotların sanayie girmesi. Endüstri 4, robotlara internet yüklenmesi.”(İskender Öksüz: Bilim Din ve Türkçülük)
Şimdi Endüstri 5, yapay zekâ devrimine girildi ama biz yeterince ve yerinde kullanıyor muyuz orası meçhul. Zekâ IQ seviyesi önemli tabii. Türkiye’de IQ oranı 100 üzerinden 89-90. Avrupa ülkelerinde ortalama: 100 üzerinden 110
Zaten PİSA ve PİAAC verileri de verdiğim rakamları doğrular nitelikte. 2015 yılı itibarı ile dünya ortalamasına göre durumumuz iyi görünse de, 35 OECD ülkesi arasında sondan üçüncüyüz. Bizden sonra Şili ve Meksika geliyor. Eğitim sistemimiz maalesef okuduğunu anlamayan insanlar yetiştiriyor.
Çetinoğlu: Âcilen giderilmesi gereken noksanlarımız nelerdir?
Türkten: Amerika’yı yeniden keşfetmenin bir anlamı yok. Gelişmiş ülkeler kalkınma ve ilerleme yolunda hangi yolu tâkip ettilerse ilmin ışığında o yoldan gitmemiz gerekiyor. Sınır güvenliğimizi iyi korumamız gerekiyor. Ülkemizdeki sığınmacıların âcilen ülkelerine gönderilmesi lâzım. AB ülkeleriyle imzalanan geri kabul anlaşmasının derhal iptal edilmesi gerekiyor. âcilen tek adam rejiminden kurtulup parlamenter demokrasiye dönmeliyiz. Bütün yetkilerin tek adamda toplanması birçok yanlışı beraberinde getiriyor. Lord Acton’un dediği gibi: “Güç, insanı bozar, mutlak güç, mutlaka bozar.” Devletimiz şu anda tüccar mantığıyla yönetiliyor. Devlet kurumlarımıza yeniden işlerlik kazandırmamız gerekli. Millî Kalkınma Planlamasına yeniden dönmeliyiz. Millî Eğitim sistemimiz acilen yeniden ele alınmalı, yap-boz mantığından vaz geçilmeli ve kültür değerlerimiz korunarak ilmin ışığında kalıcı çâreler üretilmeli.
Çetinoğlu: Verilen vazifeyi, başaramamış bir insanın Japonya’da olduğu gibi intihar etmesi veya başka bir şekilde cezalandırılması, örfümüzde, âdetlerimizde, geleneğimizde ve inanç sistemimizde yoktur.
Başaramadığı bir iş için oluşan vicdan sızısına; bahânelerin devâ, ilaçların şifa vermeyeceğinin şuurunda olan insanlara ihtiyacımız var. Bu insanları nerede ve nasıl yetiştirebiliriz?
Türkten: Japonya’da olduğu gibi bir kişinin işi başaramadığında Harakiri yapma geleneği bizim kültürümüzde yok. Ülkemizde iyi yetişmiş bilim insanımız çok şükür var ama bunlara yurt içinde gereken değerler verilmediğinden Türkiye büyük oranda “Beyin Göçü”ne mâruz kalıyor. Maalesef yöneticilerimiz yetişmiş insanımıza “giderlerse gitsinler” mantığıyla yaklaşıyor. Bunların yerini liyakatsiz insanlar dolduruyor. Nerede hangi kurum varsa o kurumların başına mutlaka liyakat sâhibi insanların getirilmesi gerekiyor. Liyakatin olduğu yerde hata yapma oranı düşük olur.
Çetinoğlu: Türkiye’mizde gidişatın istenilen ölçüde ve istikamette olduğunu düşünmüyorsunuzdur? Sebepleri neler olabilir?
Türkten: Hayır düşünmüyorum. Adam kayırmacılığı Nepotizm, ‘Bizim çocuklar’ mantığından vaz geçilmeli, kurumlarımızın başına kuralsız atamalardan vaz geçilerek her kurumun başına liyakat sâhibi yöneticiler getirilmeli.
Çetinoğlu: Ahlâksız insan olmaz. Her insanın kendisine göre bir ahlâkı vardır. İyi ahlâklı insan olabileceği gibi kötü ahlâklı insanlar da vardır.
İyi ahlâklı insanda bulunması gereken en önemli ‘iyi’ olarak kabul edilebilecek 10 özellik nelerdir?
Türkten: 1-Dürüstlük: Doğruyu söylemek ve her durumda dürüst davranmak.
2-Adâlet: Herkese eşit ve hakkaniyetli davranmak.
3-Empati: Başkalarının duygularını anlamak ve bu duygulara saygı göstermek.
4-Saygı: İnsanlara ve onların haklarına, düşüncelerine, inançlarına saygı göstermek.
5-Merhamet: Başkalarına karşı şefkatli ve yardımsever olmak.
6-Sorumluluk: Kendi davranışlarının sonuçlarını kabul etmek ve gerektiğinde sorumluluk üstlenmek.
7-Sabır: Zorluklar karşısında sâkin ve metânetli kalabilmek.
8-Güvenilirlik: Sözüne sâdık kalmak ve başkalarının güvenini kazanmak.
9-Disiplin: Kendi davranışlarını ve duygularını kontrol edebilmek.
10-Alçakgönüllülük: Kendi hatalarını kabul edebilmek ve başkalarından öğrenmeye açık olmak.
Çetinoğlu: İyi ahlâklı insanda bulunmaması gereken en önemli 10 kötü özellik nelerdir?
Türkten:1-Yalan söylemek. Doğruluktan sapmak ve insanları yanıltmak.
2-Haksızlık: İnsanlara Adâletsiz davranmak ve haklarını gasp etmek.
3-Bencillik: Sâdece kendi çıkarlarını düşünmek ve başkalarını umursamamak.
4-Kaba davranış: Saygısız ve incitici şekilde davranmak.
5-Zâlimlik: Diğer insanlara veya canlılara zarar vermek.
6-Sorumsuzluk: Kendi davranışlarının sonuçlarını dikkate almamak.
7-Sabırsızlık: Hoşgörüsüz ve aceleci olmak.
8-Güvensizlik: Verdiği sözleri tutmamak ve başkalarının güvenini suistimal etmek.
9-Öfke kontrolsüzlüğü: Duygularını kontrol edemeyip saldırgan davranışlar sergilemek.
10-Kibir: Kendini üstün görmek ve başkalarını küçümsemek.
Çetinoğlu: Çağımız devletlerinde ‘olmazsa olmaz’ denilebilecek prensipler nelerdir?
Türkten: Çağımız devletlerinde “olmazsa olmaz” denilebilecek bazı temel prensipler şunlardır:
1-Hukukun Üstünlüğü: Yasaların herkes için eşit ve âdil bir şekilde uygulanması. Hukukun üstünlüğü, keyfi yönetimden kaçınılmasını sağlar.
2-Demokrasi: Halkın kendi yöneticilerini hür ve âdil seçimlerle belirleyebilmesi. Demokratik süreçler, vatandaşların katılımını ve temsilini sağlar.
3-İnsan Hakları: Temel insan haklarının korunması ve saygı gösterilmesi. Bu, ifade özgürlüğü, din özgürlüğü, eğitim hakkı gibi hakları içerir.
4-Şeffaflık ve Hesap Verebilirlik: Devletin eylemlerinin ve harcamalarının açık olması ve devlet yetkililerinin hesap verebilir olması.
5-Güçler Ayrılığı: Yasama, yürütme ve yargı erklerinin bağımsız olarak çalışması. Bu ayrım, güç yoğunlaşmasını engeller ve denge-denetleme mekanizmalarını güçlendirir.
6-Eşitlik: Tüm vatandaşlara din, dil, ırk, cinsiyet, etnik köken, sosyal statü gibi herhangi bir ayrım gözetmeksizin eşit fırsatlar ve haklar sağlanması.
7-Sosyal Adâlet: Gelir dağılımında Adâletin sağlanması, yoksullukla mücadele edilmesi ve sosyal refahın artırılması.
8-Çevre Koruma: Tabîi kaynakların sürdürülebilir bir şekilde kullanılması ve çevre koruma politikalarının uygulanması.
Bu prensipler, modern devletlerin vatandaşlarına âdil, güvenli ve refah dolu bir yaşam sunabilmeleri için temel unsurlar olarak kabul edilir.
Çetinoğlu: Türkiyemizin ağır bir iktisâdî kriz dönemi yaşadığı biliniyor. Bu durumun müsebbibinin dış güçler olduğu söylentisini nasıl değerlendiriyorsunuz. Dış güçler değilse, kimlerdir, yangın niçin ve nasıl çıkmıştır?
Türkten: Dünya bir milletler mücâdelesidir. Durup dururken hiçbir millet ekonomik yönden diğerine yardım yapmaz, ancak güç birliği oluşturulursa birlikte kalkınma sağlanır. Avrupa Topluluğu gibi. Türkiye ekonomisi en zayıf halindeyken bile 2002 yılında Güney Kore ekonomisiyle yarış halindeydi. Bugün Güney Kore 2024 yılı itibariyle 196 ülke arasında dünyanın 12. büyük ekonomisine sâhiptir. Güney Kore, 2024 yılında 36.132 dolarlık kişi başına düşen millî gelir ile dünyada 33. sırada yer almaktadır. Türkiye ise: ekonomik büyüklük açısından 67. Sırada ve en iyimser rakamlarla fert başına düşen millî gelir: 15 666 $
Her işte kabahati dış güçlere bağlamak, kendi kendimizi olmasa bile Türk insanını kandırmaktan ibârettir. Devlet kadrolarında denetimsiz israf, îtibardan tasarruf olmaz mantığı, Faiz sebep enflasyon sonuç, kur korumalı mevduat uygulamaları ve bir de liyakatsiz kadrolarla ekonomiyi yönetmeğe kalkarsanız ekonomide batış kaçınılmaz olur.
Çetinoğlu: Son soruyu siz hazırlayınız ve cevabını veriniz. Veya şu soruyu cevaplandırınız: Bir kibrit çöpü olsaydınız, kendinizi ne için yakardınız?
Türkten: “Bir kibrit çöpü olsaydım eğer” sorunuza Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün şu veciz ifadesiyle cevap vereyim. “Türk Milletini muasır milletleri en üst zirvesinde” görmek için yakardım.
| İDRİS TÜRKTEN: 1 12 1949 Yılında Tokat Artova’da doğdu. İlkokulu Artova’da bitirdikten sonra Ortaokul ve liseyi Turhal’da okudu. 1970 yılında hem çalışmak, hem de tahsil yapmak üzere Almanya’ya gitti. Berlin Teknik üniversitesinde makine mühendisliği tahsili yaparken 1973 yılında Almanya ekonomisindeki kriz yüzünden işi ve okulu bırakmak zorunda kaldı. Türkiye’ye döndü ve Eğridir Dağ ve Komando okulunda askerlik hizmetini yaptı. Askerlik sonrasında Kocaeli / Yarımca’da bulunan Petkim Petro Kimya Fabrikasında çalıştı. Emekli olduktan sonra bir süre esnaflık yaptı. İdris Türkten, evli ve biri kız, 3 evlat sahibidir. Çeşitli gazete ve internet sitelerinde yazıları yayınlanmaktadır. Kocaeli Aydınlar Ocağı Yönetim Kurulu Üyesidir. |
Vesikalı veya Ödüllü Yar; Sinema Sektörü
Fikir emekçileri günümüzde hala adli soruşturmadan kurtulamıyorlar. Genelde çoğu da yargı ve soruşturma sonucu beraat eder ama, boşu boşuna mahkemelerimiz böylece meşgul edilir. Babıali’de gazetecilik yaparken ani bir kararla Polatlı Topçu ve Füze Okulu ile Erzurum Tabakhane Topçu Alayına askere giderken (1968) hakkımda açılan 40 küsur dava devam ediyordu. Fikir suçunu çok iyi bilirim. Bunun ıstırabını duyduğum için de Yüzaltmışüç (Yunus Emre Yayınevi 1974) adlı eserimde görüşü ne olursa olsun fikir suçlarından yargılananları anlattım, düşünce özgürlüğünü savundum, hakikat arayışımı sürdürdüm.
Bu süreç benim için epeyi süre devam etti. Bir sivil toplum kuruluşu yöneticisi olarak fikir ve sanat sitemizdeki resimli romandan (2006), sonra Yürüyüş Yolu adlı biyografik anı kitabından (2014) yine yargılandım. Çünkü fikir emekçiliğinin, emekliliği yoktur. Hak vaki olana kadar üretmeye devam eder, hakkında dava açılır veya açılmaz. Öyle ki bunu hocamız, şair Arif Nihat Asya şöyle ifade ediyor; “Sessizce düşünsek, duyacaklar bir gün/ Olmazları olmuş sayacaklar bir gün/ Onlar bu vehimle ellerinden gelse/ Rüyalara sansür koyacaklar bir gün!”
Yürüyüş Yolu davası görülürken kurucusu olduğum Türkiye Yazarlar Birliği’nden, üyeleri olduğum Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nden, kısa adı FIJ olan Uluslararası Gazeteciler Federasyonu’ndan (Internatıonal Federation Of Journalistes), Edebiyat, Sanat, Kültür Araştırmaları Derneği’nden vs belki duymamışlardır ama geçmiş olsun, dava nasıl gidiyor falan gibi yakınlaşma bile görmedim, duymadım.
Aydın Yüreğindeki Sorumluluk
Telif Hakları Derneği Başkanımız Cafer Vayni davayı sahiplendi, bilgi ve belge verdi, Avukat Mehmet Cangir de hukuki danışmanlık yaptı. Davalarımdan aklandım. Müteşekkirim kendilerine. Cafer Vayni bunu hep yapıyor. Açıyı genişletti ve dijital dünya, yayın, kültür, sinema, müzik ve güzel sanatlar endüstrisi için de çok önemli sahiplenmeler gerçekleştiriyor. En son Doğuş Üniversitesiyle birlikte (2024) sinema endüstrisi telif hakları sempozyumunu hayata geçirdi, 2025’te ise yine Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın katkılarıyla güzel sanatlardaki telif haklarını ve fikri hukuku gündeme taşıyacak.
Bunlar imkanla falan değil, yürekle, ufukla, aydın sorumluluğuyla, sivil topluma zaman, kadro ve kaynak aktararak üretenlere faydalı olmak için yapılan etkinliklerdir. Üstelik çağdaş kamusal bir alanı da sahiplenmektir.
Çengelköy Doğuş Üniversitesi kampüsünde iki gün süren(29-30 Kasım 2024) ve benim de sonuna kadar takip ettiğim programda 5 oturum gerçekleşti, 27 akademisyen iştirak etti, 14 tebliğ sunuldu ve tartışmaya açıldı.
Program sunucusu Doç Dr.Nermin Özcan Özer de takdimindeki nokta atışlarıyla mesela “sinema farklı disiplinler harmanlayarak seyirciye ulaşan güçlü, etkili bir sanat dalıdır” hatırlatması bir bakıma önemli bir tebliğ yansıtmak gibiydi. Güzel Türkçesi, konuya hakimiyeti, hal ve tavrı ile pekiyi aldı.
Telif İnsan Hakkı Ve Hukuku
Cafer Vayni Başkan insana, fikri üretime, esere, çağa yatırım yapmaya endekslediği açıklamasına göre; sinema sansür tarihidir. Türkiye’de 1932-1988’e kadar 26 bin 273 sansür uygulaması dolayısıyla sinema sektörü fazla gelişemedi.
Başkan Cafer Vayni’nin bir hatırlatması çok önemliydi. Şöyle dedi uzun konuşmasında; “Birleşmiş Milletler Beyannamesinin 27. Maddesi telifin bir insan hakkı oyduğunu tescil eder, hatırlatır. Sonra UNESCO 1955’te Cenevre Antlaşmasıyla dünya telif haklarını zapturapt altına aldı. Artık telif hakları bütün dünyada dolaşabiliyor. TRIPS Fikri Mülkiyet Hakları Anlaşması (1988) yaygınlaştı. Türkiye’de bundan nasipleniyor ve nasiplenecek. Ekonomiye de ciddi bir katkı verecek. Zaten bunun en son örneği yurtdışına satılan televizyon dizileridir.” Sadece bunlar için bile birkaç özel oturum yapılabilirdi. Çünkü milli kimliğimiz ve toprağımız, bir de iddiamız üretmeye ve eser vermeye çok yatkın. Üstelik kolektif bir çaba sinema.
Özellikle günümüzde Uluslararası Almanya, Azerbaycan Kitap Fuarına ve Kazakistan’a giden yayınevleri kitaplarının telif haklarını da satarak mutlu dönüyorlar artık. Bu güzel ve önemli bir gelişmeydi telif hakları için. Hatta bunun için de mesleki sivil toplum kuruluşları örgütlendi.
Yaratıcı Özgürlük Teşvik Edilmeli
Doğuş Üniversitesi bu konuda bir “uzman akademi” oldu diye düşünüyorum. Hukuk Fakültesi Dekanı Prof.Dr. Mustafa Alper Gümüş sinemanın bir eğlence değil, bir sanat formu, bir düşünce alanı, varoluş sorularına muhatap bir sektör olduğunu, insan hakikatinin arayışını netice verdiğini savundu. Önemli bir tespit bu. Prof.Dr. Gümüş, zamanı damıtan bir araç olan sinemanın, vakti mühürlemek için değil, dağıtmak, parçalamak ve sorgulamak olduğunu öne süren Tarkovski’yle aynı düşüncede. Dolayısıyla sinema sektörü ruhen ve hukuken korunmalıdır.
Dünyamızda siyasi gelişmeler kadar kültürel ve teknolojik gelişmeler de çok hızlı. Kronikleşmiş problemler, yapay zekanın oluşması dolayısıyla, sinema sektörü elbette problemlerinin çözümlenmesi beklemektedir. İşte bütün bu hususlar Doğuş Üniversitesi’ndeki sempozyumda görüşüldü. Program sonuna doğru Kültür ve Turizm Bakanlığı Telif Hakları Mevzuat Dairesi Başkanı Şükriye Şirin de eleştirilere cevap verdi, yanlış anlaşılmalı düzeltti. Bu da önemli ve iyi bir gelişme.
Sempozyumdaki tebliğ, eleştiri ve cevaplara göre; sinema sektöründe hakikat arayışı devam ediyor, öte yandan da köklü değişiklikler birbiri ardından geliyor, edebi eser sayılan sinema ve telif bir insanlık mirasıdır, yaratıcı özgürlük teşvik edilmelidir, sanat ve sanatçının korunmasında tek yetkili ise bakanlıktır. Ayrıca sinema telifleri yeteri kadar toplanamıyor, bir tıkanıklık yaşanıyor, belli ki bir boşluk vardır ve bu giderilmelidir. Başta Sanatçı Kemal Sunal ailesi olmak üzere mahkeme süreçleri devam ediyor. Bunun için konuya ilişkin uzman sayıları artırılmalıdır. Çünkü çoğaltmalar artık videolarla olduğu için kontrolü de zor yapılıyor. Konuya ilişkin eski Bakan Ertuğrul Günal çok çaba sarf etti ama devamı gelmedi, gelemedi. Dolayısıyla ilgili kurum, kuruluş ve üretici sektör temsilcileri sık sık bir araya gelinmelidir. Meslek birlikleri güçlendirilmelidir. Ayrıca yaptırım olmadıkça sorunlar da maalesef çözülemiyor.
Telif Hakları Derneğimizin lokomotif olduğu Sinema Sempozyumu notlarıma göre; sinemada da RTÜK gibi bir kamusal oluşuma ihtiyaç vardır, fakültelerimizdeki sinema öğrencileri için bir festival düzenlenmelidir, Kültür Bakanlığı gelişmelerde öncü olmalı, sinema festivalleri kimliklendirilmeli, sinema emekçilerinin hakları korunmalı, yabancılarla ortak yapımlar teşvik edilmeli, desteklenmeli, sinema çalıştayı yapılmalı, İletişim Fakültelerinde sinema dersi okutulmalı ve arka planı genişletilmeli.
Grevler Sinemayı ABD’den İngiltere’ye Taşıdı
Toplantıya anlı şanlı sanatçılardan ve sinema sektörünün önde gelenlerinden kimse yoktu. Oysa haberleri vardı ve davet edilmişlerdi. Buna rağmen toplantı ilgiyle sürdü. Sempozyumda merhum Sanatçı Kemal Sunal Ailesinin Avukatı Hanife Güven 82 film için açılan davanın devam ettiğini belirtirken, İstanbul Bölge Adliyesi Savcısı Asım Ekren internette yapılan ihlallere karşı mücadelenin 100 bin tık aldığını hatırlattı. Bu da önemli bir tespit. Avukat Ceren Kalı ise “umuma iletim hakkının kapsamı, yürürlükteki yasa ve tasarı bağlamına ilişkin” önerilerini sunarken bir çatı kuruluşa ihtiyaç olduğuna dikkat çekti.
SATEM Meslek Birliği Başkanı Mehmet Güleryüz de telif hakları konusunda çok çaba vermelerine rağmen, girişimlerinin sonuçsuz kaldığını; ancak televizyon dizilerinin bu teliflerin ödenmesini sağladığını, dolayısıyla sistemin işlediğini, öte yandan da ciddi bilgi eksiklikleri olduğunu, üretenlere teliflerin hemen yansıtılması gerektiğini anlattı.
Konuşmalarda yurtiçi ve dışı dizilerin Türkçe öğrettiği, şive ve lehçe farklılıklarını giderdiği de ileri sürülerek savunuldu. 30 Yıllık Holywood sinema deneyim sahibi sinemacı ve oyuncu Metin Güngör yapay zekanın sadece müzikte değil, sinemada da sorun olacağını anlatırken başta Hoolywood Sineması olmak üzere dünya sinemasının kötü durumda olduğuna işaret etti. Sanırım ABD dahil bazı ülke sinemacılarının grevi yüzünden sektör film çekmekte zorlanılıyor. Bu arada sinema yeni dönemde grevler yüzünden Amerika’dan İngiltere’ye geçti.
Meslek Birlikleri Çok Artınca
Konya Selçuk Üniversitesi’nden Prof.Dr. Altekin Can ve Prof.Dr. Sedat Şimşek sempozyuma özel bir alaka göstermişlerdi. Kiliseden Camiye çevrilen ibadethanelerin belgeselini yapan Sedat Şimşek Hoca talebelerini ahlaklı yetiştirdiğini anlatarak alkış aldı ve “Sinema sektörü çalışanları ahlaklı olunca o zaman hak yenmez, kul hakkına dikkat edilir” demez mi? Keşke öyle olabilsek!
Çeyrek asırdır telif hakları hukukçusu olarak çalışan Kültür Bakanlığı Telif Hakları Genel Müdürlüğü Mevzuat Daire Başkanı da 1995’te Gümrük Birliği Sözleşmesiyle başlayan süreçte, en son 2021’deki değişiklikle yeniden yapılanma sağlandığını, uyumlu olmasına rağmen uygulanmadığını, istenilen seviyeye gelinmediğini, sektörde 27 meslek birliği ve bir federasyon olduğunu hatırlatarak tek muhatap olsa daha faydalı olunabileceğini anlattı. Devletin kaynak topladığını ve hak sahiplerine dağıttığını, fakat cumhurbaşkanlığı sistemiyle yeni bir değişim ve uygulamaya gidildiğini, bazı yasaların kadük olduğuna dikkat çekti.
Dünyada sinema sektörü deyince sadece Amerika değil, 1960’lı yıllarda Fransa da iddialıydı ve rakipti. Söz konusu zaman dilimi duygusal ve romantik bir dönemdi. Alain Delon, Brigitte Bardot, Jean Paul Belmando, Catherine Deneuve gibi sanatçılarla Franasız filmleri Türkiye dahil bütün dünyada kapalı gişe oynadı. Sovyetler Birliği’nde de Yönetmen Grigori Cuhray’ın Dünya Savaşı sırasında bir Rus neferini anlattığı(1959), Vladimir İvashov ve Zhanna Prokhorenka’nın baş rol oynadığı; barış özlemi ve harbin yıkımlarını konu aldığı film “Askerin Türküsü” de Türkiye dâhil her ülkede hasılat rekorları kırdı.
Tanıtım İçin Sinema Öncü
Bizde ise yeni yeni kıpırdanmalar oluyor. En şık örnek ise Meryem Uzerli, sonra Vahide Parçin ile Halit Ergenç’in başrolde olduğu, gerekli ve gereksiz eleştirilere rağmen Muhteşem Yüzyıl çoğu ülke televizyonlarına satıldı. Hem döviz girdisi ve hem de Türkiye’nin tanıtımına katkı sağladı.
Sinema böyle bir sektör.
Kaynağı ve sanatçısı zengin olan, insana ve fikre yatırım yapan ülkeler bugün için açık olan bir fırsatı yeniden değerlendirebilirler. Bütün bunları hatırlattığı, gündeme taşıdığı ve sektör emekçilerinin haklarını koruduğu için Cafer Vayni başkanlığındaki Telif Hakları Derneği ve Doğuş Üniversitesinde teşekkürler.
Sebep Yok ama Sonuç Mükemmel!
Biliyor musunuz, bu galiba popülizmin hastalığı. Sebeplere hiç yüz vermeyip sonuçların kavgasını yapıyoruz. Hani insafsız ev sahipleri kiraları arttırır; insafsız marketler etiketleri yükseltir… Biri çıkıp da sormaz, o hâlde niçin insaflı ev sahipleri de kiraları normal – her ne demekse – seviyesinde tutup öncelikle kendi evlerinin kiralanmasını sağlamaz? İnsafsız bakkalın yanındaki insaflı bakkal niçin fahiş etiket koymayıp sürümden kârını katlamaz? Bodrum’da biri 2000 TL’ye lahmacun satıyormuş; insafsız, kitapsız. Peki, niçin biri yanına tezgâh kurup mesela 1500 TL’ye satmıyor? Daha ucuzu varken insafsız iflas etmez mi?
Popülizm satrançta bir hamleye takılıp ikinci, üçüncü hamleyi düşünmemek gibi bir şey. Ama popülizm makul. Rakibimiz tek hamleyi bile hesaplayamıyor ve biz böyle de kazanıyorsak neden olmasın? Eğer popülizmin müşterisi varsa neden yapmayalım? Afiyetle yiyorlar, inanıyorlar ve muhalefet de seçmen de insafsız ev sahibine, utanmaz markete, bakkala, lahmacuncuya sizinle birlikte bağırıyorsa ne mutlu. İş bitmiştir. Hadi herkes oy sandığına.
Eğitim var öğrenen yok
Popülizm, evin soğuk olmasının hesabını duvardaki termometreden sormak gibi bir şey. Çözüm de kolay. Talimat verir, termometreye hohlatırız.
Ne var ne yok? Ekonomi yok, pahalılıkla mücadele var. Artık “Ben ekonomistim” diyene bile rastlamıyoruz. Ama pahalılıkla mücadelemiz bütün hışmıyla devam ediyor.
Birçok alanda da gözlüyorum. Büyük çabalar var. Hiç olmazsa büyük çabalar olduğu ifade ediliyor. Allah razı olsun yöneticilerimiz canları dişlerinde çaba gösteriyor. Çaba var, çabanın maksadı yok.
Eğitimde hâlimiz nedir? AYT denilen, üniversite yerleştirme sınavındaki alan yerleştirme test sonuçlarına bakalım. “Alan” öğrencinin seçimine göre. Yani ben fenciyim diyene fen soruları, ben sosyal bilimciyim diyene sosyal bilim soruları soruluyor. Kendi seçtikleri alandan… 2024 AYT sonuçları şöyle: Öğrenciler soruların ancak yüzde 19’una doğru cevap verebilmiş. Yüzde 81’ine yanlış cevap vermişler. Tek tek alanlara inildiğinde daha da vahim sonuçlar var. Toplam 13 kimya sorusundan ortalama 1’ine, 13 biyoloji sorusundan 2’sine, 6 din sorusundan 1’ine doğru cevap verilmiş. Sebep eğitimse sonuca “kazanım” mı demeliyiz? Eğitim var kazanım yok gibi görünüyor.
Kanun var hukuk yok
Hukuk maksattır, sebeptir. Kanunlar ve kanunların uygulanması sonuçtur.
Türkçede hukuk-kanun ayrımı kapı gibi. İngilizce böyle değil. İngilizcede hukuka da kanuna da “law” deniyor. Bundandır ki Fukuyama Siyasi Organizasyonun Kökeni eserinde tam 100 sayfa hukukla kanunun, hukukla mevzuatın farkını anlatmış. Hakkını yemeyelim, Kral’ın il il dolaşan mahkemesinin kararlarının nasıl içtihat hâline gelip İngiliz hukukunu oluşturduğunu anlatıyor. Belki en önemli hükümlerinden biri de şu: Kanun, önceki kanuna dayanmalıdır. Türkçesi: Kanun, hukuka dayanmalıdır.
Bir süre önce Adalet Bakanımız, Hukukun Üstünlüğü ölçümlerinde Türkiye’nin diplerde bulunmasını ve puanının yıllar içinde alçalmasını hak etmediğini söylemiştir. Bakanın sonuçlara üzülmesi takdire şayan. Ama burada da sebeple sonucu karıştırıyoruz. Kanunlar hukuka dayanmak, hukuku yerine getirmek zorundadır. Yani ahlakı, yani adaleti… Hukuk-kanun bağı koparsa kanunlar, açıkgözlerin delik bulup geçtikleri, adamına göre işleyip adamına göre işlemeyen oyun alanları hâline gelir. Kanunun deliğinden geçme becerisiyle, etrafından dolaşma ustalığı ile övünen tipler çıkar ortaya. Adalet yoksa bakanlığının, polisin, hapishanenin de maksadı başka bir şey olur; ama adalet olmaz. Mülkün, yani devletin temeli kanun değil, adalettir.
Temelsiz gökdelenler çıkmak
Demokrasi sebep, milletvekilleri ve meclis sonuçtur. Eğer meclis memleket meselelerini, kanunları tartışacağı yerde bağlı oldukları merkezlerin talimatına göre el kaldırıp indiriyorsa, yine sonuç var ama sebep yok demektir. Ne kadar tartışırlarsa tartışsınlar sonuç baştan belliyse sebep ortadan kalkmıştır. Sonuç var fakat maksat yoktur. Maksatsız sonucun da anlamı yoktur. Bir zamanlar yaptığım saçma tekliflerden biri de milletvekilleri seçmek yerine parti liderlerine çıkaracakları milletvekili kadar poker fişi vermekti. Bizdeki parti içi demokrasi göz önüne alındığında pek bir şey değişmez ve büyük tasarruf sağlardık. Hem meclis kavgalarını, dövüşlerini de çıkmadan engellerdik.
Bakınız benzer şekilde nas var ama din yok. Farz var ama ahlak yok. Ortalık sonuç dolu ama sebep unutulmuş.
Rahmetli Mümtaz Turhan, eğitim sistemimizi büyük bir gürültüyle dönen büyük bir çarka benzetirdi. Dönme dolaba… Çarkın su çekeceği, çorak Anadolu topraklarını sulayıp bereket getireceği umulmaktadır. Ancak dolap suyla temas etmemektedir. Bütün o gayret ve gürültü boşunadır. Gürültülü bir sonucumuz vardır ama sebep unutulmuştur.
Nihayet iktidar var fakat devlet yoksa vahimin ötesine geçiyoruz demektir. Adalet tereddütlüyse devlet de şüphelidir. Temel yoksa bina yükselebilir mi?
Tehlikeli Rotalar
Türk Devleti ve Türk Milleti zaman okyanusunda, tarih boyunca çok büyük, çok çeşitli yıkıcı dalgaların sadme ve darbeleri karşısında kalmıştır.
Bugün de aynı yıkıcı, bölücü sonuçlara götürmesi muhtemel sureti haktan görünen; samimi bir şekilde sarfedilen çok yanlış, çok tehlikeli fikirler aramızda kol gezmektedir.
Türk Devleti ise, her zaman yaptığı gibi, bütün bunlara dayanmaya, direnmeye ve her zaman yaptığı ve yapacağı gibi ayakta kalmaya çalışıyor.
Bu çalkantılara sebep olanlar; belki samimi, iyi niyetli ve kasıtsız olabilirler! Fakat düşünce ve amaçlarında isabetsiz olup, farkında olmadan yersiz, mantıksız bir arayış ve bâtıl bir hedef (!) peşinde koşmaktadırlar!
Bindikleri dalı kesmekte, ayaklarını kaydıracak; yazık, çok yazık ki, son derece tehlikeli bir zeminin oluşmasına çalışmaktadırlar!
Bunun için maalesef, tamamen yanlış adımlar atılmasını -doğru sanarak- istemektedirler!
Çünkü bir sözün zâtında ve aslında doğru olması başka, muktezayı hâle binaen / zaman ve zemin hesaba katılarak doğru söylenmesi başka bir şeydir.
Meselâ: Bir kısım aydınlar:
“Türkiye’de ‘Bir Kürt meselesi var!’ demektedirler!”
Hâlbuki bu bakış “Türkiye’de aynı zamanda bir Lâz, bir Çerkez, bir Gürcü ve bir Arap gibi birçok meseleler de var!” demektir.
Ve çok yanlış bir bakış ve çok tehlikeli bir anlayış tarzıdır.
Evet Türkiye’de Türklerle beraber, onlarla içiçe yaşayan; Türkler gibi -başka ne dili bilseler de- Türkçe’yi bilip konuşan, Türkler gibi aynı dine / İslâm’a inanan Lâzlar, Çerkezler, Gürcüler ve Araplar gibi daha birçok kavim ve unsurlar vardır.
Fakat Lâzcılık yapan bir Lâz, Çerkezcilik yapan bir Çerkez, Gürcülük yapan bir Gürcü ve Arapcılık yapan bir Arap ve bu gibiler yoktur. Olamaz da. Çünkü bütün bu unsurlar; asırlardır Türklerin kurdukları devletler içinde -kendi dillerini bilmekle beraber- Türkçe konuşup yazarak, aynı İslâm dinine inanarak; Türklerin liderliğinde Türk Milleti’ni meydana getirmişlerdir.
Fakat bu durum onların kendi asıllarını unutmuş olmaları demek değildir.
Zaten buna ihtiyaç da yok gerek de.
Evet Türkiye’de sayılan bu gibi kavim ve unsurlar vardır. Ama kimsenin bir Kürt, bir Lâz, bir Çerkez, bir Gürcü ve bir Arap vs. gibi bir meselesi yoktur.
Çünkü DİL, DİN bir ise MİLLET birdir. Türkiye’de din de birdir, dil de. Kaldı ki millet doğuştan ziyade bir oluştur.
Zira millet; aynı doğuşta olanlarla, aynı oluşta olanların meydana getirdiği bir bütün, artık ayrılması imkânsız bir terkiptir.
Bütün bu kavim ve unsurlar; bu topraklarda yüzyıllardır maddeten kurucu lider Türklerin önderliğinde ve mânen Türk Dili’nin müşterekliği ile ve tabii en büyük birleştirici husus olan İslâm şemsiyesi altında -inşallah Kıyamete kadar sürecek olan- Türk Milleti’ni, Türk Devleti’ni ve kısaca Türkiye’yi ortaya çıkarmıştır.
Türkiye’de Resmî Dil Türkçe dışında herkes, başka hangi dili bilse ve konuşsa da, her Türk Vatandaşı; Türkçe’yi gayet iyi bilmekte, konuşmakta ve yazıp okumaktadır.
Zaten “Türkçe” dediğimiz dil, bir bakıma Türk Dilbilgisi kaidesi çerçevesinde kullanışa aldığımız; Kur’an’dan dolayı bilhassa Arapça kelimelerin, Türkçemizde yer almasından başka bir şey değildir.
Her Müslüman kavmin Kur’an-ı Kerîm; müşterek / ortak kutsal kitabı olduğu için, Kur’an’dan aldıkları kelimelerin varlığı onları; bir de bu şekilde, aynı İslâm Kültürü’nün mensubu olmaları hasebiyle, onların mânen İslâm kardeşliği çerçevesinde, bir ve beraber olmalarını sağlamaktadır.
İslâm’ın da sembolü olan, İslâm Hilâlini içeren Ay – Yıldızlı bayrağımız altında bir ve bütünüz İnşallah Kıyamete kadar be dostlar!
Particilik Hastalığından Kurtulmak!
Türk Milletinin başına çorap örülmeye çalışıldığından hiç şüphemiz yok!
Ancak bundan Atatürk’ün dediği gibi “Türk Milletinin azim ve kararlılığı ile” kurtulacağız!
Bugüne kadar şüphesiz gevşek davrandık! Sorumluluğu futbol takımı tutar gibi tuttuğumuz partilere devrettik ve her şeye onların çözüm bulmasını istedik ve onlardan bekledik!
Hamasete yenik düştük!
Duygu sömürüsüne uğradık!
Bu zaafiyetimizi gören devlet bürokrasisi ve siyaset, dış güçler tarafından yerli işbirlikçiler kullanılmak suretiyle ele geçirildi.
Şimdi de büyük algılar yaratarak kendi ipimizi kendimizin çekmesini istiyorlar.
Başarılı da olmadılar değil hani!
Bu bir günlük veya üç beş aylık bir süreç değildir…
Mesela “Türk İmparatorluğu’nun (burada Osmanlı kast ediliyor) Paylaşılması hakkında Yüz Proje” adlı kitapta 1281-1913 yılları arasında dış güçler tarafından gerçekleştirilenler Trandafir G. Djuvara tarafından kaleme alınmıştır ve İş Bankası Kültür Yayınlarınca neşredilmiştir. Bakalım bugünkü projeleri de gelecekte kimler kaleme alacaktır?
Şimdi bizim bunu görüp acilen tedbir almamız gerekiyor…
Rauf Orbay, Millî Mücadele’ye hazırlık safhası olan Sivas Kongresi öncesinde, kongrenin hangi esaslara göre toplanacağı konusunda çalışma yaparken “buraya particilik hastalığını sokmayalım” der. Bu tutanaklarda vardır.
Eğer bugün benzer şartlarda olduğumuzu kabul ediyorsak Türk Milleti bir an önce bu particilik hastalığından kurtulmak zorundadır.
Buna fena bir hastalıktır ve gerçekleri görmemizi engellemektedir.
Yok Atatürk’ün partisiymiş, yok babamın dedemin partisiymiş, yok bunlar ezan susmasın bayrak inmesin diyormuş, başörtüsü falan filan, yok ülkücülük şu partide olurmuş, vay biz demokratız, yok solcuyuz, yok liberaliz falan diyecek vaktimiz yok!
Memleket tehlikede… Bölücüler devlete ortak oluyor, demografik işgal başladı ve her kanattan işbirlikçiler arz-ı endam ediyorlar!
Sizin ise yapacağınız tek şey “particilik hastalığından kurtulmak” ve birlikte olmayı başarmak!
Zor bir iş mi?
Hayır… yeter ki, kafanızdaki prangalardan kurtulun!
Birlikte olmak her türlü tehlikeyi bertaraf edecektir.
Herkes Çalıyor mu Dersiniz
İnsan, toplum yaratığı. Üyesi olduğu toplumla sıkı sıkıya ilişki içinde. Bu, en az taş devrinden beri böyle. Geçen yazımda bahsettiğim gibi kültür psikoloğu Prof. Michael Morris, insan toplumlarını üç içgüdüye dayandırıyor: Akranları taklit içgüdüsü, kahramanlar gibi olma içgüdüsü ve geçmişi kutsama içgüdüsü. Öyle anlaşılıyor ki zavallı okuyucumun kaçma şansı yok. Art arda olmasa da bunları anlatacağım; fırsat buldukça da kendi toplumumuza ve zamanımıza uygulayacağım.
Yukarıda “taklit” dedim. Öyle anlaşılıyor ki insan taklitçi. Taklitçilikle suçladığımız maymunlardan daha taklitçi. Morris anlatıyor: “Okul öncesi yaşlarda çocuklar, bir bulmacayı bir yolla çözmeyi başardıktan sonra bakıyorlar. Eğer akranları başka bir yolla çözmüşlerse hemen o yolla çözmeye başlıyorlar. Hâlbuki şempanzeler ve orangutanlar, bir çözüm bulmuşlarsa bir daha onu bırakmıyor. ‘Maymunlar taklitçidir” anlayışımıza veda edebiliriz. Asıl taklitçi biziz.”
Kurumların yükselişi ve çöküşü
Bu taklitçiliğimiz bazen iyi, bazen kötü. Çevremize uyuyoruz ya. O çevre iyiyse ne âlâ. Çevre insanı yaratıyor ve biz de iyi çevrenin iyi bir üyesi oluveriyoruz. İşte gelenek sahibi kurumları başarılı kılan bu uyum. Harvardlar, Oxfordlar, Batı’nın asırlardır başa güreşen üniversiteleri, her yeni gelenin taklit mecburiyetinde kaldığı olumlu kültürleri sayesinde başa güreşir. Bizim bir zamanlar dünya klasmanının üst sıralarında yer alan okullarımız da öyleydi. Dış İşlerimiz, Silahlı Kuvvetlerimiz… Hep yerleşmiş ve her yeni katılana kendini taklit mecburiyeti hissettiren nice seçkin kurum öyledir. Bu kurumlarda hangi işlerin nasıl yapılacağı bellidir. Yönetmelikte yoksa gelenekte vardır. Fakat daha da önemlisi hangi işlerin yapılmayacağı da bellidir. Mesela torpille tayin, mesela akraba, yandaş kayırma. Bunların yapılması değil akıldan geçirilmesi bile düşünülemez. Zirveye on yıllar, yüzyıllar boyu korunan böyle olumlu geleneklerle tırmanılmıştır. Birkaç ihlalle, birkaç “Ne olacak canım, beyefendi istedi” ile yükseklerden paldır küldür aşağıya yuvarlanılır.
Akran taklidi iyidir. Akranın yaptığı iyi ise. Akran taklidi kötüdür. Akranın yaptığı kötü ise. Fakat her iki hâlde de akranımızı taklit bizim içgüdümüzdür. Fıtratımızdır.
İnsan bilimleri günümüzde deneye dayanıyor. Saf akıl yürütmeye değil. İşte örnekler:
“İngiliz vergi dairesi, vergi ayının ortasında vatandaşlara, çevrelerinde vergisini ödeyenlerin yüzdesini bildirdi. Çevre, posta koduna göre belirleniyordu. Bu bilgilendirme, vergi tahsilatını %15 arttırdı. Avustralya’da vergi mükellefleri, vatandaşlarının vergi beyanında hile yaptığı söylentilerinin doğru olmadığına ikna edilince, hileli beyanların sayısı düştü. Genç Suudî kadınlara, akranlarının ezici çoğunluğunun ev dışında çalışmayı desteklediği bildirilince dışarda çalışmaya cesaretleri arttı.”
Herkes yapıyor
Kuzey Karolina Chapel Hill Üniversitesi’nde öğrenciler, hafta sonlarında arkadaşlarının çoğunluğunun çok sarhoş oluncaya kadar içtiği kanaatindeydi. Öyle düşündükleri için de ortalık sarhoş öğrenciden geçilmiyordu. “… Bu döngüyü kırmak için objektif ölçüm yapılmasına, alkol derecesinin üfleme testiyle ölçülmesine karar verildi. Öğrencilerin çoğunluğu sıfır alkollü çıktı. Çok küçük bir azınlık trafikte yasaklanan seviyede alkollü bulundu Ölçümler uygulanırken üniversite yerleşkesine “Ne dediklerine bakma, ne üflediklerine bak!” gibi çarpıcı afişler asıldı.” Öyle anlaşılıyor ki sarhoş olmak bir cins kabadayılık sayılıyormuş. Morris şöyle devam ediyor: “Üfleme testi, bir yıl sonra yılın aynı döneminde tekrarlandı. Trafikçe tehlikeli alkol seviyesine sahip öğrenci sayısı yüzde otuz azalmıştı. Güvenilir gerçek veriler, öğrencilerin çoğunluğunun çok içtiği zannını dağıtmış ve bu bilgi çok içen sayısını ciddi oranda düşürmüştü.”
Söz vücut bulur
Morris, çevrenin iyi veya kötü davranışının, âdetinin taklidine güçlü bir örnek daha veriyor.
“Psikolog Paul van Lange ve ekibi, ‘Kim yapmaz ki? ~ Who Doesn’t?’ başlıklı bir makalede, insanların ‘hemen herkes yapıyor’ algısının kendi yolsuzluk davranışlarına yol açtığını savundu. Araştırmacılar, bir çalışmada bu algının yaygınlığını ölçtü. Başka bir deneyde, aynı grubun yolsuzluk algısına müdahale ettiler. Deneklere, oynanan oyundaki rüşvet sıklığı hakkında farklı bilgiler verildi: Hemen hiç kimse rüşvet vermiyor veya hemen herkes rüşvet veriyor. Rüşvet yakalandığı zaman uygulanacak ceza konusunda da farklı bildirim yapıldı: Çok ağır ceza veya çok hafif bir ceza. Sonra oyun oynandı. Sonuç şöyle: Rüşvetin yaygınlığı bilgisi, ceza bilgisinden çok daha etkiliydi. Rüşvetin yaygınlığı bilgisi akran davranış kodlarını, ceza bilgisi ise mantıklı kâr- zarar hesabını verir…”
Geçen yazımda belirttiğim gibi biz homo ekonomikus değil, homo tributusuz. Kabile insanıyız.
Ne dersiniz,bugün bizdeki yaygın kanaat nedir? Herkes çalıyor mu? Yoksa kimse çalmıyor mu? Kendi kendini gerçekleştiren kehanete mükemmel bir misal. Toplum hangisine inanıyorsa o gerçekleşiyor. Söz vücut buluyor! Bir büyüğümüzün, “Zengin çaldığı için zengindir. Fakir çalmasını bilmediğinden fakirdir.” vecizesini hatırlıyorum. Burada etki çifte kavrulmuş. Hem akran taklidi hem büyük adamlara özenme var! Vah o toplumun hâline.
Yolsuzluk ve Arsızlık Şampiyonları
2025 yılı için belirlenen asgari ücret (22.104 TL), açlık sınırı seviyesinde. Şubat’tan itibaren açlık sınırının da altına düşecek bu ücret hayal kırıklığı ve öfke yarattı.
Emekliler için yüzde 17, Memurlar için yüzde 15 civarında zam verileceği tahmin ediliyor.
Eskiden böyle durumlarda iktidar kanadı halktan utanır, “bütçe imkanlarının neden elvermediğini” açıklamaya çalışarak, bir bakıma halka mahcubiyetini ve özrünü ifade ederdi.
Bu defa öyle olmadı. Açıklanan asgari ücret oranına tepkiler sürerken Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, yüzde 30 oranındaki zamlı asgari ücret (22.104 TL) için, “Çatlasınız da patlasanız da bu bizim de içimize sinen, emekçimizin alın terinin tam karşılığı olan” bir ücret dedi.
AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Nihat Zeybekci, partililerine yaptığı konuşmada, “asgari ücretin iktidarları döneminde dolar bazında arttığını” söyleyerek, “AK Partililer olarak başınızı hiç öne eğmeyin” tavsiyesinde bulundu.
Bu sözleri söyleyenler ya halktan çok kopuklar veya “biz ne yaparsak yapalım, nasıl olsa bize oy verirler” inancında olmalılar. Yoksa onlar da bilir ki bu ücretlerle geçinmek asla mümkün değildir. İsterlerse eskiden yaptıkları “çay simit hesabını” güncel rakamlarla yenileyiversinler.
RTE, 1993’te yaptığı hesaptan sonra, “bu zalim yönetim bu aziz millete bir bardak çayla bir simidi bile layık görmüyor. Evin kirasını kim ödeyecek, elektrik- su parasını kim ödeyecek? Çoluk çocuğun okul masrafını kim karşılayacak” diye soruyordu.
Türkiye’de 9,5 milyon asgari ücretli çalışan var. Asgari ücretin yüzde 50 fazlasına kadar yani 33 bin TL altında ücretle çalışanların oranı tüm çalışanların yüzde 83’ü ediyor. Asgari ücretin 2 katı (44 bin TL) ve üzeri ücretle çalışanların oranı ise sadece yüzde 13.
Bu korkunç rakamlara rağmen “başlarını öne eğmeden” açlık sınırı seviyesindeki asgari ücret için “bu bizim içimize sinen, emekçimizin alın terinin tam karşılığı olan ücrettir” diyebilenlere emekçi ve emeklilerin bir cevabı olacaktır sanıyorum.
*********************************
Elektrik İhalesinde 129 Milyar Dolarlık Yolsuzluk İddiası
Geçen hafta 57. Hükümetin Bayındırlık ve İskan Bakanı Prof. Dr. Abdülkadir Akcan’ın bir iddiasını yazmıştım. “Bir Eski Bakanın 25 Milyar Dolarlık İddiası” başlıklı yazımda Eski Bakanın “Araç Muayene İstasyonları” hakkında söylediklerini ve “devletin 25 Milyar dolarlık kaybı ile bu meblağın, 20 yıllığına ihale edilen işletmeci şirkete aktarıldığına” dair iddiasını açıklamıştım.
Bu rakam çok büyük bir rakamdı ve böyle bir iddia çok büyük tartışmalara yol açacak zannettim. Ama iktidar ve muhalefet kanadında neredeyse hiç gündeme bile getirilmedi.
Halkımızın rakamların ölçeğini algılamakta sorunu olduğunu bildiğim için “Bu meblağ o kadar büyük ki… Bu para devletin kasasına girseydi, “İstanbul’a 2 tane daha Boğaz Köprüsü, Çanakkale Köprüsü, Osmangazi Köprüleri ve belki fazlası hiç dışarıdan kredi almadan devletin öz kaynağından ödenerek yapılabilirdi” şeklindeki açıklamam da işe yaramadı.
****
Bu hafta çok daha büyük bir “vurgun” iddiasını dinledim, şok oldum. Fatih Altaylı’nın Prof. Dr. Uğur Emek ile yaptığı “Elektrikte vurgun 129 milyar dolar!” başlıklı söyleşinin videosunu izleyenlerin sayısı 486 bin kişiye ulaşmış.
Bu videoda DPT kökenli eski bürokrat, akademisyen Prof. Dr. Uğur Emek sadece elektrikte 18 ayda 129,6 Milyar dolarlık bir “vurgun” yapıldığını anlatıyor.
EPDK’nın “Rüzgar ve Güneş Enerjisi Lisansı Tahsisi” işlemi ile sektörde oyuncu olmayan, yani işi alıp başkasına belli bir komisyon karşılığı satacak (F. Altaylı’nın “çantacı”, Uğur Emek “EPDK yönetimine yakın eş-dost” dediği) kişilere tahsis yapılmış. Sadece bu işlemden yaratılan rant 6 Milyar dolar imiş.
Prof. Dr. Uğur Emek “vurgunun” bundan ibaret olmadığını detaylı olarak açıklıyor. Yeni yaratılan 30 bin megavatlık rüzgar ve güneş enerjisi kapasitesi ile alakalı olarak, belirlenen fiyatlar ve garantilerle, toplamda vurgunun 129,6 Milyar dolar olduğunu iddia ediyor.
Uğur Emek, bu usulsüzlükleri yapanların son derece pervasız olduğunu, cezalandırılmayacaklarına çok güvendikleri için yolsuzlukta son derece yaratıcı yöntemler geliştirdiklerini söylüyor.
Uğur Emek, bu sebeple, Sırrı Süreyya Önder’in TBMM’de AKP’lilere dönerek “hepiniz her konuşmanızda ‘Allah bizi utandırmasın’ diyorsunuz. Allah bu duanızı kabul etti. Utanma duygunuzu elinizden aldı” dediği konuşmasını hatırlattı.
Bu iddiaların muhataplarının cevap vermesi, kendileri hakkında ileri sürülen usulsüzlüklerin ve yolsuzlukların olmadığını açıklamaları gerekirken tık yok.
Hadi iktidar “bunlar tartışılırsa zarar görürüz” diye düşünüyor olabilir. Kurumsal muhalefet kanadından da bir ses çıkmadı. Uğur Emek “kıyamet kopması gerekirdi, hiç arayan soran bile olmadı” diye şikayetçi.
*********************************
Havuzdaki Kayıp Kaçaklar
Şu benzetmeyi daha önce de yaptım. Barajlarda toplanan suyun tüketicinin musluğuna gelinceye kadar bir kayıp kaçak oranı vardır. Dağıtım şebekesinde eskime, bozulma sonucu delinme ve çatlaklar olur. Bir de bir kısım kaçak kullananlar da eklenince önemli bir oranda kayıp-kaçak meydana gelir.
Bu oran Türkiye’de ortalama yüzde 40-50 mertebesinden daha aşağılara düşürülemiyor. Gelişmiş ülkelerde yüzde 10’un altında, geri kalmış ülkelerde de kayıp- kaçak oranı yüzde 70-80’lere kadar çıkabiliyor. Bu bakımdan su için yapılan yatırımların en ucuzu ve en verimlisi kayıp kaçakları azaltmak için yapılan yatırımlardır.
Kamu kaynakları yani milletin para havuzu için de aynı hal söz konusudur. Milletin vergileriyle, vatanın kaynaklarından elde edilen paraların önemli bir kısmı vatandaşa hizmet olarak dönmüyor.
Yolsuzluk ve arsızlıkla mücadelede toplum vicdanı en etkili unsurdur. Toplum vicdanının, yasal ve etik kuralların çiğnenmesinden rahatsız olması hatta öfkeye dönüşebilecek bir tepki vermesi lazımdır.
Galiba, yüksek ahlaki değerlerin yansımasını bulduğu bir toplumsal vicdana sahip değiliz.
Çünkü, böyle bir vicdanın yansıması olarak, kitlesel bir dürüstlük talebi göremiyorum.
Dîvânü Lugâti’t Türk
“Birleşmiş Milletler Eğitim Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO) 2024 yılını, Büyük Türk dil bilgini Kaşgarlı Mahmud’un en önemli eseri ve Türk dilinin ilk sözlüğü olan “Dîvânü Lugâti’t-Türk’ün” yazımının tamamlanmasının (1074) 950. yılının anısına “Dîvânü Lugâti’t- Türk” yılı olarak ilan etti”(İnternet Bağlantıları).
“UNESCO 42. Genel Konferansı İdari ve Mali İşler (APX) Komisyonu’nda 2024-2025 yılı için 53 Anma ve Kutlama Yıl Dönümü kabul edildi. Bu kapsamda, 2024 yılı için ülkemizin önerisi ve Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan Türkmenistan ve Özbekistan’ın desteğiyle “Divanu Lügati’t Türk’ün 950. Yıl Dönümü”; ülkemizin önerisiyle ve Özbekistan ortaklığında “Ali Kuşçu’nun Vefatının 550. Yıl Dönümü” ve yine ülkemizin önerisiyle ve Almanya’nın ortaklığında “Fuat Sezgin’in Doğumunun 100. Yıl Dönümü” UNESCO Anma ve Kutlama Yıl Dönümleri Programına alındı” (İnternet Bağlantıları).
Kâşgarlı Mahmud (1008-1105) “Dîvânü Lugâti’t- Türk” isimli bu önemlieserinden başka daha önce yazdığı ancak günümüze kadar gelemeden kaybolmuş gramer içerikli Kitabu Cevahirü’n- Nahv fi Lügati’t-Türkî (Türk Dili’nin Nahiv Cevherleri) adlı bir eseri daha vardır. Divandan öğrendiğimize göre kendisinin adı (Sözlükte yazıldığı şekliyle Mahmud bin Hüseyin bin Muhammed el Kâşgari)dir (Fuzuli Bayat, 2008) Mahmud’un, babasının adı Hüseyin Çağrı Bey, dedesinin adı da Muhammed Buğra Han’dır. Kâşgarlı Mahmud Karahanlı Devletinde Han sülalesine dâhil bir Uygur Türküdür. Dedesi, babası ve ailesi taht kavgaları nedeniyle akrabaları tarafından öldürülmüştür. Kaşgarlı Mahmud bu hanedan kavgasından kurtulmuştur. Çocukluğundan itibaren Türk ülkelerini dolaşarak bir Türkçe sözlük hazırlamak isteyen Mahmud daima hayalinde ilim insanı olmayı düşlemiştir. Ailesinin katledilmesinden sonra bir sürgün hayatı yaşamış asla taht da gözü olmamıştır. Türkistan’dan Selçuklu Ülkesine gelmiş; Sultan Melikşah ve Terken Hatun’un iltifatları ile onurlandırılmıştır. Bağdat’ta müderrislik yapan Kaşgarlı Mahmud devrin Abbasi Halifesine yıllarca dolaşarak hazırladığı kitabını 1074 yılında tamamlayarak takdim etmiştir. Daha sonra ülkesine dönmüş Kaşgar’da kendi adına açılmış Medresede dersler vermiştir. (Ciylan, 2006). Mahmud’un Kitabu Cevahirü’n- Nahv fi Lügati’t-Türkî (Türk Dili’nin Nahiv Cevherleri) isimli eseri gibi Dîvânu Lugâti’t- Türk’de yüzyıllar içinde kaybolmuştur. Bu mücevher kıymetindeki eser Ali Emîrî Efendi (1857-1924) tarafından İstanbul Beyazıt’ta Sahaflar Çarşısında 1914 yılında bulunmuş Türk Kültür Hazinesine yeniden kazandırılmıştır.
Satın Alınamayan Kütüphane
“Emile Zola (1840-1902) diyordu ki “Dünyanın bütün altınları bazı vicdanları satın alamaz.”
Emile Zola’nın bu ifadesi “bazı kütüphaneleri de” satın alamaz şeklinde de söylenebilir. Ali Emiri Kütüphanesi de bunlardan biridir.
“Millet kütüphanesinin Müzesinde bir tek taş pırlanta gibi duran Dîvânü Lugâti’t- Türk’ü vakti ile Macar ilimler Akademisi satın almak istemiş ve Osmanlı tarih encümeni üyelerinden İskender Bey aracılığı ile Ali Emiri’ye on bin altın teklif etmiştir. Bu çekici teklife karşı Ali Emiri’nin cevabı şudur: Ben kitaplarımı milletim için topladım. Dünyanın bütün altınlarını önüme koysalar değil böyle bir kitabı mı, herhangi bir kitabımın bir yaprağını bile satmam!”
“Bir zamanlar Fransızlarda kütüphaneyi 30.000 İngiliz lirasına satın almak için Ali Emiri’ye müracaat etmişlerdi. Hatta tekliflerini daha da cazipleştirerek ayrıca şu nezaket şartlarını da öne sürmüşlerdi: Paris’te Emir’i Efendi adına bir kütüphane kurulacak, yaşadığı müddetçe yüksek bir maaşla hafız-ı kütüb (kitapları koruyan) olarak kitaplarının başında bulunacak, emrine Bolulu bir aşçı ile yeteri kadar Müslüman hizmetkârlar tahsis edilecekti. Bu son derece cazip teklif karşısında Emiri Efendi’nin -gene hiç tereddüt etmeden- verdiği cevap fevkalade güzeldir: Efendiler ben bu kütüphaneyi devletimin bana verdiği maaşlarla yaptım. Öldüğüm zaman milletime kalması için… Bir daha böyle bir teklif de gelirseniz sizi buradan kovarım!”
“Ayağına kadar gelen böyle büyük bir nimeti kaç kişi tepelerdi? İşte Emiri Efendi gözünü kırpmadan bir anda elinin tersiyle itivermiştir. Fransızların suratlarına bir Sultani Tokat vurur gibi. Şu da unutulmamalıdır ki millî haysiyet ve hassasiyetin en veciz ifadesi olan o cümleleri incecik sesiyle haykırarak söyleyen adam yokluk ve yoksulluk içinde kıvranmakta idi” (Tevfikoğlu, 1989).
Ali Emiri Dîvânü Lugâti’t- Türk için: Bu kitap değil, Türkistan ülkesidir. Türkistan değil, bütün cihandır. Türklük, Türk dili bu kitap sayesinde başka revnak (göz alıcılık) kazanacak. Türk dilinde şimdiye kadar bunun gibi bir kitap yazılmamıştır. Bundan sonra da yazılamaz. Bu kitaba hakiki kıymeti verilmek lazım gelse Cihanın hazineleri kâfi gelmez. Ziya (Gökalp) de “Ben sevda bilmezdim. Fakat bu kitaba tutuldum” demektedir (Akalın, 2008; Tevfikoğlu, 1989).
Dîvânü Lugâti’t- Türk
Büyük dil bilgini şuurlu Türk milliyetçisi, millî kültür öncüsü Kaşgarlı Mahmud’un eseridir. On birinci yüzyılda Araplara Türkçeyi öğretmek, Türk dilinin güzelliğini, zenginliğini, üstünlüğünü göstermek amacıyla yıllarca Türk ülkelerini dolaşarak biriktirdiği Türk Dili ve kültürüne ait bilgileri içeren eserini 10 Şubat 1074 tarihinde tamamladı daha sonra, Abbasî Halifesi Muktedî-Billah’ın oğlu Ebü’l-Kasım Abdullah’a sundu. Arapçası da Türkçesi kadar mükemmel olan yazarın hemen hemen bütün Türk illerini, obalarını, bozkırlarını gezip dolaşarak Türkmen, Oğuz, Çiğil, Yağma, Kırgız boylarının lehçe ve şivelerini tespit etmek suretiyle vücuda getirdiği bir eserdir. Topladığı zengin dil, edebiyat ve folklor malzemesini kullanarak yedi binden fazla kelimenin anlamları, atasözleri, koşuklar, ağıtlar ve destanlardan seçtiği örneklerle açıklayan böylece Türkçe’nin nice güzelliklerini sergileyen muhteşem bir kültür abidesidir. Kısaca Türk dünyasının Türk dili ve uygarlığının temel eseridir. Fakat Dîvânü Lugâti’t-Türk uzun yıllar Türk dünyasında unutulmuştur. Bununla birlikte Ebû Hayyân el-Endelüsî, Antepli Bedreddin Ayni-Şehabettin Ahmet ve Kâtip Çelebi eserlerinde bahsetmişlerdir (Caferoğlu, 2015; Ercilasun& Akkoyunlu, 2018).
Dîvânü Lugâti’t- Türk’ün 1914 yılında İstanbul Beyazıt’taki Sahaflar Çarşısı’nda bulunması ile Türk Milleti ve aydınları bu muhteşem esere yeniden kavuşmuştur. Ali Emiri Efendi zaman zaman Sahaflar Çarşısını dolaşır kıymetli eserleri mutlaka kütüphanesine kazandırırdı. Bir gün sahaf Burhan Bey kendisinde pahalı fakat kıymetli bir kitabın olduğunu söyledi. Hatta Burhan Bey bu kitabı Maarif nazırı Emrullah Efendi’ye götürdüğünü fakat bilim kurulunun pahalı bulup almadığını ifade etti. Fakat kitabı bırakan ihtiyacı olan kadın 30 liradan aşağı satmıyordu. Ali Emiri kitaba bir göz attıktan sonra çok büyük bir kıymet olduğunu anladı. Kitaba 15 lira teklif ettiyse de Burhan Efendi “mümkün değil çünkü kitap bana ait değildir” dedi. Kitabı bırakan kadın eski nazırlardan birinin yakını idi ve şimdi paraya ihtiyacı vardı. Eski nazırlardan olan Paşa kadına verirken de sana kıymetli bir kitap bırakıyorum sakın bunu 30 liradan aşağıya verme diye de tembih etmişti. Ali Emiri’nin cebinde 15 liradan fazla para yoktu. Cebindeki 15 lirayı Burhan Efendi’ye verdi ve kalanını getireceğini söyledi. Dükkânın önünde beklerken tanıdığı edebiyat öğretmenlerinden Faik Reşat Bey geçiyordu ondan borç para istedi. O da üstünde olmadığını eve gidip getirebileceğini ifade etti. Faik Reşat Bey parayı evinden getirdikten sonra kadına verilmek üzere 30 lirayı tamamladı. Üç lira da Burhan Efendi’ye bahşiş verdi.
Ali Emiri Efendi dostlarına anlatırken “Bu kitap ile Hz. Yusuf arasında bir benzerlik var. Yusuf’u kardeşleri birkaç paraya sattılar. Fakat sonra Mısır’da ağırlığınca altına satıldı. Bu kitabı da Burhan bana 33 liraya sattı. Fakat ben bunu birkaç misli ağırlığından elmaslara zümrütlere vermem” diyordu.
Yakın dostu ve Diyarbakırlı hemşerisi Ziya (Gökalp) Bey kitabı görmek için can atıyordu. Fakat Ali Emiri Efendi kitabı gözü gibi koruduğu için Ziya (Gökalp) Bey görmeye muvaffak olamıyordu. Ali Emiri Efendi yine kitap dostu Kilisli Muallim Rıfat Efendi’yi bir gün evine çağırdı ve Divanü Lügati’t Türk’ü görmesine müsaade etti. Ali Emiri Efendi Kilisli Rıfat’a her gün bir iki saat evine gelip kitapla meşgul olmasını söyledi. Kilisli Rıfat kitabı üç defa okudu sayfa numaralarını yerine koydu noksansız olduğunu gördüğünde müjdeledi ve tercüme edilmesini ve yayınlanmasını rica etti. Kilisli Rıfat, Ali Emiri Efendi’yi ikna etmek için bir plan düşündü. Çünkü Ali Emiri Efendi kitabı kimselere göstermiyordu. Ziya Gökalp Divanü Lügati’t Türk’ü daha görmeden uzaktan âşık olmuştu. Adeta kitabın adını duyunca Leyla’sının adını duymuş zavallı Kays (Mecnun) gibi ah çekip duruyordu. Bir ramazan günü adliye nazırı İbrahim Efendi iftar için Ali Emiri efendiyi çağırdığında yine sevdiği Talat Paşa’nın gelmesi de bir rastlantı gibi ayarlandı. Yemekte Talat Paşa böyle bir kıymetli eserin yayınlanmasının Türk dünyası için öneminden bahsedip Ali Emiri Efendiyi ikna etti. Ali Emiri Efendi bu eserin yayımlanmasını Kilisli Rıfat’ın yapması şartı ile kabul edeceğini söyledi. Formalar bittikçe çok geçmeden eserin basımına başlandı (Ercilasun&Akkoyunlu,2018).
“Hem Ali Emiri’nin yüksek karakterini vurgulayan hem de Talat Paşa’nın alçak gönüllülüğünü ilme kültürüne saygı ve sevgisini sergileyen bu tatlı maceranın fevkalade güzel bir safası daha vardır. Kitap teslim edildikten 3 gün sonra Talat Paşa Ali Emiri’ye altın para olarak 300 lira ile birlikte kendi eliyle yazdığı şu nazik tezkereyi gönderdi “ Zat-ı alinize küçük bir mükâfat olarak 300 lira gönderdim lütfen kabul buyurmanızı rica ederim.” Ali Emir’i parayı kabul etmedi. Talat Paşa’ya hitaben hemen bir cevabî teskere yazarak mutemedin eline verdi: “Lütfunuza kadirşinaslığınıza teşekkür ederim, fakat parayı kabul edemem. Çünkü vatanî, millî ufacık bir hizmet mukabilinde para almış olacağım. Bu ise vicdanıma ağır gelen bir şeydir. Bundan dolayı size teşekkür ile beraber parayı iade ediyorum. Siz parayı yardıma muhtaç olan birkaç namuslu aileye dağıtırsanız ben size müteşekkir kalacağım gibi Cenabı Hak da memnun olur. Bu sadakanın adı da Divanü Lugati’t Türk sadakası olsun” (Tevfikoğlu, 1989)
Kaşgarlı atamız Mahmud bize Divanü Lügati’t Türk’ü asırlar öncesinden miras bıraktı. Diyarbakırlı atamız Ali Emiri Efendi ise yoksulluk içinde bu muhteşem eseri sahaflarda keşfetti. Kendisine yapılan bütün teklifleri elinin tersi ile iterek sadece Aziz Türk Milletine emanet bıraktı. Ruhları Şad Mekanları Cennet olsun.
Kaynaklar
1-Ahmet Caferoğlu, Kaşgarlı Mahmut, Altınordu Yayınları, Ankara, 2015.
2-Ferhat Ciylan, Kaşgarlı Mahmut, (Türkçesi: Zeynure Öztürk), Kaknüs Yayınları, İstanbul, 2006.
3-Fuzuli Bayat, Kâşgarlı Mahmut, Ötüken Yayınevi, İstanbul, 2008.
4-Kâşgarlı Mahmud, Dîvânu Lugâti’t- Türk, (Ahmet B. Ercilasun-Ziyat Akkoyunlu, Türk Dil Kurumu Yayınları,Ankara, 2018. Dr. Muhtar Tevfikoğlu, Ali Emîrî Efendi, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1989.
5- Şükrü Hakkı Akalın, Kâşgarlı Mahmut ve Dîvânu Lugâti’t- Türk, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 2008.
İnternet Bağlantıları:
Sevginizi Göstermeyi Ertelemeyin
“Ne kadar çok sevgimiz varsa, dünyadaki yolculuğumuzu o kadar kolaylaştırırız.” Immanuel Kant
“Sevilenin kusurlarını hoş görmeyen sevmiyor demektir” Geothe
Sevgi deyince ne aklımıza geliyor? Sevgi ne demektir? Sevgi iyilik midir, dostluk mudur, emek midir? Minnet duymak mı, sihirli bir erdem mi, yüreklere dokunuş mudur?
Sevgi, dudağımızdan dökülen “seni seviyorum” denen büyülü bu iki sözcükte mi gizlidir acaba? Yoksa mazinin beyaz sayfalarında mı kaldı? Neyi, kimi, ne kadar, nasıl sevmek gerekir gerçekten?
Bir muma ateş olmak mı, yanan ateşe dokunmak mı? Yüreğimizin kıpırdanışı mı? Yanağımıza yayılan pembelik mi? Hayal kurarken yüzde beliren tebessüm mü?
Kırlarda kelebekleri azat etmek mi? Yoksa ürperten bir cümle, şefkatli bir dokunuş, bir çocuğun saçlarını okşamak mı? Sinemizin hasretle damla damla eriyip sızlaması, hüznün ta kendisi midir?
Ya da gün batımını mı seyretmek, mehtaba karşı denizin sahile vuran sesini mi dinlemek? Yağan yağmurda yürümek, sokaklarda şen kahkahalar atmak, rüzgâr olup esmek midir?
Sevgi, yoksa nedensiz sevmek midir acaba? “Bazen küçük bir an için ömür bile vermek” midir?
İnsan olmanın, var olmanın en doruk noktasıdır sevmek aslında. Sevmeden yaşanılmaz. Mutlaka sevmek isteriz. Karşımızdaki, bizi bizim sevdiğimiz kadar sevmese bile. Hatta hiç sevmese de önemi yoktur. Kendimiz için severiz. Sevmeden yapamayız, eksik hissederiz hep kendimizi.
Kimi zaman sevenizdir, kimi zaman da sevilen. Hayatın renkleri, sözcükleri, şarkıları, resimleri, ahengi, güzelliği sevgiyle anlam kazanır. Sevgi yaşama gücümüzdür aslında, yaşamı sevme arzumuzdur.
Sevgi, bütün duyguların en natüreli, en temizi, en nadidesi ve en güzelidir. Kalpleri güzelleştirir, yaklaştırır, kaynaştırır. Güzel duyguların yüreğimizde birikmesini, evrenle paylaşmamızı sağlar. Mutluluğun membaı, huzurun adresidir.
Öyleyse sevmek mi, sevilmek mi önemlidir? Yaşam boyu zihnimizi kurcalayan bir ikilemdir bu. Ünlü şair Fuzuli’ye, “sevmek mi sevilmek mi” diye sormuşlar, “sevmek” demiş. Mevlana “gel gel ne olursan ol yine gel”, Yunus “Dostun evi gönüllerdir, gönüller yapmaya geldik” ve Hacı Bektaş’ı Veli “İncinsen de incitme” aynı kutlu yolun yolcularıdır.
Sevmek koşulsuz ve karşılıksız olduğunda değerlidir. Çünkü sevilmeyi de getirir kendisiyle. O yüzden sevmek, emek ister, yürek ister, özveri ister, ihtimam ister, aynı zamanda da cesaret ister.
Bu duygularla, karşılık beklemeden, sevdiklerimiz için özveride bulunuruz. Hayatlarında çiçek açar, gözlerinde damla olur, gülüşlerinde kalplerine girer, yüreklerinde kanat çırparız. Yeri geldiğinde tebessüm olur, yeri geldiğinde gözyaşı dökeriz.
Sevgiyi tarif etmeye kelimeler yetmez. Bazen mutlu eder. Mutlu ettiği gibi canımızı da yakabilir. Karşılık bulduğunda keyfine doyum olmaz. Karşılık bulamadığımızda, içimiz yansa da, yaşlar gözümüzden süzülse de, yine o bizim sevgimizdir ve değerlidir.
Sevginin olmadığı yerde mutluluk olabilir mi? Oysaki yaşamın sırrı sevgide gizlidir. O sihirli iki kelimenin güzelliği başka nerede olabilir ki.
Unutmayalım ki sevgisiz geçen hayat, yarım hayattır. Sevgisiz insan da yarım insandır. Şu kısacık ömrümüzde sevgiden daha güzel ne var paylaşabileceğimiz. “Senin için ne yapabilirim?” sorusu kadar karşınızdaki insanı rahatlatacak başka bir cümle olabilir mi? Belki elimizden bir şey gelmeyecek ama o cümlenin vereceği güven o kişiye en büyük iyilik olacaktır.
“Bir bakış, ufacık bir gülücük, küçük bir arama, bir nebze hatır sorma, bir soluk uğrama” kimleri mutlu etmez ki… Kalbimizi dolduran nadide duygular, orada yosun tutmasın, gizli kalmasın.
Ruh bahçemiz sevgisiz kalırsa estetiğini kaybeder. Her tarafını devedikenleri sarar. İçindeki güzellikler göç eder sonunda.
Yarın yaparım, sonra yaparım diye ertelemeyelim duygularımızı. Yüreğimizi ortaya koyarak sevgimizi dile getirelim. İnsanların önemli ve özel olduklarını kendilerine hissettirelim. İçimizden geçen güzel duyguları paylaşmayı ertelemeyelim. Sevgiyi yeterince paylaşmaktan korkmayalım.
Çünkü mutlu olmak için koşulsuz ve karşılıksız sevmek ve bu duyguyu paylaşmak gerekir.
Kimseyi küçültmeden, utandırmadan, mütevazı, anlayışlı, olgun bir tavırla, küçük bir jest, bir tebessüm, bir yardım eli, dünyayı değiştirebilir.
Hadi, beklentisiz, içten gelen bir arzuyla sevgimizi tüm evrene yaymanın zamanıdır. Unutmayalım ki; hayatımızda tek mecburiyet sevgidir. Gerçekten sevenler, karşılık beklemeden sevenlerdir.
Şu dünyada kirlenmeden kalan yüreklerini, en temiz şey olan sevgiyle doldurabilen insanlara ne mutlu.
Bütün günleriniz sevginizi paylaşmakla geçsin…
Sevgiyle kalın.

