12.7 C
Kocaeli
Çarşamba, Kasım 12, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 61

DEM bu DEM’dir!

Bahçeli’nin 22 Ekim tarihli meşhur Öcalan çağrısının üstünden yaklaşık üç ay geçti. Ne olup bitti? Bir muhasebe yapabilir miyiz?

Muhasebe zor, çünkü “müzakereler” hakkında pek az bilgiye sahibiz. Sanırsınız ki DEM’liler geliyor ve Meclis Başkanıyla, Bahçeliyle ve diğer partilerle, “Barış olsa ne iyi olur. Barış iyidir, savaş kötüdür.” gibi özdeyişler teati edip ayrılıyorlar.

Biraz daha elle tutulur ipuçları var: Selahattin Demirtaş’ın ve DEM heyetinin yazılı açıklaması. Bir de bizim bilmediklerimizi biliyorlar gibi konuşan başkaları; eski Çözüm Süreci’nin âkil adamları: Abdurrahim Semavi, Doğu Ergil, Doç. Dr. Vahap Coşkun.

Ne dedi? Ne dedi?

Bahçeli’nin çağrısı tek yönlüydü: Öcalan gelecek, PKK’yı feshettim diyecek, Bahçeli de ona umut hakkının kapılarını ardına kadar açtırıp tahliyesini sağlayacaktı.  Öcalan’ın tahliyesine karşılık PKK’nın lağvı. Üç ay sonra bundan çok uzaktayız. Geldiğimiz yer bambaşka: Kürt sorunu’nun çözümüne karşı şiddete son. Kürt sorununu da Türkiye Cumhuriyeti çözecek. “Biz Öcalan’ı tutsak tutuyoruz, terörü sonlandırmaya karşılık serbest bırakacağız” paradigmasından, “Siz Kürt sorununu çözün biz çatışmayı, şiddeti sonlandıralım”a geldik. Meğer tutsak olan Öcalan değil Türkiye imiş. “Türk devletini tasfiye ettik!” diye haykırırsak terör bize umut hakkı tanıyacak.

Bakınız DEM şöyle diyor: “Görüşmelerden edindiğimiz izlenim, tüm siyasi partilerde Kürt sorunundan kaynaklı çatışmalı ve gerilimli süreci geride bırakma hususunda ortak bir arzu ve irade bulunduğu yönündedir.” Bizim bütün siyasi partiler de çatışma ve gerilimin Kürt sorunundan kaynaklandığında hem fikir! Şu ana kadar itiraz eden olmadı.

Siyasi çözüm yoksa yok

Açıklamada ne PKK ne de terör geçiyor. Terör değil, çatışma, gerilim ve iki taraf var. Bunun kaynağı da PKK falan değil “Kürt sorunu”. Açıklamanın iki yerinde bu dikkatle kurgulanmış “paradigma” tekrarlanıyor: “Kürt sorunundan kaynaklı çatışma”.  Ne diyorlar? “Öcalan PKK’yı tasfiye edecek buna karşılık serbest kalacak” mı? Hayır. “Siz Kürt sorununu çözeceksiniz ancak o zaman Öcalan çağrı yapacak.” Peki Türkiye Kürt sorununu nasıl çözecek? Siyasi ve hukuki değişikliklerle. Daha önce Clausewitz’ten bahsetmiştim. Ne diyordu Clausewitz: Harp siyasetin başka yollarla devamıdır. Ne diyor Öcalan ve DEM: Siyaset harbin başka yollarla devamıdır. Siyaseten ve hukuken Kürt sorununu çözün, o zaman ve ancak o zaman biz de şiddete son verdirelim. Yoksa yok.

Âkil adam akademisyenlerimiz de tekrarlıyor aynı mesajı.

Doğu Ergil: “Ama bir anlaşma yapıldığı zaman bu sadece silah bırakma biçiminde olmayacak. Silah bırakmanın karşılığında birtakım reformlar beklenecek. Bunlar tabii demokratik, hukuki reformlar. Bunlar gerçekleşmeden silah bırakma mümkün olmayacak.”

Vahap Coşkun’un açıklaması daha da aydınlatıcı: “Gerçekten bir engel var, en büyük tartışma PKK’nin hangi şart ve koşullarda silah bırakacağı konusudur. Bu konuda pazarlıkların devam ettiğine inanıyorum. Bu mesele üzerinde devlet ile Abdullah Öcalan arasında, devlet ile PKK arasında, devlet ile YPG arasında diyaloğun devam ettiğine inanıyorum. Bu bir engeldir. Diğer bir engel de bu meselenin Suriye’nin durumuna bağlı olmasıdır. Türkiye, Suriye Kürtleri ile nasıl bir ilişki kuracak? Abdullah Öcalan önceki süreçte de bir çağrı yaptı. PKK, Öcalan’a saygı gösterdi ama onun kararını yerine getirmedi. Şartlar oluşursa Abdullah Öcalan’ın çağrı yapacağını düşünüyorum. Şu anda Öcalan çağrı yapmayacak. Abdullah Öcalan ile PKK arasında, devlet ile PKK arasında bir anlaşma sağlanması gerekiyor, sonrasında Öcalan çağrı yapacak. Eğer bu şartlar yerine getirilirse PKK, Öcalan’ın çağrısını yerine getirecek. Eğer bu şartlar üzerinde bir anlaşma sağlanmamışsa, Suriye konusunda bir anlaşma sağlanmamışsa, ne Abdullah Öcalan’ın çağrı yapacağını ne de PKK’nin tutumunu değiştireceğini düşünüyorum.”…” “Türkiye’deki Kürt meselesi sadece silah bırakma değil. Doğru, silah çok büyük bir sorun. Ama Kürt sorununda siyasi talepler ve hukuki talepler var. Bu taleplerin nasıl karşılanacağı siyaset alan(ın)da tartışılacak.

İşte böyle.

DEM DEM’den ibaret değil

Şunları da eklemeden bitirmeyeyim. DEM’in açıklaması Türkiye’nin sınırlarını aşıyor. Şöyle: “Ortadoğu’da yaşanan köklü ve geri döndürülemez gelişmelerin yüklediği sorumluluğa…” Tercümesi, “Güney (Irak) ve Doğu (Rojova) işi bitti. Beyhude uğraşmayın.” Sıra Kuzey’de, yani bizde herhâlde. Yukarıdaki alıntıda Vahap Coşkun Hoca da öyle diyordu…

Nihayet DEM, DEM’den ibaret değil: “Diyalog ve barış odaklı bu görüşmelerimiz ve fikir teatisi süreci, Eş Genel Başkanlarımız ve parti kurullarımız, parti bileşenimizi oluşturan siyasi parti ve oluşumlar, ittifak halinde olduğumuz siyasi partiler ve sivil toplum kuruluşlarıyla da başlatılmış ve sürdürülmektedir.” Acaba DEM Parti’nin bileşenlerini oluşturan siyasî parti ve oluşumlar ve ittifak hâlinde oldukları siyasi partiler hangileri? Bir ipucu vereyim. O partiler, sizin bildiğiniz partiler değil.

Açıklamanın sonunda bir de uyarı var: “Hal böyle iken, kulaktan dolma dahi denilemeyecek uydurma söylemleri üreterek dolaşıma sokmak ve yer yer ahlaki sınırları dahi zorlayıcı gündemler oluşturmaya çalışmak, olsa olsa sonucu itibariyle savaş çığırtkanlığına bağlanmaktır.” Ben de bu tuzağa düşmemek için bütün alıntılarımı DEM’den, Demirtaş’tan ve Âkil Adamlar’dan yaptım.

Ümit Özdağ’ın Tutuklanması

Zafer Partisi Genel Başkanı Prof. Dr. Ümit Özdağ’ın “mahkeme kararıyla” tutuklanması Türkiye’nin yepyeni bir dönemece girdiğini gösteriyor.

Tutuklama sürecinin işleyişi ve mahkeme kararının metni, yargılamanın “hukuki değil, siyasi” olduğunun işaretleri ile dolu.

“Yargının siyaseti dizayn aracı olarak” kullanılmasının çok örneğini yaşamış ve de bunun çok zararlarını görmüş bir ülkenin vatandaşı ve hukukçu olarak, siyasetin doğal işleyişine bu tür müdahaleleri endişe ile izliyorum.

Herkes ne diyor? “Milyonlarca taraftarı olan bir siyasi parti lideri ve ülkemizin tanınmış bir bilim adamı olarak Prof. Dr. Ümit Özdağ’ın dahi kendi fikrini söylemesine izin vermeyen bir ülke olduk.”

Bu algıya sebep olmak için demokratik bir hukuk devleti olmak iddiasından vaz geçmiş olmamız gerekir.

Siyasi alanda iktidarı denetleyen, iktidarın aleyhine konuşan hatta onu çok sert şekilde eleştiren bir muhalefetiniz yoksa demokrasiden bahsedemezsiniz. Zira “iktidar bütün rejimlerde var, muhalefet ise sadece demokrasilerde vardır.”

Ümit Özdağ’ın bazı fikirlerine ve hatta tüm görüşlerine karşı olabilirsiniz. Ama O’nun iktidarı denetleyen, yanlışlarını eleştiren, halkı yakın ve uzak tehlikelere karşı uyaran bir aktör olarak önemli bir görev yaptığını kabul etmeniz gerekir. Bu görev de ancak fikirlerini kamuoyu ile paylaşarak yapılabilir.

Öncelikle, bu yargılama hangi saikle başlatılmış olursa olsun, arkasında siyasi maksatlar olduğunu düşünmemize yol açan sebepleri açıklayalım.

**********************************

Gözaltı ve Tutuklama Hukuka ve Uygulamaya Aykırıdır.

Ümit Özdağ’ın gözaltına alınması İstanbul Başsavcılığının kararı ile oldu. Başsavcılık Özdağ’ın Antalya’da iktidarı ve Erdoğan’ı çok sert cümlelerle eleştirdiği konuşmasından sonra harekete geçti. Gözaltı kararının gerekçesi, Özdağ’ın bu konuşmasında “Cumhurbaşkanına hakaret suçunu işlediği” idi. Böyle bir suç işlenmiş olsa bile soruşturma konuşmanın yapıldığı Antalya Başsavcılığı tarafından açılabilirdi. Veya “şikayet edilen” ve “şikayet edenin” ikametgahı olan Ankara Başsavcılığı soruşturma başlatabilirdi. Nedense, soruşturma siyasi davalarla tanınan İstanbul Başsavcılığı tarafından başlatıldı.

Bu tür suçlarla suçlanan kişiler, uygulamada, Emniyet veya Savcılığa ifade vermeye davet edilir. Böyle olsaydı, herhalde, Ümit Özdağ da gider ifadesini verirdi. Böyle olmadı. Nasıl gözaltına alınıp, İstanbul’a götürüldüğü ve sabaha kadar 30 cm eninde bir tahta üzerinde bekletildikten sonra savcının ifade alması ve Sulh Ceza Hakimliğine sevki işlemlerinin sonunda gece yarısına doğru tutuklama kararı verildiğini haberlerde izledik.

Bu aşamada soruşturma genişletildi. Özdağ’ın 2020-2024 yılları arasında yayınladığı tivitlerle “halkı kin ve düşmanlığa tahrik suçunu” işlediği dosyaya eklendi. “Cumhurbaşkanına Hakaret” suçundan kovuşturmaya yer olmadığına ve fakat “halkı kin ve düşmanlığa tahrik suçunu” işlediği gerekçesiyle tutuklanmasına karar verildi.

Bu da genel uygulamaya aykırı bir karardı. Çünkü bu suç için kanunda gösterilen cezanın alt ve üst sınırı dikkate alındığında tutuklama kararı çok ağır bir karardır.

Daha da ilginç olanı kararda “delillerin henüz tam olarak toplanmamış olması” ve “KAÇACAĞINA YÖNELİK SOMUT ALGININ VARLIĞI”, “ÖLÇÜLÜLÜK İLKESİ” “Tutuklamaya alternatif adli kontrol altına alınma tedbirlerinin şüpheli açısından yetersiz kalacağı” gibi gerekçeler yer alıyor.

Bu gerekçeler kullanılıyorsa, böyle bir karara “hukukidir” demek mümkün müdür?

**********************************

Ümit Özdağ Hapse, Öcalan Meclis’e

Prof. Dr. Ümit Özdağ’ın tutuklanıp Silivri’ye gönderildiğinin ertesi günü “terör örgütünün siyasi uzantısı” DEM Parti heyeti İmralı’ya gitti. İmralı’da teröristbaşı ile “yeni müzakere sürecinin” ikinci görüşmesini yaptılar.

“Öcalan Meclis’e gelsin, konuşsun” diyen Devlet Bahçeli, eski milletvekili ZP Genel Başkanı Özdağ’ın tutuklanması konusunda hiç konuşmadı.

Zafer Partililer Genel Başkanları Ümit Özdağ’ın tutuklanması ile bu “yeni süreç” arasında bağ olduğu kanaatindeler.

Zafer Partisi adına kameralara konuşan Bartu Soral, bu durumu ilk “ÇÖZÜM / AÇILIM SÜRECİNDE olanlara benzetti. Bu süreç başladığında, toplumda PKK taleplerinin kabul edilmesine karşı direnç gösterebilecek, kitleleri yönlendirme yeteneğine sahip kişiler “kumpas davalarıyla” hapse atılmıştı. Şimdi benzer bir yöntemle toplumun direnişine engel olmak istendiğini ve bu sebeple Ümit Özdağ’ın susturulmak istendiğini iddia etti.

Tabii böyle bir niyet varsa, operasyonların gerisinin geleceği ve diğer toplumsal liderleri de içine alacağı öngörülebilir. İlk defa bir siyasi parti liderinin tutuklanması, bu defa daha pervasız uygulamaların olabileceğini gösteriyor.

Zaten CHP Genel Başkanının bir tivitini paylaşan CHP Gençlik Kolları Başkanı Cem Aydın’a yapılanlar… Bunlara tepki gösteren İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’na konuşmasından dakikalar sonra soruşturma açılması… CHP’nin Esenyurt ve Beşiktaş Belediye Başkanlarının tutuklanması… Yargı aracılığıyla çok daha sert operasyonların yapılacağının işareti değil mi?

**********************************

Özdağ ve Zafer Partisi’ne Yarar mı?

Şimdi TV’lerde yorumcular “Erdoğan mağdur olan siyasetçilere halk desteğinin artacağını bilir. En iyi örnek kendisinin ‘şiir davası’dır. Bir süre hapiste kalmanın Ümit Özdağ’a halkın teveccühünü artıracağını bilindiği halde Özdağ neden tutuklandı?” diye sorular soruyorlar.

Bu yorumlar yargının bağımsız ve tarafsız olmadığı ve bunun ne kadar normal karşılandığını ifade eden sözler. Utanç verici olduğu kadar ürpertici.

“Şiir davası” nasıl “mağdur” Erdoğan’a büyük avantaj sağladıysa, bu tutuklamanın da “mağdur” Özdağ’a siyasi bir güç kazandıracağını öngörmek bir kehanet sayılmaz.

Aynı şekilde “ahmak” davası veya başka bir dava sebebiyle Ekrem İmamoğlu da siyasi yasaklı hale getirilirse İmamoğlu da bundan güçlenerek çıkar.

Acaba bu türlü stratejik hamleleri yapan güçler veya müesses nizam Erdoğan ve Bahçeli sonrasında hangi aktörleri öne çıkarmak istiyor?

Ben bu türlü komplo teorilerine pek itibar etmem. Ama bu soruların çokça sorulduğu gelişmeleri de göz ardı edemiyorum.

Güneş Balçıkla Sıvanır mı?

            Yer, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi. Morgun önünde bir cenaze arabası… Sakin ve üzgün az sayıda kişiden oluşan grup, intihar ederek hayatını sonlandıran kadının cenazesini alarak defnetmek üzere beklemektedir. Görevlilerden biri, birkaç gündür sahibi çıkmayan ve morgda bekleyen bebeğin kimsesizler mezarlığına götürülmesi için fırsatı yakalar. Sahipsiz bebeği, tabuttaki kadının ayakucuna koyar. 

            Yer, bu defa mezarlıktır. Tabut açılır, merhumenin yakınları bebekle karşılaşırlar, olaydan habersiz oldukları için şaşırırlar. Bir süre sonra olay anlaşılır. Cenaze yakınlarından biri başka acı bir gerçeği açıklar: Kadının hiç çocuğu olmamıştır, bu durum kadını çok üzmüş ve kendisiyle ilgili söylenenlere tahammül edemeyip intiharı tercih etmiştir. Bu bilgi üzerine, cenazenin yakınları istişare ile bir karar verirler. Sahipsiz bebek kefeniyle beraber merhumenin kucağına yatırılır ve birlikte defnedilirler.

            Olaylara yüzeysel bakan biri için, bu, tesadüflerin arka arkaya gelmesiyle oluşan sıradan, bir kadın gözüyle bakıldığında insan yüreğini yakan, oldukça trajik bir olay. Her olay ve olgudan bir hikmet yakalayan mütefekkir için oldukça manidar hadise.

            Yaşanan bu olayla ilgili olarak psikologlar, çocuk sahibi olamayan bir kadınının ruh halini; sosyologlar, çocuğu olmayan kadınlara karşı toplumunun yaklaşımını sorgulayabilir; ilahiyatçılar, cenazelerin defnindeki dini ritüeli tartışabilir, buradan kendilerine konu çıkarabilirler.

            Bütünüyle bakıldığında, tesadüflerin yan yana gelmediğini, üçüncü kişilerin çıkarması gereken pek çok ders olduğunu düşünüyorum.  Olaydaki ayrıntılara tesadüf demenin, atomun ve hücrenin yapısındaki harikulade düzene tesadüf demek kadar anlamsız olduğuna inanıyorum.

            İnancımı oluşturan kaynaklar arasında rüyalar ve menkıbeler pek yer almaz. Ölçüm, ağırlıklı olarak akıl, müspet bilimin verileri, sağduyunun eseri tecrübi bilgiler, doğru kaynaklardır. Rüya ile amel etmeyi, istişarenin kaynağı akla bir haksızlık kabul etmişimdir. Uçtu kaçtıya dayalı evliya menkıbeleri de dilden dile aktarılan ve mecrasından uzaklaştırılmış, kulağa hoş gelen, mantığa aykırı hikâyelerdir. Bunlara inanmamak kişiyi dinden çıkarmadığı gibi, inanmak da dindar yapmaz.

            Fiziğin ölçülerine göre izah edemesek de beşeriyette yazılı olmayan başka bir yasanın varlığını inkâr edemiyoruz: Kişi kınadığını yaşamadın ölmüyor, yaptığı bir iyiliğin ya da kötülüğün bir zaman sonra kendine döndüğüne hayretle şahit oluyor. Her hayırda bir şer, her şerde bir hayır bulunduğunu idrak edemese de zamanla inkâr edemez duruma gelebiliyor. Hiçbir ayıbın veya günahın gizli kalmamak gibi fıtratı olduğu gerçeğini hep gözlüyoruz.

            Cansızlar sınıfında sayılmasına karşın taşın aslında canlı, ruhun bir dili, bakışların etkili silah, duyguların sirayet edici olduğunu, Hz. Yakup’un Hz. Yusuf’un gömleğinin kokusunu yüzlerce kilometre öteden nasıl algıladığını her bilim dalının enstrümanlarına rağmen izah edemiyoruz. Çok defa “tesadüf” demek kolaycılığına kaçıyoruz. Hesap yapanın üzerinde bir hesap yapıcının olduğunu sınırlı aklımızla bulamıyoruz, bulamadığımız için de görmezden geliyor veya inkâr karanlığına sığınıyoruz.      Zeki insan, bilimin verilerinden elde ettiği sonuçlarla bir denklem kurar, yaptığı matematikle çıkardığı sonucu yasa olarak izah eder. Akıllı insan da beşerî matematiğe sığmayan başka bir hesap yapıcının ve yasa koyucunun var olduğunu hayret ve tevekkülle sessizce haykırır. Çocuğu olmadığı için intihar eden kadının naaşına, sanki ödüllendirme olarak, bir bebeğin konması bence bir tesadüfün sonucu değil, bizim bir türlü hesabını kavrayamadığımız bir başka tür matematik denkleminin veya formülünün tecellisidir.

            Determinizme (Nedensellik) göre, olaylar, birbirine belirli bir şekilde bağlıdır, her şeyin bir sebebi vardır; aynı sebepler, aynı şartlarda aynı sonuçları verir.

            Olayların sonucunu belirleyen sebepleri ilahlaştırarak gerçek hesap sahibini veya failini inkâr eden determinist anlayış üzerine inşa edilen eğitim sisteminden bir an önce vazgeçmeliyiz. Determinist perspektifle olayları ve eşyanın yasasını izah etmek, kişilere ve eşyaya haksızlıktır, havanda su dövmektir. Zaman israfıdır.

            Rivayete göre, engizisyon mahkemesi Galilleo’den dünyanın dönmediğini itiraf etmesini ister. Ucunda ölüm vardır, mahkemeye “Tamam sizin dediğiniz gibi olsun.” der. Mahkeme kapısından çıkarken “Dünya dönüyor, dönüyor.” demekten kendini alamaz.

            Kim ne derse desin, dünya dönüyor; su akıyor, yatağını buluyor. Olay ve olgular, kendi matematiğiyle ilk günden beri yol alıyor, eşya kendi eksenindeki döngüyü terk etmiyor.

            Zorba eğitim baronlarını güneşin balçıkla sıvanmayacağına inandırabilirsek işler daha kolaylaşacak.

Ötüken Neşriyat’tan, Hüseyin Nihal Atsız’ın Yazdığı Muhteşem İki Eser

1- Bozkurtların Ölümü,

(İkinci Bölüm)

Bozkurtların Ölümü

Türk milliyetçiliği fikriyatının çilekeş, yılmaz yorulmaz müdâfii Hüseyin Nihal Atsız,  Bozkurtların Ölümü isimli eserinde, Çin Hânedânlığı’nın çeşitli hilelerle Birinci Göktürk Kağanlığı’nı zayıflattığı, ülkede kıtlık başladığını anlatıyor.

552 yılında Bumin ve İstemi Kağan tarafından kurulan Göktürk Kağanlığı devamlı olarak komşu ülke Çin ile savaş hâlinde yaşadı. Çok miktarda toprak fethedip ülkeyi büyütüp güçlendirdi. Bu gidişe son vermek isteyen Çin yönetimi entrikalarla savunma yolunu tercih etti. Casuslar ve bozguncular gönderip Göktürk halkının ahlâkını bozmaya çalıştı. Göktürk töresinde, evli bir kadınla ilişkisi olan Göktürk insanının idam edileceği hükmü olmasına rağmen, az da olsa bu tür olaylar yaşanıyordu. Romanda yazıldığına göre sonraki kağanlardan biri, İçing Hatun adında Çinli bir kadınla evlenmişti. Kadın kağanı zehirleyip öldürdü. Göktürk töresine göre, yeni kağan, dul kadınla evlendi. Bu kadın, Göktürkleri Çin’e saldırtıp, Çin imparatorunu devirmek ve erkek kardeşi Şen-King’i imparator yapmak istiyordu. Göktürk halkı, bütün bunları bilmesine rağmen töre gereği, saygısızlık etmemek için harekete geçemiyordu. Fakat Göktürk Ozanlarının kinâyeli hattâ alaycı ve aşağılayıcı şiirleri ile bütün hakîkatler, çak net ve açık sözlerle suratlarına çarpılıyordu:

Ötüken erlerinin Acunda çıkmaz eşi.

Ötükenin kızları Gökte ayın on beşi.   

Yürekleri kan eder Gözlerinin ateşi. 

O şaşkınlık dediğin Çinli konuğun* işi…

*Şen-King’i kastediyor.

Türkçe bildiği için Kara Ozanın sözlerini anlayan Şen-king iğnelenmiş gibi irkildi. Ablası Içing Hâtun’a Çince naklettiğinde o da öfkelendi. Feveran edecekti ki, Kara Kağan’ın ve bütün Türklerin taş gibi sessizliğini görünce durdu. İşte bir ozan yüce bir beğ olan kendi kardeşiyle açıkça alay ediyordu. Kağan a eğilerek:

Bu bayağı kişinin yüce konuğu kınamasına göz yumacak mısın? dedi.

Kağan aynı taş hareketsizliği içinde cevap verdi:

-Ozanların sözü kutludur, kesilemez.

Kara Kağan o kadar soğuk söylüyordu ki Hâtun ileriye gitmekten çekindi. Zâten söz sırası diğer ozana gelmişti. Bakalım neler söylüyordu:

Çinli beğin attığı Boşa gittiyse n’ola?

Çinli bu… sağa atsa Ok gider, düşer sola.   

Neylesin, Ulu Tanrı Güç vermeyince kola.     

Kavuşsun Kara Kağan Kür Şad gibi oğula…

Kür Şad’ın adı geçince Türkler arasında bir çalkalanma oldu. Çinli beğ ise üzerine yağdırılan bu kınamaların altında kendini kaybetmiş gibiydi. Içing Katun bu deyişleri Çinceye çevirerek kendisine anlattıkça kuduruyordu. O denli köpürmüştü ki istemeyerek kılıcına el attı. Kara Ozan onun elini kılıcına attığını görmüştü. Şimdi kopuzla cevap veriyordu:

Kılıcına el atma, Şimdi deyiş çağıdır.

Ortalıkta dolaşan Ak kımız çamçağıdır.

Yad elde oturanlar Bil ki yurt kaçağıdır.  

Senin kılıç dediğin Türkün oyuncağıdır.

Çinli beğe yılgınlık gelmişti. Katun intikam saçan gözlerle bakıyordu. Fakat onlara aldıran yoktu. Şimdi söz gene Ozanındı:

Ötüken kızlarının Gözleri gönül yarar. 

Onları gündüz güneş, Geceleyin ay sarar.  

Çinli meydan okursa Bunda şaşacak ne var?

 Keçi esrik* olunca Dövüşmeye kurt arar.

*esrik: sarhoş

Çinli beğ, içine baygınlık geldiğini anlıyor, fakat yerinden kıpırdamıyordu. Gece olmuştu. Artık Içing Hâtun da kendisine tercümanlık yapmadığı için söylenenleri anlamıyordu. Fakat her sözde kınandığını sanıyor, içi öç duygularıyla dolup taşıyordu. Hâlbuki şimdi Kara Ozanla Çuçu karşılıklı Kür Şad’ı övüyorlardı. Biri bir dörtlük söylüyor, öteki başka bir dörtlükle buna cevap veriyordu:

Ötüken’de arslanlar var. Kür Şad onların biridir.   

Çok yiğitler vardır ama Kür Şad erlerin eridir.   

Kür Şad’ı doğuran ana,  Ne emzirmiş acep ona?

Erlik, ululuktan yana Çinli Kür Şaddan geridir.  

Acunda var nice çeri Kimi üstün, kimi geri.

Kür Şad adlı Gök Türk eri Anadan doğma çeridir.

Kılıcı yıldırım çeler, Attığı ok demir deler, 

Ölüm gelse Kür Şad güler On sekiz yıldan beridir. 

Yiğitlikte en ileri, Kalacak on bin yıl diri. 

Gök Türklerin gönülleri Şimdi Kür Şad’ın yeridir.

Davullar eğlencenin bittiğini bildiriyordu. Herkes yerli yerine gidiyor, çadırlarına giriyorlardı. Şen-king ve Katun öfkeyle düşünüyor gibiydiler. Çin beği ablasının yanına sokularak Çince:

– Onlara göstereceğim. Bir Çin beği ile eğlenmenin ne demek olduğunu anlayacaklar! dedi.

***

İçerisinde bulunulan kötü durumdan nasıl çıkılacağı sorusuna cevap bulmak için Göktürk Devleti’nde Kurultay toplanır. Çevredeki Batı Göktürkler, Doğuz Oğuzlar, Tatarlar, Bayırkular, Sırtarduşlarla birlik olup Çinlilere saldırmayı kararlaştırırlar. Fakat adı geçen Türk topluluklarına durum iletilmeden Dokuz Oğuzlar Gök Türk Kağanlığına karşı isyan eder. İsyan bastırılamaz, gök Türkler ciddî kayıplara mâruz kalır.    

Kara Kağan, devletinin önde gelen kişilerini bu arada Kür Şad’ı sorguya çeker:  

-Kür Şad! Bu bozgunun Gök Türk Kağanlığını temelinden sarsacağını düşünmedin mi?  

-Gök Türk Kağanlığı Dokuz Oğuzlara yenilmekle temelinden sarsılmaz Kağan! Çünkü Dokuz Oğuzlar bizim kendi budunumuzdur. (milletimizdir) Sonunda yola geleceklerdir. Gök Türk Kağanlığını temelinden sarsan şey başka şeydir.

Kara Kağan öfkeyle bakarak sordu:

 -De bakalım: Kağanlığı temelinden sarsan şey nedir?

-Ötüken’deki Çinlilerdir. Hele bu Çinlilerin iş başına geçenleridir:

– Ne demek istiyorsun? Şen-king’i mi anlatmak istiyorsun?

-Şen-king ve onun gibileri…

-Onu tümenbaşı yapan benim!

 -Buyruk şenindir Kağan! Ama buyruğun senden gelmesi kağanlığın yıkılmasına engel olamaz.

Bu sert karşılık Kağan’ın yüzünü kızartmıştı. Tokatlar gibi acı sesle sordu:

-Siz savaşta üstünüze düşeni yaptınız mı?

-Yaptık! Dokuz Oğuzlar bora gibi, ateş gibi saldırıyorlardı. Güçsüz erlerimizin yay geren bilekleri titrerken onların her oku, bir Gök Türk’ü deviriyordu. Bozgunun önüne geçmeye imkân yoktu. Yüzbaşı Yamtar’la Yumru adındaki er olmasaydı çerimizin tamamı yok olacaktı.                                                                          Kağan meraklanmıştı. Yüzbaşı Yamtar’ı tanıyordu. Yumruyu da hatırlamıştı. Sordu:   

-Bunlar ne yaptılar da çeriyi kurtardılar?

-Sert akan bir deredeki yıkılmış köprüyü omuzları üstünde tutarak çerimizi geçirdiler.

-Bir tek köprüden çeri geçerken Dokuz Oğuzlar ne yaptılar? 

-Saldırdılar. Biz onları okla karşıladık.

-Yanında kimler vardı?  

-Işbara Han, Bögü Alp ve birkaç yüzbaşı!

Kara Kağan dikkatle Işbara Han’a baktı. Yüzünden ve göğsünden yaralıydı. Dimdik duruyordu. Kara

Kağan bilmediği bir sebeple İşbara Han’ı seviyordu. Ona sordu:   

-Işbara Han! Ok yağmuruyla Dokuz Oğuzları geciktiren arkadaşlarınız kimlerdir? 

-Yanımızda Binbaşı Bögü Alp’tan başka Yüzbaşı Sançar, Yüzbaşı Üç Oğul, Yüzbaşı Yağmur, Onbaşı

Sülemiş vardı. Hepimiz, Kür Şad’ın tek başına yaptığını yapmış değiliz.

-Yaraların derin mi?     

-Bu yaralar beni öldürmez Kağan! Yalnız içime işleyen başka bir yara var: Onbaşı Sülemiş savaşta can verdi! 

-Işbara Han! Kişi evinde doğar, savaşta ölür. Bir Türk onbaşısının ölümü sana neden bu kadar dokunuyor? 

Çünkü onun ölümü herkesin ölümüne benzemiyordu Kağan!

Işbara Han, gözlerini otağın bir ucuna dikmişti. Savaşın o anını yeniden görüyordu. Bu öyle yiğitçe bir görünüş idi ki kişi bunu ölünceye dek unutamazdı: Gök Türkler kimi atlı, kimi yayan köprüye doğru kaçıyorlar, koca Yamtar’la Yumru’nun göğüslerine kadar suya girerek insan gücü üstünde bir erlikle omuzlarında tuttukları köprüden geçerek karşı kıyıya ulaşıyorlardı. Köprüden ancak yan yana iki kişi geçebiliyor, karşı kıyıya varan ölümden kurtuluyordu. Kür Şad, Işbara Han, Bögü Alp, Sançar, Üç Oğul Yağmur, Sülemiş köprünün sağında, solunda durarak saldıran Dokuz Oğuzlara uzaktan ok yağdırıyorlardı. Kür Şad o gün bir yıldırım parçasıydı. Ona artık Ötüken’in keskin nişancısı denemezdi. O şimdi ok Tanrısı gibi bir şeydi. Biçimine getiriyor, okla iki kişiyi deviriyordu. Atsız kalmış iki üç yaralı er, Dokuz Oğuzların attığı okları yerden toplayıp bunlara getiriyordu. Fakat Dokuz Oğuzlar ölümü hiçe sayarak öyle bir saldırıyorlardı ki biraz daha durdurulmazlarsa Gök Türk ordusunu yok edebilirlerdi. O zaman Bögü Alp’in, yaklaşan Dokuz Oğuzlara at saldığı ve başına onları durdurduğu görüldü. Onun yaptığı bu şaşırtma bir oyalama idi. Fakat Gök Türklerin karşı kıyıya geçmesini sağlayacak kadar uzun sürmemişti. İşte o sırada oku biten Onbaşı Sülemiş atından atladı. Köprünün sol başındaki ince ağaca koltuklarından kemeriyle kendisini koltuklarının altından bu ağaca bağladı. İş o kadar çabuk olmuştu ki Işbara Handan başka kimse görmemişti. Bögü Alp kan içinde yağının karşısından çekilirken Sülemiş kılıcını savurarak gür sesle Dokuz Oğuzlara bağırıyor, meydan okuyordu. Dokuz Oğuzlar onu görünce ok yağmuruna tuttular. Bir anda Sülemiş delik deşik olmuştu. Fakat bağlı olduğu için düşmüyor, hâlâ kılıcını savuruyordu. Yiğit onbaşı Gök Türklere gereken en uzun zamanı kazandırmıştı. Sağ kalanların hepsi karşı kıyıya geçebilmişlerdi. Onun dirliğinde eğilmeyen yiğit sağa bükülmüş, tulgası başından düşmüş, yüzü gözü kan içinde kalmıştı. Gövdesinde kırk elli tane ok vardı. Onbaşı Sülemımiş ölmüştü. Fakat kılıcını hâlâ sımsıkı tutuyor ve bu kadar ok yediği hâlde neden düşmediğini anlamayan âsi Dokuz Oğuzların dört nala saldırışı karşısında Gök Türk Kağanlığının kanlı sancağı boynu bükük bağrı deşik duruyordu.

Köprüden geçen son Gök Türk Işbara Handı. Sülemiş’in toprağı bol bol sulayan kanları Işbara Han’a ‘Ötükende Türk yasası yürüsün diye öldüm’ diyor gibi gelmişti. Sonra Yamtar’la Yumru köprüyü bırakıp karşı kıyıya geçmişler, arkadaşları tarafından çıkarılarak ata bindirilmişlerdi.

Işbara Han bütün bu savaşı, bu yiğitliği yeniden görür gib: olmuştu. Kara Kağan’a bunları anlatırken o da ürpererek dinliyor, heyecanlanıyordu.

Konuşma bitmiş, üç başbuğ otağdan çıkmıştı. O gece bütün Ötükenlilerin içini karalar bürümüştü. Dokuz Oğuzlara yenilmek neyse ama Tulu Hanın tevkif edilerek zincire vurulup hapsedilmesi yıldırım tesiri yapmış, Ötükenliler içlerinden Kağana gücenmişlerdi.  (DEVAM EDECEK)

Yaşamın DNA’sı Sevgidir

“Önemli olan sözler değil, davranışlardır. Sevdiğini söyleyen biri yerine, Sevgisini gösteren birine inanın.” Erich Fromm

Sevgi, “insanı bir şeye veya bir kimseye karşı yakın ilgi ve bağlılık göstermeye yönelten duygudur.”

Sevgiyi arar, ona ihtiyaç duyarız. Severiz, seviliriz. Ekmek gibi, su gibidir sevgi. Hayatın ana taşıyıcısı sevgidir. İnsana, doğanın içinde, doğanın bir meyvesi olduğunu belki de en çok sevgi anlatır.

Hayatta sevginin yerini tutacak hiçbir şey yoktur. Sevgi iyileştiricidir. Ne sevgiye ne de sevgiliye doyulur. Sevgi güven verir. Sevgi barıştır. Sevgi varlığın üzerindeki örtüyü alır. Onun güneşle temasını sağlar. Sevgi, bir tür teslimiyettir. Sevgi, doğanın dilidir. Doğaya teslim olmak, yaşamı hissetmektir. Sevgi barışın can suyudur.

Yaşamın DNA’sı sevgidir. Sevgi bedelsizdir ve karşılıksız olmalıdır. Satın alabileceğimiz veya satabileceğimiz bir şey değildir. Eğer bir karşılık bekleyerek veriyorsak ya da almak için bir bedel ödüyorsak, bu gerçek sevgi değildir.

 Sevgiyi karşılıksız olarak verirseniz, mutlaka size geri döner. Karşınızdaki sevgi yolunu kapatmış biri olsa da, sizin karşılıksız sevginiz, onda bu kanalın yeniden açılmasına yardım eder. Karşılıksız olmalıdır ama karşılıksız değildir.

Sevgi kavramsal olarak soyuttur, ama yaşamsal olarak somutlaştırılmalıdır. O zaman etkinlik kazanır. Sevgi vitrinde bir süs değil, somut olarak yaşamımızdaki süreçlere aktarılması gereken bir duygudur.

 Sevginizi sözlerinizle birlikte davranışlarınıza ve eylemlerinize de yansıtmalısınız. Örneğin; birine onu sevdiğinizi söylemek yeterli değildir. Ona bunu davranışınızla; ona değer vermekle, dinlemekle, anlamaya çalışmakla, onu dikkate almakla, paylaşmakla, ona zaman ayırmakla, onun için bir şeyler yaparak, ona dokunarak, bazen onu koruyarak vs. gösterebilmelisiniz.

Sevginin varlığı, her kes için temel yaşamsal bir değerdir. Mutluluk, aşk, huzur, barış, iyilik vb. diğer tüm olumlu, güzel duygu ve yaşantıların varlığının, sevginin var olmasına bağlı olduğunu bilmeliyiz.

İnsan seviyorsa iki şeyi asla yapmaz. Aldatmaz ve ağlatmaz. Çünkü aldatmak insan onuruna; ağlatmak ise insan yüreğine yapılmış en çirkin saldırıdır. 

Sevgi yalnız belli bir insana bağlılık değil, bir tutumdur. Kişinin yalnız bir sevgi nesnesine değil, bütünüyle dünyaya bağlılığını gösteren bir kişilik yapısıdır. Kişi yalnız bir tek insanı seviyor, başka her şeye karşı ilgisiz kalıyorsa, sevgisi sevgi değil, birlikte yaşamaya bağlılık, ya da yaygınlaştırılmış bir bencilliktir.

 Sevginin kazanılması için en önemli koşul, kişinin kendi egosunu yenmesidir. Ancak kendinden bir şeyler verebilen kişi zengindir.

İnsanların sözleri her zaman eylemleri ile örtüşmez. Sözler her zaman davranışlardan daha ideal oldukları için, insanlar sözlerinden çok davranışlarına göre değerlendirilmelidir. Bu durum, özellikle sevgi konusunda geçerlidir.

 Size sevdiğini söyleyen biri, doğru ya da yalan söylüyor olabilir. Fakat sevdiğini gösteren biri, bu konuda daha inandırıcıdır. Çünkü eylemler her zaman kişilerin düşüncelerini ele verir. Sevmek, kendini karşılıksız olarak adamak, sevgimizin sevilen kişide de sevgi oluşturacağı ümidini taşımak demektir.

Sevmek karşı tarafa inanmak, bu duyguya koşulsuz şartsız kendini teslim etmektir. İnsan doğası gereği bencildir. Sevgi konusunda da, vermekten çok sevgi almak ister. Ve bu konuda bir çabaya girer. Her zaman nasıl sevileceğini düşünür, bu konuya kafa yorar. Nasıl seveceğini bilen insan, zaten hak ettiği sevgiyi görecektir.

İhtiyaçtan dolayı duyulan sevgi, biraz daha bencil bir sevgidir ve bu olgun bir sevgi türü değildir. Fakat sevgi olgunlaşmışsa, ihtiyaçtan dolayı sevilmez karşı taraf, sevildiği için ihtiyaç duyulur, özlem duyulur ona.

Sevgi hali, insanın bütün dünya ile bir olma halidir. Bütün dünyaya gösterilen sevgi, o insanda bir yaşam biçimi halini almıştır.

Hayatımıza giren herkes değerlidir, ama herkes özel değildir. Saygı hepsine, sevgi layık olana verilir. Herkesi sevmek zorunda değiliz ve zaten bu da mümkün değildir. Fakat herkese saygı göstermek olgun bir davranıştır. İnsana yakışan davranış da budur.

 Eğer sevgi bir çiçekse, saygı onu koruyan saksıdır. Çiçek solmaya başlamışsa dikkat edin, saksı mutlaka çatlamıştır.

Sevgi, vermekle çoğalır. Sevgi vermek de ego ile düşünmemeyi gerektirir. Yani kendini değil, karşı tarafı düşünerek yapılan bir eylemdir. Kendinden bir şeyler verebilen kişi zengindir.

Hani bazı insanlar vardır çevrenizde, görüştüğünüzde huzur bulduğunuz, dinlendiğiniz ve onunla görüştükten sonra ayrı bir motivasyon hissettiğiniz. Dostlarınız ya da arkadaşlarınız. İşte onlar sizler için en kıymetli hazinelerdir.  Bu servet kolay kolay elde edilemez. Eldeyken kaybetmemek gerekir.

Yanında huzur bulduğunuz insanlar, servetinizdir. Asıl mesele, bir şeye sahip olmak değil, sahip olduğuna layık olabilmektir.

Sevgi paylaştıkça çoğalır ve müthiş bir etki tepki gücüne sahiptir. Sevgi görmek istiyorsanız, etrafınıza sevgi yayın. İnsanlar sizden sevgi gördükçe, size karşı davranışları da o ölçüde değişecek ve sevgi karşılıklı olarak büyüyecektir.

Sevgiyi yok edersek veya yokmuş gibi yaşarsak, hayatımızdaki tüm güzel şeyleri de yok ederiz. Yaşamı paylaşmak, sevgiyi paylaşmaktır. Anlaşmaktır. Vermeden alınamaz tek şeydir mutluluk. Önce ver; sonra al.

Sevgiyle kalın.

Eski Tas Eski Hamam mı?

Son dönemde iç ve dış üzücü olaylar muhakkak ki hepimizi fazlasıyla üzmüştür. Ana muhalefet ile iktidardaki ittifak arasındaki medeni ilişkiler, görüşmeler ve yakınlaşmalar ortaya çıkmışken doğrusu demokrasi adına çok sevindik. Ancak bir süre sonra bu anlamlı ve takdir edilen ortam birden değişiverdi. Tekrar eski tas eski hamam mı şeklinde tekrar yanıldığımızı ister istemez düşündük. Dost bilinen aslında düşmanlarımız Türkiye’yi karadan, Ege’den ve Akdeniz’den kuşatmış oldukları anlaşıldı. Bu gelişmeler bizleri daha çok birbirimize yaklaştırması gerekirken iktidar ve ana muhalefet arasında şiddetli bir çatışma ortamı doğdu. Ortadoğu’daki gelişmeler yoğun çalışmalarla Türkiye’nin lehine olurken bu çatışma ve seçimi neredeyse çok yakına alma hevesleri üstünde durulması gereken gerçekleri bastırıverdi. Eğer yeni birtakım Haçlı saldırıları olursa bu bizi şaşırtmamalıdır. İnsan hakları, milletlerarası hukuk, egemenlik hakları dâhil ne kadar barış, istikrar ve huzur getirmekle görevli anlı şanlı birçok ismi büyük kuruluş sıkışınca ABD’nin arka bahçesinde yer alıverdi. Patron, İsrail’in arkasında olduğundan, onu koruma altına aldığından küçüklü büyüklü Batı ülkeleri de onların arkasında ilkokul çocukları gibi düzgün sıraya giriverdiler. Böyle bir Dünyada yaşamak inanıyoruz ki çok zordur. Hak, hukuk, adalet hak getire; sadece güçlü önde ve tek hâkimdir.

            Bazı siyasiler asıl ülke için yapmaları gerekenleri sandalyeden düşmemek ve yeni sandalyeler işgal edebilmek için büyük gayret sarfettiler. Siyonist genişleme peşindeki İsrail’in ve diğer İsrail’i destekleyen çevre ve ülkelerin, terör baronlarının, dünün emperyalist ülkelerinin genişlemeden ne kadar mutlu oldukları açıktır. Siyonist genişlemeciler kuzeylerindeki sahili ele geçirme peşine düşmüşlerdir. Ortadoğu’da İsrail Suriye’ye doğru toprak kazanma peşindedir. Terör örgütleri açıkça kullanılmakta ve bazıları ABD’nin kara gücü haline dönüştürülmüştür. Kürtçü bölücülük evrensel bir çizgiye çekilmiş, Türkiye’den 1071’in, 1453’ün, 1923’ün intikamı alınmak istenmektedir. Anadolu coğrafyasında Milli Mücadele ile kovduğumuz bazı ülkeler yanlış politikalarla tekrar ümitlendirilmektedir. Kürtlerin temsilcisi olmaktan çoktan uzak düşmüş olan PKK ve ismi devamlı değiştirilen terör örgütleri, bilhassa ABD tarafından her türlü desteğe kavuşturulmakta; DEAŞ sopası gösterilerek terör sevici ülkeler terörü meşrulaştırmak peşindedir. Örgütler aslında Kürt vatandaşlarımıza kin beslemektedir. Terör örgütleri Kürt vatandaşlarımızı kendilerine hizmet etmedikleri, çocuklarını örgüte katmadıkları, maddi destek sağlamadıkları için öldürmekten bile kaçınmamışlardır. Cinayet şebekesi İsrail Dünyanın gözü önünde soykırım denemeleri yapmaktadır. Şu rezalete bakın ki; sözde ateşkese rağmen, Filistin’de çoluk çocuk öldürülmeye devam edilmiş ve buna devam edilebileceği Netanyahu tarafından ilan edilmiştir. Ortada sadece sözde bir ateşkes bulunmakta; o da her an delinebilecektir. İsrail ve patronları Türkiye’ni savunma sanayiindeki gelişmeleri, Ortadoğu’da,  Türk dünyasında ve bilhassa Afrika’da siyasi etkinliğimizin artması karşısında çok rahatsızdırlar. Bunların başında da Yunanistan, ABD ve Afrika’dan kovulan Fransa ve onun boş çabaları gelmektedir.

            TC vatandaşlarının hepsine düşen görev parti farkı gözetmeden ve Balkan Harbi’ndeki yanlışlara düşmeden, ülkemizin çıkarlarını korumak, işgalcilerin oyunlarını bozmak ve onlara yem olmamaktır. Değişik tezgahlarla Türkiye’nin toprak bütünlüğü, milli ve üniter yapısı neredeyse açık artırmaya çıkarılacak noktaya çekilmişti.

            Demokrasinin teröre yenik düşürülmesi halinde demokrasi diye bir şey kalmaz. Türkiye ve Türklük düşmanlığı ile uğraşanlar İslam’la da çelişmektedirler. Türk’e düşman olarak İslam’a dost olunamayacağı tarih itibariyle açık bir gerçektir.

            Bu ve benzeri üzücü ve düşündürücü birtakım oyunlar olurken biz nelerle uğraşıyoruz? Türkiye’nin günümüzde milli davalarda ve sorunlar karşısında güçlü bir ittifaka ihtiyacı olduğu bir gerçektir. Batıya göre, Türkiye sürekli terör örgütleriyle savaşmalı, Anadolu’da çatışma olmalı ve sürdürülmeli görüşü ABD ve diğer şube ülkelerce ballı börektir. Şu halde, bize düşen görev bellidir. Maalesef bunları göz ardı ederek iktidar kavgası peşine düştükleri birbirlerini savaşla itham ettikleri ve savaşa hazır olduklarını TV ekranlarında bağıra bağıra ifade eden genel başkan görülmektedir. Diğer taraftan, heybe veya torba dolu lafı da uygun olmamıştır. Geliniz enerjinizi ve savaşı içerde birbirinize karşı değil, yabancılara karşı birlikte mücadele ediniz. Kırmızı kartları birbirinize değil, Türkiye üzerine emeli olan çevrelere karşı kullanınız. Verdiği beyanatla ülkemizin değil ama Yunanistan’ın çıkarlarını destekleyen, Akdeniz’de milli menfaatlerimizle yakından ilgili mavi vatan için masal diye saçmalamış olanlara gerekli işlemi yapınız. “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” şeklindeki ifadeden rahatsız olan milletvekillerinize gerekeni yapınız. Bu ifadeye hem sahip çıkacaksınız, hem de bazı milletvekilleriniz tersini söyleyecek. Bu gibi çelişkiler ortadan kalkmalıdır. Bütün bunlar olurken sözde dostumuz ve Müslüman kardeşimiz İran neler yapıyor? Yüce Peygamberimiz “Müslüman Müslümanın kardeşidir” demesine rağmen, İran PKK ve YPG’den neden medet umar? Suriye çok şükür üçe bölünemedi; Türkiye bazılarının beklediği gibi sıkıştırılamadı. Suriye’de varlığı biten İran’ın YPG’ye kamikaze dron vermesi O’nun için utanç vesikası değil mi? Suriye’de sahada kalmayı yitirmesine rağmen, İran’ın Türkiye aleyhine faaliyetlere destek olmasını nereye koyacağız? Şeytan dediği ABD ile zaman zaman işbirliği yapabilmesi ne ile tanımlanabilir? İran’ın sürekli karmaşık ve oynak dış politikası bölgemizde belirsizlikler doğurmakta İran güvenilirliğini yitirmekte; komşuluk ilişkilerini de zedelemektedir. Ne gariptir ki; Tahran’da güneş hep farklı yönlerden doğuyor ve batıyor gibidir. Balkan Harbi’nde bize harbi kaybettirenlerden Hürriyet-i İtilaf Partisine özenmek neden? Komşumuz nasıl bir Müslümandır ki dış politikada Azerbaycan’a karşı Ermenistan’ı savunur? İktidarı ve muhalefetiyle ülke çıkarlarına, milli devlet ve üniter yapı prensiplerine hizmet eden, Cumhuriyete ve Atatürk çizgisine saygılı, bu çizgiden kopmayan her partinin güçlü olmasını ve yanlış yapmamasını bekleriz. Atatürk’e rağmen Atatürkçülük yapmak uygun değildir.                                                                              

Ümit Özdağ Değil Türk Milleti İçeri Tıkılmıştır!

Türkiye’de hepimiz hukuk ve dolayısıyla adalet arıyoruz…

Ancak ülkemiz üzerine çöreklenmiş anlayış, halkı hukukla korkutmak ve sindirmek için yargıyı sopa olarak kullanıyor.

Ümit Özdağ hadisesini de böyle okumak gerekiyor.

Ümit Özdağ büyük bir gayretle ve ısrarla sürdürdüğü çalışmasını belirli bir seviyeye getirince ne yazık ki, her halükârda koltuklarını korumak isteyen iktidar sahipleri tarafından hedef alındı.

Ümit Özdağ bu söylemlerini partisi kurulmadan önce de sonrasında da ifade etmekten hiç kaçınmadı. Öyleyse bu gözaltı ve tutuklanma hadisesi bugün neden yaşandı?

Günümüzde söylemleri en çok karşılık bulan lider Ümit Özdağ’dır.

Konjonktürel gelişmeler onun haklı olduğunu ortaya koymaktadır.

Hele ki, Türk Milletinden ve Türk Devletinden yana tavizsiz tavırları uluslararası güçleri ve onların yerli işbirlikçilerini çok rahatsız etmiş durumdadır.

Başta Türk gençliği olmak üzere Türk Milleti, Ümit Özdağ ve Zafer Partisi ile birlikte yeniden bir dirilişe geçti.

Üzerimizdeki ölü toprağı atılmak üzere!

Elbette bu durum birilerini rahatsız edecekti ve etti de!

Ümit Özdağ’ın çok önemli bir saptaması da: “Türk devletini Türk Milletine geri vereceğiz” vaadidir. Burası çok önemlidir ve tek başına etrafı ürkütmeye yeter bir iddiadır.

Ümit Özdağ’ın Türk Milletinden ve Türk Devletinden yana tüm düşünce ve eylemlerinin yanındayım…

Sadece ben mi?

Milyonlarla ifade edilen milliyetsever, vatansever, Atatürk’ün izinde giden insanlarımız da onunla beraberdir.

Bu sebeple sakın ola ki, Ümit Özdağ yalnız sayılmasın…

Türk Milleti bugünleri anlatacaktır. İhtiyacımız olan tek şey birlik ve beraberliktir. Bunun tesis ettiğimiz takdirde önümüzde hiç güç bize karşı duramaz!

Buradan Türk Milletinin aziz mensuplarına bir kez daha seslenmek isterim ki, Türkiye’miz Türk Milletinin elinden alınmak istenmektedir. Buna engel olmak için çırpınan insanların yanında olun bu mücadelemizde bize çok büyük güç verecektir.

İnanıyoruz ki, birlikte başaracağız…

Saygı değer Genel Başkanım her biri bir Ümit Özdağ olmuş milliyet ve vatan sever arkadaşlarınız tavizsiz yanınızdadır. İnşallah Türk Milleti için başlattığınız. “Zafer Yürüyüşü”nü sizin önderliğinizde hedefe ulaştıracağız…

Gün ola harman ola!

Ötüken Neşriyat’tan, Hüseyin Nihal Atsız’ın Yazdığı Muhteşem İki Eser 

1- Bozkurtların Ölümü, 2-Bozkurtlar Diriliyor

(Birinci Bölüm)

       HÜSEYİN NİHAL ATSIZ: (12 Ocak 1905 – 11 Aralık 1975)

Yirminci asırda Türk milliyetçiliğinin en önemli ismi ve Galip Erdem’in ifadesiyle ‘Türk birliğinin dev inançlı bekleyicisi’ olan Atsız Bey, baba tarafından, deniz subayları yetiştirmiş bir aileden gelmiştir: Büyükbabası Hüseyin Ağa, Gümüşhane’nin Torul kazasının Midi köyünde yerleşik Çiftçioğulları âilesine mensuptu ve askerliğini deniz eri olarak yapmak için geldiği İstanbul’da teskere bırakarak çarkçı kolağalığına kadar yükselmişti. Onun oğlu ve Atsız Bey’in babası olan Mehmed Nâil Bey de güverte binbaşılığına kadar yükselmiş bir deniz subayıydı. Atsız, Mehmed Nâil Bey’in, Trabzonlu Kadıoğulları âilesine mensup Fatma Zehra Hanımla 1903’te gerçekleşen evliliğinden dünyaya gelen üç çocuğun en büyüğü olarak İstanbul’da doğdu. İlkokula, Latin harfleriyle eğitim verilen Kadıköy’deki Fransız Mektebinde başladı. Bu okulun bir yangınla harap olmasından sonra bu defa yine Latin harfleriyle eğitim verilen Alman Mektebine yazdırıldı. Trablusgarp Savaşı yıllarında, Malatya gambotuyla Süveyş’e sığınan babasının yanma gönderildi ve orada yine bir Fransız okulunda tahsiline devam etti. Mehmed Nâil Bey’in İstanbul’a dönmesiyle bu sefer Kasımpaşa’daki Cezayirli Haşan Paşa Okuluna yazdırıldı. Arap harfleriyle eğitime burada başlayan Atsız Bey, ailesinin Kadıköy’e taşınmasıyla tekrar okul değiştirerek Osmanlı İttihad Mektebine gitmeye başlamıştır. Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcında Kadıköy Sultanisinin rüştiye kısmına devam eden Atsız, buradan İstanbul Sultanisine geçmiş, onuncu sınıftayken girdiği imtihanda başarılı olarak Darülfünuna kaydolmuş, ardından bir geçiş sınavıyla Tıbbiyeye, orada girdiği başka bir sınavla da 1922’de Askerî Tıbbiyeye girme hakkını kazanmıştır. Yücel Hacaloğlu’dan öğrendiğimize göre; 1921 – 1925 yıllarında haftalık bir mecmua ve bazı günlük gazetelerde ‘H. Nihâl’ ve ‘Askerî Tıbbiye öğrencisi H. Nihâl’ imzalarıyla yazılar yazan Atsız Bey’in, 1917’de İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin maddî desteğiyle çıkarılmaya başlanan, Malta’ya sürülene kadar Ziya Gökalp’ın idâre ettiği Yeni Mecmua’nın, Fâlih Rıfkı (Atay) (1894-1971) yönetiminde neşredilen sayılarından Kasım 1923 târihlisinde, ‘Suallerimiz ve Cevaplar’ sayfasında Hüseyin Nihâl imzasıyla bir mektubu çıkmıştır. Mektuptaki, ifâdelerinden, Türkçülük fikri gibi, temel antitezlerinin de erken dönemlerde tebellür ettiği anlaşılmaktadır. Hüseyin Nihâl, Mesud Süreyya adlı Arap asıllı bir mülâzımın gereksiz yere istediği selâmı vermediği için 4 Mart 1925’te Askerî Tıbbiyeden çıkarılmıştır. Bu yüzden de bazı mektuplarında kendisinden ‘yarı doktor’ olarak bahsetmiştir.

Askerî Tıbbiyeden çıkarıldıktan sonra, Kabataş Lisesinde birkaç ay muallim muavinliği yapan Atsız Bey, daha sonra Denizyollarının bir vapurunda kâtip muavini olarak çalışmış, İstanbul – Mersin arasında birkaç seferde bulunmuştur. 1926da Yüksek Muallim Mektebine ve Darülfünunun Edebiyat Şubesine kaydolan Atsız, buradan Edirneli Nazmi’nin Divanı’nın gramer ve sözlüğü üzerine hazırladığı bitirme teziyle 1930’da mezun olmuş, 25 Ocak 1931de ise Fuad Köprülünün (1890-1966) teşebbüsüyle Türkiyat Enstitüsü’nde asistanlığa başlamıştır. Kısa bir süre sonra, 15 Mayıs 1931de, ilk dergisi olan Atsız Mecmua’yı neşretmeye başlamış; dergide, kimi o sırada şöhretli, kimi ileride kendi sahalarında temâyüz edecek isimlerle, daha ziyâde kültürel ve ılımlı bir Türkçülüğün ilmî çerçevede işlendiği köycü bir bakış açısı hâkim olmuştur.

Atsız, Temmuz 1932’de toplanan ve dâvetli listesinde adı olduğu hâlde katılmadığı Birinci Türk Târih Kongresi’nde savunulan resmî târih tezine karşı ilmî itirazlarını belirttiği için bilhassa Dr. Reşit Galip’in (1893-1934) hücumuna uğrayan hocası Zeki Velidi Togan’ın lehine, aralarında Pertev Naili Boratav’ın (1907-1998) da bulunduğu diğer yedi arkadaşıyla birlikte, Galip’e bir protesto telgrafı çekmiş ve muhalif olarak mimlenmesine yol açan bu tavrı, Reşit Galip’in Maarif Vekili olduğu sırada, Atsız Mecmuanın 25 Eylül 1932 târihli son (17) sayısında yayınladığı, Darülfünun hocalarının yetersizlikleri, câhillikleri ve esersizliklerini sert bir dille eleştirdiği bir yazısının da tuz biber olmasıyla, 13 Mart 1933’te Darülfünundan atılmasına yol açmıştır. Birkaç hafta sonra Orhan Şaik’le birlikte Malatya Ortaokuluna Türkçe öğretmeni olarak tâyin edilmiş, orada yaklaşık dört ay bulunduktan sonra edebiyat öğretmeni vazifesiyle Edirne Lisesine tâyin edilmiştir.

Edirne’de görevli olduğu yılların bir hâtırası: Bir yaz tâtilinde, arkadaşlarıyla, asıl maksatları İstanbul’dan yürümek olduğu hâlde, yeterli vakitleri bulunmadığından, Sirkeciden kalkan Selâmet vapuruna binip Çanakkale’ye ve oradan motorla Kilitbahir’e çıkıp yaya olarak bütün savaş alanlarını dolaştıkları bir Çanakkale gezisidir. Bu geziye dâir hikâyesini, 1933’te ‘Çanakkale’ye Yürüyüş’ adıyla bastırmıştır. Edirne’de, Türkçülük yolundaki ikinci yayın çabası olarak, 5 Kasım 1933 târihinden itibâren 16 Temmuz 1934’e kadar dokuz sayı yayınlanacak ve yine resmî târih tezine dönük sert polemiklere giriştiği için, Vekâlet emrine alınarak öğretmenlikten uzaklaştırılmasına yol açacak ve bir süre sonra da kapatılan Orhun dergisini çıkarttı. Aynı zamanda bu dergide, 1935 yılında yayınlanan, Türk Târihi Üzerinde Toplamalar adlı eserini tefrika etmeye başladı. Böylece, kendi târih tezini, daha önce Rıza Nur ve Mükrimin Halil (Yinanç) (1900-1961) tarafından kısmen ortaya konulmuş olan umûmî bir bakış açısıyla sistemleştirmeye başladı. Ona göre Türk târihi, resmî tezin hilafına, pek çok hnedan eliyle kurulmuş devletlerden değil, Doğu ve Batı Türkeli’ne hâkim olan pek çok hânedan tarafından yönetilmiş iki devletten müteşekkildi ve hanedanları değil, devleti esas alarak anlatılmalıydı.

Daha sonra çeşitli okullarda fasılalarla öğretmenlik yapan Atsız, 1937’de Tahsin Demiray’ın Ateş – Çocuklar İçin dergisinde, pek çok nesli etkileyecek ve Türkçülük yoluna girmelerini sağlayacak olan, Birinci Göktürk Kağanlığının çöküşünü ve Türklerin Kür Şad liderliğinde bağımsızlık için isyan edişini destansı bir dille anlatacağı Bozkurtların Ölümü adlı romanını tefrika etmeye başladı; fakat yayın yarım kaldı. Tamamlanması ve kitap olarak neşri, 1946 yılında gerçekleştirilebildi. Çok ilgi gören romanın, 1949’da ‘Bozkurtlar Diriliyor’ adıyla devamı neşredildi. Burada da ikinci Göktürk Kağanhğı’nın elli yıllık aradan sonra Kutluk Şad tarafından diriltilmesi anlatıldı. Ayrıca 1940 yılı içinde, 900’üncü Yıldönümü adlı risâlesi ile Sabahattin Ali’nin ‘İçimizdeki Şeytan’ romanına karşı yazdığı ‘İçimizdeki Şeytanlar’ adlı risâlesi ve Türk Edebiyatı Târihi adlı küçük hacimli eserlerini yayımlamıştır.

Atsız, Boğaziçi Lisesi’nde Türkçe öğretmeniyken, daha önce Edirne’de çıkardığı Orhun’u, kaldığı yerden, yâni onuncu sayıdan itibâren tekrar neşretmeye başlamış, bu dergi de 1 Ekim 1943 ila 1 Nisan 1944 arasında yedi sayı yayınlanabilmiştir. Mart – Nisan 1944’te Millî Eğitimdeki komünist faaliyetleri ifşa edip sorumluları istifaya çağırdığı ve Başbakan Şükrü Saraçoğlu’na hitâben kaleme aldığı meşhur açık mektupları sonrasında derginin yayını durdurulmuş; öğretmenliğine son verilmesi dışında, itham ettiği Sabahattin Ali’nin kendisine açtığı dava, 3 Mayıs 1944’te Ankara’da milliyetçi gençliğin sonradan Türkçüler Günü olarak anılacak nümâyişlerini ve adlî târihimize ‘Irkçılık – Turancılık Dâvâsı’ adıyla geçecek yargılamaları doğurmuştur. Bu dâvâdan sonra uzun müddet işsiz kalan ve Türkiye Yayınevinde çalışan Atsız, bu dönemde, muahhar baskılarda genişleyecek olan şiirlerini ‘Yolların Sonu’ (1946) adlı kitapta toplamış; Osmanh Târihleri 1 adlı derlemenin içinde, Ahmedî’nin, ‘Dâstan ve Tevârih-i Mülük-i Âl-i Osman’, Şükrullah’ın ‘Behçetü’t-Tevârih’ ve Âşıkpaşaoğlu’nun ‘Tevârih-i Âl-i Osman’ adlı Osmanlı târih yazıcılığının erken metinlerini neşretmiştir.

Atsız, Darülfünundaki sınıf arkadaşlarından Tahsin Banguoğlu’nun Millî Eğitim Bakanı olmasıyla 1949 Temmuzunda Süleymaniye Kütüphanesi’ne uzman olarak tâyin ve bir yılı biraz aşkın zaman sonra Haydarpaşa Lisesi Edebiyat öğretmenliğine tayin edilmiş; fakat bir Türkçüler Günü ihtifali dolayısıyla 4 Mayıs 1952’de Ankara’da verdiği ‘Devletimizin Kuruluşu’ başlıklı konferansta, millî târihe ilişkin kanaatlerini Türkçü bir bakışla anlatmasından rahatsız olan basının tezviratıyla öğretmenlikten ‘muvakkaten’ alınıp tekrar Süleymaniye Kütüphanesinde görevlendirilmiş, bu ‘muvakkat’ vazifesi emekli olacağı 1969 yılma kadar on yedi sene sürmüştür. Atsız, Süleymaniye Kütüphanesinde görevli olduğu yıllarda, çeşitli makalelerinden derleyerek Türk Ülküsü (1956) adlı kitabını yayımlamış, 1958de önce Akşam Gazetesi’nde tefrika edilip aynı yıl kitaplaştırılan ve Fetret dönemimize dâir acıklı bir şehzâde öyküsü olan ‘Deli Kurt’ romanını neşretmiş, Ömer Fâruk Akün’ün verdiği bilgiye göre, 1936’da bir sahafta görüp istinsah ettiği ve daha sonra aslı Berline götürülerek İkinci Dünya Savaşı’nın dağdağası içinde kaybolan, Bayburtlu Osman’ın ‘Tevârih-i Cedîd-i Mirât-ı Cihân’ (1961) adlı eserini, ayrıca Birgili Mehmed (1966), Mustafa Âlî (1967) ve Ebussuud Efendi’nin (1968) bibliyografyalarını hazırlamıştır.

Atsız’ın çıkardığı son Türkçü dergi, 1964 – 1975 yılları arasında 143 sayı yayınlanan Ötüken dergisidir. 1972de, son romanı olan ve daha önce ismini müstear olarak kullandığı; hayatı, kendi hayatıyla büyük oranda örtüşen Selim Pusat adlı askerlikten atılma bir monarşist subayın etrafında gelişen sembolik ve tenasühi bir öyküyü anlattığı ‘Ruh Adam’ı yayımlar.

Atsız, Türkçülük târihinin en önemli önderidir. Bu sebeple Altan Deliorman Bey, kendisi hakkında kaleme aldığı kitabında, cenazesinden bahsederken haklı olarak ‘musalla taşında yatanın Atsız değil, Türk milliyetçiliğinin bir devri’ olduğunu ifâde etmiştir. Büyük Türkçünün ebediyete intikalinin üzerinden çok yıl geçmiş olmasına rağmen yarattığı romantizmin ve edebî kuvvetinin her yeni kuşağı etkilemeyi devam ettirdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bunda, şüphesiz bir ömür boyu sarsılmaz bir inançla ve yüksek bir ahlâkî salabetle savunduğu fikirlerden inhiraf etmemiş olmasının; kendisini hiçe sayarak milletinin geçmişinde, hâlinde ve geleceğinde fenafillah derecesinde benliğini eriterek varlığını gerçek anlamda ona adamış olmasının payı büyüktür.

(Devam Edecek)

Nedir Bu Kürt Sorunu?

                İçinde yaşadığımız şu günlerde Türk milleti cumhuriyet kurulduğunda bu yana beka yönünden belki de tarihinin en zor günlerini yaşıyor. Belki de diyorum; yedi düvelle savaştığımız kurtuluş savaşı günlerinde en azından düşman belliydi, durum gayet netti Türk askeri kiminle savaşacağını en azından biliyordu. Şimdi ise dost bildiklerimiz dahi Türkün kanına, canına toprağına kast etmiş düşmanla, kol kola ihanette işbirliği içerisinde. Rahmetli Kâzım Karabekir Paşa’nın dediği gibi: “Hava o kadar puslu ki şeytan bile Müslüman mintanıyla dolaşıyor.

                Defalarca yazdım yine yazıyorum. Türkiye’nin coğrafi konumu, dünyanın en netameli coğrafyasında bulunuyor. Bu yüzden yöneticilerimiz, ülkemizi usta birer satranç ustası gibi kılı kırk yararak yönetmeleri gerekiyor. Oysa nerede? Daha 22 yıl evvel iktidara gelir gelmez: “Ben ekonomistim, ülkeyi bir tüccar gibi yöneteceğim.” Diyerek işe başladı. Evet, ülkeyi tüccar gibi yönetti ve halâ da yönetiyor ama hem de müflis bir tüccar gibi. İktidarı devir alırken Türkiye’nin 120 milyar dolar olan dış borcu, 750 milyar dolara çıkmış vaziyette.

                Suriye’nin bugün geldiği noktada Cumhur ittifakının büyük ortağının elbette ki büyük payı var. Arap Baharı’nın fırtınalı günlerinde Eş Başkanlık payesi verilen o günün Türkiye başbakanı, Suriye lideri Esat ile ortak bakanlar kurulu toplantıları, yat gezileri yapmasına rağmen birden bire ABD ve müttefikleriyle birlikte Suriye yönetimine cephe aldı. Emevi camiinde namaz kılacağız diye çıktıkları yola ancak, “Basra harab olduktan” 14 yıl sonra namaz kılabildiler. Şimdi ise Suriye’nin geleceğini yine ABD ve İngiltere öncülüğünde 5 Avrupa ülkesi belirleyecek. Suriye’nin geleceğinin tartışıldığı İtalya’da toplanan 5 ülke masasında maalesef Türkiye’ye yer yok.

***

                850’ye yakın asker, polis ve sivil insanımızın şehadetleriyle sonuçlanan “Birinci Çözüm Süreci”ni eline yüzüne bulaştıran Ak Parti, bugün tekrar aynı süreci uygulamak istiyor. Hem de birincisine şiddetle karşı çıkan MHP’yi yanına alarak. Ve hem de kendisi kenarda duruyormuş gibi etliye sütlüye karışmadan. İşin organizatörlüğünü MHP’ye vererek. Tabi süreç başarısızlığa uğradığında kendisi kenara sıyrılacak, başarısızlığın suçu MHP’nin üzerinde kalacak.

                Dün, adını dahi ağzına almadan her defasında, “Bebek Katili” olarak isimlendiren Devlet Bahçeli, DEM Parti yetkililerine seslenerek: “Abdullah Öcalan gelsin, mecliste haykırsın!” diyerek gerçekten de Bebek Katilinin Gazi Meclise gelip terörün durdurulması için konuşma yapmasını istiyor.

                Neticede DEM Parti heyeti, İmralı’daki bebek katiliyle görüşüp onun isteklerini ziyaret ettikleri partilere ilettiler. İşte görüşmeden çıkan sonucun kamuoyuna aktarılan bildirideki bir paragrafında belirtilen istekleri:

Ziyaret gündemlerimizin ana eksenini, Sn. Öcalan ile yaptığımız görüşmenin sonuçlarının aktarımı ve ortaya çıkan yeni durumun karşılıklı olarak değerlendirilmesi oluşturmuştur. Bunlar da özetle, Kürt sorununa ve bundan kaynaklı çatışmalı sürece kalıcı çözüm bulmak için pozitif katkı sunma istek ve iradesine, Türk-Kürt kardeşliğinin güçlendirilmesinin tarihsel sorumluluğuna, Ortadoğu’da yaşanan köklü ve geri döndürülemez gelişmelerin yüklediği sorumluluğa, TBMM ve demokratik siyasetin sorunun en önemli çözüm zeminini oluşturduğuna odaklanmıştır.

                “Kürt sorununa ve bundan kaynaklı çatışmalı sürece kalıcı çözüm bulmak için…” Kürt sorunu ve bundan kaynaklı çatışmalı süreç! Bin yıldır birlikte yaşayan Türk ve Kürt halklarının hangi ve ne sebeple çatışmaları olabilir ki? Eğer eğer bahse konu olan doğu Anadolu’muzda İngilizlerin oyununa gelerek Şeyh Sait ve Seyid Rıza isyanlarından, 1984 yılından bu yana devam eden PKK kalkışmalarından bahsediliyorsa, bu nasıl anlaşılacak? Burada anlaşmak için bir tek çözüm var o da, Şeyh Said’e, Seyid Rıza’ya geçmişte hangi uygulama reva görüldüyse şuanda ülkede terör estiren teröristlere de aynısı uygulanacak. Terör başka dilden anlamaz çünkü.  

                Ağızlarını her açtıklarında Kürt sorunundan bahsediyorlar. Ancak, sorunun ne olduğunu bir türlü anlatmıyorlar. Aslında isteklerinin ne olduğunu sürecin dışında defalarca söylediler. Ne demekse; eşit vatandaşlık, anayasanın ilk dört maddesi ve 42, 44, 66 maddelerinin değişmesi. Bütün meseleleri Türklük ve Cumhuriyetle.

                Eş Genel Başkanları Tuncay Bakırhan, 100 yıllık cumhuriyet parantezinin kapatılacağından bahsediyor. Bahsediyor da kime güveniyorlar, tabii ki ABD ve batılı diğer emperyalist ülkelere. 6 Ağustos 1923 yılında “Türk – Amerikan Lozan anlaşması” Türkiye ve ABD taraflarınca imzalandığı halde, aradan 102 yıl geçmesine rağmen halâ Amerikan Senatosu tarafından bir türlü oylanıp kabul edilmemiştir.

                Emperyalist devletlerinTürk Toprakları üzerindeki menfur emelleri halâ bitmemiştir. Daha, 1896’da Everett P. Wheeler.Biz Türkiye’de Hıristiyanlar ve Hıristiyanlık için okul hastane açıyoruz. İlaç götürüyoruz modern tıbbı ve eğitimi kuruyoruz. Türkler bizi istemeğe bilir ama orasının sahibi Türkler değil ki diyordu. (İlber Ortaylı-Osmanlı’da Milletler ve Demokrasi) Bütün bu sözler bizlere bir şeyler anlatmıyor mu, Tevrat’ta “Nil’den Fırat’a büyük İsrail yazmıyor mu?