12.7 C
Kocaeli
Çarşamba, Kasım 12, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 64

Siyasi-Kültürel Hayat ve İslam

İslam’ın başına bela olan, toplumu zaafa uğratan, kamplara bölen önemli mesele, dinin siyasileşmesi, siyasetin dinileşmesidir. Bu, siyasal İslam veya İslamcılık( İslamizim) şeklinde bir ürün de vermiştir. Bu mesele, artık dinin meşru olarak toplumla ve onun kültürüyle ahengi, meşru alış-verişi değildir. Milli kimlikler üzerine İslam’ın oturtulması da değildir. Bu, İslam’ın ana direğini sarsan, din ile din olmayanı birbirine karıştıran, çoğu kez zalimliklerle sonuçlanan bir meseledir. Dini anlamama ve siyasileşme birbirini doğurdu, birbirini etkileyerek bir süreç oluşturdu.
*
Kur’an der ki: İş başına geçince yeryüzünde bozgunculuk yapmaya, harsı ve nesli yok etmeye çabalayan insanlar vardır. Allah bozgunculuğu sevmez;’’ 8Bakara 205). Emeviler bunlara aldırmadılar. Güçlerinin yettiği kavim ve grupları Araplaştırdılar. İktidar meselesini başından beri dinin önünde tutmuşlardır. Bir valilik için (Horasan Valiliği) Hz. Hüseyin’in kafasının kesilmesi, bu zihniyetin eseriydi.


  • Hz. Muhammet’in Peygamberliği yanı sıra Medine şehrinde kurduğu Site Devletinde;’’Şura-Adalet-Liyakat’’kavramlarıyla özetlenebilecek devleti yönetme biçimi Kerbela Katliamıyla sonlanmış; diktatörlüğe dönüşen Emevi dönemi başlamış oldu.
    *
    Günümüz dünyasında Arap devletlerine bir bakın; ne değişti? Halktan kopuk yöneticilerinin statülerini koruyabilmeleri için egemen güçlerin uşaklığını yapmak zorundalar. Osmanlı’ ya işbirlikçi İngiliz’le arkadan vuran onlar değil miydi?
    *
    Kırk yıla yakındır PKK belasıyla uğraşan Ülkemiz güney sınırını güven altına almak amacıyla PKK / PYD yi bertaraf etme maksadıyla başlattığı ‘’Barış Pınarı Harekâtı’’yla, geçici olarak Suriye topraklarına girmek zorunda kaldı. ABD ve Avrupa ülkeleriyle birlikte Müslüman Arap ülkelerinin de karşı gelerek aynı safta yer aldıklarını yaşadık. Müslümanlar kardeşti ve haktan yanaydı… Neredeeee!
    *
    BU meşru ve haklı davamızda arkamızda Türk dünyasını gördük; Umarım ümmetle millet kavramlarını birbirine karıştıran yöneticilerimiz Müslüman Arap kardeşlerini yakından tanımışlardır.
    *
    Kur’an dininin ruhunu kavrayamayan, İslam Peygamberi Hz. Muhammet’in o ilkel toplumunda canı pahasına verdiği nitelikli mücadeleyi göremeyen mütedeyyin dindarlarımızın verdiği destekle, dini güçlendirme hikâyesiyle Emevi diktatoryasınının günümüzde yaşatılmaya yönelik siyasallaşmayı sürdüren zihniyetlere tanık olduk.
    *
    Anladığım odur ki; her şeyin altüst olduğu, fırsat eşitliğinin olmadığı, işgaller altında umutların tükendiği, siyasal katılımın olmadığı toplumda sadece din anlatarak insanları mutlu edemeyiz.
    *
    İslam dünyası acilen bilgi, çalışma, üretme, temizlik, sosyal barış, sosyal adalet, insan hakları, kadın hakları, çevre, özgürlükler, ötekinin hakkı gibi temel konularda zihnini durultmak ve bu konularda mesafe almak zorunda.
    *
    İslamiyet’te ibadet sadece kıldığımız namaz değildir. İnsanlığa, dünyanın imarına, sulha, barışa hizmet eden her davranış ibadettir.
    *
    Gönlüm isterdi ki, evrensel ilâhî din olan İslam’ın günümüz uleması dünyada kanıksadığımız bunca eşitsizlik, sömürü, adaletsizlik, güçlü ve egemenin oldubittileri karşısında hakkın sesi olsun, her türlü ayırımcılığa karşı çıksın, bizlere hepimizin Âdem’in çocukları kardeşler olduğumuzu, insan olarak eşit ve değerli olduğumuzu, insanca bir hayatın hepimizin temel hakkı olduğunu hatırlatsın.
    Ama öyle olmadı ve olmuyor. Olup bitene eleştirel baktığımızda bunu açıkça görüyoruz
    *
    Din artık melankoli ve gözyaşı olarak sunuluyor ve algılanıyor. Böyle bir din anlayışı sizi dünya sahnesinde yukarı çeker mi?
    *
    Hazreti Muhammed’in hayatını öyle bir anlatıyorlar ki, öyle bir hayatın örnek alınması ve yaşanması mümkün değil. Bugün İslam dinini gizemli, esrarengiz bir din olarak sunanların üzerinde durdukları; ‘’Başımıza geleni de hep “ya Allah’ın gazabı ya da ötekinin kötülüğü” diye anlattılar. “Sen sadece dua et, hatta en etkili ve gizemli duayı ve zamanı bul yeter, bunlardan kurtulursun” diyerek piyangocu bir anlayışı besledik. Halkı böyle besleyince onlar da buna uygun hoca tipi istemeye başladı.
    *
    Böyle bir dini anlayışın, çocuklarımız, torunlarımız tarafından nasıl karşılanacağından emin değilim. Artık yavaş yavaş yol ayrımına geliyoruz. Çocuklarımız, torunlarımız sorguluyor, görüyor, biliyor.
    *
    Bireyin olmadığı, kadın hakkı, insan hakkı, çevre bilinci, bilgi üretimi, sosyal adalet, hukuk, özgürlük, düşünce gibi temel değerlerin yeterince gelişmediği, sadece melankoli, sadece menkıbe, gözyaşı, ötekileştirme ve öfkenin yer aldığı bir din anlatımı İslamofobi’yi mahallemize indirecektir.
    Bizim çocuklarımız, torunlarımız da büyük sorular soracaktır elbette; bu anlayışı üretenler aslında kendi din ticaretleri için müşteri peşindeler algısı kendilerinde hâkim olacak
    *
    Bizim din anlayışımız sığlaştı. Dindarlığı dar bir alana hapsettik. Müslümanlar şeklen dindarlaştıkça, dünyevileşmesi de artıyor. İslam, seccadeni ser ibadetle ömrünü geçir demiyor. Düşünce, bilgi, yararlı iş, temizlik, haklının ve mağdurun yanında olma, iyiliği destekleyip kötülüğü önleme, insanı insan olduğu için sevme hepsi ibadettir. Sadaka ve iane kültürüyle ya da retorikle bunları sağlayamayız.
    *
    Ana konu, dinin anlaşılma problemi ki, rasathaneyi topa tutan, medreselerden tabiat bilimlerini ve matematiği kaldıran, Arapça öğrenimini bilim zanneden, gerçek dinden uzak bir anlayışın doğurduğu zihniyet; hiçbir toplumun ve devletin dayanamayacağı bu sebepler, sonuçta Osmanlı Devletini tarih sahnesinden çekti.
    *
    Dini kavramada ana gerçek şu ki;
    Yaratılmış olan insan, Allah’ın doğasını bilemez. O nedenle insani hiçbir yetkinlik, Allah’ın doğası hakkında söz söyleme cüretinde bulunamaz. O’nu ancak O’nun kendisini bize açtığı kadar bilebiliriz. Bunun da tek imkânı vahiydir. Bu nedenle insanoğlu O’nun halk, takdir ve tercihleri konusunda ancak vahiy temelli konuşabilir. O da anladığı kadarıyladır.
    *
    Ve son vahiy olan Kur’an der ki:
    ‘’ Nefse ve onu şekillendirip düzenleyene; ona kötü ve iyi olma kabiliyetlerini verene and olsun! Nefsini arındıran elbette kurtuluşa ermiştir. Onu arzuları ile baş başa bırakan da ziyan etmiştir (Şems,7-10)
    ‘’ Göklerde ve yerde olan her şey Allah’ındır. Sonunda kötülük işleyenleri amellerine karşılık cezalandıracak, iyilik edenler de daha güzeli ile mükâfatlandırılacaklardır.( Necm, 31)
    ‘’Her nefis ölümü tadacaktır. Kötülük ve iyilikle imtihan ederek sizi deneriz. Sonunda bize döndürüleceksiniz’’(Enbiya,35)
    ‘’ Kötülük ve iyilik olarak yaptıklarını, kıyamet günü herkes karşısında hazır bulacak ve kötülükleriyle kendisi arasında bir uzaklık olmasını isteyecek’’(Al-i İmran, 30)
    ‘’Hanginizin davranışça daha iyi olduğunu deneyerek göstermek için ölümü ve hayatı yaratan o’dur’’( Mülk,2)
    *
    Burada iyiliğin zıttı kötülük kavramı; fayda üretmeyen, sömüren, özellikle insan hakları, kamu hakları, çevre hakları, yetim hakları, hayvan haklarıyla alakalı kasıtlı duyarsızlık, bozguncu, merhametsizlik… Gibi kavramları içerir.
    Bu ayetlerin neresindeyiz sorgusuyla kendimizi yargılamalıyız sanırım.
    *
    Ve ne yazık ki, Kuran’ı Kerim ile aramız açıldı. Kuran’ı Kerim’in bize verdiği öğütlere kulak tıkadık ve kendi yanlışlarımıza kendimiz fetva vermeye başladık.
    *
    Serbest pazar mantığıyla fetva arayan, müşteri memnuniyetine göre fetva verenler kapladı ortalığı. İslam âlimlerinin içinde yaşadığı hayatla ve gerçekliklerle bağı koptu. Üçüncü, beşinci asırda yazılan kitaplardaki bilgileri tekrar ederek insanlara dini anlattığımızı düşünemeyiz. 50 küsur İslam ülkesi var, paramparçayız vesselam.

Sultan Süleyman’a Kalmadı!

“Uyarılara devam… “

Türk Milleti’ni yönetmeye kalkanlar ve de bunu başaranlar; tarih bilgisi eksikliği sebebi ile devlet ve millet şuuru oluşmadığından, genellikle yanlış değerlendirmeler ve icraatlar yapmışlardır. 

Bundan dolayı devlet ve millet hakkında, bilgi ve fikir sahibi olmayanlar, devletin, milletin ve dolayısıyla vatanın tapusunu üzerlerine geçirebileceklerini zannetmişlerdir.

Bu sebeple, pervasızca, fütursuzca ve cahil cesareti denilebilecek davranışlar sergilemişlerdir. Yolsuzluk, rüşvet, adam kayırma, ihalelere fesat karıştırma gibi ceza kanunlarına göre suç teşkil eden eylemlerde bunların içindedir.

Hâlbuki Türk tarihini ve bu tarih içerisindeki devlet işleyişini bilseler ve de Türk Milletini yakinen tanısalar, hiçbir şekilde böyle işlere tevessül etmezlerdi. Demek ki; bilgisizliğin getirdiği bir cehalet ve idraksizlik söz konusu…

Türk Milleti’nin dilinde “bu dünya Sultan Süleyman’a kalmadı” sözü ile aslında saltanatın; ne kadar uzun süreli ve güçlü olursa olsun, bir sonunun olduğu ve gelip geçeceği anlatılmak istenir. Eğer bunu unutursan, kaçınılmaz sonun gerçekten vahim olacağı, tarihteki birçok olaydan anlaşılabilir!

Türkiye’yi, Türk Milletini ve Türk Devletini yönetmeye talip olanlar, mutlaka Türk tarihini ve bu tarih içinde devlet işleyişini çok iyi bilmelidir. Bilmezseniz yoldan çıkar duvara toslarsınız…

Nice padişahın, şehzadenin, sadrazamın, nazırın, başbakanın, bakanların, milletvekillerinin başına neler gelmiş, açıp bakıp öğrenin. Onun için saltanat benzeri iktidar günleri geçicidir. Hesap günü geldiğinde, sırtını Türk’e dayamış olan devlet, mutlaka yapılan yanlış işlerin hesabını sorar. Hem de makamına mevkiine bakmaksızın!

Türk Milletini ve Türk Devletini sahipsiz sanmak en büyük aptallıktır. “Ben bunlar üzerinde istediğimi yaparım” hatta adını bile siler geçerim demek, akıl yokluğuna delalet eder.

Siz çok oy almış, yıllarca iktidarda kalmış; büyük güçlere ve paralara hükmediyor olabilirsiniz ancak bunlar Türk Milletine ve Türk Devletine dişinizi geçirebileceğiniz anlamına hiçbir zaman gelmez.

Çandarlı’da çok azametliydi. Genç Osman’ın başına neler geldiğini herkes biliyor. Ya Sultan Abdülaziz? Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu, Hasan Polatkan daha çok yeni! Şaka yapmaya, devleti çatırdatmaya hiç gelmez. Sonra iş bumerang gibi gelir sizi bulur…

Tarih dersine iyi çalışmamış olanlar ne yaptıklarını bilmiyor olabilir. Ancak tarihi bilenler bilmeyenleri uyarmalıdır!

Bugün ülkeyi yönetenlerin, tarih bildiklerini, devlet ve millet şuuruna sahip olduklarını düşünmüyorum. Eğer aksi olsaydı bugüne kadar yaptıklarının birçoğunu yapmazlardı.

İktidarın başı, göreve geldiğinden bu yana, Türk Devleti’ne ve Türk Milleti’ne karşı savaş açmıştır. Bu savaş; hukukun ve adaletin katli ile sürmüş; şimdi de yolsuzlukların örtülmesi ve şüphelilerin v ede suçluların kayırılması aşamasına geçilmiştir. Bunlar hayra alamet şeyler değildir…

Ülkeyi yönetenler bir an önce kendilerine çeki düzen vermelidir. Hukukun üstünlüğü ve adaletin tecellisi, her vatandaş için eşit ve objektif olarak sağlanmalıdır. Ortaya çıkan tabloyu provokasyon olarak niteleyip, kovuşturmaların üstünün örtülmeye çalışılması, bu nedenle görevden almalar, yer değiştirmeler ve benzer icraatlar, toplumu daha büyük tedirginliğe itmektedir.

Her şeyden ötesi, bu devletin hangi ölçüler içinde yönetileceği iktidar tarafından iyi bilinmelidir. Aksi halde Türk Devleti’nin ve Türk Milletinin iktidarla hesaplaşması kaçınılmazdır. İktidarın ve başının (şimdi de küçük ortağın) büyük tedirginlikleri, bu hesap gününün çok yaklaştığını hissetmiş olmalarıdır. Ancak birileri onlara acilen tarih dersi vermelidir. Yoksa hep birlikte çok üzülürüz…

Diye tam 11 yıl önce yazmışım! Baki olan Türk Milletidir… Sultan Süleyman bile ölüp gideli yüzyıllar olmuştur!

Biz O Dilekçeyi Almıyoruz!

Son dönemde, Kocaeli’de bazı kamu kurumlarında görev yapan bazı kamu görevlilerinin kendilerine dilekçe ibraz eden vatandaşlara “Biz o dilekçeyi almıyoruz” diye cevap vererek vatandaşları geri gönderdiklerini duyuyoruz. Duyuyoruz derken bu hususu olayı yaşayan vatandaşlar bizzat anlatıyorlar.

Hatta geçenlerde, yılbaşından hemen önce bir dostumuz bu olayı adliyede yaşadı. Savcılığa şikâyet dilekçesi vermek isteyen dostumuza savcılık ön bürodaki memur “O dilekçeyi biz almıyoruz, sen karakola git” diyerek dostumuzu göndermeye daha doğrusu başından savmaya çalışmış. Dostumuz o anda bana telefon edince kendisine bire bir şunları söyledim;  “O memura söyle, dilekçe almamak gibi bir yetkisi yok. Şu an suç işliyor. Dilekçeyi almazsa kendisini şikâyet edeceğini söyle” dedim. Dostum bunları söyleyince, memur bu defa “şimdi git 2 saat sonra gel” demiş. Dostumuz da işi geç de olsa halledilecek diye ses çıkarmamış. Neticede dilekçesini vermeyi başarmış.

Bu dilekçe almadan vatandaşı geri gönderme olayı, yukarıda da ifade ettiğim gibi başka kamu kurumlarında da yaşanıyor maalesef. Dostların anlattığı kadarıyla şimdilik isimlerini zikretmeyeceğim kamu kurumlarında görevli personel “Biz o dilekçeyi almıyoruz” lafını söyleyerek suç işlemekte ısrar ediyorlar.

“Suç işlemekte ısrar ediyorlar” diyorum çünkü kamu kurumlarının vatandaşın verdiği dilekçeyi almamak gibi bir yetkisi yok! Burada bir hususu açıklığa kavuşturalım. Buradaki kast ettiğimiz husus, kamu kurumlarının kendilerine verilen dilekçeyi alıp işleme alma zorunluluğudur. Dilekçe içeriği kamu kurumu tarafından incelenir, sonrasında kabul de edilebilir red de edebilir. Ama dilekçeyi hiç almamak, işleme hiç koymamak suçtur.

Anayasa’nın “Dilekçe, bilgi edinme ve kamu denetçisine başvurma hakkı”başlıklı 74’üncü maddesinde “Vatandaşlar ve karşılıklılık esası gözetilmek kaydıyla Türkiye’de ikamet eden yabancılar kendileriyle veya kamu ile ilgili dilek ve şikâyetleri hakkında, yetkili makamlara ve Türkiye Büyük Millet Meclisine yazı ile başvurma hakkına sahiptir. Kendileriyle ilgili başvurmaların sonucu gecikmeksizin, dilekçe sahiplerine yazılı olarak bildirilir.” denilerek dilekçe hakkı ve verilen dilekçenin cevabının ilgili kamu kurumunca “gecikmeksizin” verilmesi gerektiği hüküm altına alınmıştır.

Yine dilekçe hakkıyla ilgili olarak özel bir kanun yürürlüğe konulmuştur. 3071 sayılı Dilekçe Hakkının Kullanılmasına Dair Kanunda da “Dilekçe Hakkı” başlıklı 3’üncü maddede “Türk vatandaşları kendileriyle veya kamu ile ilgili dilek ve şikâyetleri hakkında, Türkiye Büyük Millet Meclisine ve yetkili makamlara yazı ile başvurma hakkına sahiptirler.” denilerek dilekçe hakkının varlığı tekrar edilmiştir.

Hatta 3071 sayılı Kanunun 5’inci maddesinde, dilekçe yanlış makama verilmiş olsa bile işleme devam edileceği ve dilekçenin hatalı olarak sunulduğu kamu kurumu tarafından dilekçenin asıl muhatabı olan kuruma sevk edilmesi gerektiği hüküm altına alınmıştır.

3071 sayılı Kanunun 6’ncı maddesinde incelenmeyecek dilekçeler sayılmaktadır. Buna göre Belli bir konuyu ihtiva etmeyenler, Yargı mercilerinin görevine giren konularla ilgili olanlar, ve Kanunun 4 üncü maddede gösterilen şartlardan herhangi birini taşımayan dilekçeler incelenemezler. Ama bakın bu madde bile dilekçenin incelenemeyeceğinden bahsetmektedir. Bu madde dair ne Anayasa ne de 3071 sayılı Kanun, kamu kurumlarına dilekçeyi almama, geri gönderme vs. gibi bir hak vermemektedir. Buna göre dilekçenin içeriği saçma sapan bile olsa kamu kurumu bu dilekçeyi alıp işleme koymak zorundadır. Şayet dilekçe 6’ncı maddedeki özelliklerden birini taşıyorsa bu defa dilekçeyi incelemeyecektir. Şayet dilekçe 4’üncü maddedeki özellikleri taşıyorsa bu defa dilekçe incelenecek ve dilekçeye kabul veya red şeklinde bir cevap verilecektir.

Görüldüğü üzere kamu kurumları, vatandaşlarca kendilerine ibraz edilen dilekçeleri almak ve işleme koymak zorundadırlar. Kamu görevlilerinin dilekçeyi almaması suçtur. Kamu görevlilerince dilekçenin alınmaması Türk Ceza Kanununun 257’nci maddesi uyarınca Görevi Kötüye Kullanma suçunu oluşturur. Bu suçun karşılığı da 6 aydan 2 yıla kadar hapis cezasıdır.

Kamu kurumlarının kuruluş ve var oluş amacı vatandaşların hayatlarını kolaylaştırmak olduğu hususunun altını çizerek, Kocaeli’deki kamu kurumlarını, vatandaşların dilekçelerini alıp işleme koyma konusunda daha hassas davranmaya davet ediyorum.

‘Her Çocuk Ayrı Bir Dünyâdır’

Yıldız Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. SÜLEYMAN DOĞAN’la Çocuk Eğitimi Hakkında konuştuk.

(İkinci Bölüm)

Oğuz Çetinoğlu: Toplumumuzun ahlâklı, dürüst ve âdil insanlara ihtiyacı var. Çocuklara bu hasletlerin kazandırılması için tavsiyeleriniz var mı?

Prof. Dr. Süleyman Doğan: Çocuğun güçlü bir kişilik yapısına sâhip olabilmesi için de tutarlı bir âile ortamında yetişmesi gerekmektedir. Yetişkinlerin yönettiği uyumlu, tutarlı, dengeli, sevgi ve saygı ilişkisine dayalı baskıcı olmayan bir âile ortamına her çocuğun ihtiyacı vardır.

Çocuklarınızın davranışlarını kontrol altında tutabilmek için, akla ve mantığa uygun sınırları ve kuralları anne ve baba, birlikte koymalı. Konulan kurallar uygulanabilir olmalı. Kurallar hemen uygulanmalı. Bilinmeli ki bütün çocuklar için reçete gibi kurallar yoktur. Çocuğun yapısına ve yaşadığınız ortama uygun kuralları kendi deneyimlerinizle en uygununu anne ve babalar bulabilir.

Çocuğun kendi kendine yetebilen, olumlu bir kişilik sâhibi olması isteniliyorsa, yapmış olduğu olumlu davranışları onaylanıp desteklenir. Teşvik edilir, olumsuz davranışlardan vazgeçirmek için bu davranışların fazla üzerinde durulmamalı. Çocuklar, yasaklanan hareketlerde ısrarlı olabilirler. Birtakım davranışları, yasaklamak yerine diğer davranışların desteklemesi uygun olur.

Okula gidince; ‘Öğretmen onu hizâya sokar. Öğretmen onun hakkından gelir.’ Diye düşünülmemeli. Çünkü eğitim okuldan önce evde başlar. Okulda geçirilen zaman süresi çok sınırlıdır. Ayrıca öğretmenin uğraşması gereken tek öğrenci sizin çocuğunuz değildir. Hayat okulunun ilk sınıfı âile eğitimiyle başlar. Okulda verilen eğitimle, âilede verilen eğitim birbiriyle tutarlı olmalıdır. Çelişkiler olursa çocuk seçim yapmak mecburiyetinde kalır. Okul mu? Ev mi? Şeklinde çocuk bocalar. Bu çelişkiyi çocuğa yaşatmamak için okul ve âile paralel bir eğitim vermelidir.

Çocuklar ne kadar fazla uyarılarla karşı karşıya bırakılırsa çocuğunuzun zihnî, bedenî, sosyal gelişimi o kadar çabuk ve iyi olur. Çocuğun zekâsını geliştirmek için, zekâ geliştirici oyunlar oynaması sağlanır. Konuşmasını geliştirmek içinse onunla bol bol ve her konuda daha doğmazdan önce konuşmak faydalıdır. Konuşma süresinin çokluğu veya azlığı değildir. Önemli olan niteliğidir.

Çetinoğlu: Çocukların akıllı telefon ve bilgisayar oyunlarına aşırı ilgisi, ne tür olumsuzluklara yol açıyor?

Prof. Doğan: Oyun bağımlılığı, yaşadığımız yüzyılın en büyük problemlerinden biri. Çocukları, gençleri ve yetişkinleri de etkisi altına alan bu bağımlılık türü pek çok açıdan kişileri olumsuz etkiliyor. İnternet bağımlılığı altında yer alan bu meşguliyet çocuğun gelişimini fizikî, sosyal ve hissî açıdan zaafa uğratıyor. Oyuna yönelik bağımlılık çocukta davranışlarla alâkalı ve psikolojik açıdan zararlı oluyor. Telefon, tablet, bilgisayar ve oyun konsolu aracılığı ile erişilen oyunlar, çevrimiçi veya çevrimdışı oynanabiliyor. Çoğunlukla sosyal beceri eksikliği, yalnızlık, kendine güvenme eksikliği, saygı arayışı, kazanma ihtiyacı oyuna yönelimi tetikliyor. Yaz tatilleri gibi çocuğun fazlaca boş vakte sâhip olduğu dönemler de bağımlılığın gelişimini destekliyor. Stres, kaygı gibi çocuğun hoşuna gitmeyen, baş etmekte zorluk yaşanan duygular da oyunla yatıştırılıyor. Çocuğun rahatlamak için sığındığı bu eğlence platformu zamanla alışkanlık hâlini alıyor. Zamanla bu alışkanlık kontrol kaybına dönüşüyor ve çocuğun gerçek dünyâ ile etkileşimi azalıyor. Sokakta akranlarıyla koşup, oynayarak büyüyen, gerçek arkadaşlıklar edinen dünün çocuklarıyla bugünün çocukları arasında fark var. İnternetin ve dijitalleşmenin bu denli yoğun olmadığı yıllarda çocukluğunu yaşayan bugünün ebeveynleri çocukları için endişeli. Bugünün çocukları birbirini tanımayan insanların yaşadığı şehir kültüründe büyüyor. Sosyalleşebilecekleri güvenli alanlar sınırlı. Küçük yaşlardan itibaren geleceklerine, kariyerlerine yatırım yapmak üzere büyük sorumluluklar üstleniyorlar. Çocuklar deşarj olamıyor. İlgi ve becerilerini bulmak için kurstan kursa taşınmaları gerekiyor. Ancak bâzen âilenin vakti veya maddiyatı bu imkânların sağlanmasına yeterli gelmiyor. Dolayısıyla çocuklar vakitlerini geçirmek ve bir şeylerle meşgul olabilmek için oyunlara yönelebiliyor. Oyundan alınan keyif artıkça ve yerini daha iyi bir seçenek doldurmadıkça bağımlılık gelişiyor. Âileler çocuklarının oyun oynamasından bağımlılık ihtimali sebebiyle endişe duyuyor. Ancak her oyun oynayan çocukta bağımlılık gelişmiyor. Bu da bağımlılığın açığa çıkma sebeplerinin bilinmesini ve önlenmesini gerektiriyor. 

Çetinoğlu: İlgiyi ve harcanan zamanı mâkul bir ölçüye indirmek maksadıyla, yasaklama dışında neler yapılabilir?

Prof. Doğan: Elbette mâkul yolları vardır. Yasaklar da yerine göre olmalıdır. Sadece yasak koyarak bu meseleyi halletmek mümkün değildir.

Son yılların en önemli buluşu, tartışmasız internettir. Bilgisayar ve internet 21.yüzyıla dijital teknoloji çağı ismini vermiştir. Yeni bin yılın çocuklarının hayatında internet vazgeçemedikleri bir enstrümandır. Çocuk ve öğrencilerinin interneti kullanma alışkanlıkları ve tutumlarının incelenmesi günümüz eğitimcileri için önemli bir çalışma alanıdır.  Ortak zekâ ile çözümler bulunacaktır.

Yapılan araştırma sonuçları incelendiğinde bilgisayar ve internet erişimi olan öğrencilerin olmayanlara göre internete yönelik tutumları daha olumludur. Evine bilgisayar ve internet erişimi sağlayacak imkânı olmayan öğrenciler için okullardaki bilgisayar sınıfları arttırılmalı ve geliştirilmelidir. Giderek yaygınlaşan internet kullanımında eğitim, öğretim amaçlı yazılımlar zenginleştirilmelidir. Ders içi konu anlatımlarında ve etkinlik uygulamalarında web tabanlı materyaller kullanılmalıdır. İnternet kullanımı üzerinde ebeveyn ile çocuk konuşup anlaşarak ihtiyaç göre kullanımı sağlamalarıdır. Bu zor bir anlaşmadır. Ancak başarıldığında interneti doğru ve bilinçli kullanma işlemi yapılmış olacaktır. Diğer taraftan, internette oynanan şiddet içerikli oyunlar yerine; çocuklara yardımseverlik, yiğitlik, mertlik, dayanışma ve sevgi üzerine tasarlanmış oyunlar sunulmalıdır. Devlet, bu tür oyunları teşvik etmelidir. Bu tür oyunlar genelde ithal edilmektedir. İthalât pek âlâ kontrol altına alınabilir. Meseleyi ‘ticâret serbestiyeti’ ile dumura uğratılmamalı. Uyuşturucu madde ithâlatı nasıl yasaklandı ise, beyaz zehir kadar belki ondan daha zararlı şiddet içeren oyunlar da pekâlâ yasaklanabilir.  

(Devam Edecek)

Paradigmayı Anlamak

Olan biten, konuşulan, daha da önemlisi konuşulmayan; hepsi bana tuhaf geliyor. Bir ben mi anlamıyorum? Herkes “paradigma”yı anlıyor da bir ben mi aval aval bakıyorum?

Hadi hep beraber anlamaya çalışalım.

Önce Bahçeli konuştu. “Öcalan gelsin, DEM grubunda ‘PKK’yı lağvettim.’ desin. Biz de onu umut hakkından faydalandıralım.” dedi. Umut hakkına mukabil PKK lağvedilecek. Acaba hangi PKK? İçişleri Bakanlarımızdan birinin birkaç ay önce yaptığı açıklamaya göre Türkiye’de 85 PKK’lı kalmıştı. Onlar mı lağvedilecekti? Vallahi makul geldi. 85 kişi dağdan inecek. Ya Öcalan? Öcalan’ın ne yapacağı belli değil. Umut Hakkı tahliye demekti ama bu gide gide villada ikamete döndü.

Hangi PKK?

Sonra dediler ki Türkiye’deki PKK değil. Suriye ve Irak’taki PKK. O iş daha karışık. Sadece Suriye’deki eğitimli eleman sayısı bir epeymiş. Eh bizim 85 kişi de “Biz artık PKK değiliz, Rojava’nın YPG’siyiz.” deyip oraya geçer. Ama sanki bunu sağlamak için DEM grubunda sadece Öcalan’ın konuşması yetmeyebilir. Başkalarının da konuşması gerekiyor. İlk akla gelenler Fransa’nın ve ABD’nin Başkanları, Alman Şansölyesi ve benzeri barışsever, demokratik; lütfedip bizim gibi ilkel toplumlara medeniyet sunan kişiler. Niçin onlar? Çünkü onlar, Suriye’deki DEAŞ’a karşı YPG’nin müttefiki olduklarını art arda açıkladı.

Zaman içinde parça parça açıkladıkları ve tekrarladıkları da şu: “Biz, bizim kuklamız bir yeni devlet yaratacağız. Bu devlete de yeni bir millet yaratacağız. Bu yeni millet/devlet, Bulgaristan’la Japonya arasında en Batı yanlısı ülke olacak.” Sonra bir saftorik çıkıp sorar: “Peki Suriye’nin, Irak’ın, Türkiye’nin, İran’ın toprak bütünlüğü, üniter devleti, ulus devleti ne olacak?” Cevap: “Bunlar zaten gereğinden büyük devletler. Bunları kesip biçip makul boya getirmek lazım.” Ne kadar küçük, o kadar iyi. Ne kadar küçük o kadar barışçı. Ne kadar küçük o kadar demokratik. “Peki, siz o kadar küçük değilsiniz. Ne iş?” derseniz alacağınız cevap şudur: Ama biz Batılı milletleriz. Biz üstünüz. Üstünlük başa bela. Üstün olduğumuz için üstün olmayan sizleri çekip çevirmek, sizlere medeniyet ve demokrasi getirmek, sizlerin sınırlarını yeniden tasarlamak bizim sorumluluğumuz. Zaten çoğunuzun sınırlarını da daha önce biz çizmiştik. Yanlış çizmişiz. Şimdi tekrar çizeceğiz.”

Şimdi bizim paradigmanın yürümesi için Donald Trump, Emanuel Macron, Olaf Scholz gelsin, DEM grubunda onlar da bu “ideallerinden” vazgeçtiklerini açıklasın!

PKK nece konuşur?

Gelelim yerlilere. Hani iş yanlış yöne kırılırsa her yer Gazze olur diyenlere. Onlara sorulacak soru çok basit: Türkiye Cumhuriyeti’ni, üniter, millî Türk Devleti’ni kabul ediyor musunuz? Yoksa “Şimdilik ana dilde eğitimle başlayalım, sonra ana dilde mahkeme, ana dilde bürokrasi, ordu, donanma ile devam ederiz. Federasyondan konfederasyona, oradan Batılı dostlarımızın dost devletine açılırız.” mı diyorsunuz?

Abarttığımı mı sanıyorsunuz? Hayır. İşin aslı budur. Fakat piyon sekizinci sıraya çıkıp vezir olana kadar bunları söylemek siyaseten yanlıştır. Ancak bu girmek istedikleri yol, tek yönlü bir sokaktır. Ana dilde eğitim ana dilde üniversiteyi, o da ana dilde devleti, o da ana dilde orduyu getirir.

Ama bu iş o kadar kolay değil. Önce ana dili yaratmak lazım. Çünkü dilci Max Weinreich’ın dediği gibi “Lisan, ordusu ve donanması olan bir lehçedir.” Yani devletsiz lisan olmuyor, lisansız devlet de… Bu yüzdendir ki PKK kendi arasında Türkçe konuşur. Osman Öcalan, “PKK’nın resmî dili Türkçedir.” diyor ve devam ediyor, “PKK, Kürtçe konuşanlar için ‘ilkel milliyetçi’ tabirini kullanırdı. PKK’de baştan beri Türkçe resmi dildi. Kürtçe televizyon ve radyoları olsa da, yüzde 90’ı Türkçe dilini kullanır.”

Etnik federasyon mu?

Millet devletlerinin aksine, etnik federasyonlar nadiren kalıcı olabiliyor. O yüzden yüzlerce millet devletine karşılık ancak bir elin parmaklarından az etnik federasyon var. Geçtiğimiz yüz yılın tarihi etnik federasyonken parçalanmış devletlerle dolu. 2017’de vefat eden ABD ve İngiliz Bilimler akademileri üyesi, Columbia Üniversitesi Siyaset Bilimi Profesörü Alfred C. Stepan, şu uyarıda bulunuyor:

“Bir zamanların komünist Avrupa’sını oluşturan dokuz devletten altısı üniter, üçü federaldi. O altı üniter devlet şimdi beş devlettir (Doğu Almanya Federal Cumhuriyet’le yeniden birleşti), üç federal devletse — Yugoslavya, Sovyetler Birliği ve Çekoslovakya – şimdi 22 bağımsız devlettir. Komünizm sonrası Avrupa’daki etnokrasilerin ve etnik katliamların çoğu bu federasyon sonrası devletlerde meydana geldi.” (Stepan, Alfred. “Federalism and Democracy: Beyond the U.S. Model.” Journal of Democracy 10.4 (1999): 19-34)

Ben galiba paradigmayı yine kaçırdım. Yakalayan varsa bir zahmet bana da anlatsın.

Türk Devleti Kuran Son Türk (Rauf Raif Denktaş)

    ( Benim iki bayrağım var/Biri damalarımdaki kan/Biri alnımdaki aktır. Benim iki bayrağım var/ Biri Anamur’da gurup/Biri Girne’de şafaktır. )

    Yedi kişiydiler, yüreği vatan sevgisiyle çarpan, coşkulu, heyecanlı, ölüme meydan okuyan yedi gözü pek ve kararlı adam. İsimlerini, üniformalarını, mesleki kıdemlerini, sevgi dolu yürek bağlarını geride bırakıp; maske isimler ve maske mesleklerle bir meçhule gönüllü oldular. Çatık silahların gölgesinde, Kur’an’a, bayrağa ve silaha el basıp, dava için ölümüne aşağıdaki yemini ettiler:

  “Kıbrıs Türk’ünün yaşayış ve hürriyetine; canına, malına ve her türlü anane ve mukaddesatına, her nereden ve kimden olursa olsun, vaki olacak tecavüzlere karşı koymak için kendimi Türk milletine adadım. Ölüm dahi olsa verilen her vazifeyi yapacağım. Bildiğim, gördüğüm, işittiğim ve bana emanet edilen her şeyi canımdan aziz bilip, sonuna kadar muhafaza edeceğim. Gördüklerim, işittiklerim, hissettiklerim ve bana emanet edilenleri hiç kimseye ifşa etmeyeceğim. İfşaatın bir ihanet sayılacağını ve cezanın ölüm olduğunu biliyorum. Sıralanan hususları harfiyen tatbik edeceğime, şerefim, namusum ve bütün mukaddesatım üzerine söz verir ve ant içerim”

    Bu satırlar kendisini davasına adamış, vatanı için gerektiğinde seve seve hayatını feda eyleyeceğinin andını içenlerin yeminidir.

     Bu yemin 23 Kasım 1957 yılında Kıbrıs Türkünün EOKA çeteleri tarafından yok edilmesini önlemek ama daha da önemlisi Kıbrıs’taki Türklük ateşini söndürtmemek ve adayı Yunan’a teslim etmemek adına kurulan efsane teşkilat TMT (Türk Mukavemet Teşkilatının) yeminidir…

      Liderler vardır, sadece bu kelime ile sınırlı beş harften ibarettir. Liderler vardır temsil ettikleri kurum ve kuruluşlar, ya da temsilciliklerini yaptıkları partilerin görüşlerini ifade eden söylemleri ile sınırlı kalırlar! Görüntüleri vardır ama iş icraata gelince toplumların gözünde hep sınıfta kalırlar. Kimileri kendi söylediklerine bile inanmazken; anlattıkları ile mangalda kül bırakmazlar!  Kimileri ise her şeyin “bir bileni”; çözülmeyen davaların “tek çözenidirler!

    Ama “lider” vardır:

    Etmiş olduğu yukarıdaki yemine sadakatle bağlı, tüm ömrünü adadığı davası için, gençlik yıllarında uğruna çarpıştığı vatan topraklarına sahip çıkarak, 1974’ten beri gönderinde dalgalanan ay yıldızlı bayrağını oradan indirtmemek adına vermiş olduğu mücadeleyi aynı heyecanla devam ettirebilmek için gücünün öz kaynağına daima halkına güvenmiştir. Aslında bu tercih; makam ve mevki peşinde koşan pek çok lidere de örnek olacak bir davranıştır. 

    Evet, Kıbrıs milli davamızın simgesi Rauf R. Denktaş’tan bahsediyorum Yavru Vatan deyimi ile özdeşleşen liderden, devlet adamından, hukukçudan, diplomattan, fotoğraf sanatçısından; ama en önemlisi vatanım dediği ada topraklarından asla vazgeçmeyen, yüreği halkının bağımsızlığı ve devletinin egemenliği için çarpan, ata yadigârı vatan topraklarında Türk Devleti Kuran Son Türk’ten Denktaş’tan bahsediyorum.

   Özellikle Cumhurbaşkanlığı görevini teslim ettikten sonra, Kıbrıs’taki haklarımızdan vazgeçersek, Türkiye AB’ye alınacaktır yalanıyla ‘’Kıbrıs’ı verelim kurtulalım’’ diyenlere:

   “Ada Yunan’ın olmayacak, bu şerefsizlikse alnıma yazın. Hakkımızı sonuna kadar savunacağız. Hakkını savunmayan insanlığından da feragat etmiş sayılır. Eğer illa ver kurtul gitsin, derlerse ben vermem İstiyorsa Türkiye versin, ben vermem.”  Diyerek bir önceki liderinden, Dr. Fazıl Küçük ‘ten aldığı mücadele bayrağını dimdik tutan, son nefesine kadar da bu kararlı duruşundan asla taviz vermeyen liderden bahsediyorum.

    Rauf Denktaş, davaya, bayrağa, bağımsızlığa, egemenliğe sahip çıkarak kurduğu son Türk Devleti KKTC’yi onuruyla, gururuyla ve eksiksiz olarak teslim etmiştir.

    Ama Kıbrıs’taki bitmeyen mücadelesini asla bırakmamış. Tam tersine Kıbrıs Türk’ünün kazanılmış hak ve hukukunu savunabilmek adına halkın arasına dönmüştür.

   Son nefesine kadar sürdüğü bu mücadelesinde hiçbir zaman yalnız kalmamış, Türk halkı onu bağrına basarak Kıbrıs konusundaki haklılığını daima takdir etmiştir.

    Onu kaybettiğimiz 12 Ocak 2012 tarihinden sonra tam 13 yıl geçti. Kıbrıs konusunda bugüne kadar ne söylediyse o çıktı. Çünkü o tarihi gerçekleri bilen, bu gerçekler çerçevesinde konuşan, çözüm üreten bir devlet adamıydı.

   Bu nedenle Kıbrıs konusunda çözüm arayan siyasilerin, kimi liderlerin onun söylemlerini, çözüm önerilerini bir kez daha incelemeleri gerekir.

  Şu hususu bir kez daha ifade etmem gerekirse:

 ‘’Rum tarafı adanın tamamında söz sahibi olmadıkça herhangi bir anlaşmaya asla evet demeyecektir.’’

    Bu nedenledir ki 2025 yılı KKTC’nin dünya devletleri tarafından tanınması, tanıtılması yolunda atılacak adımların yılı olmalıdır. Bu yolda Türkiye’ye büyük işler düşmektedir.

    Özellikle Türkiye’nin Azerbaycan ile olan iyi ilişkilerimizi kullanarak KKTC’nin tanınması yönünde yapması gerekenler, KKTC üniversitelerinde okuyan yabancı ülkelere mensup öğrencileri dikkate alarak bu ülkelerin yöneticileri ile yapılacak sıcak temaslar, adanın kuzeyindeki el değmemiş turistik yerlerin varlığı, KKTC’deki tüm güzelliklerin tanıtılması yönünde dünya kamuoyunda daha çok yer alınması 2025 yılının öncelikleri olmalıdır.

   Denktaş ve Kıbrıs denilince yukarıda sıraladığım tarihi gerçekler akla gelir. Kıbrıs Türkiye’nin ön cephesidir, mavi vatanımızda dalgalanan bayraklarımızın son kalesi, Akdeniz’e açılan yegâne penceremizdir.

  Can liderim Denktaş:

  Sizi rahmetle, minnetle anıyor; bir Kıbrıs Gazisi olarak sevgiyle selamlıyorum. Gözünüz arkada kalmasın. Yüce Türk Milleti bıraktığınız mirasa gözü gibi bakıyor, onu sadakatle koruyor ve kolluyor.

   Vatan size minnettardır.

‘Her Çocuk Ayrı Bir Dünyâdır’

Yıldız Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. SÜLEYMAN DOĞAN’la Çocuk Eğitimi Hakkında konuştuk.

(Birinci Bölüm)

Oğuz Çetinoğlu: Günümüzde çoğunlukla çekirdek âileler var: Anne, baba ve evlât… Anneanne, babaanne, eskilerin ‘haminne’ dedikleri daha büyükler, ayrıca teyze ve hala… aynı çatı altında değil. Hattâ başka şehirlerde… Anne ve babalar genellikle çalışıyorlar ve çocuklarına çok az zaman ayırabiliyorlar.  Bu olumsuzlukların çocuklar üzerindeki etkileri neler oluyor?

Prof. Dr. Süleyman Doğan: Şimdi çocukları yetiştiren bilgisayar dadılar var.

Çetinoğlu: Özür dilerim! Sözünüzü kestim. İroni değilse, ‘bilgisayar dadılar’ kavramını biraz açar mısınız?

Prof. Doğan: Annelerin yerini irili ve ufaklı bilgisayarlar almış durumda. Anneler çocuklar sussun diye ellerine bilgisayar veriyor. Çizgi filmlerle oyalıyorlar. Hattâ bebeklere ücretle bakan dadılar bile oyalansınlar diye çocuklara bilgisayar verip, kendi özel işlerini yapıyorlar. Bu çok yanlış bir bakım yöntemidir. Görsellik içeren teknolojilerin çocuklar üzerindeki etkisi ve ebeveynlerin bu yöndeki tutumları, dünya genelinde çok tartışılan konulardan biri olmuş durumdadır. Günümüzde insanlar, ekranlarla küçük yaşlarda tanışıyor. Evde ve okulda ekranlardan yoğun bir şekilde yararlanıyorlar. Bazı çocuklar ise evde çoklu ekranlarla büyüyor; artık televizyon, bilgisayar, tablet, akıllı telefon aynı anda bir ortamda kolayca bulunabiliyor.

Çetinoğlu: Teşekkür ederim. Devam buyurur musunuz?

Prof. Doğan: Ebeveynlerin olumsuz davranışları çocukları da olumsuz etkiliyor. Âile, yetişkin ve çocukların etkileşimde bulunduğu, birbirlerini etkiledikleri bir birimdir. Âilenin çocuğun bedenî, zihnî, sosyal alanlar gibi pek çok alandaki gelişimi üzerinde önemli bir etkisi vardır. Bu sebeple anne baba ve çocuk ilişkisi, temelde anne ve babanın tutumlarıyla etkilenmektedir. Anne baba tutumları, baskıcı ve otoriter tutum, serbest ve aşırı hoşgörülü tutum, tutarsız/kararsız tutum, koruyucu tutum, ilgisiz/reddedici tutum, güven verici, destekleyici/demokratik tutum olmak üzere sınıflandırabiliriz. Öncelikle çocuklarımızı tanımaya ve anlamaya çalışalım. Çocuklarımız sürekli büyüme ve gelişim içindedirler. Çocuklarımıza kesin ve kararlı davranmaktan vazgeçmeyelim. Küçük hatâlarını büyük bir felâket olarak yorumlamayalım, doğru bir davranış öğretmek istiyorsak kendimiz bu davranışı örnekleyelim. Çocuklarımızın hatâlarını aşan cezâlardan kaçınalım. Çocuklarımızın yetenek ve gelişim özelliklerine göre beklentilerimizi şekillendirelim. Başkaları ile karşılaştırmayalım. Eğer onlara karşı hatâlı davrandıysak özür dilemekten çekinmeyelim. Çünkü çocuğumuz da ilerleyen yıllarda hatâ yaptığında karşısındaki kişiden özür dileyebilmelidir. Kendine güvenen, hayattan ne beklediğini bilen, kendisine, çevresine, insanlara, hayvanlara ve tüm canlılara saygı duyan, mücâdeleyi bırakmayan ve de olumlu düşünen çocuklar yetiştirmek bugün eskisinden daha zor.

Çetinoğlu: Sizce annelik-babalık bir meslek olarak kabul edilebilir mi?

Prof. Doğan: Çocuk, toplumun en küçük yapı taşıdır. Hattâ bu yapı taşı özelliği bebeklik dönemi ile başlar. Önce kendisi sonra âilesi sonra da toplumun merkezindedir. Hem öğretir hem öğrenir. Hem etken hem edilgendir. Doğduğu an itibariyle çevresi tarafından anlaşılmasa da aslında etkileşime başlar. Annesi ile güven duygusunu doğumundan birkaç saat sonra kurar. Ve bu güven duygusu onun bütün hayatına etki edecek en önemli şeydir. İlk olarak annesinden, sonra babasından aldığı sevgi ve güven bağı ile doğru orantılı olacak şekilde hayatı şekillenmeye başlar.

Aslında anne-babalık, bilgi ve donanım itibâriyle meslek olarak düşünülebilirse de  ulvî bir vazifedir. Nasıl araç kullanmak için ehliyet alınıyorsa ‘ebeveynliğin teorisi’ bilgisini almak için de bir eğitimden geçirilmesi gerekir. Ebeveynlik denilen olgu birçok araştırmada doğuştan gelen bir duygu ve/veya içgüdüden kaynaklanan bir his olarak kabul görmemektedir. Bu rolün toplum tarafından kabul gördüğü ve diğer bireylerin bu rolün gerektirdiklerini anne olan kişiye zamanla yükledikleri belirtilir. Ve annenin elde ettiği deneyimler bu role katkı sağlar. Ebeveynin dâhil olduğu anne ve baba ikilisinden baba rolü için bu söylenebilir. Fakat annelik sanılanın aksine dürtü değil içgüdüdür. Anneliğin eğer içgüdüye dayalı veya doğuştan geldiği yönünde düşünülürse o zaman ‘bütün kadınlar doğurmak mecbûriyetindedir’ gibi bir mantık çıkabilir. Ama böyle bir mecbûriyet yoktur. Bu sebeple ‘annelik doğuştan gelmez öğrenilir’ gibi bir düşünce de oluşabilir. Bu belki bir yönüyle doğru olabilir. Elbette bütün kadınlar doğurmak mecbûriyetinde değildir. Hattâ bâzı kuvvetli gelenekleri olan toplumlarda bir kadına atfedilen en önemli statü anneliktir. Ama günümüzde gelişmiş toplumlarda böyle bir öncelik veya sınırlama yoktur. Daha doğrusu böyle bir mecbûriyet yoktur. Burada annelik üzerinde durulmasının sebebi; çocuk ve çocukluk; özellikle annelik özelinde ebeveynler tarafından şekilleniyor. Ve davranışlara yansıyor. Ebeveynler de kendi ebeveynlik kimliklerini çocuğun; psikolojik, fizyolojik, kültürle alâkalı gelişimlerine göre şekillendiriyorlar. Bir nevi etki-tepki durumu. İki tarafta karşı tarafın bâzen ihtiyaçlarına göre, bâzen hayallerine göre şekil alıyor denebilir.

Çetinoğlu: Sizce; anne ve babaların çocuklarından bekledikleri mi, yoksa çocukların anne babalarından bekledikleri mi daha önemli? Hangi yaşa kadar?

Prof. Doğan: Aslında her ikisi de önemli. Öncelikle ebeveynlerin çocuklarına önem ve değer vermesi gerekiyor. Çocuk sevgisi anneden bebeğe doğru geçer. Bebek bakımla birlikte sevgi ile büyür. İlerleyen yaşlarda sevgi ile birlikte başarı için de ebeveynlerin desteği son derece önemlidir. Çocuğun başarısını artırmak için ona kendisini rahat hissedebileceği, gerginlikten uzak bir öğrenme ortamının yaratılması gerekir. Özellikle eşler arasındaki geçimsizliğin, kavgaların çocuğa yansıması çocuğun dikkatini dersine vermesini engeller ve bu durum çocuğun kişilik gelişimini de olumsuz yönde etkiler. Kişilik gelişimini sağlıklı olarak tamamlayamamış bir çocuktan ders başarısı beklemek bir yanılgıdır. Şüphesiz çocuğun kişilik gelişimi olumlu yönde sağlanırsa hayatın diğer alanındaki başarılar da buna bağlı olarak artar. Çünkü temelde sağlıklı bir kişilik gelişimi yatar. Elbette ki  anne ve babalar çocukları hakkında hep iyi niyetlere, iyi duygulara sâhip; ancak farkında olmadan yanlış yöntemler kullanıyorlar. Anne ve babaların çocuklarına ilişkin kaygıları, endişeleri elbette ki yadsınamaz. Ancak yaşanan bu gerginliklerin ve aşırı beklentilerin içinde olmak  hem anne ve babayı hem de çocukları rahatsız ediyor. O sebeple çocukların gerek kişiliklerinin, gerekse ilgilerinin, yeteneklerinin ve sınırlılıklarının bilinmesi, buna göre bir eğitim imkânının sunulması ve buna göre beklentilerin oluşturulması anne baba ve çocuklarda yaşanan bu endişe ve sıkıntıların  azalmasında etkili olacaktır. Yapılan araştırmalar ebeveyn tutumlarının çocukların benlik saygısı, saldırganlık, akademik başarı, kaygı, kendini kabul, genel psikolojik uyum ve bağlanma stilleri üzerinde etkili olduğunu göstermektedir. Ebeveyn tutum ve davranışlarında baskı, disiplin ve aşırı koruyuculuğa karşılık gelen davranışların çocuk ve ergenler üzerindeki etkileri tutarlı olarak olumsuz; demokratik ve kabul edici tutum ve davranışların etkileri ise tutarlı olarak olumlu bulunmuştur. Bu konuda yapılan araştırmalar gösteriyor ki çocuğun kişilik gelişiminin % 65’i okul öncesi dönem dediğimiz 0-6 yaş döneminde oluşmaktadır. Bu dönemde çocukta oluşan olumlu veya olumsuz kişilik yapısı daha sonraki dönemlerde telafisi zor sonuçları doğurmaktadır. Yaşamın ilk yıllarını olumsuz şartlar içinde geçirmiş olan bireylerin bu olumsuzlukları yetişkin olduklarında da devam ettirdikleri gözlenmiştir. Birey yetişkin olsa da çocuklukta yaşamış olduğu âilenin ve almış olduğu âile eğitiminin etkilerini taşımaktadır.

Çetinoğlu: Doğan Cüceloğlu (1938-2021); ‘Bir anne-baba olarak çocuğunuza verebileceğiniz en büyük hediye, günde en az 15 dakika çocuğunuzla göz-göze sohbet edebilmenizdir’ Diyor. A) Sebebi, B) Faydaları, C) Ulaşılabilecek neticeleri hakkında yorumlarınızı lütfeder misiniz?

Prof. Doğan: Âilede,  anne baba ile çocuk arasındaki iletişim ve anne babanın disiplin anlayışı, çocuğun eğitiminde önemlidir. Anne babanın çocuklarıyla arasındaki ilişkilerine ve disiplin anlayışına göre, âileler, değişik şekilde sınıflandırılmıştır. Ana baba tutumları, gerek bir değerin öğretilişiyle ilgili özel tutum, gerekse her konuda çocuğa modellik eden genel tutum olsun, çocuğun model alması sonucu taklit ve özdeşleşme yoluyla çocuk tarafından benimsenir ve alışkanlık hâline gelerek kişiliğinin ayrılmaz parçasını oluşturur. Bu sebeple anne baba tutumları çocuğun eğitilmesinin temel taşıdır. Anne baba çocuklarına doğru ve yanlışları bu tutumları sâyesinde öğretirler.

Âile içi iletişimde kullanılan sevgi kelimeleri âile fertlerinin kendilerini güvende hissetmelerini sağlaması, sevginin artması ve yeteneklerin gelişmesi açısından önemlidir. Anne eve gelen kişileri ilk görüşte sevgi sözcükleriyle karşılaması, baba eve geldiğinde onu karşılarken derin bir saygı ile kucaklaması evde sevgi atmosferinin sürekli olmasını sağlar. Baba da eve gelirken eşine aldığı küçük bir hediye veya çiçekle yanağına kondurduğu küçük bir buse ile günün bütün yorgunluğunu atarken oluşan pozitif enerjiden en çok çocuklar istifâde eder. Ebeveynin birbirine olan saygısı, çocukların ebeveynine nasıl davranması gerektiğini göstermesi bakımından önemlidir. Bunu için Anne ve baba birbirini çocukların nazarına vermelidir. Anne babadan bahsederken dünyânın en hârika eşi, en tatlı insanı ve en mükemmel babası olduğunu sürekli yinelemelidir. Birbirlerine çok güvendiklerini söylemeleri ‘o dediyse doğrudur’ şeklinde tam bir itimatla çocuklarının gönüllerine işlemelidirler.

Çetinoğlu: Söylenildiğine göre Cenâb-ı Allah her çocuğun fıtratına bir cevher koyar. Ağaçların aşılanması, hamurun ve sütün mayalanması gibi, çocuktaki cevheri de bir şekilde aşılamak, mayalamak gerekli. Gözlemlerinize göre okulda ve âile içinde bu işlem arzu edilen ölçüde yapılabiliyor mu?  Yapılamıyorsa, ne gibi neticelerin hâsıl olduğunu düşünürsünüz? Veya yapıldığında ulaşılacak olumlu neticeler neler olabilir?

Prof. Doğan: Dağlar nasıl metânetleomuz omuza veriyorsa, aynı metâneti, ilahî aşk boyası âile ocağında da bulunur! Aziz ve necip milletimizin yaşadığı siyasî ve iktisâdî buhranlara rağmen ayakta tutan esrar, sır perdesi “Anadolu insanının âile ocağından aldığı ve oradan sürekli beslendiği yüksek ‘ahlâkî moral değerleri…’ olmuştur!

İnancımızın âile ocağına yüklediği ilahî telkinler o kadar etkileyici ve güçlüdür ki, âile fertlerinin her birini sağlam birer direk gibi bulundukları yerlerde metin bir kaya gibi tutuyor. İlâhî bir vecd ile yapılan, ‘Allah’a, Resulüne, anne ve babanıza itaat ediniz…’ çağrısı evlatlar üzerinde öyle bir gönül muhabbeti oluşturuyor ki, ayrışmaya asla müsâde etmiyor!

Böyle bir muhabbeti eşler üzerinde de, hassas bir denge üzerinde nasıl tesis edildiğini görmemiz mümkündür. Âyet ne buyuruyor; ‘kadının erkek, erkeğin de kadın üzerinde hakları vardır!’ O haklar, bir zincirin halkaları gibi tatlı bir âhenkle koruyucu melekeleriyle uzanıp gidiyor!

Kaç çocuğumuz olursa olsun, hepsi ayrı yaratılmıştırlar. Çocuklarımız eşsizdir. Bir eşleri veya benzerleri bulunmaz. O yüzden bütün çocuklarınızı aynı kalıba sokmayın her birinin ayrı ayrı yetenekleri ve özellikleri mevcuttur. Çocuklarımıza birer fert olarak saygı göstermek gerekir. Çocuğumuza yapabileceğimiz en önemli yardım; geri planda kalarak kendi benliğinin gelişmesinde, kendine ait bir kişilik geliştirmesinde yardımcı olabilmektir.

Özellikle çalışan anneler çocuklarına zaman ayıramadıklarından şikâyetçidirler. Bire bir zaman ayırmak yerine mutfakta yemek yaparken ‘Bugün okulda ne yaptınız. Dersler nasıl geçti?’ Gibi sözlerle başlayıp konuşmaya devam edebilir. Alışverişe birlikte çıkabilmek, akşam yürüyüşleri yapabilmek. Sınırlı zamanı etkin ve en iyi şekilde kullanabilmek önemlidir.  Çocuk yetiştirmek dünyânın en zor sanatıdır. Zaman zaman kızabiliriz. Sinirleniriz. Hattâ onları cezâlandırırız. Anne babalar da insandır. Yaşanılan ve hissedilen duygulardan dolayı kendilerini suçlamamalı. ‘Kendimi çocuklarım için feda ediyorum.’ Duygusuna kapılan ve böyle yaşayan kişiler çok da iyi yapıyor sayılmazlar. Hayatı dengeli bir şekilde yaşamak gerekir.

Çetinoğlu: Çocukların yeteneklerini tespit edip veya ettirip, o yönde gelişmelerini sağlamak mı tercih edilmeli, belli bir alana mı yönlendirilmeli?

Prof. Doğan: Aslında küçük yaşta çocukların kabiliyetlerini tespit etmek gerekir. Çünkü insanının mesut olması demek birazda sevdiği işi yapmasıyla doğru orantılıdır diyebiliriz. Çocuğun istidadına göre yönlendirmek en doğru yoldur.

Yetenek kelimesinin sözlük anlamı, bir kimsenin bir şeyi anlama, yapabilme ya da bir etkiyi alabilme yeterliliği, gücüdür. Buradan yola çıkarak yeteneklerin keşfi aslında çocuğun doğumu itibâriyle başlar diyebiliriz. Bunu diyebilmenin yanında, her çocuğun yeteneği belli bir yaş aralığında ortaya çıkar ve bir yeteneği varsa ‘bu aralıkta hemen keşfedebiliriz’ demek doğru olmayacaktır. Çocukların gelişiminde farklı kritik dönemler vardır. Bu dönemlere göre anlayabilme, yapabilme ve bir etkiyi hayatımıza alabilme yeterliliğimiz değişecektir.  Piaget’e göre bu dönemler; Duyusal Motor Dönemi 0-2 yaş, İşlem Öncesi Dönem 2-7 yaş, Sembolik Dönem 2-4 yaş, Sezgiye Dayalı Dönem 4-7 yaş, Somut İşlemler Dönemi 7-12 yaş, Soyut İşlemler Dönemi ı12 yaş üzeri. Çocukların gelişim dönemlerinden bahsetmenin ve bu dönemlerin özellikleri hakkında bilgi sâhibi olmanın yeteneklerin keşfinde büyük bir önemi vardır. Çünkü her çocuk özel ve biriciktir. Yeteneklerinin bulunduğu alan çocuğumuzun farklı bir gelişim döneminde açığa çıkabilir.

Çocuğumuz bâzen bulunduğu gelişim dönemine ait becerileri normal bir seviyede yerine getirebilirken bâzen yaşıtlarından daha ileride gelişim özellikleri gösterebilir. Burada ebeveynlerin dikkat etmesi gereken bir diğer nokta da, çocuk bu davranışları içselleştirerek mi gerçekleştiriyor yoksa çevresinde sevdiği birilerini taklit mi ediyor? Meselâ; âilede müzik alanında yetenekli kişiler olabilir. Çocuğumuz bu kişiye duyduğu hayranlık sebebiyle onu taklit etmeye başlayabilir. Bu durum her ne kadar ebeveyni heyecanlandırsa da dikkatli bir gözlemci olup bu davranışın çocuğumuzun kendi akışında gerçekleşip gerçekleşmediğini iyi gözlemlememiz gerekir.

Keşfetme aşamasında çocuğumuzun tercih ettiği oyun ve oyuncaklardan da yararlanabiliriz. Çocuğumuza aldığımız oyuncakları seçerken gözlemlerimiz sonucunda ilgisinin ve yeteneğinin açığa çıkabileceği oyuncakları tercih etmek bize daha çok fikir verecektir. Zaman zaman kurduğu oyunlara katılmak oyunda üstlendiği rolleri fark etmemizi ve bu rollerde sergilediği yeteneklerini daha yakından görmemizi sağlayacaktır. Ev ortamı dışında okulunda bulunan kulüplere katılım sağlaması da çocuğun kendi yeteneği ve ilgisini keşfetmesinde yardımcı olacak adımlardan biridir. Çocuğumuz bu kulüplere katılım sağladığında dersine giren branş öğretmenleri de bu sürece ve çocuğun ilgi yeteneğine yakından şâhit olup âileye bu konuda yol gösterici olacaklardır.

(Devam Edecek)

Tüketim ve İsraf

İsraf, kişinin harcamalarında haddi aşmasıdır. Haddi aşma, beşeriyet kadar eski bir olgudur. Tarih, israfın kölesi olmuş milletlerin mezarlığı gibidir. Nice medeniyetler israf ve sefahatin içinde yok olup gitmişlerdir. Diğer bir ifade ile tüketirken adeta tükenmişlerdir.

Günümüzde israf ve savurganlık, bir yaşam biçimine ve kitlesel boyutlara ulaşmıştır. Neticede toplumlar hızla tüketim süreçlerinin tutsağı haline gelmiş, kendine has özellikleri ve yaşam tarzı olan bir tüketim toplumu türemiştir.

İnsanoğlunun mayasında doymama duygusu mevcuttur. İhtiyaçlarımızı gidermek elbette hakkımız. Fakat bu ihtiyaçların sınırlarını iyi çizmemiz, ihtiyaçla, israf arasındaki dengeyi iyi ayarlamamız gerekmektedir.

Herkesin kendi istek ve hedeflerine göre, bir ihtiyaç algısı var. Kimimiz geçinebilmeyi hedef olarak yeterli görürken, kimilerimiz, araba almayı, yazlık edinmeyi ihtiyaç görüyor. Tabi bunların da üzerinde üst ihtiyaçlar belirlenebiliyor. Böylelikle harcamanın dozajı da ister istemez kaçıyor. Tüketimde esas olan; israfa ve müsrifliğe kaçmadan, dünya normlarına uygun, akılcı, bilimsel ve insani bir yolun izlenmesidir

 Günümüzde insanların çoğu israf girdabına kapılmış durumdadır. Bunun sebepleri elbette ki çok boyutludur. İsrafın nedenleri arasında; taklit ve özenti, fantezilerin ihtiyaç haline gelmesi, bencillik ve sefahat, yetersiz eğitim, iradeye sahip olamama, kötü alışkanlıklar vb. gelmektedir.

Hiç ihtiyaç olmadığı halde alınan yiyecekler, giysiler, eşyalar. Son model arabalar, kışlık-yazlık evler var.  Bir yanda da açlıktan kıvrananlar, yakacak, yiyecek, giyecek bulamayanlar var. Marketlerde satılan poşetin 25 kuruştan, 50 kuruşa yükseltilmesi,plastik kullanımını caydırmada asla çare değildir.

Tahmini olarak dünyada; 8.197.221.067       insan yaşamaktadır. Bu nüfusun 877.889.828            obezdir. Bir günde açlıktan ölen insan sayısı yaklaşık olarak 18 bin civarındadır. ABD’ de bugün obezitenin sağlığa maliyeti, 399.250.251 dolardır.  

 Dünyada Gıda Güvenliği ve Beslenmenin Durumuadlı rapora göre, 2019 yılında açlık çeken kişi sayısı 690 milyona ulaşmıştır. Bu da, 2018 yılıyla kıyaslandığında açlık çeken kişi sayısının 10 milyon, önceki 5 yıla oranla ise 60 milyon arttığını göstermektedir.

Yapılan tahminlere göre 884 milyon 500 bin kişi, her gece yatağına aç girmektedir. Bu acı gerçeğe karşın, günde 12 milyon ekmek çöpe atılmaktadır.  

Dünya herkesi doyuracak kadar kaynağa sahip aslında. Adil paylaşım olmadığından, bilinçsiz harcama, hırs, bencillik ve açgözlülük sebebiyle bu kaynaktan yeterince istifade edemeyenler var. Çünkü dünyanın en zengin yüzde 1’lik kesimi, kalanın toplam varlığının 2 katından fazla servete sahip. Hâl böyle olunca ne eşitlik kalıyor, ne adalet.

Tüketim ekonomisi, hızlı israfla birlikte, sosyal ilişkilerimizi de tüketmiştir. Harcamaya doymayan insanoğlu, sahip olduğu insani değerleri kaybettikçe arkadaşını, eşini dostunu da harcamaya başlamıştır.

Sadakat, vefa, mertlik, hatır, dürüstlük vb. değerlerin önemi ve kıymeti kalmamıştır. Baba ile oğul, eşler, akrabalar, “ incir çekirdeğini doldurmayan” meselelerden ötürü mahkeme kapılarını doldurmaya başlamıştır. Sevginin, şefkatin, merhametin ve saygının yerini öfke, kin, öç alma duygusu işgal etmiştir.

Hızla artan dünya nüfusu içindeki insan, aslında yapayalnızdır. En çok da zenginleştikçe bencilleşen, paylaşmaktan, yardımlaşmaktan kaçan, yüreğine sevgi ekememiş insanlar bu yalnızlığı yaşamaktadır.

Tüketim çılgınlığının bir diğer  kurbanı “zaman”dır. Üreten insanların mumla aradığı zamanı, bilmeden veya bilerek acımasızca harcamaktayız. Üretmeye, okumaya, hal hatır sormaya veya zaruri ihtiyaçlarımıza ayırmamız gereken zamanı; medyada, telefon başında, bilgisayarda, kumar oyunlarında vb. bilinçsizce harcamaktayız.

 İnsanlığa değer katan, bilinçli, pozitif insanların mumla aradığı zaman, başka birilerinin gözünde “kıymetsiz”, “bir türlü geçmeyen zaman” olmuştur.

 Yabancı bir araştırmacı, Anadolu’da gezerken, herkesin elinde tesbih görür. Merakla neye yaradığını sorduğunda, “bununla zaman geçiriyoruz” derler. Araştırmacı şaşırarak, “sizin harcayabilecek zamanınız var mı?” diye hayretini gizleyemez.

Teknolojinin getirdiği kolaylıklar da zihnimizin ve bedenimizin tembelleşmesine neden olmaya başlamıştır. Oysa teknolojiyi gerekli yerlerde gerektiği kadar bilinçli şekilde kullanmak gerekir. Çoğumuz matematik işlemlerini bile, zihinsel olarak yapamaz hale geldik hesap makinaları yüzünden.

Gezmeyi, hareket etmeyi de teknoloji sayesinde rafa kaldırdık. Alış veriş merkezlerinin kapısına kadar otomobille gider olduk. Böylelikle yeterince hareket edemeyen insanlarda sağlık sorunları baş gösterdi.

Son günlerde, “yapay zekâ” nostaljisi yaşanmaktadır. Birçok alanda mükemmelce yararlanabileceğimiz yapay zekâ, umarım ki bundan sonra “beyin fırtınası” dediğimiz zihinsel zekâmızı da tembelleştirmez. Aksi takdirde doğal zekâyı da tüketmiş oluruz.

Neticede, milenyum çağındaki dünyamızda, her alanda tüketim çılgınlığı yaşanmaktadır. Gıda, eşya, zaman ve insanlık değerleri hızla harcanmaktadır.

Modern yaşantı, israfı körükleyerek, yoksulluk girdabında inleyen mutsuz kitleleri çoğaltırken, bir yandan da duygusuz, amaçsız, idealsiz yaşayan, robotlaşmış insanlar üretmektedir. Geleceğin dünyasında insanlığı sancılı günler beklemektedir.

Sevgiyle kalın.

Tarihi Süreçte Kadın

Öncelikle vurgulayalım; Anaerkil bir yapı içeren Türk toplumlarında hakanların boyun eğdiği kadın anadır, kadın liderdir, kadın güçtür ve kadın devlettir İslam öncesi ve sonrası toplum yapısının dinamiklerinde.
*
Okuduklarımızdan bahisle;
Eski Yunan ile Roma döneminde kadın hep bir zevk unsuru, köle, cariye, hizmetçi olarak görülmüştü.
Hatta Avrat-Avret kelimesi bile saklanılması gereken eşya-anlamına geliyordu.
Eski Çin’de de durum farklı değildi; hizmetçi olarak görülen kadınlara isim bile verilmez, kadın bir, kadın iki, kadın 3 diye sayılırdı.
Tanıklığı da kabul edilmezdi.
Ortaçağda kadın bilgelik yolunu seçmişse, vay haline; cadı diye avlanırdı.
*
Fakat yalnızca Türkler kadını bereket sembolü, yerin ve göğün evladı olarak görmüştür.
Hatunun rızası ve imzası olmadan Kağanın yaptığı anlaşma bile geçerli sayılmıyordu.
Çin ile ilk anlaşmayı, Mete Han’ın hatunu yaparken; Avrupa Hun Türklerinde resmi görüşmeleri Attila’nın hatunu yapıyordu.
Türk mitolojisinde ise kadın artık tanrısallaşmıştır.
Yaradılış destanında Ak Ana, sudan yaratma fikrini Ülgen’e verirken, en meşhur figürlerden Umay Ana Orhun Yazıtlarında bile yer almış.
Nitekim yazıtlarda ”Umay gibi, annem hatunun şerefine küçük kardeşime Kül Tigin adı verildi. Babam İlteriş kağan, anam İlbilge hatunu Tengri yukarıdan idare ederek yükseltmiş.”demektedir.
Yine Türk mitolojisinde Asena yol gösteri tanrıçayken, Ötügen ise toprak anaya verilen isimlerden biridir.
*
Dikkat edileceği üzere Türkler mezarlıkları düz değil, yükseltilmiş ve yuvarlatılmış şekilde yapıyor.
Bunun sebebi, Türklerin yeniden doğuşa inanıyor olmasından ötürü mezarlıkları hamile bir kadının karnına benzeterek, toprağın bir ana gibi tekrar insanı doğuracak olmasına inanmasıdır.
Türklerde kadın bu kadar kutsal bir noktadayken, son 1000 yıl boyunca Türk kadınının resmi hakkı alınmış, sosyal hayatı kısıtlanmış, eve kapatılmış, tanıklığı bile kalmamıştır.
*
Tüm bu hakikatleri, tüm bu tarihi gerçekleri tarihin en kanlı savaşlarında bile bulduğu ilk fırsatta okumaktan geri durmamış bir adam, 1000 yıl sonra ilk defa ”Kadınların üzerindeki bütün baskıyı kaldıracağım.” dedi.
Bunu dedi çünkü kadınların üretime katılmasıyla devletin kârlı çıkacağını biliyordu. Kadınların üzerinden bütün baskıyı kaldırmakla medeniyetin yeniden doğacağını biliyordu; çünkü kadın medeniyet demekti.
Bütün baskılar kaldırıldı.
Kadına giyim kuşam özgürlüğü verdi.
Kadını üretime kattı.
Kadına bir soyadı verdi.
Ona tanıklık hakkı vermekle kalmadı, onu avukat yaptı, hakim yaptı.
Kadını toplumlara öğretmen yaptı.
1000 yıl sonra tek bir adam bunu yaptı.
O adam ülkemiz Türkiye Cumhuriyeti nin kurucusu Başbuğ Mustafa Kemal ATATÜRK…
İcraatlarıyla inkılâplarıyla ebedi istirahatgâhı Anıtkabirden ülkesini yönetmeye devam eden dünyada tek bir LİDER.