12.7 C
Kocaeli
Çarşamba, Kasım 12, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 65

Siyasi Ahlak

31 Mart 2024’te yapılan yerel seçimlerde AKP 22 yıl süren birinciliğini kaptırdı. 1977’den bu yana ilk defa CHP birinci parti olma başarısını gösterdi. Bu sonuç, iktidarda olan AKP+MHP’nin başını çektiği Cumhur İttifakı politikaları ve uygulamalarının beğenilmediğini ve halkın artık iktidara güvenmediğini gösteren son en büyük anketti.

Böyle bir durumda “halkın güvenini kaybetmiş” iktidar kanadından istifalar olması beklenir değil mi? Fakat tam tersi oluyor, muhalefetten milletvekilleri, belediye başkanları istifa ediyor ve bir kısmı iktidar partilerine giriyor. Bir kısmının daha AKP saflarına geçeceğine dair haberler yayılıyor.

İYİ Parti ve CHP listelerinden seçilmiş olan milletvekillerine oy veren seçmenlerin en büyük motivasyonu “mevcut iktidardan kurtulmak” idi. (Bu hükme CHP listelerinden seçilen DEVA, Gelecek P. ve SP milletvekillerini seçenler de dahildir.)

Transfer olan milletvekilleri seçim kampanyalarında ve öncesinde AKP ve ortaklarının ülkeye ne büyük kötülükler ettiğini anlatarak vatandaşlardan oy istediler. Ama şimdi, seçmenin kendilerine iktidarı yıkmaya çalışması için görev verdiği kişiler iktidarın gücünü artırmak için saf değiştiriyorlar. Bu seçmen iradesine ihanettir.

Milletvekilleri, seçildikleri partinin program ve politikalarına uygun hareket etmelidir. Partiniz yönetimiyle temel konularda uyuşmazlığa düşebilirsiniz. Faydalı ve verimli olamayacağınız düşüncesiyle partinizden istifa edebilirsiniz. Bu normaldir. Ama zıt görüşteki bir partiye geçemezsiniz.

Ya bağımsız olarak göreve devam edersiniz ya da milletvekilliğinden de istifa etmeniz gerekir. Siyasi ahlak bunu icap ettirir.

****

Tabii bu olayın bir de transfer eden tarafı var. Milletin güvenini kaybetmiş bir iktidarın milletvekili transferleriyle güçlenebileceğini sanmıyorum. Ama bu transferlerin muhalefetin moralini bozmak ve “Yeni Anayasa” oylaması zamanına hazırlık gibi bir amacı olabilir. Transferlerde nasıl bir ikna yöntemi kullanıldığını ve işin içinde ne türlü havuç ve sopalar kullanıldığını bilmemize imkan yok. Ama transferlerin siyasi ahlak anlayışı üzerinde kara bir leke oluşturduğundan eminim.

****

Hangi mesleği yaparsanız yapın ahlaklı değilseniz saygı duyulmaz size. Ahlakı belden aşağı anlamaya meyilli olanlar bu anlattıklarımı anlayamayabilir.

Fakat demokrasisi gelişmiş ülkelerde siyasetçilerden beklenen en önemli ahlaki davranış “halka yalan söylememek” ve “verdiği sözü tutmaktır.” Çünkü “bugün halka yalan söyleyen, toplumu aldatan, yarın ülkeyi de satabilir” diye düşünürler.

**********************************

Saf Değiştirme Örnekleri

Yerel seçim öncesinde de ilginç istifa örnekleri yaşanmıştı: Ergenekon davası mağduru, eski Teğmen Mehmet Ali Çelebi 2022 yılında milletvekili iken CHP’den istifa ederek önce Memleket Partisi’ne sonra AKP’ye katılmıştı.

Haziran 2018 seçimlerinde, İYİ Parti’den İstanbul milletvekili seçilen Hayati Arkaz Ağustos ayında MHP’ye geçti. Yine aynı seçimde İstanbul Milletvekili seçilen Fatih Mehmet Şeker de seçildikten 2 ay sonra istifa etti. Bağımsız kaldı. Fakat Meclis’e hiç uğramadan maaşlarını aldığı söyleniyor.

Sırf milletvekillerine bakmayın. Eski Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu artık Büyükelçi. Dünya görüşü değişikliğinin makamsal ödülünü aldı. Ama toplumda itibarı hangi seviyede?

Bu kişilerin şimdi neden hiç esameleri bile okunmuyor?

Son aylarda İYİ Parti’den istifa ederek AKP’ye katılan Eskişehir Milletvekili İdris Nebi Hatipoğlu ile İstanbul Milletvekili Seyithan İzsiz, İstanbul Milletvekili Ersagun Yücel’den saygıyla bahseden var mı?

**********************************

Siyasi Liderlerin Dürüstlüğü

Siyasi liderlerin dürüstlüğü, toplumun güvenini kazanmak için kritik öneme sahiptir. Ancak, bazı liderler, seçim kampanyaları sırasında ve öncesinde verdikleri sözleri tutmayarak, ya da daha önce izledikleri politik yolun tam tersi istikamete dönüyor yani topluma açıkça yalan söyleyebiliyor.

Bu durumun, seçmenlerin siyasete olan güvenini sarsmasına ve demokratik süreçlere zarar vermesine yol açması beklenmeliydi.

Ama bakın neler oluyor ve iktidar partileri halkın duygularını hiç göze almadan neler yapabiliyor?

Muhalefet partilerini “DEM Parti ile seçimde iş birliği yaptıklarını” iddia ederek “terörist” olmakla suçlayan MHP ve AKP’nin, teröristbaşını Meclis’te konuşmaya davet edeceğini, o olmayınca DEM’lileri İmralı’ya göndereceğini, “Türkiye’yi terörden kurtarması” için teröristbaşına muhtaç bir ülke görüntüsü verecekleri kimin aklına gelirdi ki?

İmralı’dan teröristbaşının mesajlarını getiren heyeti Meclis Başkanı ve diğer Meclis’te grubu olan siyasi partilerin başkan ve yöneticileriyle (İYİ Parti hariç) görüştürerek, bu kanlı katili devletle muhatap edeceklerini kim hayal edebilirdi?

MHP’nin Öcalan’ı hapisten çıkarmak için “umut hakkı, hastalık mazereti” gibi hukuki kılıflar uydurma merkezi haline geleceğini kim tahmin edebilirdi ki?

****

Ahmet Türk daha iki ay önce Mardin Belediye Başkanlığından alınıp yerine kayyım atandı. “Kobani davasında 10 yıl hapis cezası alması ve hakkında devam eden dava ve soruşturmalar” gerekçe gösterildi. Daha önce de 2 defa görevden alınmış, Bahçeli’nin ricası ve Erdoğan’ın affı ile hapisten çıkmış biri. Şimdi aynı Ahmet Türk’ün “barış elçisi” olup, Öcalan’ın mesajlarını iletsin diye TBMM Başkanı ve partiler tarafından kapılarda karşılanmasına bile artık şaşırmaz olduk.

****

Bu kadar radikal değişiklikler olduğunda Batı demokrasilerinde olsa yer yerinden oynar, sosyal tepkiler çığ gibi büyürdü. Partilerin politikalarında bu boyutta bir değişim olmaz ama varsayalım ki oldu, iktidarlar düşer, bazı kişiler sokağa çıkamaz hale gelirdi.

Toplum olarak herhangi bir tepki göstermiyorsak, bu Batı toplumlarında var olan birey olma bilincinin bizde olmadığını gösterir. Kitlelerin, Ortadoğululaşmış bir toplum zihniyeti ile, “liderim yapıyorsa bir bildiği vardır” inancı içinde uyuşturulmuş olduğunun işaretidir.

Devlet Aklı

                Sen kökleri tarihin binlerce yıllık derinliğine inen devlet aklını bırak; kadın, çocuk, yaşlı demeden kırk bin kişinin ölümüne sebep olan bölücü narko-terör örgütü PKK’nın elebaşısı Öcalan’ın “Paradigma”sına muhtaç ol!

                O devlet aklı ki, tarihin en eski kavmi Çin devletine kendisini Türklerden koruması için binlerce kilometre uzunluğunda Çin Seddini yapmak zorunda bırakmış. O devlet aklı ki, Hun Türkleri tarafından Avrupa’nın kalbine bir hançer gibi saplanmış yüzlerce yıl hükümranlık sürmüş Hun Türk İmparatorluğu ve onun Başbuğu Atilla’ya ait olan devlet aklı. O devlet aklı ki, bin yıl önce Türklere Anadolu’nun kapılarını açmış Selçuklu sultanı Alpaslan aklı, henüz Amerika kıtası keşfedilmemişken 1453 yılında bir çağı kapatıp, yeni bir çağ açan Fatih Sultan Mehmet aklı. En son yedi düvelin istilasına uğramış, Osmanlı İmparatorluğu topraklarından taze gelinlik bir kız gibi(Anadolu tabiri) Türkiye Cumhuriyetini kuran Mustafa Kemal ve Arkadaşlarının Kuvva-ı Milliye aklı.

                Eğer akıl alacaksan o aklı; yukarıda isimlerini saydığım Başbuğların başbuğlarından al. Biliyorum ki kitap okuma alışkanlığınız yok, bu yüzdendir tarih bilmezliğiniz. Bilseniz bile: “Kurtuluş Savaşını, keşke Mustafa Kemal kazanacağına Yunan kazansaydı” diyen Fesli Kadir’den duyduklarınızla yetinirsiniz. Onun anlattıklarıyla da ancak size terörü durdurmak için Bebek Katilinden yardım dilenmek düşer.

                Habur ve Dolmabahçe rezaletlerinin yaşandığı, hendek rezaleti yüzünden yüzlerce Mehmetçiğimizin can verdiği çözülme sürecinin bugün öncekinden daha da beterini yapmalarına rağmen adına çözüm süreci diyemiyorlar. Ne demekse buna: “devlet aklı” diyorlar.

                PKK’nın meclisteki uzantıları böyle zamanlarda küstahlaştıkça küstahlaşıyorlar. Daha önce, “sokakları kan gülüne çeviririz, biz sırtımızı PKK’ya dayıyoruz” diyenlerin bugünkü sözcüleri: “:  “Tarihsel bir kırılma anından geçmekteyiz. Ya pozitif yönde bir kırılma gerçekleşecek barışı inşa edeceğiz; ya negatif yönde kırılmalar gerçekleşecek, her yer Gazze olacak.” Diye devleti tehdit eder hale geldiler.   Gene daha da ileri giderek Üniter devlet yapısının yıkılacağını, Türkiye Cumhuriyetinin “100 yıllık parantez”inin kapanacağını söyleme cüretinde bulunabiliyorlar.

                Bakın esas devlet aklıyla yıllar evvel konuşan eski başbakanlarımızdan ve cumhurbaşkanlarımızdan Süleyman Demirel konu hakkında ne diyor: “Bin senelik Türk devletlerinin içinde adı Türk Devleti olan sadece Türkiye Cumhuriyeti var.  Türk milliyetçiliğini hareket haline getirecek bir takım olaylardan vazgeçmek lazım. O çok büyük güçtür, Türkiye bomboş bir ülke değildir, beka sorunuyla karşı karşıya kaldığında veya tökezlemesine sebep olacak bazı olaylarda mutlaka karşılığı olacaktır.”

Yine İYİ Parti Genel Başkanı Müsavat Dervişoğlu başka bir konuda: “Biz, Anadolu coğrafyasında kurmuş olduğumuz devletlerin sırtlanların yolu üzerine kurulduğuna inanan bir gelenekten geliyoruz. Bu zor coğrafyada devlet doğru yönetilmezse avantajlar dezavantaja, dezavantajlar da felakete dönüşür. Dünyayı bekleyen büyük bir iklim değişikliği krizi var. Yeşil dönüşümde gecikilmemeli. Jeopolitik açıdan önemli bölgeler emperyalist güçlerin hedefinde. Gelişmekte olan ülkelerin yöneticilerinin yanlış kararları, emperyalistlere alan açıyor. Bizim Üniter devlet yapısından ve milli devlet anlayışından taviz vermememiz gerekiyor. Türkiye potansiyeli ve üretim kabiliyeti son derece yüksek bir ülke. Yeter ki doğru yönetilsin. Hukuk, adalet, liyakat ve sistem sorununu çözersek önümüz her alanda açılır.

                Evet, İYİ Parti Genel Başkanı Müsavat Dervişoğlu’nun dediği gibi: Ülkemiz sırtlanları yolu üzerinde kurulu, Asya ile Avrupa kıtasını birbirine bağlayan, üç tarafı denizlerle çevrili kıtalararası köprü vazifesi gören bütün emperyalist dünyanın gözlerinin üzerinde olan topraklar üstünde. Ama unutmamak gerekiyor ki en yüce çamlar, fırtınalı vadilerde büyür!

Eyvah Hepsi Birden Geliyor: Süreç, Demokrasi, Barış

Birkaç ay önce başlayan yeni çözüm sürecinde mutlu sona yaklaşıyoruz zahir. Hani Öcalan TBMM’ye gelecek ve DEM grubunda PKK’yı feshedecek biz de ona Umut Hakkı tanıyıp tahliye edecektik. Bu formülü de Batılı dostlarımız bize kuvvetle telkin ediyordu. Zaten müebbede Umut Hakkı ile tahliye, İngiliz icadıydı. Bir vaveyladır koptu, terörist başı nasıl TBMM’ye davet edilir de orada konuşturulurdu! Sonra bu yeni açılımı başlatmak için DEM’den bir heyet İmralı’ya gidip bölücübaşı ile görüşmek için Adalet Bakanlığına başvurdu. Bakanlık “rölans” çekti ve bütçe müzakerelerinin sonunu işaret etti. 

Yukarıdaki paragrafta anlatılanlar size makûl ve olağan mı geliyor? Öyle geliyorsa bir daha okuyun. Bir kere müthiş bir kamuoyumuz var. Dikkatli ve çarıklı erkânı harp ferasetinde. Hemen anladılar ki bütün bu hikâyede en önemli nokta, Öcalan’ın nerede konuşacağıydı. Ne konuşacağı, serbest bırakılması, sevgili iktidarımızın bitti dediği PKK’yı bir daha feshetmenin anlamı falan ikinci derecede idi. Söz konusu TBMM’de konuşup konuşmamaksa gerisi teferruattı anlaşılan. 

Eşek ve kilim

Genç dostum Esad Kıraç bana bir Nasrettin Hoca fıkrası hatırlattı. O da ilhamını Aziz Nesin’in bir hikâyesinden almış. Bir köylüde çok kıymetli bir kilim vardır. Köylü kilimin değerinden habersiz, onu eşeğinin semerinin altına sarmaktadır. Açıkgöz bir alıcı kilimi almayı kafasına koyar, fakat kilime talip olsa köylü uyanacak. Onun için gider ve eşeğe talip olur. Sıkı bir pazarlık yürür. Saatler sürer. Sözde anlaşamazlar.  Artık ayrılacaklarken açıkgöz alıcı, “Yahu akşamı ettik. Olmadı. Eşeği vermedin. Hiç olmazsa şu kilimi alayım.” deyip yok bahasına asıl maksadına vasıl olur. Esad, “Şimdi”, diyor, “kilim, Türkiye’nin çözülmesi ve Öcalan’ın çıkması. Ama biz eşeği, yani bölücü başının TBMM’de konuşup konuşamayacağını tartışıyoruz.” Sonuçta şöyle bir sonuca varabiliriz: “Aslanlar gibi direndik ve Öcalan’ı meclise sokmadık. Devlet budur işte. Karşılığında anayasayı değiştirmişiz, özerklik vermişiz, federasyon yapmışız, egemenliği paylaşmışız, Öcalan’ı bırakmışız, bunlar teferruat.” 

Garabet bundan ibaret değil. Sayın Adalet Bakanlığı günler, haftalarca müracaata cevap vermedi. “Değerlendirdi.” Bu bağlamda değerlendirmek ne demek? İşin mevzuat, hukuk cephesi herhâlde çok ama çok karışık. O kadar karışık ki infaz savcısının veya bir mahkemenin veya koskoca bakanlığın bu konuda karar vermesi öyle bir güne, iki güne sığacak bir mesai değil. Kolay mı bir mahkûmu ziyaret ettirmek! Ama Bakanlık, DEM’lileri bütün bütün boşlukta bırakmadı, bir tarihe işaret etti: Hele bütçe müzakereleri bitsindi. 

Süreç geliyor süreç!

Peki, ziyaret için neden bütçe müzakereleri bitmeliydi? İmralı’nın gardiyanları bütçe müzakerelerinde mi görevlendirilmişti ve elde yeterli gardiyan mı yoktu? Bütçe müzakerelerine katılanlar İDO ve BUDO ile gidip geliyordu da DEM’i İmralı’ya taşıyacak vapur mu kalmamıştı? Asıl sebep, dönüşte DEM’den yapılan açıklamada görülüyor: “DEM Partili Buldan ve Önder, dün İmralı’ya giderek Öcalan’la görüştü. DEM Parti’den yapılan açıklamada PKK liderinin silah bırakma çağrısı için hazır olduğu aktarıldı. Öcalan’ın ‘Sayın Bahçeli ve Sayın Erdoğan’ın güç verdiği yeni paradigmaya katkıyı sunacak kararlılığa sahibim.’ mesajı paylaşıldı. Buldan, silah bırakma çağrısının tarihinin belli olmadığını ve sürecin yeni yılda her partiyle görüşerek başlayacağını söyledi.

Herkes paradigma demeye başladı birdenbire. Bu kelimenin seçiliş toplantısını gözümde canlandırmaya çalışıyorum. Çözüm, süreç, barış, demokrasi… Hepsini denedik Olmadı. Şimdi yeni şeyler söylemek lazım: Paradigma! Hah! Kimse ne olduğunu bilmez. Acıtmaz. Paradigma! Güzel.  

Maazallah: hem barış hem demokrasi

Yaa. Meğer bir paradigmaya bağlı bir süreç başlıyormuş da bizim haberimiz yokmuş. Sevgili iktidarımız da bunu bildiği için bu sürece bütün dikkatini vermek istiyormuş meğer. Kısıtlı olan ne BUDO ne İDO ne de gardiyan. Kısıtlı olan iktidarın bir seferde meşgul olabileceği “süreç” sayısı. İktidarımız sanki tek kişiymiş gibi davranıyor nedense. Her seferde bir süreç. Siz ne bekliyordunuz? Öcalan PKK’yı feshettim diyecek ve biz de ona, “Hadi yine iyisin. Al sana umut hakkı. Yürü…” mü diyecektik! 

Nasıl bir süreç dersiniz? Onu da Buldan açıklamış: 

Barış ve demokrasi isteniyorsa herkesin elini taşın altına koymasının vakti geldi artık. Herkes katkı sunmalı. 2015 herkese ders oldu  Bir dönemi daha heba etmemek gerekiyor… Bu topraklara illa ki barış gelecek ama sanırım barışa en yakın olduğumuz zaman içerisindeyiz. İmralı’da çok olumlu ve iyi bir görüşme yaptık. Evet, devir barış ve demokrasi devri.

İmralı Adası’ndan silah bırakma, yani mütareke- terk ediş geliyor dostlar. 30 Ekim 1918’de Limni Adası’ndan geldiği gibi. Hani siz onu “Mondros” diye bilirsiniz. Sonra da demokratik, siyasi ve hukuki çözüm gelecek. Fransa’nın Sevr şehrinden geldiği gibi. Eşit şartlarda. Öyle onların topraklarındaki barajlardan elektrik üretip sonra onlara geri satmak yok. Yağma yok. “Diyarbakır onların, İstanbul hepimizin!” Anayasadaki karanlık vesayet izlerini temizleyelim. Haydi, pamuk eller taşın altına. 

Ötüken Neşriyat’tan 2 Kitap 1-Türklerde Arkadaşlık 2-Avrupa Mektupları

1-Türklerde Arkadaşlık

İyi bir arkadaş, insanoğlu için en büyük hazinedir. Arkadaş, insan olabileceği gibi at veya köpek de olabilir. Arkadaşlık insan hayatında önemli bir yer tutar. İyi bir arkadaşlık, insanın hayatını zenginleştirir, renklendirir, maddî ve mânevî güç verir, dertleri de saadetleri de paylaşır.  İyi arkadaş saadet ve huzur kaynağıdır. Arkadaşlık, birlikte gülmeyi, ağlamayı, paylaşmayı, destek olmayı ve birbirine güvenmeyi ihtiva eden derin bir bağdır. Arkadaşlar, yeri geldiğinde birbirlerini törpüler, eğitir, bilgilendirir, felâketten korur, hayatın zorluklarını aşmakta destek olur.  İyi arkadaş, iyi günde de kötü günde de dostunun yanında olur. 

Arkadaşlık hakkındaki özlü sözlerimiz hayli fazladır.

Birkaçı: *Dostlarımız, hayatımızı aydınlatan yıldızlardır. Onlar olmasaydı, karanlıkta yaşıyor olurduk. *Karlı, fırtınalı bir gecenin yarısında, ıssız bir dağ başında arabanız çalışamaz durumda kaldığında; yardımını talep ettiğiniz şahıs, ‘Ne oldu?’ yerine ‘Nerdesin? Hemen geliyorum!’ diyorsa sizden bahtiyar, sizden güçlü bir insan yoktur. *Arkadaşlık, insanları kan bağından öte can bağı ile bağlayan bir ilişkidir ve bu ilişki içinde kişi kendi menfaati kadar arkadaşının menfaatini, hatta bazen sâdece arkadaşını düşünür. *Siz anlatmasanız bile bakışınızdan, duruşunuzdan iyi durumda olmadığınızı anlayacak bir arkadaşınızın olması ne büyük saadettir. *Arkadaş dediğin çay gibi olmalı. Şekeri ne eksik ne fazla, aklınıza gönlünüze bir tat bırakmalı. Bâzen acı, bâzen tatlı, fakat kendisine hep ihtiyaç duyulmalı. *Yanındaymış gibi olan değil nerede, nasıl ve ne şartlarda olursa olsun yanında olduğunu hissettiren insan hakîki dostundur.

Arkadaşlık ile ilgili sözler ne kadar çok şey ifâde etse de bu duyguyu en iyi şekliyle, gerçek bir dosta sâhip kişiler anlayabilir.

Doktorasını tamamlayan Bahtiyar Murat Aras; 13,5 X 21 santim ölçülerindeki 245 sayfalık eserinde, ‘arkadaşlık’ konusuna; ‘Türklerde âile ve akrabalık ilişkileri, kan kardeşliği’ başlıklı metinlerle giriyor.  (s:13-65)

Türk Kültüründe kan bağı dışındaki kardeşlik formülleri’ başlıklı ikinci bölümde; ‘Musahip Kardeşliği’ başlığı altında; Tasavvuf, Fütüvvet ve ahilik ve benzeri topluluklardaki kardeşlik uygulamaları mercek altına alınıyor. Kirvelik, sütkardeşliği, kıyametlik ata-ene, kuşamat, huşdaş/hoşdaşlık başlıklı bölümler dikkat çekiyor.

Bu başlık altında verilen bilgilerden tadımlık bir bölüm:

Kan bağı dışındaki akrabalık formüllerine ilginç bir örnek de Başkurtlarda rastladığımız ‘kıyametlik ata-ene’ ve ‘kuşamat’tır. Başkurt Türklerinde bu akrabalık törenleri diğer örneklerde olduğu gibi belli maksatlara yönelik yapılmaktadır. Özellikle belirli dönemlerde yapılan bu uygulamaların tamamının târihî bir fayda sağladığı kesindir. Doğumdan sonra gerçekleşen ‘beşik toyu’ ve ‘beşik kertme’ uygulaması, aynı zamanda ‘kıyametlik ata-ene’ uygulamasını oluşturmaktadır. Beşik toyunda çocuklara ad verme yetkisi kıyametlik ata-ene’ye aittir. Çok önem atfedilen beşik toyunda yeni doğan çocuklar arasında yapılan uygulama bir tür beşik kertmesidir. Türk ant törenlerinde sık karşılaştığımız kertme sözünden de anlaşılacağı üzere beşik kertmesi olmak da bir nevi anttır. Beşik kertmesi olabilmek için yeni doğan bir erkek çocuğunun babası komşu kabileden kızı olan birini seçer ve kızın babasına sözü geçen birisini elçi olarak gönderir. Kızın babası da razı olursa beşik toyu yapılır. Beşik toyu kız babası evinde yapılır. Beşik toyu öncesi her iki çocuğun babası kabilenin varlıklı kişileri arasından çocuklar için ‘kıyametlik ata-ene (ana-baba) belirleyip, beşik toyuna dâvet ederler. Kıyametlik ata-ene olmak toplum nezdinde itibarlı bir görev olduğundan herkes bunu severek kabul eder. Bu iki çocuğa verilecek isimleri kıyametlik ata-ene bulur ve beşik toyunda bu isimler verilir. Kan bağı olmadan oluşturulan bu akrabalık bağları hayatın doğum, düğün ve ölüm gibi önemli bölümlerinde önemli roller oynamaktadır. Kireşin Tatarlarında bir kız gelin olduğunda ona Borındık İnay veya Kıyametlik Ani (Kıyametlik Anne) adı verilen toplumun saygı duyduğu bir kadın eşlik eder ve ona evlilik hayatıyla ilgili önemli bilgiler aktarır ve tecrübelerini paylaşır. Kıyametlik Ani, kıyılan bu nikâhın kıyamete kadar sorumlularından biridir.

Eserin ‘Sonuç’ başlıklı bölümü:

Türklerin târihi süreci incelendiğinde hangi dine mensup olurlarsa olsunlar kültür bütünlüklerini, önceliklerini, örf ve âdetlerini bir şekilde muhafaza etmeye çalıştıkları görülmektedir. Bu yüzden onları güçlü kılan en önemli özelliklerinden birisi olan aile, oymak ve boy bağlarını sürekli korumaya çalışmış ve bu bağları güçlendirmek için çeşitli yöntemler kullanmışlardır. Mensup oldukları Gök Tanrı inancından İslamiyet’e kadar bütün dinî inanışlarda bu kültür mirasını bazı küçük değişikliklerle korumayı başarmışlardır. MÖ 8. yüzyılda İskitlerden başlayarak gördüğümüz kan kardeşliği törenlerindeki çeşitli uygulamaları hem Türklerde hem de Moğollarda görmekteyiz. Aynı uygulamaları İslâmiyet’i kabul edip Anadolu’ya ulaşan hem Sünni hem de Alevî Türkmenlerde görmemiz, bu kültürel mirasın ne derece kökleşmiş ve vazgeçilmez olduğunun delilidir. İyi günde kötü günde, hayat boyunca hatta âhiretlik adıyla âhirete yansıyacak düzeyde arkadaşlık bağları oluşturmak Türklerin sosyal bağlara verdiği önemi göstermektedir. Bu insanî ilişkilere verilen önem onların gündelik hayatına da tesir etmiştir. ‘Tanrı misâfiri’ kavramıyla misâfire verilen değer ona bir manevi özel vazife yüklemiştir. Misâfiri üzmek Allah’ın emirlerine aykırı görülmüş ziyârete gelenlere çok büyük önem verilmiştir. Onların ağırlanması, yedirilmesi, içirilmesi ve emniyetlerinin sağlanması bir görev sayılmıştır. Dinî bir yükümlülük olarak da görülen Türklerdeki dostluk ve kardeşlik ilişkileri aslında onların iki bin beş yüz yıllık kültürel kökenlerinin bugünlere yansımasının bir ürünüdür.

Türklerde târih boyunca kardeşliğin önemi ve bunun sonucu düzenlenen kardeşleşme merâsimlerini incelemeye çalıştığımız bu eserde birçok farklı dînî ve sosyolojik figürle süslenmiş kardeşleşme modellerini görmüş bulunmaktayız. Bu kardeşleşmelerin en önemli maksadı güçlü bir toplum dayanışması meydana getirmektedir. İbn Haldun özellikle göçebe toplumlar üzerinde durduğu ve onlardaki, şehirli toplumlara göre çok daha güçlü olduğunu düşündüğü ‘asabiye’ kavramının bir devletin oluşumundaki en önemli faktör olduğunu belirtmektedir. Devletler ancak güçlü ‘asabiye’ yâni âile, oba, boy, millet dayanışmasıyla güçlü olabilmektedir. Türk milletinin târihi boyunca ‘devlet ve devlet teşkilatına verdiği önem düşünüldüğünde bu kardeşleşme törenlerinin gerçek maksadı da kendini göstermektedir. Türklerde her şey devlet içindir. İster dinî motif içersin ister içermesin Türkler açısından kardeşliğin ve kardeşleşmenin en büyük anlamı ve maksadı; güçlü bir dayanışmanın tesis edildiği, birbirine gönül bağıyla bağlı, yeri geldiğinde birbirleri için maddî ve mânevî her türlü fedakârlığı yapabilecek güçlü bir toplum, güçlü bir millet ve sonucunda güçlü bir devlet inşa etmektir. Târih boyunca devam ettirilen bu gelenek bazı küçük değişiklikler ile günümüze kadar ulaşmıştır. Bugün dahi Türkler arasındaki en yaygın hâtırâlar askerlikle alâkalıdır. Asker arkadaşları arasındaki dostluklar ‘tertip’ adıyla ölünceye kadar süren bir yakınlığı tesis etmektedir. Tertipcilik adıyla aynı dönem askere alınanlar arasında kurulan dayanışmayı askerlik görevini tamamlamış herkes bilir. İşte kadim zamanlardan beri ‘arkamdaki kuvvet, dayanacağım duvar, sırtımı yaslayacağım taş’ anlamıyla kullanılan arkadaş kelimesinin Türklerdeki en temel mânâsı, güçlü bir silah arkadaşlığı tesis etmektir. Çünkü güçlü arkadaşlık bağları güçlü ordu demektir, güçlü ordu ise Türklerde güçlü bir devletin ilk ve en büyük kurumudur. Devlet-i ebed müddet anlayışının en temel özelliği de budur.

BAHTİYAR MURAT ARAS: 26 Ağustos 1969 târihinde Kahramanmaraş’ta doğdu. İlk, orta ve lise tahsilini Kahramanmaraş’ta tamamladı. 1988 yılında Kahramanmaraş Anadolu Lisesi’nin ilk mezunlarından oldu. Aynı yıl İ. Ü. Eczacılık Fakültesi’ne başladı. 1994 yılından bu yana serbest eczacı olarak çalışmaktadır. Kahranmanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi Târih Bölümü’nde ‘Doğu ve Güneydoğu’da Kürt Ayaklanmaları (1908-1939)’ adlı teziyle yüksek lisansını bitirdi. Ocak 2017’de Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi Târih Anabilim Dalı’nda ‘Pazarcık Türkmen Alevileri’ adlı teziyle doktorasını tamamladı. Türk-İslam târihi ve Türk kültür târihi üzerine araştırmalarına devam etmektedir. ‘Selçuklu ve Osmanlı’da Din ve Devlet İlişkisi’, ‘İkinci Meşrutiyet Döneminde İttihatçı Basın’, ‘Aleviler Gözünde Sünnilik’, ‘Maraş Alevilerinde Halk İnanmaları’, ‘Selçuklu Devleti’nin Yıkılışında Maraş Bölgesinin Rolü’, ‘Türklerin İslamlaşma Süreci’, ‘İranlı Şiîlerin Safevilere Bakışı’, ‘Musahip Kardeşliğinin Doğuşunda Şah İsmail’in Rolü’ adlı makaleleri bulunmaktadır. Türk Ocağı Kahramanmaraş Şubesinde yöneticilik yapmış, Türk kültür târihiyle alakalı çeşitli seminerler vermiş ve hars heyetinde görev almıştır. Atıcılık trap branşında milli sporcudur. Kahramanmaraş Spor Kulübü’nde yöneticilik yapmıştır. Galatasaray Spor Kulübü kongre üyesidir. İ.Ü. Sosyoloji Bölümü 3. sınıf öğrencisidir. 2015, 2017, 2019 ve 2021’de dört defa Kahramanmaraş Eczacı Odası başkanı seçilmiştir. Hâlen bu görevine devam etmektedir. İyi derecede İngilizce bilmektedir. Evli ve beş çocuk babasıdır.

2-Avrupa Mektupları

Cenap Şahabedddin’in telif ettiği, İsmâil Alper Kumsar’ın yayına hazırladığı 13,5 X 21 santim ölçülerindeki eser, 296 sayfadır.

Arka kapak yazısı:

Avrupa Mektupları, Şark katarı ile 3 Eylül 1915’te yolculuğa çıkan Cenap Şahabettin’in Bulgaristan, Romanya, Macaristan, Çekoslovakya, Avusturya ve Almanya güzergâhını tâkip ederek yaptığı seyahatin notlarıdır. Birinci Dünya Savaşı’nın bütün şiddeti ile devam ettiği yıllarda ittifakın en güçlü unsuru olan Almanya’yı yakından tanımak ve Osmanlı’nın içinde bulunduğu grubun gücünü göstererek yurt içindeki îtibârını yükseltmek maksadıyla yapıldığı anlaşılan bu seyahatte yolculuğun maksadına uygun olarak büyük oranda Almanya’dan söz edilir.

Cenap Bey’e göre Almanya dört odalı bir dâiredir: mektep, kışla, fabrika, banka. Bu dört oda birbirine açılır ve birbiri için çalışır ve hepsinin müdürü ise ilimdir. Kitabın yarıdan fazlasını oluşturan Almanya’ya dâir mektuplarda Alman halkının iş ahlâkından, dayanışma ve yardımlaşma gayretlerinden, paylaşımcılıklarından, kurallara sıkı sıkıya bağlılıklarından söz edildiği gibi Alman mîmârisi, sanatı ve felsefesine dâir de birçok ayrıntı verilir.

***

Cenap Şahabettin; Servet-i Fünûn edebiyatının önde gelen temsilcilerindendir. 1895 yılından başlayarak ölümüne kadar devam eden yazı faaliyetlerinde, özellikle Cumhuriyet dönemine kadar başta şiir olmak üzere edebiyatın çeşitli alanlarında otorite kabul edilmiş başlıca şahsiyetlerden biridir. Tanzimat’tan sonra batı edebiyatı tesirinde gelişen Türk şiirinde Abdülhak Hâmid’in ardından en büyük yenilikleri yapanlar arasındadır.

Edebiyatla yakından ilgilenen bir âilede doğup büyüyen Cenap Şahabettin, on beş, on altı yaşlarında iken Muallim Naci ile Şeyh Vasfi Efendi’nin etkisinde kalarak onların gazellerine nazireler ve ekler yazmıştır.  Gazel türünde ve aruz vezniyle şiirler yazdı. Şiirin tek gayesinin güzellik olduğunu ileri sürüyor ve ona başka bir fonksiyon yüklemek istemiyordu, Fransız kültürünü benimsediğinden millî duyguları zayıftı.  

1908’den sonra düz yazı ağırlıklı yazmaya başladı. Tanin, Hürriyet, Kalem ve Hak gazetelerinde makaleleri yayınlandı.  

‘Avrupa Mektupları’ isimli eserinde 22 adet mektup vardır. Sofya’dan 2, Bükret’ten 4, Peşte’den 4, Viyana’dan 2, Berlin’den 10 adet mektup göndermiştir. Almanya’dan yazdığı mektuplarda; Almanya’nın her dâiresinde askerî irâdenin hissedildildiğini, kimsenin kimseyi küçümsemediğini / aksine takdir ettiğini, Berlin’in, Paris’e nazaran mükemmel bir şehir olduğunu fakat Wolter, Mozart, Schiller gibi sanatkârlar tarafından hiç sevilmediğini belirtiyor. Şehrin kenar mahallelerindeki muhteşem görünüşlü binaların; İtalyanların, İngilizlerin ve Fransızların ülkelerinde beğendikleri binalardan daha gösterişli olduğunu yazıyor. Almanları, sanayide olduğu kadar güzel sanatlarda da başarılı buluyor. En çok dikkatini çeken hususu da; ‘Almanlar kaidelere köle gibi bağlıdır’ cümlesiyle açıklamasıdır.

Cenap Şahabettin’in Türkçe’nin ihtişamını yansıtan harika bir üslûbu var. Günümüz Türkçesi’ne çevrilmeyip asıl metinden verildiği için bu husus günümüzün karartılan Türkçesine dolunay gibi yol gösterip dâvet ediyor:

Sabah treniyle Viyana’dan çıktım; sisli bir sabahtı, tulu’1 rüzgârıyla hafifçe sallanan dallar sanki etraflarındaki buğu yığınlarını yokluyorlardı.

İki saat sonra Macaristan’a girdik. Hemen şimdiden haber vereyim: İki Macaristan vardır. Biri Macarlarla meskûn hakîki Macaristan ki kendileri ‘Macar örsağ’ diyor, diğeri ‘Macar birodalom’ dedikleri siyâsî ve idârî Macaristan’dır ki üç parçadan terekküp eder:  Hırvatistan ve Slavonya, Transilvanya asıl Macaristan.

Hırvatistan ve Slavonya Slavlarla meskûndur; Transilvanya’da bilhassa Romenler sâkindir; Macar unsurunun galibiyeti asıl Macaristan’da görülür. Bundan başka manzara-yı coğrafiye îtibâriyle de bu üç kıta birbirinden ayrılır: Hırvatistan ve Slavonya oldukça arızalı,  Transilvanya dağlık, asıl Macaristan ise baştan başa düz bir ovadır.

Şimdi katar bu düz ova üzerinde gidiyor. Etrafta bir dağ, bir tepe değil, şayan-ı dikkat bir kaya, bir tümsek bile yok. Eğer ötede beride koyu kahverenkli bir toprak üstünde yükselen sarı ot yığınları ve mısır kümeleri olmasa nazar ta kavs-i ufka2 kadar hiçbir haile3  tesâdüf etmeyecek. Denebilir ki medenî bir çöldeyiz. Bu ovaya Macarlar ‘Puszta’ diyor. Memleketin hazinesi bu ‘Puszta’dır. Macar bütün havaicini4 bu kara topraktan ister ve alır.

1tulu: gün doğumu       

2kavs-i ufka: ufuk çizgisi 

3hail: engel        

  4havaic: ihtiyaçlar 

ÖTÜKEN NEŞRİYAT A. Ş.  

İstiklal Caddesi, Ankara Han Nu: 63/3 Beyoğlu 34433 İstanbul Telefon: 0.212- 251 03 50  

Belgegeçer: 0.212-251 00 12 e-Posta: otuken@otuken.com.tr  www.otuken.com.tr 

CENAP ŞAHABETTİN:  2 Nisan 1871’de Manastır’da doğdu, babası, Binbaşı Osman Şahabettin Bey Plevne’de şehit düşünce  6 aşında ailesiyle İstanbul’a gitti. Mekteb-i Feyziye’de bir yıl okuduktan sonra Eyüp Askerî Rüştiyesine geçti. Bu okulda sıkıldığı için bir yıl sonra Gülhane Askerî Rüştiyesine nakledildi. . 1880’de rüştiyeden birincilikle mezun olup Kuleli Tıbbiye idadisine girdi. Bu okuldan 1889’da Doktor Yüzbaşı rütbesiyle meıun oldu. Cilt ve frengi hastalıklarında uzmanlık yapması için devlet tarafından Paris’e gönderildi. 1890-1893 yılları arasında Paris’te bulunan Cenap Bey, Paris’ten döndükten sonra İzmir, Konya ve Ankara’da sıhhiye müfettişliklerinde bulundu. 1897’de bir sıhhiye heyeti ile Hicaz’a görevli olarak gitti. Kamaran Tahaffuzhânesinde, Mersin, Rodos ve Cidde Karantinalarında görev yaptı. Sıhhiye Müfettişliği, Sıhhiye Meclisi İkinci Başkanlığı grevlerinde bulundu. Osmanlı Devleti’ni temsilen 1911’de Paris’te toplanan sağlık konferansına katıldı. Son olarak 1913- .914 yıllarında Sıhhiye Genel Müfettişliği görevinde bulundu ve Birinci Dünya Savaşı başladığı sırada kendi isteğiyle emekliye ayrıldı. 1918-1919 yıllarında Tasvir-i Efkâr tarafından iki defa Avrupa’ya gönderildi. 30 Mayıs 1919’da Osmanlı Edebiyatı Târihi müderrisliğine tâyin edildi. Derslerinde Millî Mücadele’yi Küçümseyen sözler söylediği ileri sürülerek öğrenciler tarafından aleyhinde mitingler yapıldı. Bu iddialar ve daha önce yazdığı bazı siyasi yazıları sebebiyle görevinden istifa etmek mecbûriyetinde kaldı (Eylül 1922). Cumhuriyet döneminde çeşitli gazetelerde edebiyat ve sanat konularında yazılar yazdı. Son yıllarında üzerinde çalıştığı bilinen sözlüğünü tamamlayamadan, 13 Şubat 1934’te beyin kanaması sonucu öldü. Eserleri: Şiir: Tâmâtt (1887). Gezi: Hac Yolunda (1909), Avrupa Mektupları (1919), Âfâk– Irak (2002), Beyrut, Filistin ve Nablus İzlenimleri (2015), Suriye Mektupları (2016). Tiyatro: Yalan (1912) Küçük Beyler (1910 Hüseyin Suat Yalçın’la birlikte). Makale-Fıkra: Evrak-ı Eyyam (1915), Nesr-i Harp, Nesr-i Sulh (1918), İstanbul’da Bir Ramazan (1994). İnceleme: Vilyem Şekspiyer (William Shakespeare) (1931). Vecize: Tiryaki Sözleri (1918).
İSMAİL ALPER KUMSAR: 1981 yılında Ankara’da doğdu. İlk, orta ve lise eğitimini Ankara’da tamamladı. 2003 yılında Gazi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun oldu. 2003-2011 yılları arasında Ankara’da özel bir öğretim kurumunda öğretmenlik yaptı. 2011 yılında Düzce Üniversitesine geçti. Hâlen Düzce Üniversitesinde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. ‘Safahat’ta Özlü Sözler’ başlıklı yüksek lisans çalışmasını 2010’da savundu. 2016 yılında Yeni Türk Edebiyatı Ana Bilim Dalında savunduğu ‘Malûmât Hareketi’ başlıklı tezi ile doktora derecesi aldı. Çeşitli akademik (Gazi Türkiyat, Türklük Bilimi Araştırmaları, Asos Journal -Akademik Sosyal Araştırmalar-, Türk Kültürü İncelemeleri, Kültür Araştırmaları…) ve popüler dergilerde (Kırklar, Hece, Derkenar, Türk Edebiyatı, Temmuz, Muhayyel, Ihlamur, Mahalle Mektebi, Şiraze…) yazıları yayımlandı. Yeni Türk Edebiyatı’nın çeşitli dönem ve meselelerine dâir kitap bölümleri ve kitaplar yazdı; sempozyum, kongre ve panellere katıldı.  

Ahlaklı İnsanın Yel Değirmeni

Korkusuz muyuz yoksa korkuyor muyuz? İçinde yaşadığımız toplumun çok gergin ya da kavgacı olduğunu, saygının ve nezaketin esamesi okunmadığını düşünmüşümdür hep. Herkes kendince çok haklı ve asla yanılmaz üstün birer varlık olduğunu düşünerek yaşıyor. Gücü yeten gücü yettiğine zorbalıkta sınır tanımıyor. Biraz makam, biraz güç elde eden kişi kendisine işi düşene değersiz bir kum tanesi gibi davranıyor fakat bu tutumun muhatabı kendisi olduğunda ise haksızlığa uğradığını düşünüyor. Herkes herkese ahlak satıyor. Ahlak konusunda da herkesin bir olması gereken şey nedir anlayışı var tabii ki fakat ne kendisi kendi sözüne uyar ne de başkası kendi dediğine… Göğüsümüzün içinde hep bir hakkım yendi hissiyle yaşıyoruz. İlginç, ne olduğu belli olmayan, sınır bilmez, hak tanımaz, adalet bilmez, halden anlamaz, insanlıktan uzak, değerlerini lafında taşıyan ilginç ne olduğu belli olmayan bir toplum haline geldik.

Genç yaşlarındaki bir kişinin sorumsuzca kavga etmesi, etrafı kırıp dökmesi, sorun çıkartması ya da amiyane tabirle yaramazlık yapması anlaşılabilirdir. Büyük zararlar vermediği sürece bunlar hep büyümenin bir parçası olarak görülür. En nihayetinde eğitimi tamamlanmamış birisi olarak sorumlulukları ve sonuçları ön görebilecek birisi olmadığı barizdir. Ergenlik çağından yeni çıkmış birisinin de bu şekilde sorumsuz davranışlar göstermesi hukuk önünde olmasa da insanlar arasında anlaşılabilir. Sonuçta her birey kendisini inşa ederken hatalar yapar. Bu insan olmanın temel koşuludur. Bu saydıklarımın hemen hepsinin ortak noktası şudur; ”sorumsuzluk”. Bu insanlar iyi veya kötü olsun gerçekleştirdikleri eylemlerden sorumsuz olarak görülürler çünkü akılları başlarında değil deriz.

Peki sorun nerede de bizim bu yaşları geçtikten sonra ıslah olmasını, topluma faydalı iyi birer vatandaş olmasını istediğimiz bu insanlar 30, 40, 50 yaşında bile çocuk gibi davranıp sorumsuzluk bekliyorlar? Bu sorunun tek bir cevabı zannımca yok. Sosyal problemler her biri apayrı insanlardan oluşan toplumlarla ilgilidir ve genel bir cevap bulmak mümkün de değildir. Fakat bu durum konuların üzerine düşünmemize de engel değildir.

Bence sayısız sebep arasında en öne çıkan sonuç laubalilik. Toplumun her yerinde işini ciddiye almama, kuralların çevresinden dolanma gibi bir tavır var. Bu tavrın var olması buna engel olunması için gereken önlemleri almayı zorunlu hale getiriyor ama Allah’ın işine bakın ki bu insanların karşısındaki insanlar da bu şekilde. Örnek olsun diye söyleyelim, kamuda rüşvet buna çok güzel bir örnek. Kamuda rüşvet neyse sıra beklerken sıraya kaynak yapmak da aynı şeydir. Birisi kanun önünde devlet sırasında öne geçmek birisi de ATM, otobüs gibi yerlerde öne geçmektir. Peki amaç? Amaç basit! Ben sırada bekleyen enayilerden değilim. Onlara göre önceliğim var düşüncesi……….. Peki, tamam. Biz bu görüşün insanlarda olduğunu anladık, biliyoruz. Fakat asıl sorun şu Bu insanların karşısındaki otoriteler de buna mahal veriyorlar. Durum böyle olunca da insanın normali bu zaten dediği bir durum oluyor.

Bu durum suçlar için de böyle. Sokakta birisini bıçakladıktan sonra insanlar rahatça dışarı çıkabiliyor fakat içeriği farklı anlaşılabilen bir paylaşımdan dolayı insanlar aylarca hapis tutulabiliyor.

Silahlı organize suç örgütleri uluslararası fonlardan gelen paralarla sokaklarda terör estiriyor ve bunu sosyal medyada paylaşıp açıkça kamuya, devlete meydan okuyor, fakat ortalama bir vatandaş kendini savunurken birisine vurduğunda aylarca ceza alır mıyım diye korkuyor. Sade vatandaş kendisini korumaktan bile korkuyor ki haklı da. Allah korusun trafikte önünü kesen birisi kendisine saldırırken bir kaza olsa saldıran ölse ceza alacak hayatı bitecek. Öbür türlü karşısındaki kendisini öldürecek. İşin kötüsü devletin adaletine de güvenemeyecek çünkü hukuki sonucun ne olacağını bilemeyecek…

Yukarıda örneği kabalıktan açtık aşağıda suçtan bahsettik ama her iki durumda da insanlarda ”ben kaba birisiyim beni toplum ayıplar” ve ”ben suçlu birisiyim toplum beni ayıplar” düşüncesi oluşmuyor. Hatta tam aksine gençlerde suçlu olmak, kaba, ahlaksız bir insan olmak hatta onların tabiriyle ”ERKEK” olmak havalı görülüyor. Nasıl olur nasıl yapılır bilinmez. En azından ben bilmiyorum. Herkes kendi evinin önünden başlayacak temizliğe elbette. Fakat bugün gelinen noktada işimiz zor, çok zor. İnsan kalmak, insan olmak zorundayız. Ahlaksızlığın bizi teslim almasına göz yumamayız. Ahlaksızların bizleri sindirmesine izin veremeyiz. Biz haklı olanlarız. Haklının acelesi yok. Sağlıcakla.

Algıları Yeneceğiz!

Türk Milletinin ve Türkiye Cumhuriyeti’nin içeriden ve dışarıdan top yekün bir saldırı altında olduğundan hiçbir şüphemiz yok!

Bu saldırılar hangi araçlar kullanılarak yapılıyor? Sorusunun cevabı bizler tarafından çok iyi bilinmelidir.

Bunlardan biri de “algı yaratmak”tır…

Yani istenilen, sizi algılar yaratmak suretiyle etkisizleştirmek hatta kendi ölümünüzün bile sizin için hayırlı olduğuna yine sizi inandırmaktır.

Bahsettiğimiz algılar nasıl ve kimler tarafından yaratılıyor?

İnsanlarımız derin feraset sahibidir ama pek okumadığı ve araştırmadığı için bilgiden yoksundur. Biraz da kolaycılığımız vardır. “Particilik hastalığı” sebebiyle olayları derinden izlemez ve parti başkanlarının sözlerine bakarız. Şeytan icadı (!) televizyonlar da yaşamımız üzerinde etkilidir. Bir de samimiyetine inandığımız köşe yazarlarına adeta tapınırız… Ayrıca devletimize çok bağlı olduğumuzdan devlet görevlilerinin bir memur olduğunu unutup onların söylediklerini adeta bir ilahi emir gibi telakki ederiz.

Bunu bizler biliyoruz da, Türk Milletine saldıranlar bilmiyor mu?

Bu zafiyetlerimizi bilenler yukarıda saydığımız hususları kendi amaçları doğrultusunda kullanarak, bizi yarattıkları algılarla ölüme mahkum etmeye çalışıyorlar.

Türk Milleti; ama yazılı basın ama televizyonlar eliyle binlerce kişinin katili bölücü başının İmralı’dan çıkarılmasına ve Anayasa yolu ile hükümranlık haklarının yok edilmesine razı edilmeye çalışılıyor… Türkiye’ye övgüler yağdıran Trump bile devrede!

Partilerin ezici çoğunluğu da bu algı aldatmacasının içinde… Onlarda Türk vatandaşlarını bu konuda ikna etmeye çalışıyor.

İşin birde din istismarcılığı boyutu var. Tarikatlar, cemaatler ve diyanet görevlileri de her zaman olduğu gibi aynı düdüğü çalıyor.

Devlet görevlilerinden de benzer sözleri duyuyoruz. “Sen devlet görevlilerinden daha iyi mi, bileceksin” diye propaganda yürüyor. Evet ben devlet görevlilerinden daha iyi bilirim. Onlar memur, aldıkları emri yerine getiriyorlar. Ben ise Türk Milletinin fedaisiyim!

Yani algı yaratmak için sizin anlayacağınız büyük bir propaganda yürüyor.

İktidar döneminin büyük sermayedarlarından biri ile tanışırız. Yirmi beş yıl önce evinde televizyon olmadığını ve ailece eve televizyon sokmadıklarını gururla anlatmıştı. Ama şimdi en az bir televizyon kuruluşunun ve büyük bir medyanın patronu! Televizyona şeytan icadı de ama işine gelince televizyon yayınları yapan şirketin olsun. Kimin için yaptı bunu? Tabii ki çok sevdiği bizler için! Bu arkadaş sahibi olduğu yayın kuruluşlarında her gün Apo’nun ininden çıkması ve bölücülere haklar tanınması gerektiğini anlattırıyor.

Biz bu “algı tuzağı”nı görmek ve onu yenmek zorundayız.

Unutmayın, Allah’ın Kuran’da ilk emri “oku”dur. Yine milli şair İstiklal Marşı’na “Korkma” diye başlıyor… Okuyacağız, takip edeceğiz, Türk Milleti ve Türkiye Cumhuriyeti devleti ile uğraşanları “Korkma” dan def edeceğiz.

Onlar başımıza “hayali algılar” ile bir çorap örmeye çalışıyorlar ise bizlerde onların yaratmaya çalıştığı bu algıları yeneceğiz.

Burada görev her bir Türk vatandaşına düşüyor. Yurt sathında milletin ve devletin canına kast edenlerin oyunlarını bozmak için bıkmadan yorulmadan var gücümüzle mücadele edeceğiz.

Hadi gelin Türk Milletini algılarla esir etmek isteyenlerin oyunlarını ters yüz edelim… Türkiye’yi içimizdeki haysiyetsizlere yem etmeyelim!

Ortadoğululaşmanın Neresindeyiz?

Avrupa 18. yüzyıldan sonra Rönesans, Reform hareketleri ve coğrafi keşiflerin kazandırdığı zenginliklerle büyük bir ivme ile kalkınmaya başladı. Osmanlı Devleti bu gelişmelere ayak uyduramadığı için geri kaldı. Bu gerilemenin sebeplerini araştıran iktidar sahipleri ve aydınlar ülkenin Batılılaşması gerektiği fikrini kabul ettiler.

Bizim gibi ülkelerin, Avrupa ülkelerinde, Amerika Birleşik Devletleri’nde bilim, teknoloji, ekonomi, politika, kültür ve sanat alanlarındaki gelişmeleri gerek taklit ederek gerekse özümseyerek almalarına Batılılaşma (Garplılaşma/ Westernization) deniyor.

Türkiye Tanzimat döneminden bu yana Batılılaşma (Garplılaşma) çabası içinde. Gerek Osmanlı ve gerekse Cumhuriyet döneminde bu doğrultuda çok çeşitli reformlar gerçekleştirildi.

Bu makalenin başlığını rahmetli Prof. Dr. Mümtaz Turhan’ın “Garplılaşmanın Neresindeyiz?” isimli kitabından ilhamla attım. Çünkü son yıllarda artık Türkiye’nin yönünün Batı’ya değil Ortadoğu’ya yöneldiği iddia ediliyor. AKP iktidarı döneminde, zihniyetimizin ve yönetim tarzımızın Ortadoğululaşmakta olduğu yönünde bir algı oluştu.

Bu süreci tanımlayanlar, “politik kutuplaşma, otoriter yönetim eğilimleri, dini referansların artan şekilde siyasete taşınması ve demokratik standartların gerilemesi” gibi ölçütlere dikkat çekiyor.

Böyle bir süreci ne ölçüde yaşadığımızı anlamak için kavramların içeriğini hatırlamamız gerekir.

*********************************

Batılılaşmak- Ortadoğululaşmak

Ortadoğululaşmak, ülkenin ya da toplumun siyasi, kültürel ve sosyal yapılarının Ortadoğu bölgesine özgü özelliklerle şekillenmesi demek. BATILILAŞMA ise kültürel ve siyasi yapının Batı’nın geliştirdiği değerler, kurumlar ve kurallarla yapılandırılması anlamına geliyor.

Prof. Dr. Mümtaz Turhan “Batı medeniyetinin ana unsurları bilim, teknik, insan haklarını teminat altına alan hukuk ve hürriyettir. Hakiki Batılılık bu prensiplere bağlılıktır” diye tanımlıyor.

Prof. Dr. Mümtaz Turhan Türkiye’nin Batı medeniyetinden ilham alarak kendine özgü bir modernleşme yolunu bulması gerektiğini vurgulayan bir bilim adamıydı. Fakat, “tarihi ve kültürel değerlerimizi koruyarak modernleşirken aynı zamanda Batı medeniyetinden öğrenmemiz ve bunları kendimize uyarlamamız gerekir” düşüncesinde idi. Bu yüzden Batılılaşma sürecinin sadece teknolojik ve ekonomik alanda değil, aynı zamanda toplumsal ve kültürel alanda da gerçekleşmesi gerektiğini savunuyordu.

Türkiye çeşitli sorunları da olsa, bu alanda gerçekten ciddi mesafe almış bir ülke. Gelişmiş Batı devletleri ve toplumları seviyesinin hayli altında olsak da Ortadoğu ve diğer az gelişmiş ülkelerle kıyaslanınca aramızda ciddi fark olduğu hemen görülebiliyor.

Ortadoğululaşma kavramı, genellikle modernleşme, sekülerleşme ve demokratikleşme süreçlerinden uzaklaşarak, daha otoriter, dini ve geleneksel değerlere dayalı bir yapıya dönüşmeyi ifade ediyor.

Yukarıdaki kavram ve ölçülerin ışığında, “Türkiye’nin Batılılaşmak yerine Ortadoğululaşma sürecine girdiğini söylemek mümkündür sanıyorum.

*********************************

Siyaset ve Yönetim Anlayışında Değişim

Herkes kendisine sorabilir: Türkiye’nin siyaset ve yönetim anlayışı ne ölçüde Ortadoğu ülkelerine benzemektedir? Kuvvetler ayrılığı olan bir demokrasi var mıdır? Seçimler önceden belirlenmiş kurallara göre ve yarışan herkese eşit şartlarda yapılmakta, milli iradenin tam tecellisi için gereken demokratik şartlar sağlanmakta mıdır?

Son yıllarda Türkiye’de toplumsal değerler ve kültürel yapı ne yönde değişti? Bütün bireylerin eşit olduğu, vatandaşlık esasına dayalı toplum yapısı var mıdır? Yoksa siyasi erk üzerinde cemaat, tarikat, aşiret, büyük sermaye gibi resmi olmayan organizasyonların etki oranı yüksek midir?

Demokratik kurumların işleyişi nasıl etkilenmiştir? Özellikle CB Sistemine girdikten sonra yargı ne kadar bağımsız ve tarafsız? TBMM’nin etkinliği yok denecek mertebeye düştü mü?  Merkez Bankası, TÜİK, BDDK gibi Batı’da bağımsız olan kurumlar Türkiye’de tek adamın iradesine bağımlı mı?

Kurumlar yasadan kaynaklanan görev ve yetkilerini kullanma için her durumda siyasi iradeden talimat mı bekliyor? Orman yangınına giden itfaiye, depremde görevli kurtarma ekipleri “Sayın CB talimatı ile” mi gidiyor?

*********************************

Ortadoğulu Zihniyetine Doğru

Toplumumuza ve devletimize hakim olan ZİHNİYETTE ne yönde değişim var?

Acaba Batılı toplumlarda olduğu gibi bireycilik, özgür düşünce ve eleştirel yaklaşımlar ön planda mı? Yoksa Ortadoğu toplumlarında olduğu gibi kadercilik ve cemaat/ aşiret/ topluluk odaklı düşünce yapısı mı hakim olmaya başladı?

Batılı ülkelerde şeffaflık, hesap verebilirlik ve hukukun üstünlüğü temel alınırken, Ortadoğu’da otoriter yönetim tarzları ve kişisel liderliğin ön plana çıktığını biliyoruz. Türkiye’de yönetim anlayışında hangi anlayış hakim?

Ortadoğu toplumlarında kadercilik ve liderlere sorgusuz itaat yaygındır. Batılı toplumlarda ise bireyler daha aktif bir rol üstlenir ve liderlerin kararlarını eleştirme eğilimindedir. Liderlerin yaptıklarını sorgulayabiliyor muyuz? Yoksa “benim partim, liderim yaptıysa bir bildiği vardır” mı diyoruz? Verdiği sözleri tutmayan, halkına yalan söyleyen yönetici ve siyasetçilere hesap sorabiliyor muyuz?

Devleti yönetenleri, iktidar ve güç sahiplerini eleştirebiliyor muyuz? Özellikle Cumhurbaşkanına hakaret davaları neden bu kadar çok? Neden vatandaşlarımızın çoğu sosyal medyada muhalif paylaşımlara yorum yapmaktan ve hatta beğen tuşuna basmaktan korkuyorlar?

Batı’da demokratik süreçlere toplumun geniş kesimleri katılır. Ortadoğu’da bu süreçler genellikle daha sınırlıdır ve seçimler sıklıkla formalite niteliği taşır. Türkiye’de sivil toplumun demokratik süreçlere katılımı çok yetersiz. Bağımsız ve güçlü STK sayısı neden yok denecek kadar az?

Bu sorulara vereceğiniz cevaplar, “Ortadoğululaşmanın Neresindeyiz?” sorusunun da cevaplarıdır.

****

Batı demokrasilerinde esas olan halkın iradesini icra etmek ve halkın refahını sağlamaktır. Ortadoğu’da halkın iradesinin önemi yoktur. Türkiye’de ise demokrasi “halk adına karar verecek nitelikte olanların siyasetine, görünürde halkın rızasını almak” seviyesinde.

Batılılaşmış olsak, halka sormadan kapalı kapılar ardında yürütülen “süreçlerle” dünyanın en kanlı narko- terör örgütü elebaşına ve ekibine af çıkarmaya çalışmaya cesaret edilemezdi.

Ortadoğululaşmasak, bir yandan yolsuzluk ve kayırmalarla aksırıncaya kadar kamu malı yiyenler varken, açlık sınırı altında asgari ücret ve onun da altında emekli maaşları belirlenemezdi. Halk meydanlara çıkar, yöneticiler halkın içine çıkamazdı.

Sevginin Gücü

Ülkeyi yönetenlerin sergiledikleri siyasi ayrımcılıktan kaynaklanan gayrı adil uygulamalardan mı diyelim, ülke ekonomisinde uygulanan mekanizmanın bozukluğundan insanımızın fakirleştiğinden mi diyelim; insanlarımız arasında şiddet, kadınımıza yönelik şiddet gittikçe genişlemekte; sevgisizlik hat safhada.
Dindar görünen dinidarların gerçekte göğün kapılarına sırt çevirmeleri, kendi eliyle ürettiği yapay sorunların açılmak bilmeyen kapıları önünde yorgun ve bitkin bir halde bekliyor olmaları hali. Bilim ve tekniğin son imkânlarıyla ürettiği en modern anahtarlar, kilitli kapıların açılmasında ona yardımcı olmuyor. Bu yüzden de özlediği aydınlığı, peşinden koştuğu idealleri ‘’nerede’ ve ‘nasıl’ araması gerektiğini yeniden düşünmesi gerekiyor.
Bu noktada samimi Kur’an Ehli, tespitleriyle hem şikâyetçi olduğunu vurguluyor ve hem de insanlığın peşinden koştuğu idealleri ‘nerede’ ve ‘nasıl’ araması gerektiğinin yanıtını veriyor: İnsan onurunu, haysiyet ve şerefini, her iki âlemde mutlu olması şuurunu merkezine almış Kur’an’ın dini ‘ diyor. Yüce Yaratıcıya iman etmenin merkezini oluşturan ’SEVGİ‘; diyor. Öyle ki ‘’sevgi’, insanlığın saadeti, huzuru, onuru ve güvenliği için kilitli kapıların açılmasında ona yardımcı olacak yegâne eylemdir, kavramdır. Diyor.
*
Derviş Yunus ne güzel söyler;
‘Söz oIa kese savaşı, söz oIa kestire başı, söz oIa aguIu asi baI iIe yağ ede bir söz’’.
‘’Bir bahçeye giremezsen, durup seyran eyleme. Bir gönüI yapamazsan, yıkıp viran eyleme’’
‘’Maharet güzeli görebilmektir, sevmenin sırrına erebilmektir. Cihan, âlem herkes biIsin ki şunu; en büyük ibadet sevebilmektir’
‘’ CümIeIer doğrudur sen doğru isen, doğruIuk bulunmaz sen eğri isen’
*
İnsan olmanın, var olmanın en doruk noktasıdır sevmek aslında. Sevmeden yaşanılmaz. Mutlaka sevmek isteriz. Karşımızdaki, bizi bizim sevdiğimiz kadar sevmese bile. Hatta hiç sevmese de önemi yoktur. Kendimiz için severiz. Sevmeden yapamayız, eksik hissederiz hep kendimizi.
Kimi zaman sevenizdir, kimi zaman da sevilen. Hayatın renkleri, sözcükleri, şarkıları, resimleri, ahengi, güzelliği sevgiyle anlam kazanır. Sevgi yaşama gücümüzdür aslında, yaşamı sevme arzumuzdur.
Sevgi, bütün duyguların en natüreli, en temizi, en nadidesi ve en güzelidir. Kalpleri güzelleştirir, yaklaştırır, kaynaştırır. Güzel duyguların yüreğimizde birikmesini, evrenle paylaşmamızı sağlar. Mutluluğun membaı, huzurun adresidir.
Öyleyse sevmek mi, sevilmek mi önemlidir? Yaşam boyu zihnimizi kurcalayan bir ikilemdir bu. Ünlü şair Fuzuli’ye, “sevmek mi sevilmek mi” diye sormuşlar, “sevmek” demiş. Mevlana “gel gel ne olursan ol yine gel”, Yunus “Dostun evi gönüllerdir, gönüller yapmaya geldik” ve Hacı Bektaş’ı Veli “İncinsen de incitme” aynı kutlu yolun yolcularıdır.
Sevmek koşulsuz ve karşılıksız olduğunda değerlidir. Çünkü sevilmeyi de getirir kendisiyle. O yüzden sevmek, emek ister, yürek ister, özveri ister, ihtimam ister, aynı zamanda da cesaret ister.
Unutmayalım ki sevgisiz geçen hayat, yarım hayattır. Sevgisiz insan da yarım insandır. Şu kısacık ömrümüzde sevgiden daha güzel ne var paylaşabileceğimiz. “Senin için ne yapabilirim?” sorusu kadar karşınızdaki insanı rahatlatacak başka bir cümle olabilir mi? Belki elimizden bir şey gelmeyecek ama o cümlenin vereceği güven o kişiye en büyük iyilik olacaktır.
“Bir bakış, ufacık bir gülücük, küçük bir arama, bir nebze hatır sorma, bir soluk uğrama” kimleri mutlu etmez ki… Kalbimizi dolduran nadide duygular, orada yosun tutmasın, gizli kalmasın.
Ruh bahçemiz sevgisiz kalırsa estetiğini kaybeder. Her tarafını devedikenleri sarar. İçindeki güzellikler göç eder sonunda.
Kimseyi küçültmeden, utandırmadan, mütevazı, anlayışlı, olgun bir tavırla, küçük bir jest, bir tebessüm, bir yardım eli, dünyayı değiştirebilir.
Hadi, beklentisiz, içten gelen bir arzuyla sevgimizi tüm evrene yaymanın zamanıdır. Unutmayalım ki; hayatımızda tek mecburiyet sevgi¬dir. Gerçekten sevenler, karşılık beklemeden sevenlerdir.
Şu dünyada kirlenmeden kalan yüreklerini, en temiz şey olan sevgiyle doldurabilen insanlara ne mutlu.
*
Bütün günleriniz sevginizi paylaşmakla geçsin…
Sevgiyle kalın severek kalın.