12.7 C
Kocaeli
Çarşamba, Kasım 12, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 62

Bir Müzik Dehası ve İstanbul Efendisi Kilisli Prof. Dr. ALAEDDİN YAVAŞCA

Oğuz Çetinoğlu sordu, Mehmet Cemal Çiftçigüzeli Cevapladı

(Üçüncü -Son- Bölüm)

Oğuz Çetinoğlu: Üstâdın mûsıkîseverlerimize bıraktığı armağanlardan söz eder misiniz?

Mehmet Cemal Çiftçigüzeli: Büyük Bestekâr Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca’nın 200’ü aşkın armağanı dışında bir uzunçalar (LP) var, 25 adet 78’lik taş plak, 15 adet 45’lik plak, 200 CD, Türk Musikisi, Türk Kültürü’ne Hizmet Vakfı, İstanbul Kilis Vakfı, Yapı Kredi Bankası ve TRT’ye yaptığı onlarca CD vardır. Ancak hızlı gelişen teknoloji karşısında bunların çoğu antika olmuştur. Fakat bir müzede bulunması gerekir. Çünkü bir dönemin belgesi ve bilgisidir. Mısır’da görev yaptığım sırada Kahire’de 250 müzenin bulunduğunu, bunun birkaç tanesinin de müzik ve enstrüman müzesi olduğunu öğrendiğimde şaşırıp kalmıştım. Batıda böyle örnekler çok. Fakat Mısır’da böyle bir kültür kurumunun olmasına hem şaşırmış ve hem sevinmiştim. Sonra düşündüm, taşındım böyle bir müze bizde hâlâ yok. Merhum TRT Teknisyeni Hâmi Gerçek TRT’de kullanılan eskimiş, modası geçmiş, tâmir edilmekten yıpranmış âlet ve edavatın atılmasına gönlü razı olmayınca önce kendi odasında, sonra yönetimin verdiği bir odada bir TRT Müzesi kurmuştu. İyi ki de kurmuş. Hâlâ devam ediyor mu bilmiyorum. Ama Kahire’nin bile çok gerisindeyiz müzeler konusunda.

Kahire’de Japonların yaparak hediye ettiği muhteşem Opera Binası’nda uluslararası ilâhiler konseri dinlemiştim. Türkiye’yi de iki sanatkâr Abdurrahman Kızılay ve Mehmet Özbek temsil etmişti. Dev bir orkestra eşliğinde birkaç saat süren konserde sanatkârlar ayakta alkışlanmış ve canlı yayınlar yapılmıştı. Türkiye’de böylesi programlar gereği kadar ve liyakatli uzmanlarca yapılmıyor. Hep mesaja yönelik olarak hayata geçiriliyor. Dolayısıyla tıkanıklık oluşuyor ve bütün dünyaya açılmak mümkün olmuyor. Oysa onlarca örnekten birkaçını sıralayacak olursak dizelerde bir Yunus Emre gibi, bestelerde bir Saadettin Kaynak gibi ve bir Alâeddin Yavaşca gibi önemli anıt isimlerimiz, sanatkârlarımız var. Hem sanatkârlarımıza ve hem musikimize sâhip çıkmak ve aynı zamanda Dünyaya açılmak gerekir. Peki bu nasıl olacak?

Çetinoğlu: Ben de size sorayım…

Çiftçigüzeli: Önce kendi kamuoyumuz için yapacağız bunu. Mehmet Güntekin Başkanlığındaki Türk Müziği Vakfı bunu Atatürk Kültür Merkezi’ndeki çalışmaları ve konserleriyle yapıyor. TRT Haber Merkezinde çalışırken hafif batı müziği prodüktörü ile tanışmış ve sohbet etmiştim. “Neden batı müziği dinleyenlerinin oranı binde bir bile değil” diye sormuştum. Bana demişti ki o zaman “Batı müziğinin geniş alanlara yayılması ve dinleyicilerinin artması için herkes bu çağdaş müziğe sâhip çıkmalı ve sevmeye çalışarak çok sık dinlemelidir.” Bu biraz da tâciz ve baskı idi. Ancak vesâyet rejimlerinde olabilirdi. Mevzuat gereği TRT’de Hikmet Şimşek her Pazar günün yıllarca bir saat klasik batı müziği konserleri vermesine rağmen klasik batı müziğini dinlenme oranı artmadı; binde üçte kaldı. Bu müziğin de yaşaması gerektiğini düşünüyorum ama önce kendi müziğimiz. Bunun için telif hakları yasasında değişiklik yaparak Bestekârlarımıza katkı verilmeli. Dolayısıyla besletenmiş eserler daha önce olduğu gibi uzman kişilerce TRT denetiminden geçmeli, TRT arşivine girmeli. Radyo-Televizyon Yasasında değişiklik yaparak bu eserlerin medya organlarında yayınlanması sağlanmalıdır. Dikkat ederseniz filmlerde bile kullanılan müziklerin çoğu yabancı. Korku sahnesinde korku müziği, heyecanlı yerlerde heyecanlandıran, uyutulması gereken yerde uyku müziği çalınıyor. Hollanda’da bir kitapevindeki müzik reyonunda bu müziklerin kaset ve CD’leri gördüm. Belki o zaman Bestekârlarımız bir zamanlar târihimizde olduğu gibi müzikle tedavi konusunu bile yeniden canlandırabilirler. Türk müziğini desteklemek, yaygınlaştırmak, ustaların elinde yeni talebeler yetiştirmek önemli ölçüde kamu desteğine, hükümetlerin politikasına bağlıdır. Yeni Prof. Dr. Alâeddin Yavaşcaların yetişmesi de öyle. Alâeddin Yavaşca hekim idi, ama aynı zamanda Bestekârdı. Her meslek grubunda bunun olmaması için hiçbir sebep yok.

Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca’nın bağışta bulunduğu Türk Eğitim Vakfı, Bestekârımızın bir drama veya belgeselini, yahut drama belgeselini yapmalıdır. Eğer bin sinemacı bursiyeri yahut mezun olan talebeleri varsa o daha da kıymete geçer. Böylesi hayırsever sanatkârların sayısını artırılmasına vesile olur.

Çetinoğlu: Güzel fikir. Benim de bir düşüncem var:

TRT, Türk müziğinin icrâsı için ses yarışmaları düzenliyordu. Bunlardan birinde İnci Çayırlı, Ahmet Özhan, Ercan Saatçi ve Hülya Avşar Jüri üyesi idi. Yarışmanın adında ‘Alaturka‘ kelimesi geçiyordu ve yanlış hatırlamıyorsam ‘Bu akşam bütün meyhanelerini dolaştım İstanbul’un‘ mısraıyla başlayan şarkıyı söyleyen bayan, birinci olmuştu. Yarışmanın ismi de, birinci gelen şarkı da Türk müziğine bir şey kazandırmadı.

Mehmet Güntekin, Fatih Salgar, Mehmet Hulûsi Yücebıyık, Münip Utandı, Birol Yayla,  gibi isimlerin de yer aldığı grubun danışmanlığında esasları belirlenecek bir beste yarışması, Türk Müziğine seviye kazandırır, bestekârlara imkân sağlar, yeni bestekârlar yetişmesine katkıda bulunur. Elbette bu yarışmanın şartları değiştirilmeden 5-10 sene devam etmesi gerekir.

Hayal gibi görünüyorsa da buna mecburuz, hattâ mahkûmuz.  Bizim yeni Alâeddin Yavaşcalara,  Lemi Atlılara, Hacı Ârif Beylere, Münir Nurettin Selçuklara benzerlerine ihtiyacımız var.   

Röportajımıza dönersek Efendim… Prof. Dr Alâeddin Yavuşca entelektüel bir insandı. Sohbeti tatlı, hitâbeti mükemmeldi. Tanıyanları ve özellikle Kilisli hemşehrileri tarafından seviliyordu. İsteseydi, Kilis’ten milletvekili seçilebilir muhtemelen bakan da olabilirdi. Bu yolu tercih etmedi. Sanatkârların politikaya girmemesi, günümüzdeki siyâseti yapmaması, amacı örtülü cemiyetlerde bulunmaması değerli insanlarımızı uzmanlık dallarında daha faydalı hâle getiriyor. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Çiftçigüzeli: Çok doğru bir tespit. Zülfü Livaneli milletvekili oldu, parlamenterliği sanatkârlığının çok gerisinde kaldı. Ses getirmedi. Son yılların öndeki muhafazakâr ismi sanatkâr Uğur Işıldak da öyle. Milletvekili oldu, sonra parlamentodan ayrılan ilk isim idi. Prof. Dr. Alâettin Yavaşca’nın siyâsette kendine yer aramaması çok önemli bir gelişme. İyi ki öyle yapmış. Çünkü muhteşem bir usta. Ufku açık bir sanatkâr, donanımı ve birikimi dikkat çekecek kadar fazla. Sanırım 1966 veya 67’yılı olabilir. O yılların etkili gazetelerinden Yeni İstanbul vardı. Ben de aboneydim. Milliyetçi bir gazeteydi ve Adalet Partisi yanlısıydı. Bir defasında Dr. Alâeddin Yavaşca ile bir röportajı anons edildi. Birkaç gün sürdü. Bu röportajda Dr. Alâeddin Yavaşca masonluktan ayrıldığını, çünkü bu örtülü kuruluşun kapalı bir kutu olduğunu, açık ve şeffaf olmadığını anlatıyordu. Ayrıca sizin bir röportajınızda okumuştum, Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca’nın bir ara (1991) Bedrettin Dalan’ın Genel Bakan olduğu Merkez Demokrat Partiye girdiğini, bir müddet sonra da “Politika bize göre değil” diye istifa ettiğini okumuştum. Zâten sanatkârların böyle yerlerde yaşaması, hayat bulması gerçekten zor. Günümüzde de zor. Hatta pek çok zor.

Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca’ya Allahtan rahmet diliyorum. Mekânı cennet olsun. Kabri nurlarla dolsun Yetiştirdiği talebeler, bestelediği eserler, yazı ve röportajları, görüşleri, hayatı, yeni nesil için bir örnek, bir ölçü, bir ufuk olacaktır.

Çetinoğlu: Çok teşekkür ederim Mehmet Cemal Bey. Mükemmel bir mülâkat oldu. Avrasya-Bir Vakfı’nda. KOCAV ‘Kültür Ocağı Vakfı’nda Konferans vermesini teklif etmiştim. İkisini de memnuniyetle kabul etti. Evinden alıp evine teslim ettim. Yol boyunca kendisini dinlemekten büyük haz duymuş, bilgi dağarcığımı hayli genişletme imkânı bulmuştum. . Yolculuk bitince; ‘keşke piyasanın cin ticârî araç şoförleri gibi yolu dolaştırsam, mesâfeyi ve vakti uzatsaydım’ diye düşünmüştüm.

Temennilerinize ben de katılıyorum. Mekânı Cennet olsun. Kabri nurlarla dolsun. 

Sevilen bestelerinden bâzıları:

Ağlar gezerim sâhili sanki benimlesin

Akşam koya inmekte bulutlar yedi renk

 Akşam yine çöktü gönlüme kasvet dolu

Artık bu solan bahçede bülbüllere yer yok

Aşka susayanlara ummanlar kâr etmiyor     

Aşkın beni bak yıktı harâb eyledi ey mâh    

Aşkınla yanıp geçti gönül her hevesinden

Aşk mevsime bakmaz güzelim dinleme vazgeç

Ayrılık acısını gurbete çıkan bilir                     

Ayrılık alnımın kara yazısı

Bahçendeki bülbülleri dinle güle âşık

Bakma bakma dayanılmaz gözlerinde

Bakmadın hiç kalbimin feryâdına  

Baktıkca gölgeme yâdigâr diye

Bana nasıl vaz geç dersin gönül senden vaz geçer mi

Başka söz söylemem aşktan yana ben

Ben de tattım aşk denilen şarabı

Beni kahreder bu kaçışların

Bin güzelden seni beğendim seçtim

Bir aşk meleği görmeğe hasret ki bu gözler

Bir denizin mâvisi bir baharın yeşili

Bir gizli günâh işleterek kor gibi yaktın

Bir gün sır olan her şeyi bilmek çok güç

Bir güzel gözlüye meyl etti gönül

Bir tek bakışı hançer olup işledi cana

Bir ümit doğdu bütün kalplere yorgun geceden

Bir yılda tam dört mevsim var

Bir zamanlar sana âşık sana sevdâlı idim

Boğaziçi şen gönüller yatağı

Boş yere ömrü tükettim dem-be-dem âvâreyim

Bu nazlar yalvarışlar görünmüyorsun neden

Bu şarkı sana ait sevgili dinle Bütün bir gençliğim âvâre aşkınla harâb oldu

Cümle yârân sana uşşâk olduğun bilmez misin

Çıkıver vâdiye bir akşam üstü

Çoktan ey sâkî gelip sînemde mihmân olmadın

Dağlar dağlar yüce dağlar firkat beni nice dağlar

Dalgın geceler el ele geldik

Derdi baştan atalım yaşamaya bakalım

Dinle kalbimdeki feryâdı kulak ver sesine

Doğdun yine sen gönlüme bir nûr gibi şimdi

Elâ gözlü nazlı dilber seni senden sakınırım

Vaktiyle benim de gülşenim vardı

Veysel Karaniye seslenişler

Vuslat şarabından bu gönül içmedi gitti

Yadında mıdır gizli emellerle yanardıkYakın gel kaçma ey şuh-i cihan

Yaklaş bana şirin yüzlü tatlı sözlü yar

Yaksan bile sen gönlümü bir zerre                                                                                                          Yalan dünya yalan dünya

Yalansız riyasız tatlı dilleri

Yalnızım kimsesizim hiç beni yok anlayanım

Yalnızlığın girdabında seni..

 Yamaçta dolu yoncalar

Yarab ne zaman biter

Yaşayan tek hatıram sıcak sevgim bunu bil

Yeşil renkli gözlerine yanar bu gönül

Yeter ki sen geri dön herşeyden vaz geçerim

Yıllar boyu ben sevgini kalbimde yaşattım

Yıllar var kederinle hasretinle ağladım

Yıllar var seni arıyorum (Hayal)

 Yıllarca beraber yaşasam senden usanmam

Yıllarca özlem gönlümde elem

Yıllardır özlediğim yalnız sensin sen

Yine kalbimde o aşkın kanayan bir yâresi var

Yine yola düşmek gerek

Yoksun diye bu akşam

Yorgun yıllarımı saklayan zaman

Yükledim hasretini gökteki bulutlara

Yüzünde güllerin mutlu sevinci

Yüzünün rengi solmuş                                                                                                                                                                                                                                                                                                    

MEHMET CEMAL ÇİFTÇİGÜZELİ      1945 yılında Kilis’te dünyaya geldi. İlk ve ortaokulu Kilis’te okudu. İstanbul Vefa Lisesi’ni bitirdi. İstanbul İktisâdi ve Ticârî İlimler Akademisi Basın-Yayın ve Halkla İlişkiler Radyo-Televizyonculuk bölümünden mezun oldu. TC Devlet Lisan Okulu ve Tunus Habip Burgiba Yabancı Diller Enstitüsünden sertifika aldı.      Yazarlığa ortaokul talebesi iken Kilis Huduteli Gazetesi’nde başladı, Pırıltı sâhifesini yönetti. İstanbul Babıali’de Sabah’ta profesyonel gazeteci olarak Cağaloğlu’na adım attı. Tercüman, Türkiye, Millî Gazete, Bugün, Özgür, Sebil, Millî Gençlik ve İttihad gazete ve dergilerinde çalıştı; muhabir, musahhih, sâhife sekreteri, yazı işleri müdürü, köşe ve röportaj yazarı olarak görev yaptı. 32 yıl TRT Ankara Haber Merkezinin değişik birimlerinde ve Kahire temsilciliğinde hizmet verdi. TRT Türkiye’nin Sesi Radyosunda haber müdürü oldu, ülkemizde ilk defa TRT Telegün Teleteks haberciliğini başlattı. Ankara’da Türkiye Yazarlar Birliğini 14 arkadaşı ile birlikte kurdu, yıllarca yönetiminde görev aldı. Türkiye Kültür ve Sanat Yıllığı yayın heyetinde bulundu. Mehmet Âkif Ersoy Fikir ve Sanat Vakfı kurucusu ve mütevelli heyeti başkanı oldu. Yurt içinde ve dışında çok sayıda millî ve milletlerarası program gerçekleştirdi. Amerika, Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarındaki altmışı aşkın ülkede konferanslar verdi, milletlerarası kongrelerde Türkiye’yi temsil etti, sempozyumlara katılarak tebliğler sundu. İstanbul Ticaret Üniversitesi İletişim Fakültesinde ‘metin çözümlemeleri’ dersi verdi. Yazıları İngilizce, Rusça, Arapça, Urduca ile Kırım, Kazan, Kazak, Özbek ve Kırgız Türkçelerine tercüme edildi. Yayınlanmış 23 eseri bulunuyor.      MTTB Târihi ile TBMM’nde Mehmet Âkif Ersoy ve İstiklal Marşı adlı çalışmaları yayınlanıyor. İstanbul Şerifali’de oturan Yazar Mehmet Cemal Çiftçigüzeli, Süleyman Demirel Üniversitesi Türk Süsleme Sanatları hocası ressam, minyatür ustası müzehhibe Serhan Çiftçigüzeli ile evli, Furkan ve Burkan’ın babası, Can ve Nil’in de dedesidir.

Referanslar;

*Dr. Alâeddin Yavaşca/Türk Musikisinde Kompozisyon ve Beste Biçimleri

*Ayten Yavaşca-Dr. Semra Özgün-Sinan Sipahi/Kültür Bakanlığı-5 Kitap

*Hasan Oral Şen/Dr. Alâeddin Yavaşca-TRT Yayını

*Metin Mercimek/Büyük Müzikişinas Prof. Dr.Alâeddin Yavaşca-Kilis Vakfı/2023

*Sinan Sipahi/ Biyografi-Alâeddin Yavaşca-Kültür Bakanlığı Yayını

*Rahmi Kalaycıoğlu/Türk Müziği Bestekârları Külliyatı

*Taner Çağlayan/Alâeddin Yavaşca Şiirleri

*TDV İslam Ansiklopedisi

*Yılmaz Pamukçu/Notalarla Sanatkârlar-1. Cilt

*Yılmaz Öztuna/ Türk Musiki Ansiklopedisi/MEB üç cilt

Yeni Açılımda Turpun Büyüğü Heybede

Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, Beşiktaş Belediyesi’ne yapılan ‘ihaleye fesat karıştırma’ operasyonu ve belediye başkanının tutuklanmasıyla ilgili olarak, “daha turpların büyükleri heybede” dedi.

Bu söz ile kastedilen asıl hedefin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu olduğu yorumlanıyor. Çünkü İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve onun şirketlerinin yaptığı 51 ihale ile ilgili soruşturmaların yürütüldüğü biliniyor.

Erdoğan farklı bir maksatla söylemiş olsa da, ben “turpun büyüğü heybede” sözünün, iktidarın “Teröristbaşı Öcalan” ve “PKK’nın siyasi uzantısı DEM Parti” aracılığıyla yürüttüğü “Yeni Açılım” veya “Yeni Müzakere Süreci” için de söylenebileceğini düşünüyorum.

“Süreçte” turpların büyüklerinin henüz ortaya çıkarılmadığı, asıl büyük turpların halkı alıştıra alıştıra çıkarılacağını düşündüğüm için bu konudaki endişelerimi paylaşıyorum.

****

“Yeni Müzakere Sürecinde” turpların büyüklerinin ne olacağını İYİ Parti Genel Başkanı Müsavat Dervişoğlu geçtiğimiz günlerde açıkladı:

Anayasanın ilk 4 maddesi, 44. Maddesi, Türk vatandaşlığının tanımının yapıldığı 66. Maddesi değiştirilmek istenebilir. “Türk vatandaşlığı tanımını değiştirecek, üniter devlet yapısına halel getirecek, Milli Devlet anlayışımızı yerle bir edecek Anayasa değişiklikleri” ile “İki devlet’ isteyecekler biliyoruz. ‘İki dil’ isteyecekler biliyoruz. ‘İki bayrak’ isteyecekler biliyoruz” dedi.

****

Öcalan’la müzakere için İmralı’ya gönderilen heyetten DEM Parti Milletvekili Sırrı Süreyya Önder’in iki mesajı oldu: “Çift bayrak, çift dil falan, bunlar gündemimizde yok. Süreçten şüphelenmeyi gerektirecek bir şey yok.” “İki tarafla çözeceğiz. Eğer bu fırsatı da kaçırırsak 72 taraf bu sürece müdahil olacak. Barışın kaybedeni olmaz.”

Bu sözde barış elçisinin “çözmezseniz 72 taraf bu işe karışır” tehdidine bir mim koyup açıklayalım:

Barış savaşan taraflar arasında olur. Türkiye’nin Kürt vatandaşlarıyla bir savaşı yoktur. PKK terör örgütü ile bir mücadelesi vardır.PKK, “ezilen Kürt halkının temsilcisi” falan değil, ABD, AB ve İsrail’in büyük projesi içinde kendine düşen görevi yerine getiren bir piyondur.

**********************************

Kürt Sorunu mu, Terör Sorunu mu?

Heybedeki turpların neler olduğunu anlamak için sorunun adından başlamak gerekir. DEM’in açıklamasında “Kürt sorunundan kaynaklı çatışmalı ve gerilimli süreci sonlandırma” denilmekte. Yani mesele “terör sorunu” değil, “Kürt Sorunu” imiş.

Eğer Bahçeli’nin dediği gibi olacaksa, yani tek taraflı olarak PKK terör örgütünün silahları gömüp kendisini lağvetmesi ile çözülecek ise mesele sadece “terör sorunudur.”   Bunun karşılığında terör örgütü ve liderine ne verileceği ayrı bir konudur. Fakat bu durumda çözümün aktörleri sadece T.C. Devleti ve terör örgütüdür.

Ancak adını “Kürt Sorunu” koyduğunuzda siyasi ve hukuki taleplerin gündeme gelmesi kaçınılmazdır.

Önceki sürecin akil insanlarından Vahap Coşkun “Kürt sorununda siyasi talepler ve hukuki talepler var. Bu taleplerin nasıl karşılanacağı siyasi alanda tartışılacak.” ”Bu mesele Suriye’nin durumuna da bağlıdır. Türkiye, Suriye Kürtleri ile nasıl bir ilişki kuracak?” dedi.

DEM açıklamasında da “Ortadoğu’da yaşanan köklü ve geri döndürülemez gelişmeler…” ibaresiyle aynı konuya vurgu yapılmış.

Bu konuda en açık konuşan yine eski sürecin akil insanlarından Abdurrahim Semavi. “Türk hükümetinin 15-16 aydır hazırladığı bu proje sadece Türkiye’deki Kürt sorununun çözümüne yönelik değil. Projeye göre Ortadoğu Kürtleriyle büyük bir ittifak kurulacak, Doğu, Batı ve Güney, Kuzey Kürtleriyle (İran- Irak- Suriye ve Türkiye’deki ayrılıkçı Kürtler kastediliyor) ittifak kurulacak. Bu projenin hazırlığıdır.

“Proje 5 yıl içinde yapılacak. Türkiye halkı ve Kürtler projeye hazır olana kadar proje adım adım inşa edilecek… 5 yıl içerisinde sadece Kandil’de olanlar değil, diasporada yaşayanlar da geri dönecek ve onlara da geri dönüş yolu açılacaktır.”

“Ortadoğu projesinde Kürtlerin Ortadoğu’daki coğrafyası anayasaya adil bir şekilde dahil edilecek ve tanınacak. Dünyanın dengesini değiştirecek bir proje inşa edilecek. Türkiye hükümeti, Türkiye devleti bunu göze aldı.”

**********************************

Heybedeki Büyük Turplar

Turpların büyükleri sadece teröristbaşı ve teröristler için genel af çıkarılması ve bunların siyasetçi olarak Meclis’e getirilmesinden ibaret değil.

En büyük turp şu: Türkiye Cumhuriyeti devletini üniter milli devlet yapısından çıkarmak ve Ortadoğu’da ABD/İsrail projesi doğrultusunda farklı bir yapılanmaya sokmak. Projeye göre;

“Türkiye’yi büyütmek için” üniter milli yapısı bozulup bir TÜRK- KÜRT FEDERASYONU kurulacak. Türkiye’nin Güneydoğusu ve Doğu Anadolu’nun bir kısmı, Irak’ın ve Suriye’nin kuzeyi ile İran Kürt bölgesinden oluşan Kürt Federal Devleti bir eyalet, diğer kısımlar Türk Federal Devleti adıyla başka bir eyalet olacaktır. Bu oluşum içeride “Türkiye misak-ı milli sınırlarına kavuştu” diye pazarlanacaktır.

Bir süre sonra bir plebisit / referandum ile “Kürt eyaleti” ayrı bir devlet olarak Türkiye’den ayrılır.

Böylece ABD hiç askeri güç kullanmadan Türkiye’nin su bakımından en zengin bölgesini, Dicle ve Fırat’ı ve petrol bakımdan zengin Musul, Kerkük ve kuzey Suriye bölgesini ele geçirmiş olur. İsrail “vaat edilmiş topraklara” kavuşur.

Daha önce “Türkiye önce büyüyecek, sonra küçültülecek” diye özetlediğim bu tezin ilk bölümüne Erdoğan ve Bahçeli ikna edilmiş görünüyor.

Çünkü Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın fikrini öğrenmek için, “bu gelişmeleri yeni Anayasa çalışmalarıyla birlikte değerlendirmek gerektiği” ve “Milletin çeşitliliğini ve zenginliğini yansıtan bir anayasa hedefliyoruz” sözleriyle birlikte düşünmek zorundayız.

Erdoğan’ın bu sözleri kadar, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin, 5 Kasım 2024’teki, şu sözleri de nasıl bir projeyi pazarlamaya çalıştıklarının ipuçlarını veriyor: “Osmanlı İmparatorluğu yerel kültürleri ve etnik toplulukları bünyesinde nasıl bir arada tutup barış ve sükûnet ortamını tesis etmişse, ecdadımızın ayak izlerini takip ederek Türk Barış devrinde aynısı yaşanabilecektir.” (Osmanlı’nın bu özellikleri varken parçalandığını neden düşünmezler bilmiyorum.)

Heybedeki turplar için, endişelenmeyelim mi? Bu projeye karşı mücadele etmeyelim mi?

Bir Müzik Dehası ve İstanbul Efendisi Kilisli Prof. Dr. ALAEDDİN YAVAŞCA

Oğuz Çetinoğlu sordu, Mehmet Cemal Çiftçigüzeli Cevapladı

(İkinci Bölüm)

Oğuz Çetinoğlu: Üstat Yavaşça ile aranızda 20 yaş fark var. Lise öğrenciliğiniz döneminde Bestelerini nasıl değerlendiriyordunuz?

Mehmet Cemal Çiftçigüzeli: Benim yaş grubum daha romantik ve duyarlı. İnsanlar bir eserde, bir romanda, bir şarkı veya türküde yahut sinemadaki filmde kendisinden bir şeyler bulabiliyorsa başarı yansımıştır. Burada söz konusu eserin başarılı olup olmadığı uzman kişi için değil, dinleyen, izleyen veya okuyan kişi içindir. Üstat Alâeddin Yavaşca büyük bir şevk ve hevesle, beklentisiz, hocalarından devraldığı musiki geleneğini kendinden sonraki nesle başarıyla aktardı. Konservatuvardaki talebeleri hocaları Dr. Alâeddin Yavaşca’dan gurur duyuyorlar. Dolayısıyla gelenek sağlam ve güzel üslup içinde gururla devam ediyor. Türk müziğini her yaş, her kültür ve her eğitimdeki insana sevdirmiştir. “Ümitsiz bir aşka düştüm”  ve Boğaziçi şarkısı babamdan bana miras eserler. Hâlâ söylerim. Güftelerdeki kelimeleri eğer biliyor, o beste de kendimden bir şeyler bulabiliyorsam beni etkiliyor. Eğer besteleri toplum tutmuş ve moda olmuş, plağa okunmuş, kaset ve CD yapılmış, radyo ve televizyonlarda her gün çalınıyorsa ister istemez şartlanıyor ve mırıldanıyorsun. Benim yüreğimde yer alan öteki eserleri de şöyle bir hatırlamaya çalışıyorum “Ne bildin kıymetin, ne bildin kıymetim” Nesrin Sipahi müthiş söylerdi bu eseri, “Artık bu solan bahçede bülbüllere yer yok”, “Gönül aşkında oldu pare pare”, “Sebep sensin gönülde ihtilale”, “Ağlar gezerim sahili, sanki benimlesin”, “Aşk mevsime bakmaz güzelim dinleme vaz geç”, “Kimseyi böyle perişan etme Allah’ım yeter”, “Gönlümü aldın güzel”, “Senden uzak günlerim zindan oluyor”, ”Bu şarkı sana ait sevgili iyi dinle”, ”Sarı mimozamsın sen benim”, ”Gönlümün bülbülüsün, aşk bahçemin gülüsün”, ”Gülen gözlerin mânâsı derin”.

İstanbul’da 1965 yılında Taksim Belediye Gazinosu’nda Kilis gecesi olmuştu. Üniversite talebelerinden herhangi bir ücret alınmamıştı. Çok sayıda talebe katıldık. Bu geceye Kilis’in eniştesi İstanbul Valisi Niyazi Akı, mâruf insanlar, işadamları, akademisyenler, edip ve yazarlar da iştirak etmişti. Dr. Alâeddin Yavaşca ve Nesrin Sipahi de şeref konuklarıydı. Nesrin Hanım, Alâeddin Yavaşca’den eserler okudu o gece. Bu gecenin detayını Öp Beni Asitane adlı anı romanımda anlatıyorum.

Çetinoğlu: Kilis’le alâkalı şarkıları var mı?

Çiftçigüzeli: Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca’nın hem Kilisli olması, Kilis’e ait eserler bestelemesi, Kilisli Şâirlerin dizelerini notalayarak musıkî repertuvarına kazandırması çok güzel. Söz ve müziği kendisine ait Mahur şarkı “Kilis’imin bağları, kekik kokar dağları”, Büyük âlim Kilisli Muallim Rıfat Bilge’nin şiiri “Kilis Mehd-i vücudum, mevlidim, ilk aşiyanımdır”, Kilisli Şair Seyfettin Başçılar’ın “İlk sevgiliden çağrı ve her şarkıda sendin” ile “Gözde her renk, dilde her sonsuz şiir” isimi iki eseri ve “Kilis Yaşar Aktürk Otelcilik ve Turizm Lisesi Marşı” Dr. Alâeddin Yavaşca’ya aittir. Hemşerilerini, edebiyatçılarını, şâirleri ve talebeleri sevindiriyor. Bir başka husus da toplumunu çok iyi tanıyor Dr. Alâeddin Yavaşca. Her namaz için okunan vakit ezanlarını öyle güzel anlatır ki, nasıl bir süreçten geçildiğini fark eder ibâdet eden insanlar. Özetle şöyle diyor sanatkârmız Dr. Alâeddin Yavaşca “Günümüzün beş vakit ezanı ruhumuza ayrı bir güzellik kazandırır. Sabah ezanı diğerlerinden farklıdır. Çünkü sabah ezanı hepimizin içinde yoğun bir duygu yaratan ruhumuzu yücelten Saba makamının hisli vurgularıyla okunur. Yeni günün müjdecisidir. Öğle ezanı Uşak ve Hüseyni makamındadır. Mesai saatleri içinde olduğundan dinleyenlere güç ve şevk verir. Rast ve Hicaz makamındaki İkindi ezanı, günün tüm yorgunluğunu üzerimizden alır. Havanın kararmasıyla birlikte Uşak ve Rast Makamında okunan Akşam ezanı dar vakti hatırlatır. Yatsı ezanı da Hüzzam ve Segâh makamındadır; rahatlık ve huzur verir. Bu uykularımız için önemlidir. Ezan ve sâla okuyan kişinin de ses özelliği ve ses hançeresinin kuvvetli olması ve Türk Musikisindeki tüm makamları iyi bilmesi gerekir.”

Çetinoğlu: Üstat için Kilis’te herhangi bir faaliyet yapıldı mı?

Çiftçigüzeli: Kilis’in aydını, müellifi, devlet adamı, sanatkârı, yazarı ve şâiriyle kanaat önderi çoktur. Târih boyunca da hep öyle olmuştur. Ancak günümüzde halkın böyle bir endişesini fark edemeyiz. Çünkü geçim derdi, mâişet kaygusu kendisini zihnen de meşgul ediyor. Dolayısıyla Kilis’i yöneten ve temsil edenlerin sanat, kültür, medeniyet hareketi endişesi olması bazı sorunların üstesinden gelmesini sağlayabilir. Eğer böyle bir endişe yoksa sıkıntılar da, yeni nesle bakışı da dar açıya giriyor. İstanbul Kilis Vakfı en önde Kilisli yüksek tahsil öğrencilerinin ibate ve iaşe sorunlarıyla meşgul oluyor. Yıllarca aylık bülten yayınladı. Faruk Elhan’ın hazırladığı Karacaoğlan’ın Kilisliği ve Kilis Ağzı, Metin Mercimek’in Büyük Musikişinas Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca kitaplarını yayınladı. Ayrıca Dr. Alâeddin Yavaşca ve Halk Türküleri Sanatkârsı Reşit Muhtar’ın CD’lerini hazırlayarak sanatseverlere ulaştırdı.

Dr. Alâeddin Yavaşca için İstanbul Pangaltı’daki Ramada Oteli’nde bir konser (2010) verildi, bu etkinliğe sanatkârlar Bilge Özgen, Erol Sayan, Âmir Ateş ve Nezir Şener de katıldı. Yine böyle bir konser Kilis’te sanatkârın isminin verildiği kültür merkezinde hayata geçirildi. Vefatından sonra Dr. Alâeddin Yavaşca Konserleri devam eder mi? Dilerim eder. Böyle bir organizasyonda hem üstadın ders verdiği konservatuvar yönetimleri ve öğrencilerinin sorumluluğu vardır diye düşünüyorum. Ayrıca talebeleri olan Sanatkârlar Vedat Çetinkaya, Alp Aslan, Bekir Ünlüataer, Adnan Mangun, Melihat Gülses, Aylin Şengün Taşçı, Tülay Canik, Safiye Filiz ve Meral Mansuroğlu vs gibi Türk Müziğinin yüz akı sanatkârların da katkısı olması gerekir. Sanırım böyle bir konsere bütün ses ve saz sanatkârları arka çıkarlar.

Çetinoğlu: İstanbul’daki Kilislilerle ve üstadımızın vârisleri ile bir ekip oluşturup, Alâeddin Yavaşca ismini gündemde tutacak faaliyetler düzenlenebilir mi?

Çiftçigüzeli: Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca evliydi ama çocuğu yoktu. Mal varlığını Türk Eğitim Vakfına bağışladı. Onların da bir sorumluluk üslenmesi gerekiyor. Bu bağış dolayısıyla biraz limonilik oldu bazı kişi ve kuruluşlarda ama keşke Yavaşcalar bir aile vakfı kurarak böyle bir sorunu hemencecik halledebilirlerdi. Üstelik mevzuat da buna müsaitti.

Çetinoğlu: Atatürk Kültür Merkezi Yönetimi ve Mûsıkî dernekleri, vakıfları ile temas kurmak için Frenklerin ‘Fan Kulüp’ benzeri , ‘Alâeddin Yavaşca Hayranları veya dostları Grubu’ oluşturulabilir mi? 

Çiftçigüzeli: Bestekâr ve büyük sanatkâr Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca Hayranları ve Dostları diye sivil bir grup elbette oluşturulabilir. Bunu yine bağışta bulunduğu Türk Eğitim Vakfı gönüllüleri, sanatkârlar ve hemşerileri hayata geçirebilirler. Fakat bu biraz da mekân, kaynak ve kadro meselesidir. Gönüllülük kâfi değildir.

Çetinoğlu: Alâeddin Yavaşca bestelerinin telif ücreti meselesi araştırılabilir mi? 

Çiftçigüzeli: Musikide telif çok düşük olduğu için bestekârlar için bir câzibe merkezi değil. İstanbul’da Telif Hakları Derneği ve Doğuş Üniversitesi “Müzik Endüstrisinde Telif Hakları Konulu bir sempozyum düzenledi. Aralık aylındaki programda konu görüşüldü, görüşülüyor. Birkaç örnek vermek gerekirse icracı sanatkârların fikrî hakları, telif haklarının yapay zekâ ürünleri açısından değerlendirilmesi, dijital platformlarda musiki eserlerinin kullanımına ilişkin uluslararası telif hakları sözleşmesi, müzik eserlerinin korunması gibi hususlar görüşülecek veya görüşülüyor, tartışılıyor. Konu Türkiye için çok yeni. Gelişmiş ülkelerde ise değil. Ancak başta Ege ve Akdeniz’deki turistik otellerimizde sürekli müzik çalındığı için bunların telif haklarını yerel dernekler alıyor.

Çetinoğlu: Merhum Alâeddin Yavaşca ile alâkalı diğer görüşlerinizi lütfeder misiniz? 

Çiftçigüzeli: Prof Dr. Alâeddin Yavaşca hayatta iken elbette bir mutluluk yaşamıştır. Mesela en önemli Cumhurbaşkanlığı ve TBMM ödülüdür. Daha önce de bundan sonra da değişik kuruluşlardan ödüller, plaketler almış, adına yıllar ilan edilmiş, onlarca üniversiteden fahri doktora verilmiş, anıtlar dikilmiş, besteleri mermer levhalara yazılmış, adına parklar inşa edilmiştir. Bu konuda ulaşabildiğim bilgileri şöylece sıralayabilirim:

Devlet sanatkârı ilan edilmiştir.(1991)

Türk Musikisi Devlet Konservatuarı ses eğitimi ve ana sanat dalında akademik unvan almış, sonrasında konservatuvarın ses bölümü başkanlığına atanmıştır. Sanatkârnın 70. Sanat Yılı görkemli bir törenle kutlanmıştır.

Gaziantep Üniversitesi’nde Fahri Doktora unvanı almıştır (Ayrıca Elazığ Fırat, Eskişehir Osmangazi, İstanbul Teknik ve Erzurum Atatürk Üniversitesi sanatkârya birbiri ardından fahri doktora unvanı vermiştir).

Türkiye Yazarlar Birliği yılın kültür adamı seçti (1993).

Kilis Alâeddin Yavaşca Kültür Merkezi açıldı (2006)

Beşiktaş Vişnezade Camii Meydan Sokak’ın ismi Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca Sokağı adını aldı (2007)

Cumhurbaşkanlığı Kültür Sanat Büyük Ödülü verildi (2008)

İstanbul Kilis Vakfı Onursal Başkanı oldu.

TBMM Sanat Dalında Büyük Hizmet Ödülü aldı (2010).

 İstanbul Kilis Vakfı; Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca Yılı ilan etti (2010) ve İstanbul’da sanatkârnın eserlerinden oluşan bir dizi konser verildi.

İstanbul Akatlar Kültür Merkezi Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca Resim ve Ebru Sanatı Etkinliği düzenlendi. 2010.

Eskişehir Yılmaz Büyükerşen Balmumu Heykelleri Müzesi’ne Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca’nın bal mumu neykeli yerleştirilerek, gösterime sunuldu.

Kilis Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca Parkı ve Anıtı açıldı. 2014

Kalamış Vapuru’nun adı İstanbul Büyük Şehir Belediyesi tarafından Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca Vapuru olarak değiştirildi. 2018

Kilis Vakfı Onursal Başkanlığı’na seçildi.

Beşiktaş Şâir ve Sanatkârlar Parkı’na sanatkârın heykeli dikildi, mermer bir tabloya “Boğaziçi Şen Gönüller Yatağı” şarkısının dizeleri yazıldı. 2019.

Kilis Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca Müzeevi kuruld. 2019.

Gaziantep Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca Eğitim ve Sanat Merkezi açılışı yapıldı. 2020.

İstanbul Atatürk Kültür Merkezi Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca Sergisi sanatseverlerin beğenisine sunuldu. 2021.

Küçükçekmece Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca Güzel Sanatlar Lisesi hizmete girdi. 2021.

TC Sağlık Bakanlığı Kilis Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca Hastanesi açılışı gerçekleşti. 2022.

Çetinoğlu: Güzel fikir. Benim de bir düşüncem var:

TRT, Türk müziğinin icrâsı için ses yarışmaları düzenliyordu. Bunlardan birinde İnci Çayırlı, Ahmet Özhan, Ercan Saatçi ve Hülya Avşar Jüri üyesi idi. Yarışmanın adında ‘Alaturka‘ kelimesi geçiyordu ve yanlış hatırlamıyorsam ‘Bu akşam bütün meyhanelerini dolaştım İstanbul’un‘ mısraıyla başlayan şarkıyı söyleyen bayan, birinci olmuştu. Yarışmanın ismi de, birinci gelen şarkı da Türk müziğine bir şey kazandırmadı.

Mehmet Güntekin, Fatih Salgar, Mehmet Hulûsi Yücebıyık, Münip Utandı, Birol Yayla,  gibi isimlerin de yer aldığı grubun danışmanlığında esasları belirlenecek bir beste yarışması, Türk Müziğine seviye kazandırır, bestekârlara imkân sağlar, yeni bestekârlar yetişmesine katkıda bulunur. Elbette bu yarışmanın şartları değiştirilmeden 5-10 sene devam etmesi gerekir.

Hayal gibi görünüyorsa da buna mecburuz, hattâ mahkûmuz.  Bizim yeni Alâeddin Yavaşcalara,  Lemi Atlılara, Hacı Ârif Beylere, Münir Nurettin Selçuklara benzerlerine ihtiyacımız var.   

(Devam Edecek)

(Bir Müzik Dehası ve İstanbul Efendisi Kilisli Prof. Dr. ALAEDDİN YAVAŞCA

Oğuz Çetinoğlu sordu, Mehmet Cemal Çiftçigüzeli cevapladı

(Birinci Bölüm)

Oğuz Çetinoğlu: Kilislisiniz ve Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca ile komşuluk yaptınız. O günlerden hatırladıklarınızı okuyucularımıza nakleder misiniz? 

Mehmet Cemal Çiftçigüzelİ: Elbette. Kilis’in 1950’li yıllarında kentimizin bazı evlerinde ve özellikle kahvelerinde gramafonlar vardı. Zaman zaman bu gramafonların iğnesi taş plaktan daha modern ve yeni plakların üzerine inince yeni bir sesle “Ümitsiz bir aşka düştüm ağlarım ben halime” diye bir hicaz şarkı duyulurdu. Dedemi ve babamı bu kıraathanelerden yemek saati eve çağırmaya gittiğimde bu melodi öyle bir yansırdı ki bir müddet sonra bakmışız şarkı hafızamıza yer etmiş. Mırıldanarak söylerdik eve giderken. Sadece ben mi, babamın da en fazla söylediği şarkı idi bu melodi…

Okumaya meraklı talebeler bilirler yine 1950’li yılların sonunda İlhan Engin’in “İstanbul’da Aşk Başkadır” romanı da taşradakilere bir “Dersaadet” mutluluğu verir, İstanbul özlemi doğardı içinizde. Öyle bir örtüşürdü ki o yıllarda moda olan “Boğaziçi şen gönüller yatağı” şarkısı her yaş grubundakilerin yüreğini pır pır ürpertirdi. İstanbul rüyalara girerdi. Çoğu evde olmayan, ancak babamın ve dedemin özel merakıyla evlerimizin baş köşesine yerleşen, üzerinde işlemeli beyaz örtü konularak muhafaza edilen radyomuzdan saat 12.30’daki hem ajans haberlerini ve hem de İstanbul Radyosu’nda iki solist programını dinlemek olmazsa olmazımızdı. Sadece şarkılar dikkatimizi çekerdi ama ailemin hatırlatmasıyla dinlediğimiz şarkıların bestelerini Dr. Alâeddin Yavaşca yaptığını öğrenince daha bir başka heves ve heyecan içine girerdik.

Bu da yetmedi dedem zaman zaman “Bizim Dr. Alâeddin’in şarkısı çalıyor yine radyoda” der demez sevincimiz dışa vururdu. “Bizim Dr. Alâeddin” dediğini önce kendi öz dayım sanırdım. Meğer değilmiş. Tekye Camii’nin kabaltı kapısında evleri olan Dedemlerle, Cumhuriyet Meydanına açılan büyük kapısında da Hacı Cemil Efendi’nin evleri vardı. Komşuluk hukukları ve dostlukları çok fazla idi. Meğer Hacı Cemil Yavaşca’nın oğlunun adı Alâeddin imiş. Şarkıların bestekârı da Alâeddin Yavaşca imiş, dayım değilmiş. Anneannem Vakıfa Hanım anlattı; Dr. Dayım Alâeddin Demircan doğduğunda, Enver Hanım ile Hacı Cemil Beyin de bir çocukları olmuş (1926), ismini “Alâeddin” koymuşlar. Dedemlerin çok hoşuna gitmiş bu isim, aynı yıl ve ayda doğan Tekye Mahallesinin her iki çocuğunun da adı böylece “Alâeddin” olmuş. Her ikisi de Tekye Camii’nin avlusunda oynuyor, büyüyünce Kemaliye İlkokulu’na, sonra Kilis Orta Mektebi’ne gidiyorlar. Aileler gibi çocuklar da özel bir hukuka sâhip oluyorlar böylece.  Ortaokul bitince, Kilis’te Lise olmadığı için dayım İstanbul Kabataş Lisesine, Alâeddin Yavaşca da önce Konya Lisesine, bir hastalık geçirmesi üzerine de İstanbul Erkek Lisesi’ne yatılı giriyor. İki Alâeddin’nin beraberlikleri bununla da kalmıyor her ikisi de İstanbul Tıp Fakültesine girerek mezun oluyorlar. Bu da kâfi gelmiyor iki Alâeddin’den dayım üroloji, Dr. Alâeddin Yavaşca ise kadın doğum ihtisası yapıyor. Dr. Alâeddin Yavaşca İstanbul’da mesleğini icra ederken, Dr. Alâeddin Demircan ise bir müddet sonra Gaziantep Devlet Hastanesi’nde çalışmaya başlıyor. Ancak dostlukları vefat edene kadar devam ediyor.

Kadim şehir Kilis, her zaman tasavvuf, edebiyat ve musiki ile örtüşmüş bir kenttir. Eser sahibi çok ünlü mutasavfıfları vardır. Birkaç isim vermek gerekirse Mantık Âlimi Abdullah Enveri Efendi ve Abdullah Sermest Efendi hemen akla gelen ünlü âlimlerdir. Büyük Türkçü Necip Âsım Yazıksız, Kilisli Muallim Rıfat Bilge, Prof. Dr. Faruk Kadri Timurtaş’ın babası Avukat Kadri Beyi de hatırlayabiliriz.

Kilis’te o yıllarda her âilede Türk Sanat Müziği enstrümanlarından birini çalabilen en az bir kişi mutlaka vardır. Örnek vermek gerekirse Yavaşcalar önde gelen bir ailedir ve öyledir. Ben daha ilkokulda iken Yavaşcaların evlerinin önünde geçerken koro halinde söylenen şarkılar duyar, ud sesiyle Peyami Safa’nın Fatih-Harbiye romanını hatırlar, köşeye çekilir dinlerdim. Kilis’te yan komşumuz Öğretmen Ulusoyların evinden de çoğu zaman meşk sesleri gelirdi. Anne Essüm Hanım, çocukları Nâhit Bey de bu meşklerde ud ve keman çalarlar, şarkıya iştirak ederlerdi. Rahmetli Meliha yengem de ailemizde ud çalan ev hanımlarından biriydi. Kilislilerin müziğe karşı özel bir alâkası vardır. Düğünlerde cümbüş, darbuka eşliğinde gerek gelinle damadın evinin arasında, gerekse damadın yatsı namazı için camiye gidişinde düğün alayı yürürken mevlithanlar kasideler okur, zaman zaman durarak da şarkılar ve türkülerle oynarlardı. Bu oyunlara bazen köçekler de iştirak ederdi. Böylesi bir gelenek hâlâ devam ediyor. Bir başka oluşum da bir zamanlar yine Kilis’te dörtlü fasıl ustaları mevcuttu. Kemanda Osman, Klarnette Kör Hayri, Cümbüşte Aziz ve darbukada Havar adındaki sanatkârlar uzun yıllar faslılar yaptı.

Bugün bile Kilis’te yıllardır devam eden Kilis Musiki Derneği, mimari yapısı bölge taşlarından inşa edilmiş havışlı-avlulu klasik bir Kilis evinde faaliyetine devam etmektedir. Bu önemli sivil toplum kuruluşunda kamu desteği olmadan çok güzel programlar, konserler, etkinlikler yapılmaktadır.

Bu çerçevede Alâeddin Yavaşca eserlerinden oluşan konser de verilmektedir.

Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca daha altı yedi yaşında iken bile evlerinin bitişiğindeki Tekye, diğer adıyla Canbolat Paşa Camii’nde okunan ezan ve salâları dikkatle dinliyor. Bu dikkat aileyi sevindirmektedir. Çünkü Hacı Cemil Yavaşca’nın da sesi çok güzeldir, bir şeyler söyleyince kendini dinlettirir. Ayrıca abla ve ağabeyleri dâhil bütün aile ud çalıp, şarkı söyleyebilmekte, kendi aralarında meşk yapabilmektedir. Yavaşca ailesi ayrıca çok zengin bir taş plak koleksiyonuna sâhiptir, arşivleri bulunuyor. Ev müzik ile iç içedir. Hal böyle olunca Kilis Halk Evi’nde de ayrıca hem nota, hem müzik dersleri alır Alâeddin Yavaşca, hem de Zihni Çelikalp’ten keman dersleri.

İstanbul’da okurken lisede Öğretmeni Hakkı Süha Gezgin’den aldığı edebiyat ve müzik dersleriyle iyi beslenir. Hakkı Süha Gezgin’in Beşiktaş Akaretlerdeki evinde meşklere katılır. Tanburi Cemil Bey ve Dr. Tanburi Selahattin Tanur ile de tanışmıştır artık. Sonra meşk meclisine katılan onca maruf insanla da. Daha Tıp Fakültesinde talebe iken de Üniversite korosuna girmiş, koronun solistliğine getirilmiştir. En sonunda İstanbul Radyosu Sanatkârı olmuştur (1950). Hocaları ise Sadettin Kaynak ve Zeki Arif Ataergin’dir. Bundan sonra meşk ile başlayan musiki hayatı koro şefliği, hocalığı, Bestekârlığı ile büyüyerek devam etmiştir. Bunun yanında gerek hekimliği, gerek ressamlığı, gerek güftekârlığı ve gerekse Bestekârlığı yanında ses üstünlüğü ve gırtlak ayrıcalığı da önce çıkmıştır. Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Musikisi Devlet Konservatuvarını kurdu-1976. İki yüzün üzerinde ödül alan Sanatkâr 654 eser besteleniştir. Yurtiçinde ve dışında konserler vermiştir. Son olarak İstanbul Haseki Hastanesi Başhekimi olarak vazife yaptı ve 1990 yılında hekimliği bırakarak kendisini tamamen musiki çalışmalarına verdi. Tedâvi gördüğü hastanede 95 yaşında hayata gözlerini yumdu. (2021) Fatih Camii’ndeki cenâze namazını Ömer Tuğrul İnançer kıldırdı ve Beşiktaş Yahya Efendi Türbesi Haziresine defnedildi.

Saz eserleri, peşrev, saz semaisi, medhal, ara nağmeler, marşlar, edütler ustası, 400’ü TRT repertuvarında 654 eserin bestekârı Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca’nın görüşlerine gelince, bunu Oğuz Çetinoğlu’na yaptığı açıklamalarda detaylarıyla buluyoruz. Buna göre; insanlarımız, toplumumuz, sanatseverlerimiz genel kültüre sâhip olmalıdır. Edebiyat, müzik bilgisi şarttır. Şuurlu olmak daha da önemlidir. Piyasa üslubundan ve lüzumsuz bilgilerden arınmalıdır. Bunlar için bedel ödenmesi gerekirse, ödenmelidir. Türk musikisi ibadet gibi ilahi bir musikidir. Musiki yüksek aşk, yüce duygu, insan ve tabiat sevmek, ufuk ve eğitime endekslidir. Eğitimimiz ise san’at görüşümüze kapalı devam ediyor maalesef. Çözümü ise erbabıyla istişâre etmek, fikir teatisinde bulunmak ve hayata geçirmekle başlar.

Çetinoğlu: Müzikle alâkalısınız. Merhumun ebedî âleme intikalinden sonra geçen 3 yıl zarfında; radyolarda, televizyonlarda ve kültür çevrelerinde Alâeddin Yavaşca’yı anma programları tertip edildi mi? 

Çiftçigüzeli: Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca vefatından sonra program yapıldı mı doğrusu tâkip edemedim. Ancak Kilis’te adının verildiği Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca Kültür Merkezi’nde Kilis Musiki Derneği tarafından geçen ilkbaharında (2022) bir konser verildiğini biliyorum. Medya ağı ve özellikle sözlü ve görüntülü medya hızla büyüdüğünden mi nedir tâkip etmek güç oluyor. Ayrıca Türkiye gündemi de siyaset ağırlıklı, sivri ve kirli dilli kısır çekişmelerle dolu olduğundan; sanat, müzik, edebiyat ve medeniyet hareketi konusundaki programlara yeterli yer verilmiyor. Ancak konuya alakalı olanlar medya kupür ve görüntülerini sahasında uzman belli şirketlere abone olarak izleyebiliyorlar.

Böyle bir vefanın ve programın odak noktası esasında İstanbul’dur. Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca’nın hem hekim olarak ve hem sanatkâr, bestekâr olarak hizmeti en fazla, hatta hep İstanbul’a ve Fatih Semtine vermiştir. Dolayısıyla önce İstanbul Büyükşehir Belediyesi, sonra ikamet ettiği Beşiktaş ve Şişli Belediyeleriyle, mesaisinin tümünü geçirdiği ve günümüzde kültür programlarının önde olduğu Fatih ve Zeytinburnu Belediyelerimize böyle vefa dolu bir anma etkinliği yakışır.

Bir örnek vermem gerekirse 28 Ocak 2023’te yüzlerce yıllık musiki târihimize ait derin birikimi günümüze bağlayan ses “Geceyi Aydınlatan Seda Kâni Karaca” adıyla Fatih Belediyesi çok etkileyici bir program yapmıştı. Programda Kâni Karaca’nın enstrümanlarının, müzik hayatına dair özel eşyalarının, plaklarının, kasetlerin, CD’lerinin, kullandığı cihazların ve aile albümünden fotoğrafların yer aldığı bir sergi açılmıştı. Büyük Usta Kâni Karaca’nın kendi anlattıklarından yola çıkılarak hazırlanan sözlü târih çalışması da kitap olarak bastırılmış ve o gün sanatseverlere dağıtılmıştı. Sunumunu Mehmet Güntekin’in yaptığı Kâni Karaca Konseri de bir özlemle izlenmişti. Meğer böylesi etkinliklere susamışız da henüz fark edebildik. Aynı biçimde böyle bir programı Fatih Belediyemiz neden yapmasın ki? Kâni Karaca ve Alâeddin Yavaşca gibi kıymetlerimizin sayısı maalesef bir elin parmakları kadar bile değil.

Fatih belediyesi Sanatkâr Hüseyin Kıyak’ın hazırlayıp sunduğu Aziz İstanbul Dede Efendi’den Tanburi Cemil Bey’e adlı program gibi Türk Musiki Târihi için referans teşkil edecek önemli müzik programlarına devam ediyor. Bunlardan bir başkası da neden Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca olmasın?

Bu çerçevede bir aydın sorumluluğu içinde Cumhurbaşkanlığı Klasik Türk Müziği Korosu Şefi Sanatkâr Mehmet Güntekin ile görüşerek, “sanatseverler için aynı Kâni Karaca gibi yeni bir program Alâeddin Yavaşca için de yapılamaz mı” diye sordum. Mehmet Güntekin o zerafeti içinde elbette yapılabileceğini belirtti ve adres gösterdi; “Fatih Semtinde ikamet eden merhum sanatkârmız Kâni Karaca programını Fatih Belediyesi rica etti, biz de bu ricayı yerine getirdik. Gerçekten çok şık bir program oldu.” Durum anlaşıldı. Bizim de Şişli veya Beşiktaş Belediyesi ile görüşerek, yahut İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile temasa geçerek Alâeddin Yavaşca için bir program talep etmemiz gerekiyor. Çünkü rahmetli Alâeddin Yavaşca Beşiktaş’ta adının verildiği sokakta oturuyordu. Bunu girişimi ilk fırsatta başlatacağız.

Çetinoğlu: Merhum Yavaşca hayatta iken: ‘Bir sanatkârın hayattayken bu derece vefâlı, kadirşinas, fedâkâr dostlara sâhip olması ne büyük bahtiyarlık’ demişti. Vefatından sonra o vefâlı dostlar fedâkârlıklarını devam ettirdiler mi? İzlenimlerinizi lütfeder misiniz? 

Çiftçigüzeli: Estağfurullah! Büyük Musikişinas Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca’ya özellikle kamu yayıncılığı ve konuyla alakalı fakülte, akademi, konservatuvar, kurs, okul ve sivil toplum kuruluşlarının ilgisi devam etmek mecburiyetinde. Maalesef alternatifi yok bu büyük ustanın. Ayrıca sahasında da böyle ustalar çok fazla çıkmıyor. Çünkü beklentisi olmuyor sanatkârın. İnancı gereği sanat yapıyor, musikiyle meşgul. Dolayısıyla ömrünü bu sanata veren ustaların sayısı az, vuslata erince yeri de zor dolduruluyor. Hâlâ musiki ile olan telif yasası değişmediği için bestekârlar için eğer gönüllü ve işini seviyorsa başka, bundan maişetini temin ediyorsa daha başka şekilde yansıyor.

Çetinoğlu: Neler yapılabilirdi? 

Çiftçigüzeli: Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca Üstadı anmak, unutturmamak, eserlerinin radyo ve televizyonlarda yayınlatmak, adına düzenlenecek konserleri hayata geçirmek, mevcudu kalmayan CD ve pakların yeniden sanatseverlere ulaştırılmak, adına beste yarışmaları yapmak biraz da kamunun, meslek kuruluşlarının, akademilerin ve ailesinin himmetiyle topluma yansıya bilir. Böylesi gelişmelerin batıda çok büyük örnekleri vardır. Mesela Geothe, Bethoven, Mozart vs Enstitüleri gibi.  Bendenizi ve eşimi Polonya’nın Başkenti Varşova ziyaretimde tur operatörü ekibimizi genç yaşında ölen Polonyalı Bestekâr  Frederic François Chopen’nin (1810-1849) eserlerini çalındığı bir konsere götürdüler. 20 kişilik bir salondu. Siyah fraklar içinde bir sanatkâr gelerek piyanosunun başına geçti 15-20 dakika çaldı, sonra selâm vererek ayrıldı. Bu konser her saat başı gelen turistler için yenileniyordu. Konuklar 20 euro vererek konseri tâkip etti. Kültür ve turizm Bakanlığı katkı vererek böyle bir program yapabilir. Doğu toplumu da kendisine ulaşıldığında Türk Müziğine sımsıcaktır. Irak Diktatörü Saddam Hüseyin hayatta iken bir grup gazeteciyi İran-Irak savaşını tâkip etmelerini sağlamak maksadıyla Bağdat’a davet etmişti. Sanki savaşta değil de başarılarından dolayı normal bir düzene geçmiş havası veriyordu bize. Esir kamplarını da dolaştık. Bir akşam da kaldığımız çok lüks El Reşit Oteli’ne değil de, sâdece hükümet üye ve bürokratlarının yahut yakınlarının girebildiği bir gece kulübüne götürdüler. Zengin bir fasıl heyeti vardı. İkram da zengindi. Müzisyenlerin çaldıkları ve söyledikleri melodiler kulağımıza hiç yabancı gelmedi. Hatta bir ara Arapça olarak bir İstanbul Türküsü “Üsküdar’a gider iken oldu da bir yagmur”u söylemeye başlayınca bizim heyet de Türkçe olarak iştirak ettik. Koro şefi daha sonra yanımıza gelerek bize teşekkür etti. Bu eseri nereden öğrendiğimizi sordu. Bu melodinin bir İstanbul Türküsü olduğunu söyleyince itiraz etti, tamamen Bağdat menşeli olduğunu savundu. Ben o zaman “yıllarca ortak bir kültür ve medeniyetin insanlarıydık. Birdik, beraberdik; İstanbul’da olan Bağdat’ta da oluyordu.” Diye cevap verdim, koro şefi şaşırdı, kafası karıştı. Başta Alâeddin Yavaşca bestelerinden konserleri özellikle Ortadoğu ve İslam coğrafyasında yaygınlaştırabiliriz. Ayrıca Kanada’dan Avusturalya’ya kadar nereye giderseniz gidiniz ciddi bir Türk nüfus var, bu şarkıları heyecanla bekliyorlar. Devletlerin kültür politikası bunlarda etkili oluyor ve olacak.

Çetinoğlu: Besteleri hakkındaki düşüncelerinizi öğrenebilir miyim? 

Çiftçigüzeli: Merhum Prof. Dr. Alâeddin Yavaşca Kilis’i hiç ihmal etmezdi. Bir defasında adının verildiği müze evinde sohbet ettik. Kendisine “Türk Sanat Müziğinin özellikle gençler arasında yaygınlaşması için bestelerin biraz da onlara göre daha fazla duyarlı olması gerekiyor” dedim ve Yıldırım Gürses’i misal verdim. O günlerde her şehirde, radyo ve televizyonlarda Yıldırım Gürses’in Gençliğe Veda, Sonbahar Rüzgârı, Güller Ağlasın, Affetmem Asla Seni gibi şarkıları çalıyordu. Alâeddin Yavaşca yumuşak, kibar, mütevazı, ancak donanımlı bir usta olarak bana döndü “O çok sesli müzik” dedi. “Sorun da o zaten” Hiç sesimi çıkarmadım. Ancak bunu bir yazı konusu yaparak röportaj halinde yayınladım.

(Devam Edecek)

İnsan  Denen  Nokta

     Kendini seven, kabiliyetlerini ortaya koyarak;

     Hem kendine hem başkalarına seyrettirir.

     Bu durum, seyircilerin varlığını gerektirir.

     Çünkü, meselâ roman okunsun diye yazılır.

     Oyun, seyredilsin diye oynanır.

     Resim, bakılsın diye çizilir.

     Sanat, takdir edilsin diye sahneye konur.

     İşte Yaratan da, hiç ihtiyacı olmadığı halde,

     “Ben bir gizli hazine idim; bilinmek için kâinatı yarattım.”

     İlâhî istek ve arzusu için,

     Bu muhteşem, bu süslü, bu harika, bu çekici;

     Bu bin bir sırrı içinde barındıran kâinatı yarattı.

     Seyredenlerin de beğenisini almak için,

     Canlı cansız bitki / nebat ve hayvan; sayısız canlı türünü;

     Tüm bunların hepsinden üstün, bütün bunları seyir,

     İhtiyaç ve beğenisini ortaya koyacak vasıfları taşıyan;

     Evrenin bir tanesi, evrenin nazar boncuğu, evrendekilerin

     Hepsinden üstün, hepsinden güzel,

     Her şeyi emrine âmâde kıldığı;

     En kâmil, en mükemmel, her çeşit takdire şayan olan;

     Nadide, eşsiz değerde olan İnsan’ı yarattı.

     Ve demek istedi ki:

     Ben’i görmek, Ben’i bilmek, Ben’i anlamak isteyen;

     Zât’ımı değil, Zât’ımdan nebean eden / çıkan

     Salkım saçak kâinat ağacının dal ve budaklarına baksın.

     Kâinat ağacının meyvesi olan; Esma-i Hüsna’mı suretine nakş ettiğim;

     Ben değil ama Ben’den olan isim ve sıfatlarımı;

     İnsan’da görsün, İnsan’nda bulsun;

     O’na nasıl bir gaye verildiğinin farkına varıp, şuuruna ersin;

     Allah’ın kudretinin müthiş azametine bakın ki,

     Sonsuz isim ve sıfatlarını; büyüklüğü karşısında

     Nokta bile sayılamıyacak kâinat olarak aksettirmiş, yansıtmış, tecellî ettirmiş.

     Bu muhteşem varlığı da, ona nisbeten bir nokta hükmünde olabilecek;

     İnsan denen bir mücevhere sığıştırmış ve onda toplamış!

     İlahî isteğini onda noktalamış.

     İşte ey insan! Sen nasıl bir varlık olduğunu bil.

     İşte ey insan! Sen nasıl bir keyfiyet ve kıymet sahibi olduğunu gör.

     İşte ey insan! Sende nelerin gizlenip toplandığını anla.

     İşte ey insan! Sen; Allah indinde nasıl bir değer taşıdığını bir düşün.

     Nasıl bir karşılanmaya namzet olmuş dönüşün!

     Artık Sen anlamalısın nasıl olman lâzım geldiğini;

     Yüce Yaratan’ın karşısındaki duruşun!

     Bütün bunları hatırlatması gerekmez mi oluşun!

     İşte ey İnsan!

     Nasıl bir noktasın ki Sen:

     Yarattı Yüce Allah; Kâinat Kitabı’ndaki her şeyi;

     Senin kıymeten çok büyük, maddeten çok küçük;

     İnsan denen bir nokta olduğun için. 

Görev ve Makam

İngilizce “office” kelimesine Google tercümeden baktım. Ofis, büro gibi karşılıklar vardı. Tercümedeki ilk Türkçe kelime “görev”. Ben asıl bu anlamla ilgileniyordum. Derken büyük puntolarla yazılmış ikinci bir mana çıktı karşıma: Makam!

Evraka! Galiba Türkiye siyasetindeki açmazın anahtarını buldum: Yakın sanılan bu iki kavramın zıtlığı. Tayin edilen veya seçilen kişi geldiği yeri nasıl nitelendiriyor? Bir göreve mi gelmiş yoksa bir makama mı? Her ikisi de diyeceksiniz, doğru fakat acaba zihninde, algısında hangi kavram önde? Görev mi makam mı?

GÖREV: İşi görev diye anlayan ilk gece uykuya dalmadan şöyle düşünecektir: Acaba durum nedir? Neler yapılmış. Güçlendirmek için ne yapmalıyım? Benden önceki arkadaşa da ilk fırsatta danışmalı. Kaç yıllık tecrübe. Mutlaka sağlam fikirleri vardır. Bu işi en iyi bilenlerden bir ekip kurmalı. Sonra birlikte bir hareket planı yapmalı. Yabancı ülkelerde nasıl yapıyorlar acaba? En başarılılar hangileri? Zorluklar, engeller neler? Bağlı kurumları da tek tek dolaşmak lazım. Bakalım onlar ne diyecek. Hedefler koymalı. Hedeflere ne kadar yaklaştığımızın ölçülerini belirlemeli. Zaman sınırları koymalı. Bütün çalışanlara bunları anlatmak lazım. Saat da iki oldu. Yarın çok iş var. Hay Allah!

Laciler ve ekranlar

MAKAM: Makama geldiğini düşünenin uyumadan önceki düşünceleri çok farklıdır: Beyefendi nihayet benim değerimi anladı. Gerçi burayı çoktan hak etmiştim ama şerefsizler engelliyordu. Neyse oldu ardık. Bu rütbe herkese nasip olmaz. Sadakatimin mükafatını nihayet görüyorum. Aman yanlış bir hareket yapıp kızdırmayayım. Yarından itibaren ilk işim kendisine, yardımcılıklara kimleri tensip buyurduğunu öğrenmek olmalı. Benden evvelki herifin yandaşlarını da ayıklamalı. Bilgi sızmamalı dışarıya. Bu arada bizim oğlana, yeğene, hanımın kardeşine de uygun bir yer temin edelim. Birkaç kat da lacivert takım yaptırmalıyım. Gerçi partiye girdiğimde üç tane yaptırdım ama aşındılar hem de makamda iki yedek, evde iki yedek tutmak lazım. Ne zaman çağrılacağım belli olmaz. Bağlı kurumlara da tayinler yapmak lazım. Dikkatle seçmeliyim. İlerde partide beni desteklesinler. Yaşat ki yaşayasın. Beyefendiye de kimi tayin etmemi tensip buyurursunuz diye sormalıyım. Kızdırmadan sormalıyım. Hadi iyi geceler bana…

Yerini görev diye algılayan kıvranmaktadır. Artık o işi bırakana kadar ona uyku haramdır. Görevde ilk öğreneceği uykunun ne büyük lütuf olduğudur. Öğrenmek, çözmek, planlamak, icra etmek. Ömür törpüsüdür.

Ağır ol

Makama gelenin etekleri zil çalar ama belli etmemesi gerekir. Asık suratlı olmalı, düşünceli durmalıdır. Daha daha makamlara gelmenin yolu, bu asık ve düşünceli surattır. Güler yüz deneyenler de oldu ama başaramadılar. Bir de beyefendi ile yakınlığını kaybetmemeli, arttırmalıdır. Onunla gezilere katılmalı, fotoğraf makinelerinin, kameraların kadrajında beyefendinin yanında görünmenin bir yolunu bulmalıdır.

Örnek olarak orta kademede bir devlet görevini aldım. Aslında buna benzer değerlendirmeler ve görev-makam ikiliği, en küçük memuriyetten iktidar dediğimiz en yüksek memuriyetlere kadar geçerlidir.

Devlet yönetimini görev diye algılayanların siyasetteki tavırları da belirgindir. Ne yapacaklarını, niçin öyle yapacaklarını, ilkelerinin ne olduğunu, yol haritasını anlatırlar. Problemlerden söz ederler ama vurguları düşündükleri, planladıkları çareleredir.

Makamcılar, devlet yönetimini muharebe sonunda elde ettikleri bir ganimet gibi görür. Ne yapacaklarına hiç değinmezler. Onun yerine rakiplerini aşağılamaya onlarla alay etmeye gayret gösterirler. Öyle ya, rakipleri, kendilerinin hakkı olan ganimetlere göz dikmiş aşağılık kişilerdir. Onlara göz açtırmamak gerekir. Fukuyama bu görüşe, Kenya’daki politik yapıdan ilham alarak “Yeme sırası bizde!” anlayışı diyor.

Kim kimdir?

Bu anlattıklarıma bakarak bizimkileri değerlendirin. Aslında zor değil. Bakınız bakalım. Ne yapacaklarını ve nasıl yapacaklarını anlatıyorlar mı? Ne ve nasıl sorularının cevabı “uçacağız, kaçacağız” değildir. Ne ve nasıla verilecek cevaplardır. Şunu şu kadar arttırıp şu sonucu alacağız, onu arttırırken şunu da eksiltmemiz gerekecek gibi kurmay hesapları, iktisatçı, mühendis cevaplarıdır. Yalnız hedefler değil, o hedeflere nasıl varılacağı ve yol üstündeki ara durakların tek tek sayılmasıdır. Görev düşüncesindeki siyasetçi, bu zor işi yaparken rakibine çamur atmaya ne zaman ne de sebep bulabilir.

Bakın bakalım, neyi nasıl yapacaklarını değil de rakiplerinin ne kadar aşağı, kötü ve kabahatli olduğunu mu anlatıyorlar? Söylediklerinin alt yazısı, “Bu makama ben ve sadece ben layığım; onlar bu makama gelmemeli.” mi?

Maalesef makamcılar bol, görevciler ender.

Türk Tarihinden Bir Özet

  1. Tarihte Kurulan İlk Türk Devleti, Asya Hun Devleti
  2. Türk Adı İle Kurulan İlk Milli Türk Devleti,I.Göktürk Devleti
  3. Yerleşik Yaşama Geçen İlk Türk Devleti, Uygurlar
  4. Yazıyı İlk Kullanan Türkler, II. Göktürk ( Kutluklar )
  5. Avrupa’da Kurulan İlk Türk Devleti, Avrupa Hun Devleti
  6. İstanbul’u İlk Kuşatan Türkler, Avarlar
  7. Alfabeyi İlk Kullanan Türkler, Türgişler
  8. Parayı ilk kullanan Türkler, Sibirler
  9. İlk Türk Parasını Basan Türkler, Türgişler
  10. Bizans’la Siyasal İlişki Kuran İlk Türkler, Göktürkler
  11. Türk Tarihinin İlk Yazılı Antlaşması, Asya Hun-Çin Ant.
  12. İlk Türk Alfabesi, Göktürk –Orhon Alfabesi
  13. Töreyi yazı hale getiren ilk Türkler, Uygurlar
  14. Türk Tarihi ile ilk yazılı belgeler, Orhun Kitabeleri
  15. Tarihte ilk onlu sisteme dayalı ordu, Asya Hunları-Metehan
  16. İlk Türk Hükümdarı, Teoman, Asya Hun Devleti
  17. Türk adı ilk defa, ÇİN KAYNAKLARINDA Geçer.
  18. Türklerin ilk başkenti, Ötüken
  19. İlk hayvan sanat üslubu, İSKİTLER
  20. İlk ceket, pantolon, kemer ve kemer tokası, İskitler
  21. Yabancı dinleri benimseyen ilk Türkler, Uygurlar
  22. Anadolu’ya ilk gelen Türkler, Hunlar
  23. İlk atlı göçebe Türk uygarlığı, İskitler
  24. Kâğıt ve matbaayı ilk kullanan Türkler, Uygurlar
  25. Tarihte atı ilk evcilleştirilen millet, Türkler
  26. İlk yazılı Türk Milli Tarih kaynağı, Orhun Kitabeleri
  27. İlk yoğurt, pastırma ve konserve et, Türkler
  28. En uzun destanı, Manas-Kırgızlar
  29. Musevi olan tek Türkler, Hazarlar
  30. İslamiyet’i kabul eden ilk Türk boyu,Karluklar
  31. İlk Müslüman Türk devleti,Karahanlılar
  32. İlk Müslüman Türk İmparatorluğu,Gazneliler
  33. Mısır’da kurulan ilk Türk İslam Devleti, Tolunoğulları
  34. Hicaz bölgesine hâkim olan ilk Türk devleti, İhşitler
  35. Hindistan’a İslamiyet’i ilk götüren Türkler, Gazneliler
  36. Türkçeyi resmi dil ilan eden ilk Türk Devleti, Karahanlılar
  37. Türkçeyi resmi dil ilan eden ilk Türk Beyliği, Karamanoğulları
  38. Türklerin Anadolu’daki ilk başkenti, İznik
  39. İlk Türk denizcisi ve Amirali, Çaka Bey
  40. Selçukluların Bizans’la yaptığı ilk savaş, Pasinler
  41. Türk âleminin ilk sözlüğü, Divan-I Lügati’t Türk
  42. Türklerin Anadolu ya ikinci defa sahip olması Mustafa Kemal ATATÜRK.
  43. Anadolu’da Türk ismi ile devlet kuran (TÜRKİYE)
    Mustafa Kemal ATATÜRK.
  44. Anadolu’da Türkiye Devletinin Resmi Dilini Türkçe yapan Mustafa Kemal ATATÜRK.
  45. Halının ne olduğunu, Keçenin ne olduğunu Dünyaya tanıtan İskitler dir.
    46.Avrupa kumaşlarla örtünürken İskitler Pantolon ve gömlek ve ceket yelek giyiyordu.

(Yüz) Yıllardır Adalet Arıyoruz!

“Bazı şeyler hiç tazeliğini yitirmiyor. Her halde bu sorundan beslenenler var!”

İhtiyar dünyamız; terör, savaş, açlık, çevre kirliliği, doğa katliamları, hak ihlalleri ve toplumlararası haksız rekabet gibi insanlık âlemini tehdit eden olaylarla boğuşuyor.

İnsanoğlunun bu olayların içinden sağlıklı olarak çıkabilmesi, ancak adalet duygusunun tatmin edildiği, evrensel ve yerel hukuk düzenleri ile mümkün…

Bu sebeple Anayasamızın “Cumhuriyetin nitelikleri” başlıklı 2.maddesinde Türkiye Cumhuriyeti’nin “demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti” olduğu hükme bağlanmıştır. Hemde bu hükmün değiştirilemeyeceği hatta değiştirilmesinin teklif bile edilemeyeceği temel yasamızda vurgulanmıştır.

Eğer “hukuk devleti” olmasaydık ya da devletin bütün kurumları ile vatandaşlar arasındaki münasebetler, hukuk kurallarına göre tanzim edilmeseydi, ne olurdu? Gerçi “hukuk devleti” olduk da ne oldu  diye de bu soruyu tersinden de sorabiliriz!

Türkiye, yazılı metinlerde bir “hukuk devleti” olarak tanımlansa bile, adalet dağıtması icab edenler; yansız hareket etmedikleri, siyasi görüşlerin, dini akımların etkisine girdikleri ve hatta bu sebeple yetkilerini kötüye kullandıkları için, hukuk sistemimiz bir kaosun içine girerek zulüm aracı haline gelmiştir.

Keza uluslararası hukuk ve mahkemeler, küresel güçlerin etki alanında olduğu için, oralarda alınan kararlar objektif ve adil olmaktan ziyade, siyasal nitelik taşımaktadır.

Bunlar bize, hukuk sistemimizin ve de dünya üzerinde geçerli olan diğer hukuksal düzenlerin büyük bir çöküş sürecinde olduğunu göstermektedir.

Tarih ise insanlara, asırlardan beri milletlerarası rekabetin hikayesini anlatıyor. Bu rekabet ve mücadele, her çağa has teknik imkanlara göre değişik zamanlarda ve farklı tarzlarda cereyan ediyor. Bu çerçevede Türk Milletinin, dünyada en eski tarihe sahip milletlerden biri olduğunu unutmadan, onun milliyetçi bir anlayışa dayanan ve kendine özgün; fikir, eğitim, askeri, ekonomik, kültürel ve de hukuk sistemlerine sahip olduğunu biliyoruz.

Örneğin, Türk Milletinin, tarihin derinliklerinden gelen ve gelişmiş oturmuş bir fikir sistemi vardır. Adı da, Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi’dir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş temelinde de bu sistem mevcuttur. Yine bu döneme “tek adam diktatöryası” lafları ile hücum edilmiş olsa da, dönemine göre gelişmiş bir hukuk anlayışı ile kişisel hak ve özgürlüklerin savunulduğunu görüyoruz. Bunun sebebi ise, Türkler için cari olan tarihi fikir sistemi ile buna bağlı olan hukuksal yapının, tam bir demokrasi anlayışı ve demokratik ilkeler ile beslenmiş olmasıdır.

Günümüzde geçerli olan hukuk sistemindeki arızalar, adalet mekanizmasının bütün unsurları tarafından çok iyi bilinmektedir. Bunun ıslahı ise tarihten kuvvetli kaynaklarla   “Türk Milliyetçiliği Hukuk Sistemi”ni hayata geçirmekle mümkün olacaktır.

Türkler hakkında “Fazailül-Etrak” (Türklerin Faziletleri) kitabını yazan el-Cahız (ölümü 869)’a göre, Türklerin: “Türkler yaltaklanma, münafıklık, kovuculuk, riya, kibirlenmek, akrabalara karşı fenalık ve bid’at nedir bilmezler… Kitabına uydurup da başkalarının malını helal saymazlar” gibi hukuki sonuçlar doğuran bir yaşam felsefesi içinde bulunduklarını görmekteyiz. Yine Hans Barth adındaki seyyah, yazdıklarında Eskişehir’de karşılaştığı bir Ermeniden “Bir Türkle mi iş yapacağım, mukavele (sözleşme) yapmaya lüzum görmem. Onun sözü kafidir..” diye belirtiyor. Bunlar Türklerin kendine has bir hukuk sistemine, tarih boyunca sahip olduklarının küçük bir göstergesidir.

 Türk Milletinin, tarihinin derinliklerinden getirdiği birikimle; insanın insanla ve toplumla, devletinde vatandaşları ve de uluslararası toplumla ilişkilerini düzenleyen ve adına da “Türk Milleti Hukuk Sistemi” denilmesi gereken bir hukuk sistemi durumu mevcuttur.

Dünyanın küresel efendileri; eski ve yeni hukuk metinleri ve de adaletten uzak uygulamalar ile bir hukuksuzluk yaratmaya çalışırken, Türk Milleti kendi yaşam felsefesine uygun hukuk sistemini tesis ederek, mensuplarının huzur ve güven içinde yaşatmalıdır.

Adaletsizlik, Türk Milletinin kaderi olamaz. Süratli, objektif ve doğru kararlar alabilen bir mekanizma ve buna yön veren bir sistem mutlaka ve acilen kurulmalıdır. Çünkü vatandaş, bir terör örgütünün yargısından ve dağıttığı adaletten memnuniyet duyar hale gelmiştir…

Bu olumsuzluğu gidermek ve herkes için adalet anlayışını hayata geçirmek için yapılacak iş; hukuk düzenini zaten var olan “Türk Milleti Hukuk Sistemi”ni esas alarak reformist bir anlayışla yeniden düzenlemektir.

Böyle bir düzenleme, evrensel hukuk anlayışı diyerek, mağdur ve mazlumlar üzerinde sözde hukuk sistemleri ile kölelik yaratanlara da, bir çeki düzen ile birlikte insanlık için umut verecek bir örnek olacaktır.

NOT: Bu yazı İstanbul Milliyetçi Avukatlar Grubu (İMAG)’nun yayınladığı dergi için yazılmıştır.

Trump Erdoğan’ı Neden Övdü?

Önceki döneminde, ABD Başkanı Donald Trump zaman zaman CB Erdoğan ile anlaşmazlığa düşmüştü. Trump bu anlaşmazlıkların çözümünde bir devlet adamı vasfıyla değil, adeta bir mafya lideri gibi kaba ve çirkin üslup ve yöntemler kullanmıştı.

Trump‘ın, Barış Pınarı Harekatı’nın başladığı gün, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a gönderdiği mektup hatırlardadır.

“Sert adamı oynama. Aptallık etme!” ifadelerinin yer aldığı girişten sonra şu çirkin tehdit ifadelerini unutmak ne mümkün?

“Binlerce kişinin öldürülmesinden sorumlu tutulmak istemezsiniz ve biz de Türk ekonomisini mahvetmekten sorumlu olmak istemeyiz ve bunu yaparız. Size bunun bir örneğini Pastör Brunson olayında yaşatmıştım.”

Erdoğan’ı binlerce kişinin öldürülmesinden sorumlu tutarak yargılamak, Türk ekonomisini mahvetmekle tehdit eden ve örnek olarak Rahip Brunson vakasını gösteren bu mektup hala ABD’de Trump Tower’da sergileniyor.

Trump’ın, 07 Ekim 2019 tarihli tiviti de halen X’ te duruyor: “Daha önce de açık bir şekilde söylediğim gibi, tekrar ediyorum, eğer Türkiye benim müstesna ve eşsiz bilgeliğimle belirlediğim sınırların dışına çıkarsa (daha önce yaptığım gibi) Türkiye ekonomisini mahvederim.”

****

20 Ocak 2025’te Başkanlık görevini yeniden devralacak olan Donald Trump bambaşka bir üslupla bakın son haftalarda neler dedi?

Trump, “Cumhurbaşkanı Erdoğan, benim dostum ve saygı duyduğum biri.” “Suriye’de yaşananlara bakarsanız, Rusya ve İran zayıfladı. Erdoğan çok zeki bir adam; adamlarını oraya farklı biçim ve isimler altında gönderdi. Onlar da gidip orada kontrolü ele geçirdiler.” 2 bin yıldır o toprakların peşindeydiler” dedi.

TÜRKİYE “akıllı” bir hamleyle “fazla can kaybına yol açmadan SURİYE’YE ÇÖKTÜ” ifadesi de Trump’ın anlayışında biri için yergi değil övgü anlamına geliyor.

Trump Esad’ı deviren HTŞ güçlerinin ve SMO’nun “Türkiye tarafından kontrol edildiğini” öne sürdü. Ancak “Ve bu sorun değil, bu da savaşmanın başka bir yolu” diyerek takdir ifadesi kullandı.

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan ve AK Parti Sözcüsü Ömer Çelik’in “HTŞ kontrolümüzde değil” sözlerinden birkaç saat sonra Trump’ın sarf ettiği bu cümleler tesadüf olamaz.

Trump’ın “Türkiye’nin HTŞ’yi kontrol ettiğini” söylemesi, HTŞ’nin Suriye’yi Afganistan’a döndürmeyeceğinin kefili olarak Türkiye’yi göstermeye çalışması ilginç değil mi?

“Şu anda Suriye’de çok fazla belirsizlik var… Bence Suriye’de neler olacağının anahtarı Türkiye’nin elinde olacak” sözü ile Türkiye’ye verilmek istenen rolü şık bir ambalaj içinde gösteriyor.

Bayram değil, seyran değil. “Dostum Trump” niye öptü?

***********************************

Türkiye Önce Büyüyecek Sonra Küçültülecek

ABD’nin Ortadoğu planı içinde Irak, Suriye, İran içinde özerk Kürt devletçikleri oluşturup, bunları Türkiye’nin himayesinde güçlendirip, palazlandırmak projesi yeni değil. İlk uygulaması Barzani Kürdistanı’nda gerçekleşti.

Bu devletçiklerin tek başlarına Türkiye ve İran devletleriyle savaşmasının mümkün olmadığını biliyorlar. Bunlar ekonomik olarak da güçlenemezler. Ne var ki Türkiye “üniter millî devlet” vasfından çıkıp, bu devletçikleri de federe devlet şeklinde içine alan bir federasyon haline getirilirse, güçlenerek yaşayabilirler. Bu durumda PKK’nın gözünü diktiği Güneydoğu ve Doğudaki illerimizde de bir federe devlet kurulması yadırganmayacaktır.

Bunlar yapılırken içeride bir tepki olmasının önünü kesecek propagandanın ana teması bile bellidir:

“Osmanlı’nın eyalet sisteminin benzerini kurduk. Misak-ı Milli sınırlarımıza kavuştuk.” Bupropaganda ile iktidarın gelecek seçimleri kazanması ve Erdoğan’ın ömür boyu Başkan seçilme imkanını yakalaması da mümkündür.

****

Daha önce de yazdım: ABD’nin Eski Dışişleri Bakanı Henry Kissenger, zamanın Başbakanı Süleyman Demirel ve Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’e buna benzer bir teklif yapmıştı.

Kissenger “Sayın Başbakan size hiç savaşmadan toprak kazandırmayı planlıyoruz” teklifinekarşıDemirel “o bize bağlayacağınız devletçikler yarın bir gün ayrılırken ne kadar toprak götürürler?” diye sormasıyla proje rafa kalkmıştı.

Benzer bir teklif Cumhurbaşkanı Turgut Özal’a da yapılmıştı. Özal “bir koyup üç alacağımız” varsayımıyla Türkiye’yi ABD’nin yanında Körfez Savaşı’na iştirak ettirmek istemişti. Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay, Başbakan Yıldırım Akbulut ve TBMM Başkanı Necmettin Karaduman’ın (ve diğer önemli kurumların yöneticilerinin) şiddetle karşı çıkması ve Torumtay’ın istifası ile bu maceraya girmekten kurtulmuştuk.

****

Şimdi benzer bir projeyi vaat eden ABD bu defa CB Erdoğan ve MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’yi ikna etmişe benziyor. Bu defa Cumhurbaşkanına itiraz edebilecek Başbakan, Meclis Başkanı ve Genelkurmay Başkanı yok!

Eğer R. Tayyip Erdoğan’ın “Milletin çeşitliliğini ve zenginliğini yansıtan bir anayasa hedefliyoruz” ifadesi ile anlattığı gibi, Yeni Anayasa’yla Türkiye’yi üniter milli devlet olmaktan çıkaran bir hüküm getirmek isterlerse… Biliniz ki bunu yapanlar ABD/ İsrail projesine hizmet edeceklerdir.

Çünkü Irak, Suriye, İran ve Türkiye’de oluşturulan Kürt devletçikleri bir Türkiye federasyonu çatısında birleştirdikten ve güçlendirdikten sonra Türkiye’den kopartılması çok kolay olacaktır.

Çünkü Trump’a göre, “Kürtler ve Türkiye doğal düşmandır ve birbirinden nefret eder.”

Bir dostumun ifadesiyle; “20 cm uzunluğundaki bir cetveli iki ucundan büküp kırmak zordur. Fakat cetveliniz 30 cm olursa 15 cm’den kırmak kolay olur. Yapılmak istenen de budur.”

****

İlk açılım sürecinin “akil insanlarından” Abdurrahim Semavi ne diyor? (Ya da bu kişiye birileri neler söyletiyor?)

Rojava’nın (PYD/YPG’nin yönettiği bölgenin) statüsü Türkiye’yle birlikte belirlenecek; anayasal ve hukuki müzakereler buna göre yürütülecek ve yönetilecek.”

Başka ne diyor? “Ortadoğu projesinde Kürtlerin Ortadoğu’daki coğrafyası anayasaya adil bir şekilde dahil edilecek ve tanınacak. Dünyanın dengesini değiştirecek bir proje inşa edilecek. Türkiye hükümeti, Türkiye devleti bunu göze aldı. Ne olursa olsun geri dönüş yapmayacak.”

Bunu söyleyen kişi bakın kimleri aynı derecede saygıdeğer buluyor? “Sayın Abdullah Öcalan saygı ile anılması gerekiyorsa, Sayın Mesut Barzani de en onurlu bir şekilde anılması gerektiği gibi Sayın Bahçeli de Sayın Erdoğan da bu süreçte saygıyla anılması gereken aktörlerdir.” Erdoğan ve Bahçeli’nin ve taraftarlarının bu utanç verici ifadelere tepki göstermesini beklerim.

 Yokluk Yoktur

     Adem / Yokluk, olmama, bulunmama imkânsızdır. Yokluk; vücudun, varlığın zıddıdır. Aslında, mutlak / sınırsız, daimî ve devamlı adem / yokluk yoktur. Ancak haricî / dışa ait bir adem vardır. Yani mânen ve ilmen olanın; dışta, zâhirde zuhûru, varlığı olmasa bile, hafıza ve gönüllerde mevcut olup, ilmimizde vardır. Zaten mânâ ve ilim olmasaydı; maddiyat / görünür âlem ortaya konmıyacak, ele avuca sığar bir durum almıyacaktı. Nitekim kafamızdakiler zâhirde, görünürde, dış âlemde yoklar. Ama mânen yani ilmimizde vardır.

     Allah, ilmindeki hakikatleri; dünya, kâinat ve içindekiler olarak zuhûr ettirip, zâhirde / madde âleminde görünecek şekilde tecellî ettirmekte. Böylece her madde, bir mânânın temessülü, cisim hâlini almış şekli ve tecellîsi / müşahhas / somut bir görüntüsü; kısaca taşa toprağa, ete kemiğe bürünmüş bir manzarasından başka bir şey değil.

     Zaten mutlak adem / yokluk yoktur. Çünkü her şeyi içine alan, muhit / kuşatıcı bir ilim var. Hem Allah’ın ilim dairesinin harici / dışı yoktur ki, bir şey ona atılsın. İlim dairesi içinde bulunan adem / yokluk ise, hariçte bir adem, yani yokluktur. Maddeten zuhûru olmayan, henüz tecellîsiz bir mânâ, bir anlam ve bir rûhtur. İlmî vücûda perde olmuş bir ünvandır.

     Demek ki, fenaya gitmek, geçici olarak haricî libasını çıkarıp, mânevî ve ilmî vücuda girmektir. Yani hâlik / helâk ve fâni olanlar; haricî / dıştaki vücûdu bırakıp, mahiyetleri manevî olan bir vücûd giyer. Kudret dairesinden çıkar. İlim dairesine girer.

     Kaldı ki, eşya / varlıklar, zeval ve ademe / yokluğa gitmiyor. Belki değil muhakkak ki, kudret dairesinden ilim dairesine göçüyor. Şehadet / görünür âlemden gayb / görünmez âleme geçiyor. Tagayyür / değişken ve fena âleminden nûr âlemine, bekaya müteveccih / yönelmiş oluyor. Hakikat noktasından eşyadaki cemal ve kemal; Esma-i İlâhiye / İlahî isimlere aittir. Onların nakış, cilve ve tecellîleridir.

     Madem o esma / isimler bâkidirler. Tecellîleri daimîdir. Elbette nakışları teceddüd eder / yenilenir, tazelenir ve güzelleşir. Ademe / yokluk ve fenaya gitmiyor. Şüphe yok ki, sadece itibarî ve geçici taayyünleri / meydana çıkışları  değişir. Hüsün ve cemale / güzelliğe sebep ve feyz ve kemale mazhar olan hakikatleri, mahiyetleri ve misalî / benzer hüviyetleri bakidir.

     Ruh sahibi olmayanlardaki hüsün ve cemal / güzellik; İlahî isimlere aittir. Şeref onlarındır. Medih / övgü onların hesabına geçer. Güzellik onlarındır, muhabbet onlara gider. O aynaların değişmesiyle onlara bir zarar gelmez.

     Eğer ruhlu  olıp da, akıl sahiplerinden değilse, onların zeval ve firakı, bir adem ve fena değil, belki cismanî vücudundan ve hayat vazifesinin dağdağasından kurtulup, kazandıkları vazifenin sonuçlarını, baki olan ruhlarına devrederek; onların o baki ruhları da birer İlahî isimlere dayanarak devam eder. Belki kendine lâyık bir saadete gider.

     Eğer o ruhu olanlar, aynızamanda akla da sahip iseler, zaten ebedî saadete ve maddî ve manevî kemallere sebep olan beka âlemine ve o Sâni-i Hakîm / san’atla yaratan, hikmet sahibi Allah’ın dünyadan daha güzel, daha nuranî olan berzah, misal ve ruhlar âlemi gibi diğer menzillerine, başka memleketlerine bir seyr ü seferdedirler. Çünkü mevt / ölüm; adem / yokluk, zeval ve firak / ayrılık değil; belki nice mükemmelliklere kavuşmaktır.

     Evet, varlıklarda esas olan beka / devamdır. Adem / yokluk değildir. Hatta yokluğa gittiklerini zannettiğimiz kelimeler, lâfızlar, tasavvurlar gibi çabucak yok olan bazı şeyler de, yokluğa gitmiyorlar. Ancak suret, vaziyet ve durumlarını değişerek; zeval / yok olmaktan korunup bazı yerlerde muhafaza edilerek, mutlak yokluğa  gitmezler. Çünkü, âlemde Allah’ın yapmasıyla terkip vardır. Allah’ın izniyle tahlil vardır. Allah’ın emriyle icad / var ediş ve idam / yok ediş vardır.    

     Hülâsa: Ölüm firak / ayrılık değil, visal / kavuşmadır. Tebdil-i mekândır. Baki bir meyveyi sünbül vermektir. Hayat; Kayyum ve Hayy olan Zât’a baktıkça, iman da hayata hayat ve ruh oldukça, beka bulur. Üstelik baki meyveler verir. Hem öyle yükselir ki, sermediyet / ebedîlik tecellîsini alır. Artık ömrün kısalığına ve uzunluğuna bakılmaz. Madem Allah var ve ilmi her şeyi kuşatır. Elbette adem, hiçlik, mahv, fena; hakikat noktasında inananların dünyasında yoktur. Evet, kimin için Allah var, ona her şey var. Kimin için yoksa, her şey ona yoktur, hiçtir.