Yazar İsmet Binark Beyefendi, ‘Sâmiha anne’ diyerek andığı ve rahle-i tedrisinden feyz aldığı merhûme Sâmiha Ayverdi Hanımefendi’nin Hazret-i Mevlanâ hakkındaki görüşlerini naklediyor.

40

Oğuz Çetinoğlu: İnancımızdan beslenen kültürümüze göre insanoğlunun dünyaya gönderilişi sebepsiz değildir. Büyük âlimlerin, velî kişilerin gönderilmesi ise özel bir sebebe mebnîdir. Merhûme Sâmiha Ayverdi Hanımefendi’nin Hz. Mevlanâ’nın özel görevi hakkındaki değerlendirmeleri nasıldı?

İsmet Binark: Efendim, suallerinizi: mutasavvıf ve mütefekkir-yazar, aziz hocam Sâmiha Ayverdi’nin kendi yazdıklarından ve söylediklerinden nakiller yaparak cevaplandırmaya çalışacağım:

Sâmiha Ayverdi, Hz. Mevlanâ’nın özel görevini açıklamaya, Hazret-i Pîr’in, dünyamızı teşrifleri dönemindeki Türk-İslâm âleminin durumunu tahlil ederek başlıyor.

Çetinoğlu: Lütfeder misiniz, neler buyuruyor?

Binark: Değerlendirmeleri şöyle: Bilindiği gibi on üçüncü asır, Selçuklu Devleti’nin, siyâsî, içtimâi ve iktisadî buhranların bitmez tükenmez tazyiki altında can çekiştiği istikrarsız ve huzursuz bir dönemidir. Bu şaşkınlık ve kararsızlık içinde bunalmış olan halk, bir manevî ümit ve istinat noktasına bağlanmak zaruretinde idi. Bu arada, mâzîsi binlerce sene evveline giden ve yeryüzünün çeşitli fikir, felsefe, îtikat ve mezheplerinin içine sızmış kabalistik (1) motifler, adetâ kıyâfet değiştirerek, İslâm dîninin içine de yol bulmuştu. Bu arada, birtakım Bâtınî (2) ve Hârici(3) temâyüllü tarikat ve mezheplerle, Sünnî îmâna su katmakla mükellef şüpheli müesseseler, Anadolu’da yaygın bir nüfuza sâhip bulunuyorlardı.

Selçukluların siyâsî fetret ve bozgunlarının sosyal plânda meydana getirdiği buhranlardan faydalanarak gelişmiş Cimri Baba(4) ve Baba İshak(5) vak’aları gibi arkalarından büyük toplulukları sürükleyen dînî-siyâsî hareketler ise, bir tasavvuf sisteminin malı olmaktan ziyâde, âsâyiş ve inzibat noktasından ele alınmak gereken vak’alar diye sınıflandırılmalıdır.

Halbuki saf ve samîmi manâsıyla Şark, Ahmet Yesevî’den(6) evvel ve sonra, Sünnî Müslümanlığı bir sünger gibi emip bünyesinde temsil ederek, onu tasavvuf normları içinde yeniden İslâm âlemine iade ederken, bir mücâhede ve tasfıyeli bir îman ruhunu da berâber getirmiştir.

Şerîate bağlı, berrak ve feragatli bir ahlâk anlayışını, Ahmet Yesevî adına Uzak Şark’tan Garp Türklüğü içine getiren binlerce velî, ne çâre ki bir taraftan yabancı şerîatlerin nüfuzu altında kalmış, bir taraftan da, zümre ve şahıs menfaatlerine âlet olmuş Bâtınîlerle karşılaşınca, onlar tarafından kendi saflarına kazanılmış gibi gösterilmiştir. Böylece, zamanın aldatan hükmü, beşeriyete üslûp ve istikâmet veren bu erleri, erenleri, ahileri, abdalları. dalâletin ve cehâletin kendisi imiş gibi damgalamak hatâsına düşmüştür.

Anadolu’da Kızılbaşlık cereyanlarının ve buna muvâzî olarak ve hüviyeti karanlık bir melâmet fikrinin, basit halk tabakalaşmasında kesif taraftar bulması, insanları dînin kayıt ve şartlarından âzâde tutan bir hürriyet vâdederek, şeriatın haram kabul ettiği fiilleri mubah telâkki etmesi ile izah olunabilir.

Ne ki, şerîate bağlı inanışın kafası olan Selçuklular devrinde tasavvuf müessesesi ve diyânet haritası, İslâm birliğini parçalamak yolunda siyâsî, içtimaî ve iktisadî imkânlardan kuvvet ve mesnet bulan bu ocaklara Fahreddîn-i Irâkî(7), Sadreddîn-i Konevî(8), Evhadüddin-i Kirmânî(9) ve nihayet Celâleddîn-i Rûmî gibi kuvvetli merkezlerle karşı çıkmış bulunuyordu.

Anadolu’nun kifâyetli bir devletçilik anlayışından mahrum kalarak kendi başının derdine düştüğü on üçüncü asırda tasavvuf an’anesinin, Bâtınî karakter taşıyan mihraklarına rağmen, saf Sünni îmânı destekleyen çok kuvvetli merkezler, rüştlerini ve zaferlerini îlân etmiş bulunuyorlardı. Bahusus Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin, saf îmânın hür ve samîmî temsilcisi olarak gelip Konya’ya yerleşmesi, iktisadî buhran ve içtimaî huzursuzlukları bir çamur gibi yoğurup, bundan kendi tefekkür sistemleri lehine tehlikeli binâlar kurmak isteyen Bâtınî kuvvetlere karşı protesto mâhiyeti göstermiş ve müthiş zehirlerinin panzehiri olmuştu.

O zamanki Türk-Islâm coğrafyasında içtimaî muhîtin bir mahsûlü olan bu diyanet ve tasavvuf haritasını, daha kısa çizmeye imkân yoktur.

Çetinoğlu: İhâtalı bir değerlendirme. Tek cümle ile özetlemek gerekirse:  O’nun özel görevi, zayıflatılmaya çalışılan İslâmî düşüncenin dirilişini sağlamaktı… Bu açıklamaların detayı da olmalı… Meselâ görevini nasıl bir metod ile îfâ etmeye çalıştı?

Binark: Yine Sâmiha Anne’den nakledeyim: Kendini bir beşeriyet fedaîsi olarak insanlara nezretmiş müstesnâlar arasında bulunan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin kütle terbiyesindeki gâyesi, sistemi ve metotları gâyet sarih ve hasbî idi.  Tam bir vahdetçi görüşle(10), iyâlullâhı(11) tanıyıp saygı, sevgi ve şefkatle bağlı olduğu insanları, hayvânî insiyaklarının esâretinden kurtararak tasfıyeli ve muhâsebeli bir rûha, bir vicdan hürriyetine eriştirmek istiyordu. Bunun için de kütlenin bir şevk ve îman potasında birleşip bir bütün hâline girmesi ve sonra da bu şevk ve îmânın o bütünün müşterek enerji kaynağı hâline gelmesi lâzımdı.

İşte rehber ve mürebbî Mevlânâ, bu gâye uğrunda nesi var nesi yoksa insanların önüne döküp, onları bulundukları seviyeden bir adım ileri götürmek için san’atını, îmânını, ahlâkını, şevk ve aşkına kütle emrinde seferber eden örnek terbiyecidir.

İnsanları kendi kendileriyle yüzleştirerek kötülüklerinden utandıran ve onlara kemâlin ve müteâlin(12) hasret ve iştiyâkını aşılayan Hazret-i Mevlânâ, böylece nefsânî kuvvetlerin baskısı ile sinip, şuuraltında uyuklaya kalmış değerleri, sihirli aşk asâsiyle dürterek faaliyete geçirmeyi bir din gibi mukaddes bilmiştir. Zira kendi kendinde bilkuvve mevcut kıymetlerle âşinalık kurup, onları yüksek ve müşterek bir îmânın içinde faal kılan kimselerdir ki cemiyeti cehilden bilgiye, karanlıktan aydınlığa çıkarırlar. Müşkülleri yener, zorlukları aşar, güzeli bulur, doğruyu arar ve iyinin peşine düşerler. Öyle ki bu şevk ve îman potası içinde harmanlanıp savrulan ferdî egoizm, yâni nefsânî kuvvetler, musaffâ(13) bir enerji hâline gelince de, iç tabîatın pençesinden kurtulan insanoğlu; kinlerden, hasetlerden, gurur, intikam gibi yıkıcı ve menfî duygulardan boşalarak bir vicdan cennetinin hürriyetine adımını atmış olur.

Kütle terbiyesinde sevgiyi esas tutan büyük hakîm, bunun içindir ki cemiyetin her bir tabakasına cömert, hattâ müsrif bir efendi ikrâmiyle el uzatarak: ‘Ben her cemiyette nâlân oldum, kötü halliler ile de iyi halliler ile de beraber oldum‘ demekten çekinmemiştir.

Çetinoğlu: İnsanlık da O’nun bu hizmetlerini karşılıksız bırakmadı, gönlüne ‘Sultan’ olarak yerleştirdi…

Binark: Annemiz; Yaradılışın bekâ ve devam sırlarını hâmil olan bu büyük kurtarıcıya şâir olarak, mütefekkir olarak, hakîm olarak, mutasavvıf ve sanatkâr olarak, bizimle beraber bütün dünyânın da ebedî hayranlık ve ihtiram borcu olduğunu belirtiyor ve devam ediyor: Fakat bu vatanın, bu toprakların evlâdı olarak biz Türklerin, târih kaderimiz yönünden, O’na ayrı bir minnet ve şükran borcu duymamız gerekir. Zîra on üçüncü yüzyıl Anadolusu’nun bir tarafta çeşitli mezhep ve inanışlarla bulanmış havası, bir taraftan Moğol istilâ ordularının baskısı ile karışmış nizâmı içinde Mevlânâ’yı, mücâhit ve kahraman ruhuyla; yılmadan, usanmadan Müslüman-Türk îman ve tefekkürü adına faâliyette görürüz. Öyle ki, mâlik olduğu değerlerle hâlin olduğu kadar istikbâlin de hamurunu mayalayan her büyük insan gibi, kütleye, kemâlin ve müteâlin tohumlarını saçan Mevlânâ Celaleddîn-i Rûmî, Anadolu Türklüğü’nün siyâsî kaderiyle işbirliği yapan içtimaî târihinin fonunu çizmiş üstat bir kudrettir.

Çetinoğlu: Hazret-i Pîr, bütün bu işleri dünyaya hâkim olabileceğinden endişe edilen Moğallara rağmen başarıyordu…

Binark: Selçuklu İmparatorluğu’nda Moğolların oynadıkları son oyunları ferâsetli bir müşâhit olarak tâkip etmek vaziyetinde bulunan büyük terbiyecinin, askerî başarılarına rağmen, neticeyi medenî seviyeleri düşük Moğollar lehine görmediği aşikârdı. Bâzı şiirlerinde, bu istilâ hareketlerine açık veya kapalı temas eden mısrâlar göze çarpar.

Çetinoğlu: Ayverdi Hanımefendi’ye göre, Hazret-i Mevlanâ’nın Selçuklular hakkındaki düşünceleri biliniyor mu?

Binark: Hazret-i Mevlânâ, üç asır “Sadr-ı İslâm“(14) imtiyazını muhafaza etmiş bu imparatorluğun yıkılışına bigâne değil, tarrafsızdı. Diyor. Selçuklu devri kapanabilirdi ve kapanacaktı da. Târih meydanında tâlih deneyip nöbet savanlar arasında Selçuklu denen devlet de, Küçük Asya Türklüğü’ne bir Akdeniz medeniyetinin tecrübesini gösterdikten sonra, artık siyâsî kaftanını sıyırmak üzere bulunuyordu. Amma ömrünü tamamlamış bir devletin târih huzurundan çekilmesi, kütlenin bağrında mahfuz potansiyelin kaybolması demek değildi. Mademki Moğollar, istilâ ve zaferlerine rağmen bu muhteşem medeniyet bakiyesine vâris olmaktan uzak bulunuyorlardı, şu hâlde gâlibin de mağlûpla beraber, üstün bir kuvvet tarafından temsil edilmesi, onun da inhilâl edip yeni terkibin potasında erimesi lâzım geliyordu.

 

Acaba bu namzet kuvvet kimdi ve nerede idi? Hızını alamamış bir Müslüman-Türk dinamizmi, kütlenin şuûraltında didişmekte bulunuyordu ki henüz kuvvede olan bu gizli talebin, yeni bir merkez etrafında peteklenip ete kemiğe bağlanması lâzımdı.

Çetinoğlu: Osmanlıları mı kast ediyordu?

Binark: Evet! Osmanlıları kast ediyordu. Osmanlı Türklüğü’nün devir alacağı ve dört başı mâmur bir cihan imparatorluğunun bünyesinde teşkilatlandıracağı bu potansiyeli, içtimaî şuûrun hamuru içinde yoğurup yeni bir inkişaf ve yeni bir nizâma götürmekte birinci derecede söz sahibi olan tasavvuf an’anesi içinde Mevlânâ, her Türk’ün minnet ve şükranla bağlanması gereken inşâcı idealistlerin ön safındadır.

Terbiyeci ve mürşit Mevlânâ, muvâzenesi bozulmuş bir cemiyette asırların ve nesillerin süzgecinden geçmiş kararlı mizâcı, ahlâkı, derin kültürü, feragati, ismeti ve asâletiyle, sahteyi gerçekten, istatistik bir görüşle ayırt ederek içtimâi şuurun önüne döken ve beşeriyetin eline bir kıyas malzemesi vererek kütleye nefes aldıran hakîm insandır.

İçinde derslerini verdiği medresenin muhteşem çatısı altında takririni bitirip de, iki cihanın kayıtlarından âzâde başı önünde, dudaklarında aşk gazelleri, cübbesinin etekleri uça uça geçtiği yollara ve konduğu duraklara, hikmetinden, irfânından, heyecan ve samîmiyetinden aşikâr bir iz, bir nişan, bir ses ve nefes bırakmıştır.

Çetinoğlu: Mevlanâ’nın bıraktığı ses ve nefes, asrımızda da İslâm-Türk âlemi için bir ümit gücü ihtivâ ediyor mu?

Binark: Annemiz’e göre ediyor. İsterse beşeriyet şimdi de aynı izi bulur ve üstünde yürüyebilir, aynı sesi ve nefesi duyarak, büyük kurtarıcılar kâfilesinden olan bu büyük terbiyeciyi, kendi arasında, kendi hayâtının içinde bulabilir. Yeter ki Ademoğlu, büyük insan motifine olan ezelî ve tabiî ihtiyacını hissedecek seviyeyi ve şuûru yeni baştan kazansın ve elini de gönlünü de onunla birleştirmek lüzûmuna inansın.

Çetinoğlu: Mümkün mü?

Binark: Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin dünyâlara sığmayan fikir ve duygu lirizmi, yediyüz yıldır bir Tanrı saçısı olarak hikmetli ve san’atlı üslûbu ile beşeriyetin eli altında bulunduğu halde, ne yazık ki insanoğlu, O’nun nefsânî bataklıklar üstüne kurduğu köprüyü görememekte, göremediği için de beşerî ihtiras ve ayıplar çamurundan sıyrılıp hikmet ve irfan kıyılarına atlayamamaktadır.

Artık yirminci asrın insanı, kendini yalnız et, kemik ve kandan ve mahlûk olarak görmek, onun için de sâdece etine kemiğine hizmet eylemek dalâleti içindedir. Bu yüzden de bizzat hâmil gerçekleri arayıp sormaz ve hattâ seçemez olmuştur. Netice itibâriyle kendi kendine yabancı, hattâ düşman kesilen bu insan, sevgiyi unutmuş, îmândan ihlâstan habersiz kalmış; sonunda da, üstüne çöken egoizme teslim olarak, onun emrinde dünyaya meydan okuyan bir dev hâline gelmiştir.

Çetinoğlu: Engeller bilinirse, muhtemeldir ki kaldırılabilir, aşılabilir

Binark: İnsan tabiatında köle ve emir kulu kalmaya mahkûm hisler vardır. Kin, nefret, intikam, yalan ve iftira gibi. Cemiyetler ne vakit bu kölelere hürriyet tanıyıp başıboş bırakacak olursa, hayat düzeni altüst olmak mukadderdir. Gerçi insanoğlunun hamurunda müsbet ve menfi duygulara beraberce yer verilmiştir Ancak bu iki kuvvet itidal çizgisini aşmadığı müddetçe, yapıcı bir malzeme vasfını taşır. Yeter ki menfî kuvvetler, müsbet enerjinin hükmü ve kontrolü altında kalsın ve böylece de köleye efendi mevkii verilmek hatâsı işlenmesin.

Çetinoğlu: Çok teşekkür ederim. Ebedî âleme doğuşunun 741. yıldönümünde Mütefekkir Hz. Mevlanâ’yı, bir başka mümtaz değerimiz, Merhum Mütefekkire Sâmiha Ayverdi Hanımefendi’nin ifâdeleriyle anmış olduk. Her ikisi için de rahmete vesile olur inşallah.

Binark: Sorularınıza verdiğim cevaplar; Kubbealtı Neşriyatı tarafından, ‘Sâmiha Ayverdi Külliyatı’nın 20. kitabı olarak yayınlanan Âbide Şahsiyetler isimli eserinnde (İstanbul, 2001)yer alan ‘On Üçüncü Asır Anadolusu’nda Tasavvuf ve Hazret-i Mevlânâ‘ başlıklı makalesi (3-11.ss) ile, Mevlânâ’nın 700. ölüm yıldönümü dolayısıyle tertiplenen Uluslar arası Mevlânâ Semineri’ne (Ankara, Aralık 1973) sunulan “Mevlâna Celâleddin-i Rûmî’den Bugüne Kalanlar‘ isimli tebliğinden” (117-124. ss.) derlenmiştir. Daha geniş bilgilere ulaşmak isteyenler, adı geçen kitabın 13-28 sayfalarından yararlanabilirler.

Hiç şüphe yok ki, Hz. Mevlâna, fikir ve gönül yücelten felsefesi ile, insanlık âlemine Hakk’ın bir tebessümü, bir lûtfudur.

Sâmiha Ayverdi ise, yazdıkları ve söyledikleri ile Yüce Yaradan’ın ve O’nun eserlerinin aynası olmuştur. O, her yaradılmışta, hilkatin gerek hikmetini hakîkatini ve güzelliklerini görmüş ve bunu dile getirmiştir.

Her iki Allah dostunun himmetleri üzerimize olsun.

LÜGATÇE:

(1) kabalistik: Yahudi öğretisi olan Kabala ile ilgili.

(2) Bâtınî: İslamiyet’te Kur’an Âyetlerinin görünür mânâlarının dışında ve daha derinde anlamlarının bulunduğunu ileri süren görüş.

(3) Hâricî: Dinî ve siyasî konularda itaatten ayrılıp, isyan derecesine varan aşarı görüş ve faaliyetleriyle tanınan siyasî bir mezhep.

(4) Cimri Baba: Karamanoğlu Beyliği’nin desteğini alarak 1277 yılında Selçuklu tahtını ele geçiren isyankâr. Bu kişi, İlhanlı ve Selçuklu ordularının harekete geçmesinden korkarak Karamanoğulları ile birlikte kaçarken yakalanıp öldürüldü.

(5) Baba İshak: 1237 yılında Babaî Ayaklanması’na öncülük eden Türkmen lideri. 1240 yılında idam edildi.

(6) Ahmet Yesevî: 1093-1166 yılları arasında Türkistan’da yaşayan Türk şair, mutasavvıf ve mütefekkir.

(7) Fahreddin-i Irakî: 1209’da Hemedan’da doğup 1289 yılında Şam’da vefat eden, Allah’ın ‘bir’liğini aşk diliyle anlatan âlim ve şair sûfi

(8) Sadreddin-i Konevî: Dedeleri Konya’dan Malatya’ya gelen, 1210-1274 yıllar arasında yaşayan mutasavvıf. Mevlana Hazretleri’ne hocalık etti.

(9) Evhadüddin-i Kirmânî: Sadreddin-i Konevi’nin hocası. 1164 yılında Kirman’da doğdu, Anadolu’da yaşadı, 1238 yılında Şam’da vefat etti.

(10) vahdetçi görüş: Tasavvufta, her şeyi bir olarak ve bir içinde nesneleri Allah ile görmek.

(11) iyâlullâh: Evliyâullah, evliyalar, veliler.

(12) müteâlin: Yücelmiş kişiler.

(13) musaffâ: Temizlenmiş.

(14) Sadr-ı İslâm: İslâm’ın önderliği.

 

Önceki İçerikKediler Ve Köpekler
Sonraki İçerikTürkiye’deki Suriye
Avatar photo
28 Kasım 1938 tarihinde Bafra’da doğdu. İlk ve ortaokulu doğduğu şehirde bitirdikten sonra Ankara Ticaret Lisesi ve Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nde okudu. İş hayatına Ankara’da muhasebeci olarak başladı. Ankara ve Karabük’te; muhasebeci, mali müşavir ve profesyonel yönetici olarak devam etti. İstanbul’da, demir ticareti ile meşgul oldu. SSCB’nin dağılmasından sonra Türk Cumhuriyetlerinde sanayi yatırımları gerçekleştirmek üzere çok ortaklı şirket kurdu. Şirketin murahhas azası olarak Azerbaycan’da ve Kırım’da tesis kurup çalıştırdı. 2000 yılında işlerini tasfiye etti. İş hayatı ile birlikte yazı hayatı da devam etti. İlk yazısı 1954 yılında Bafra’da yayımlanmakta olan Bafra Haber Gazetesi’nde başmakale olarak yer aldı. Sonraki yıllarda İlhan Egemen Darendelioğlu’nun Toprak Dergisi’nde, Son Havadis ve Tercüman gazetelerinde yazıları yayımlandı. Türk Ocakları Genel Merkezinin yayımladığı Türk Yurdu dergisinde yazdı. İslâm, Kadın ve Aile, Yörünge, Ufuk, Emelimiz Kırım, Papatya, Tarih ve Düşünce, Yeni Düşünce, Yeni Hafta, Sağduyu, Orkun, Kalgay, Bahçesaray, Türk Dünyâsı Târih ve Kültür, Antalya’da yayımlanan Nevzuhur, Kayseri’de yayımlanan Erciyes ve Yeniden Diriliş, Tokat’ta yayımlanan Kümbet, Kahramanmaraş’ta yayımlanan Alkış dergilerinde, Dünyâ ve Kırım’da yayımlanan Kırım Sadâsı gibi gazetelerde de imzasına rastlanmaktadır. Akra FM radyosunda haftanın olayları üzerine yorumları oldu. 1990 – 2000 yılları arasında (haftada bir gün) Zaman Gazetesi’nde köşe yazıları yazdı. Hâlen; Önce Vatan Gazetesi’nde, yazmaktadır. Oğuz Çetinoğlu; Türk Ocağı, Aydınlar Ocağı, ESKADER / Edebiyat, Sanat ve Kültür Araştırmacıları Derneği ve İLESAM / Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sâhipleri Meslek Birliği Üyesidir. Yayımlanmış Kitapları: 1- Kültür Zenginliklerimiz: (2006) 2- Dört ciltte 4.000 sayfalık Kronolojik Tarih Ansiklopedisi: (2008 ve 2012), 3- Tarih Sözlüğü: (2009), 4- Okyanusa Açılan Kapılar / Tefekkür Mayası Röportajlar: (2009). 5- Altaylardan Hira’ya Türk-İslâm Dostluğu: (2012 ve 2013), 6- Bilenlerin Dilinden Irak Türkleri: (2012), 7- Türkler Nasıl ve Niçin Müslüman Oldu: (2013), 8- Türkmennâme / Irak Türkleri Hakkında Bilmek İstediğiniz Her Şey: (2013). 9- Türklerin Muhteşem Tarihi: (Nisan 2014 ve Nisan 2015) 10- 115 Soruda Türk İslâm-Âlimi Mâtüridî (Röportaj): 2015) 11- Cihad – Gazi – Şehid: Kasım 2015. 12-Yavuz Bülent Bâkiler Kitabı (2016 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 13-Her Yönüyle Kâzım Karabekir (2017 Mehmet Şadi Polat ile birlikte) 14-Dil ve Edebiyat Dergisi / İlk 100 Sayı Bibliygorafyası (2017 Mehmet Şâdi Polat ile birlikte) 15-Büyük Türk İslâm Âlimi Serahsî (2018), 16-Âyetler ve Hadisler Rehberliğinde Kutadgu Bilig’den Seçmeler (2018), 17-Edib Ahmet Yüknekî ve Atebetü’l-Hakayık (2018), 18- Büyük Türk İslâm Âlimi Mâtürîdî (2019), 19-Kâşgarlı Mahmud ve Dîvânu Lugati’t-Türk (2019). 20-Duâ / Huzura Açılan Kapılar. (2019) 10-Yesevi Yayıncılık, 12-Yakın Plan Yayınları, 13-Boğaziçi Yayınları, 14-Dil ve Edebiyat Dergisi, diğer kitaplar Bilgeoğuz Yayınları tarafından yayımlanmıştır.